ZEKERİYA BİCAN
‘Elazığ Kalemleri’ isimli kitap; 8l ilin arasına Elazığ’ı 8. Şehir olarak edebiyatımıza ikame eden ‘Şehr-engiz’; şair ve tiyatro dalında temayüz etmiş, güçlü bir kalem; araştırmacı bir yazarla; kalıcı esere dönüşme hüviyetini kazanmaya güçlüce neden olacak bir isimle devam etmektedir. Bu isim ZEKERİYYA BİCAN
Tam bu noktada bir parantez açma gerekliliği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu çalışmanın, bu kitabın matuf olduğu maksat; Elazığ’lı yazılı eseri bulunan tüm şair ve yazarların çok kısa hayat hikâyeleri ve eser isimleri ile Elazığ’lı yazarlar lojmanı gibi bir adres, bir kapak altında toplamaktı ve böyle de devam etmektedir.
Filhakika; bu minval üzere çok seçkin yazarlarımızın kısa hayat hikâyelerini 3-4 sayfa ile iktifa ederek sunmuş bulunurken; ilkeli ve kesinlikle eşit mesafede kalmak kaydıyla; çalışmalar sürüp giderken; Şair ZEKERİYYA BİCAN’ın hayat hikâyesine baktığımızda;
Platonik dokusu ile bir set halinde olduğunu gördük, iç içe giren reel hikâyelerin mütemmim cüz gibi bir bütünün, bütünleştiricileri olduğunu, bunların ayrılması halinde vermek istediğimiz yazarımızın hayat kesitinin, platonik ve besleyici ana damarın kesileceği zehabına kapıldığımızdan, bu yazarımızın hayatında mihenk taşı olan esasen; bütün boyutları ile gerek tarihi dokumuz gerekse sevdaların çok güçlü nüansları ile bütün ammeyi ilgilendiren boyutunun çok öne çıkması nedenine dayalı olarak;
Okuyucularımızın lehine mülahaza edilmesi nedeniyle sırf bu değerlendirmeye koşut bu şairimizin hayat aşamalarını iki hikâye iki hayati detayla birlikte; kitap formatına değil de, bu kitabı bu hayat içeriğine aplike ederek bir fasikül halinde sunum gereği ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Buradan devamla;
01.04.1955 Yılında Elazığ’da dünyaya gelen şairimiz; ilk ve orta öğrenimini aynı yerde tamamlayarak, yüksek öğrenimini de yine aynı şehirde; Elazığ Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nin, Makine Mühendisliği Bölümü’nden 1979 yılında mezun olur.
Elazığ Lisesi’nde iki dönem öğretmenlik yaptıktan sonra mühendislik hizmetlerine başlayan BİCAN, öğrenim hayatı sırasında tiyatro ile ilgilenerek; 1974 yılında “Elazığ Bağımsız Tiyatro Grubunu” kurarak 1979 yılına kadar başkanlığını yaparak, bu yıllar arasında 7 tiyatro eserini sahneye koyar.
Bu arada 1973’ten itibaren yerel ve ulusal basında birçok şiir ve hikâyesi yayınlanan şairin, tiyatro eserleri 1976 yılında Her gün Gazetesi’nde günlük olarak yayınlanır.
Şair ve yazarımız;
-“Bir Evcilik Oynadın Sen Gelincik” (şiir)
-“Yağmur Çiselerken Ağlamak Daha Kolaydı”(şiir)
-“Kırık Dökük Hatıralar”(şiir)
-“İzler”(şiir)
-“Harput’tan Çanakkale’ye Düşen Yıldızlar”(tiyatro eseri)
-“Azap Günlerinde Harput, Yemen Sarıkamış”(roman)
-“Sekizinci Şehir Elazığ’a Harput’tan İnciler”(araştırma)
-“Sekizinci Şehir İz Bırakanlar”(araştırma-2 Cilt)
İsimli kendi dalında seçkin eserleri edebiyatımıza armağan etmiş bulunmaktadır.
