Derler ki, yüzyıllar önce kimsenin daha evvel duymadığı tuhaf masalları binbir gece boyunca birbirine bağlayarak anlatmayı seven, zarafet, zekâ, güzellik ve incelikle halelenmiş esrarlı bir kadın yaşarmış. Gündüz masal anlatılmaz diye şafak sökerken en heyecanlı yerinde susan Şehrazat’ın dişi sesini ve onu seven modern zaman masalcısı Karen Blixen’i ihtiyar zeytin ağaçlarını kucaklayan gümüşsü bir vadinin içinde hatırladım. O akşamüstü oturduğumuz tepede durup kımıltısız denizi seyre dalan eski çağların esrik insanları da bizler gibi şarap içip mutluluktan, aşktan, tembellikten, yalnızlıktan, sonsuzluktan bahsediyorlardı muhtemelen. Aramızdaki mesafenin sandığımız kadar uzak olmadığını düşünürken, efsanelerden dokudukları tül elbiseleriyle görünmez melekler gibi dolaşan ‘masalcı cadıları’ çağırdım yanımıza. Sakin tıpırtılar eşliğinde dökülen bir yağmurun ardından hayvanların ezdiği acı otların rayihasıyla kabaran toprağa uzanıp, ihanetin, sadakatin asırlardır değişmeyen şehvetli hikâyelerini bize mırıl mırıl anlatsınlar istedim.
Bir ara düşlerden sıyrılıp arkadaşıma, “söyle bakalım, neresiydi en mutlu olduğun yer” deyip şımarmanın tadını çıkardım. Ümit Ünal’ın senaryosunu yazdığı En Mutlu Olduğun Yer Kağan Erturan’ın ilk sinema filmi. Sahici diyalogları, eğlenceli ama aynı zamanda biraz acıtan hikâyesiyle film, birbirini tanımayan iki insanın geçmişte en mutlu oldukları veya gelecekte olmak isteyecekleri o yere doğru yaptıkları heyecanlı bir yoluculuğun hikâyesi. Öylesine sorulmuş basit bir soru değildi, onu kurcalamak istediğimi anladı. Fazla düşünmeden, aslında kısacık bir ânın simgesi olan o ‘yeri’, yüzüne ışıltıyla yansıyan samimi bir mutluluk ifadesiyle o kadar rahat bir tonla tarif ettik ki, onu dinleyenler de haliyle geriye dönüp karmaşık bir duygu yığının altına gömdükleri o sisli ânı olduğu gibi anlatmaya başladılar. Sanki uzun zamandır sakladıkları bir sırrı açığa vurur gibiydiler. Bir zamanlar çocuk olan hallerine gizlice değen elin iyileştirdiği yerlerden ve ‘kayıp cennetlerden’ bahsediyorlardı. Sıra bana geldiğinde “söyleyemem” deyip güldürdüm onları. Hayır, mahrem bir an değildi tabii ki, sadece yaratıcılıkla, sevgiyle ve şefkatle kutsanmış sade bir konuşmanın gerçekleştiği ânı manayla ezmeden sözcüklere nasıl dönüştürebileceğimi bilemedim. Masalsı sohbet gecenin serinliğiyle dağılır gibi olduğunda, Karen Blixen’in hayatını anlattığı kitaptaki cümlelerden birisiyle uzaklaşıp mazideki kendi ‘mutluluk adama’ çoktan ulaşmıştım bile... Durduğum yerden Tanrı’nın bizim için tasarladığı karmaşık hikâyelerle eğlendiğini görebiliyordum. O ‘en mutlu olduğumuz yerde’ garip bir baş dönmesiyle oyalanırken, hem daha mutlu olacağımız bir ânı umutla beklemekten vazgeçmiyor, hem de öyle bir âna bir daha hiç kavuşamayacağımızdan korktuğumuz için o kaygan yere sıkıca basmaya çalışıyorduk.
Buğulu bir yaz gecesinde yeniden...
Blixen’in ya da en sevdiği müstear ismiyle Isac Dinesen’in Afrika’da geçirdiği yıllarını, efsanelerle, mitlerle, masallarla çoğaltarak anlattığı romandan uyarlanan filmin (Out of Africa) unutulmaz sahnelerinden birisi küçük mutluluk adamın kıyısında duruyordu. Blixen’in hikâyelerimi en iyi dinleyen adam diye tarif ettiği, yalnızlığını, özgürlüğünü, zehirli sürprizleri her şeyden çok seven avcı Denys Finch-Hatton, bir gün “nasılsa her uzun maceradan sonra buraya dönüyorum, eşyalarımı senin evine bırakabilir miyim” diye sorduğunda “tabii, zaten Tanrı cezalandırmak istediklerinin dualarını kabul ediyor, görmüyor musun” diyordu, asla sevmekten vazgeçmediği tek adama. Bu hain cümleyi de onun hayatından yapılan bir film sayesinde gelen öbür sihirli işaretler gibi hiç unutmadım. Kabul olan dualarımı, olmayacakları, müphem cezalarımı, gerçekleşmeyen hayallerimi bana destansı bir hikâyeyle bağışlayan ‘sıska bir cadıya’, efsunlu bir yazara gelecekte ‘mutlu bir yer’ borçlu olacağımı filmi izlerken henüz bilmiyordum.