Yukarıda 81 ilin arasına 8. Şehir olarak Elazığ’ı ikame etti derken; merhum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir “ isimli eserinde yer alan; Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul; Ahmet Turan Alkan’ın “Altıncı Şehir “ isimli eseri ile Sivas altıncı sıraya girerken; “Beş Şehir” isimli eser bu bağlamda serileşerek şehirler cevval yazarlarla sırasını bulurlar; “Yedinci Şehir” isimli çalışması ile Özkan Yalçın Amasya’yı yedinci sıraya alır.
Yazarımız Zekeriyya Bican; bu nehir halindeki çalışmaya Elazığ’ı SEKİZİNCİ ŞEHİR OLARAK yetiştirir.
SEKİZİNCİ ŞEHİR (İz Bırakanlar) iki cilt olup; toplam 1500 sayfayı aşkın Elazığ’la ilgili, merhum İshak Sunguroğlu’nun dört ciltlik “Harput Yollarında” isimli eseri ile birlikte başvurulacak çok mühim bir kaynak.
Aynı minval üzere SEKİZİNCİ ŞEHİR (Elazığ’a Harput’tan İnciler)
isimli eseri;
475 sayfa olup; 1890–2007 yılları arasında Harput ve onun devamı konumundaki Elazığ’da yaşanmış 34 hikâye içine, şehrin kültürü, sanatı, ticari ve ekonomik durumu sindirilerek anlatılmış ve konularda adı geçen gerçek kişi, yer ve mekân resimleri de temin edilerek resimlendirilmiştir.
Hiç riyasız Elazığ’a bigâne birinin bu eserleri okuması halinde, Elazığ’ı yaşayan kadar malumat sahibi olur. Zira Elazığ’ın son yüzyıl içindeki sosyal ve kültürel yapısı hakkında çok sayıda bilgi ve belge içermektedir.
Zekeriyya Bican’ın sanat meziyetleri arasında şair yönünün en başta yer alacağına dair kuşkuya mahal olmadığı şiirlerinde açıkça görülür.
Çanakkale'den Lapsekili Ahmet'e Harput'tan Mehmet'e Mehmetlere
Önce bir mermi patladı sağ tarafımdan,
Fark ettim, bir anda girip çıktı sol şakağımdan...
Sardı gözlerimi bir an kıpkızıl bir karanlık,
Yükseldi çavuşumdan, vurulduk diyen o son çığlık,
Sanırım, çavuşumla aynı mermiyle vurulmuştuk,
Zaten köyden çıkarken de, el ele tutuşmuştuk...
Yine el ele geçtik ışıklı yoldan, son menzilimize,
Birlikte kucaklaştık, özlenen o eşsiz efendimizle...
Ne de çabuk başlayıp bitmişti, o uzun seferimiz,
Geçti Sırattan yıldırım hızında, binlerce neferimiz...
Sustu bir anda top sesleri, söndü denizi yakan ateşler,
Bir anda sunuldu Rabbine, iki yüz elli üç bin nefer,
Her nefer için ayrı yapıldı, tarifi imkansız törenler,
Taşıdı sancağı önde, alemlere rehber olan peygamber...
Aradı gözlerim; babamı, anamı, bizlerle övünsünler diye,
Beklerim, her an, bu Cennet kapısında görünsünler diye...
Hâlâ ayaklarımın bir adım ötesinden Çanakkale görünüyor,
Tabyadan bir adım sonrasında, vaat edilen Cennet görünüyor...
Nasıl kesildi birden, o binlerce çığlık ve avaze sesler,
Tutuldu sanki, bu ulvi haz rüyasında, bütün nefesler...
Boğaz’da, ateş kusan gemiler, nasıl buharlaştı birden,
Nasıl çekildi aniden, binlerce Mehmet siperlerinden...
Hani az önce, denizler kabarıp üstümüze dökülüyordu,
Çocukken seyrettiğim yıldızlar, yerinden sökülüyordu...
Bu gün 18 Mart 2005, dediler doksan yıl geçmiş aradan,
Hayret, hâlâ bir kan sızmada bizi şehit eden yaralardan...
Gördüm, bir mermer taşı oyup adımı üstüne yazmışlar,
İşte bu Lapsekili, Hasan oğlu Ahmet diye tanıtmışlar...
Biz hiç ölmedik ki, neden insanlar burada ağlıyorlar...
Biz herkesi görüyoruz, onlar galiba bizi görmüyorlar,
Bütün Anadolu çocuklarıyla beraber buradayız biz,
Gerçekten göremiyor mu, o nur damlayan gözleriniz...
Bakın, bu Harputlu Mehmet, eşine mektup yazıyor,
Bu Lapsekili Ahmet, bıkıp usanmadan siper kazıyor...
Diyorlar ki, Mehmet’in mektubu eşine hâlâ ulaşmamış
Bakın, Koca Lapsekili de, nöbetini hâlâ bırakmamış...
İşte bu Kınalı Mehmet, gelirken anası kına yakmış başına,
Demiş ki koçumsun sen, vatanımın 18 Mart bayramına...
Anlamıyorum, peki siz neden ağlıyorsunuz hâlâ...
Şairimizin “Çanakkale’de Bir Garip Akşam” isimli şiirinin– Çanakkale Şehitlerine Selam Olsun Bican – şeklinde ayrıca bir akrostiş şiirinin olduğunu da biliyoruz.
Bu arada şairimizin baba tarafı 1754 yılında Çanakkale’den memuriyet nedeniyle Harput’a naklen gelen Müderris Mehmet Bican’a soy kütüğü olarak dayandığını, anne tarafının da Elazığ’ın Akçakiraz Köyü’nden geldiğini kendi malumatı ile sübuta ermiştir.
Şairimizin mesleği mühendislik olmasına rağmen, şair ruhlu olması, ince düşünerek düşündüğünü yazıya dökme özelliği ile edebiyatımıza çok anlamlı katkılar sağlamaktadır.
Yöresel hikâyeler de yazan yazarımızın bazı yapıtları ulusal ve yerel gazetelerde yayınlanmış bulunmaktadır.
Şairin anlattığı Harput çok meşhur türküsü “Kara Erik Çağala” nın orjinal öyküsünü paylaşmadan geçemeyeceğiz..
Zekeriyya Bican’ın anlatımı ile.
“Tarih 25 Nisan 1966, -iki gün önce 23 Nisan Bayramına katılmıştım, oradan hatırlıyorum- erikler çiçek açmıştı.)
Veli efendi (Veli Efendi Zekeriyya Bican’ın babasının kadim dostu) erik çiçeklerine bakarak “Yusuf, bu kaçıncı erik çiçekleri? ” (Yusuf Zekeriyya Bican’ın merhum babası) deyiverdi.
Babam, “Kırk yedi...” derken gözlerinden bir damla yaş düştü. Şaşırmıştım, babam durduk yere neden hüzünlenmişti.
Veli efendi, “Hele anlat, nasıl olmuştu o iş? ” dedi.
“Veli, yaşım atmış üç oldu. Olayın üzerinden kırk yedi yıl, evet, tastamam kırk yedi yıl geçti. Erikler, tam kırk yedi kere meyve verdiler, çoğu kuruyup gitti.
Her günkü gibi, bizim beyaz ata binmiş Mezre’ye gidiyordum.
Harput’un çıkışındaki çıkmalı evin pencere camı birkaç kere çalındı. Hem de o kadar şiddetli ki, cam kırılacak gibiydi.
Bakıp bakmamakta tereddüt ettim. İçimden bir ses, dönüp bak, dedi. Dönüp bir baktım ki, ne göreyim, bir ay parçası, bir huri kızı, başından oyalı yazması kaymış, bir çift yeşil gözle gülüyor.
Eliyle ‘gel gel! ’ diye de işaret ediyor...
Deli olacağım. Sabahın bu vaktinde rüya mı, hakikat mı farkında değilim. Harput gibi bir yerde, çok ender rastlanabilecek bir durumdu.