Uzun hikâyeleri o İngiliz avcı gibi hiç sıkılmadan dinlemeyi seven birisiyle buğulu bir yaz gecesi konuştuklarımızı, yıllar sonra başka bir yazın başlangıcında hatırlamak, iz bırakan duyguların da kolayca eksilmediğini düşündürdü bana. Yazarken hikâyelerin sırasını bozmayı seven Blixen’in meşhur cümlelerinden birisini sigaramın mavi halkalarıyla birlikte denize doğru savuruyordum: “Hayal kurmak, akıllı uslu insanların intihar etme biçimidir.” Geçmişin mutluluğuna, acısına, hatıralarına saplanıp ânı yaşayamamak da delilerin intihar etme biçimidir. Böyle diyordum, hemen önümüzdeki çayırlarda bağırıp duran ineklere, karanlığı yırtar gibi çığlık atan baykuşlara, uzaklarda uluyan köpeklere, mandalina bahçelerini usulca okşayarak geçen kırlangıçlara... Beni duymuyorlardı, anlayamıyorlardı... Onlar yazarın bahsettiği Afrikalı Masailer gibi geleceği düşünmeden yaşarken vahşi ve huzurlu bir hayatın kurbanı olup ölüyorlardı çünkü.
Nobel Blixen’in hakkıydı...
Blixen gibi hayatını uydurarak zenginleştirmeyi seven bir kadının ‘en mutlu olduğu yeri’ merak ediyorum doğrusu. Nerede ve nasıl yaşamıştı o ânı? Kocasından kaptığı frengi yüzünden yaşadığı sürece acı çektiği halde, “barones olmak her şeye değerdi” diyebilen ironik yazara merak ettiklerimi sorma şansım olsaydı, muhtemelen sadece sinsice gülerdi bana. 77 yaşında ölene kadar onu ziyaret eden ve röportaj yapmak isteyenlerle dalgasını geçmiş anladığım kadarıyla. Truman Capote gibi hayranları onun son âna kadar şampanya ve istiridyeyle beslendiğini, yaşadığı sürece sıska kalmaya çalıştığını, sürekli sigara içerek hiç durmadan hikâyeler anlattığından bahsediyor.
48 yaşında ilk kitabını yazan Blixen’in kahramanları da birbirlerine sürekli hikâyeler anlatıyor. O gerçek bir masal cadısı hakikaten. Binbir gece masallarını, Decameron’u, Canterbury Masalları’nı anımsatan bir atmosferde dolaşan karakterleri için onu Türkçeye kazandıran Fatih Özgüven’in harikulade bir tesbiti var: “Blixen ustaca bir kukla gösterisinin oyuncuları gibi hareket ettirir kişilerini... O kadar ustaca ki, öyküleri okurken kişilerin kendi iradeleri olduğu yolunda bir yanılsamaya kapılabilirsiniz.” Masallarının büyüsüne kapılan Hemingway de onu farklı kılan özelliklerini fark etmiş olacak ki Nobel’i alırken bu ödülün aslında Isak Dinesen’in yani Karen Blixen’in hakkı olduğunu söylemişti.
Hayır, demeye söz verirsem...
Orta yaşlı bir kadın olana kadar yazar olma tutkusundan pek bahsetmeyen, ama tanıdığı herkese saatlerce hikâyeler anlatmayı seven o kadının en mutlu ânı neye benziyordu acaba? Odasına kapanıp cılız, kemikli parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasından derin bir nefes çektikten sonra yeni bir öyküye başladığı bir an mı? Onu meşhur eden romanda anlattığı büyük aşkı Denys’i Afrika’daki evinin verandasında gramofondan Mozart dinlerken gördüğünde, yalnızlık takıntısından vazgeçip kendisiyle birlikte yaşamayı kabul edeceğini sandığı bir yanılgı ânı mı mesela? Ya da kaybetmek istemediği için hırçınlık yapıp kaybettiği erkeğe “sana hayır demeye söz verirsem benimle evleneceğine söz verir misin” dediği alayla çatlamış bir umut ânıdır belki de... Aslında böyle bir âna sahip olmadığı halde, onunla hiç yaşayamayacaklarını uydururken hissettiği hazların içine saklanmış olabilir mi o an?
Kimse bilemeyecek bunu, onu ‘tanrılaştıran’ kitaplarında o kayıp ânın işaretlerini arayacaklar. Ben okurun da yazarın bilinmeyen hayatını hikâyelerden süzülenlerle kurgulayabileceğine inanıyorum. Dolayısıyla kişisel edebî yolculuğumda anılarıyla, barok masallarıyla yaşamaya devam edecek olan yalnız masal prensesi Karen’ı onun arzuladığı gibi tasavvur etmek istiyorum: Afrika’daki evinde, ateşin önüne attığı yastıklardan yaptığı yatağa uzanmış, dünyanın sıkıntılarından azade, beyaz ipekten elbisesiyle Denys’e sokulmuş, kulağına hiç bitmeyecekmiş gibi akan uzun masallar fısıldıyor. Küçük şeyleri, gerçekleri, gündelik sorunları, onları kıskananları, sevmenin gücünü yaşamadan anlatarak tüketenleri birbirlerinden ödünç aldıkları zarif sözcüklerle küçümsüyorlar. Bu an onları güzel bir sevişmeden, akıllı konuşmalardan çok daha güçlü bir bağla birleştiriyor. Ötekileri kuytularındaki karanlık yüzünden böyle içerden sevemeyeceklerini henüz bilmiyorlar ama karınlarında kıpırdayan mahzun bir sıcaklıkla seziyorlar. ‘O en mutlu yerde’ birbirlerine ait olmadan, ayrılığı, kuşkuları, kederi, yalnızlığı, içi boşaltılmış bir geleceği katlanılır kılmanın mucizevî çaresini ölümsüz hikâyelerle keşfediyorlar.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:32:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!