Bir kızın böyle serbest, böyle özgürce hareket etmesi pek normal karşılanmazdı...
Yaklaştım atı pencerenin altına çektim. ‘Yusuf! ’ dedi. Adımı bile biliyordu. Ama ben, daha önce onu hiç görmemiştim. Gözlerim, gözlerine takılı kalmıştı. Dilim tutulmuştu. O konuşuyor, ben dinliyordum. Ama cevap veremiyordum.
Nutkum tükenmişti. İçine düştüğüm o iki yeşil göz, beni esir almıştı. Kız, sarı ipek saçlarını da hiç gizlemiyordu. O an, o sarı ipek saçların bir ömür boyu, boynuma dolanıp kalacağını bilmiyordum. Dalıp gitmiştim...
‘Yusuf, al sana bir kara erik yolda yersin’ dedi. Eriği aldım. Erik değil, sanki gökteki dolunayı bana vermiş gibiydi. Alıp mendilimin içine koydum.
Sonra ‘Yusuf, beni buradan al. İstersen dünyanın ötesine gelirim. Ama beni mutlaka al.
Yeter günlerdir yolunu beklediğim. Dün gece uyumadım, bekledim sabaha kadar. Uykuda kalırsam seni göremem diye çok korktum...’ dedi.
Sadece, ‘Peki peki, tamam...’ diyebildim.
Ah bu cahil kafam, niye acele edip de, o gün alıp gitmedim. O gün Mezre’ye de gitmedim. Atımı eve çevirdim.
Meydan mahallesine bir rüzgâr gibi girdim. Anam, Pembe Hanım, pencereden görüp korkmuş. Yusuf niye böyle telaşla erkenden geri döndü diye. Hemen aşağıya, kapıya inmişti,
‘Oğlum, hayrola. Bu halin ne böyle? ” dediğini duyar gibiyim. ‘Ana’ dedim ‘gir içeri kapı ağzında anlatamam. Ben bittim.’ Anamın gözleri büyüdü birden. ‘Hayrola ne var oğul’ dedi. Bir solukta olanı biteni anlattım.
Anam kahkahalarla gülmeye başladı. Ben bu defa anama kızıyordum. İşin ciddiyetini anlamamış gibi davranıyordu. ‘Ana, gülmeyi bırak. Eğer o kızı yarın bana istemezseniz şu Harput Kalesi var ya; giderim, oradan kendimi aşağıya atarım. Bütün Harput da bana ağlasın, sen de ağla.’ dedim.
Anam, ‘Delisin sen.’ dedi. ‘Bir kız için insan kendini kaleden mi atarmış; o kız senin gadan ala oğul, bir çaresine bakarız.’ derken işin ciddiyetini de anlamıştı. Anam da, ben de, sabaha kadar yatamamıştık.
Anam endişe duymuştu. Bense hayaller ülkesindeydim. Sabaha kadar düğünümüzü hayal ettim. ‘Yusuf beni buradan al! ..’ sözü sabaha kadar kulaklarımda çınladı durdu.
Anam konuyu babama açtığında, babam pek önemsememiş. Kızın ailesini, babasını çok yakından tanıdığını, memur Mehmet Efendi’nin kızı olduğunu, bize de münasip bir gelin olabileceğini belirtmiş.
Lâkin işlerinin o günlerde çok yoğun olduğunu; Halep’e külliyetli miktarda gön ve tabaklanmış hayvan derisi göndermesi gerektiğini, askeriyenin ayakkabı ihtiyacının çok önemli olduğunu falan söylemiş.
Bense, bu arada, geçen üç günümün, üç asır gibi geçtiği biliyorum ama sonradan bir ömre bedel olacağını bilmiyordum.
Dördüncü gün; babamın yüzüne bakarak -o devirde bir evlât babasına böyle bir konuda asla bir şey söyleyemezdi- ‘Baba, benim işim ne oldu? ’ dedim. Babam, şöyle cevapladı: ‘Galiba geç kaldık. Mehmet Efendi’nin tayini Payitaht’a çıkmış. Üç gün önce gitmişler...’
Gök kubbe başıma düşmüştü. Başım dönüyordu. Yine dilim tutulmuştu. Öylece babamın yüzüne bakıyordum. Babam durumumu görünce sarsıldı. ‘Demek bu kadar önemliydi.’ dedi. Yüzümü öptü. ‘Sana çok daha güzel bir eş alacağım, merak etme; unutursun bu günleri, sonrada gülersin haline.’ diyerek elimden tutup yukarıya çıkardı.
Divanın üstüne abanmış ağlıyordum. Babam ‘Hiç görülmemiş bir şey...’ dedi. Babamın cevabı kulaklarımda çınlıyordu; ‘Onlar gitti, şimdi üç günlük yoldalar...’.
Üç günlük yol nedir ki, bilmiyordum. Sandım ki, dünyanın öteki ucuna gitmiştiler. Oysa olsa olsa Kömürhan Köprüsü’nü ya geçmiştiler, yahut oradaydılar. Bu günkü aklım olsaydı, gider bulurdum onu. Niye biliyor musun? Ben ona söz vermiştim. O bana gönül vermişti. Ama o gerçeği bilmiyordu.
Bilmeyecekti. Mutlaka intizar etmiştir bana.”
Cüzdanından bir kara erik çekirdeği çıkardı. “İşte bana bu kara eriği vermişti. Eriği yemeye kıyamadım. Mendilimin içinde çürüdü. Sadece çekirdeği kaldı. Askere giderken de yanım da götürdüm. Tam yarım asır geçti.
O nerededir şimdi? Veli kardeş, bir haber alsam, bilsem yerini, gider bulurdum. Dayayıp dizlerine başımı, derdim ki: ‘Ben sözümde durdum. Babamın da kastı yoktu. Sizin gideceğinizi nereden bilecektim...”
Bu olay Harput’ta duyulmuş. Babamın arkadaşları “O eriği niye yemedin? ” diye yıllarca takılıp, şaka yaparlarmış. Anlayacağınız dile düşmüş:
“Kara erik çağala, ye ki yaran sağala”
On altı yaşında yaşadığı ve asla unutamadığı bu olayı, elli yıl sonra anlatırken gözlerinin yaşardığını gördüğümde hayret etmiştim. Hakikaten eskinin aşkları başkaymış. Şimdi, kendisini de, yaşadığı büyük aşkı da saygı ile anıyorum...
Bu olayı anlattıktan bir yıl sonra babam vefat etti. ‘Kara eriğin çekirdeği’, hâlâ cüzdanındaydı.
Sonra ne oldu, ben de bilmiyorum. Ona ve Harput’un bağrında yatan tüm dostlara tanrıdan rahmet diliyorum.
Derler ya: ‘Harput’ lu severse tam sever. Harput’un sevdaları bir ömür sürer.’
Bu vuslata ermemiş sevda da, bir ömür sürmüş meğer”
***
Alanında, edebiyatımızda başyapıt olacak yaşanmış bir hikâye takdim ediyoruz yine yazarımızın kaleminden.
AYŞECAN
“Bu olay 1890-1905 yıllarında Perçenç (Akçakiraz) köyünde yaşanmıştır.
Olayın kahramanı büyük annem Ayşecan hanımdır.
Büyükannem olayı anlattığında, yaklaşık doksan yaşlarındaydı.
Anlatırken olayları yeniden yaşıyormuş gibi hüzünlenir ve ağlardı.
Günümüzde “büyük aşk yaşıyorlar ” sözünü çok duyarız, bir süre sonra sözü edilen büyük aşkların bittiğini duyar ve güler geçeriz.
Anlatacağım öykü gerçek “büyük aşk” örneğidir.
1978 yılının Haziran ortalarıydı. Büyükannem bize misafirliğe gelmişti. Akademinin son sınıfındaydım. Mezuniyet sınavlarına hazırlanıyordum.
Yorulmuştum. Ders çalışmaya biraz ara verdim Büyükannem’in yanına gittim. Büyükannem de “ Çok yoruldun oğul. Bir az dinlen ” dedi.
Bir sigara ben yaktım, bir sigara da, Büyükannem yakmıştı. Kendisi de sigara içmesine rağmen, benim sigara içmeme gönlü razı olmuyordu. “ Bu mereti içmeseniz keşke.” dedi. Ama sen de içiyorsun... Büyükanne dedim. “ İçmez olaydım. On dört yaşımdan beri içiyorum. Bir faydasını görmedim. Sadece avunmak için başlamıştım.”dedi.
‘Biraz da ben avunayım.’ dedim.
Senin avunacak neyin var ki yavrum? dedi. -Ya senin..dedim. - Benim ha..dedi.
Çok içlenmişti. Merak ettim. Büyükanne ağlıyordu.
Apak saçları, pembe-beyaz nur yüzü ile bir çocuk veya bir genç kız
görünümündeydi. Yaşı doksanı geçmesine rağmen, birkaç kırışıklık dışında cildi sedef gibiydi.
Göz kapaklarındaki o sarkmalar da olmasa; onun, o yaşta olmasına inanmak mümkün olmazdı. Çok da zekiydi. Ne geçmişi, ne de dünkü olayları unutmuyordu.
Ailede herkes onun bu özelliğine imrenirdi. Çok temizdi. Temizliğe merakı bazen titizlik derecesinde olurdu. Mendili hiç elinden düşmezdi ve pırıl pırıldı, elinden öpülmesini istemezdi.
Ellerini tuttum, Büyükanne on beş yaşında, çocuk yaşta ne diye sigaraya başladın ki? ’ dedim. İçini çekti.
Göğsü kalkıp indi. Başladı anlatmaya “Ben hiç çocuk olamadım ki oğul. Bizim çocukluk yıllarımız, harp yıllarıydı. Savaşların içerisinde doğmuştuk. O olmayası savaşların hiç mi hiç biteceği de yoktu. Biri bitmeden diğeri başlıyordu. Analar asker fabrikası, çocukları harp çocuklarıydı.
Ortalıkta gençlerden eser yok gibiydi. Analar; yüzlerine bakmaya doyamadan, oğullarını asker ediyorlardı. Sırası gelen gidiyor. Dönen de olmuyordu. Dönen de, yarım adam oluyordu.
Ben babamı tanıdığımda, yaşlı başlı bir adamdı. Savaş artığı bir ihtiyardı. Anam, babama rağmen çok genç bir hanımdı. Sadece benim babam değil, hemen hemen bütün babalar ihtiyar babalardı.
Askerlik bitene kadar, hayli yaşlanmış dönüyorlardı. Bir de insanlar çok erken çöküyorlardı. Aşıların ve ilaçlarında pek bilinmediği yıllardı. Kininden başka ilaç adı bilen de yoktu. Nüfusun devamı için genç kızlar; babası, dedesi yaşındaki insanlarla evlendiriliyorlardı. Babamın tek isteği, benim evlenmemi dünya gözü ile görmekti.
Benim hiç mi hiç evlenmeye niyetim yoktu. Çünkü babam yaşında bir adamla evlenmek bana çok ters geliyordu.
Bir akşam beni de istemeye geldiler. On dört yaşıma yeni girmiştim. Ağladım. Ben asla gelin olmam. Ben babam yaşındaki birine eş olmam dedim. Ağlayıp sızlanırken; Anam: “ Merak etme! ..seni yaşlı birine değil, genç ve aslanlar gibi birine istiyorlar.” Dedi. Arkasını döndü; “bak avluda ayakta duruyor.” Dedi. Dönüp avluya baktım.
Orta yerde; yağız bir delikanlı duruyordu. Beni gördü, gülmekteydi. Birden ciddileşti. “ Ayşecan bana da mı varmayacaksın? Kız, beni tanımadın mı? Ben Hacı İboş gilin Sait’im.” Dedi.
Onun ne kadar yakışıklı birisi olduğunu duymuştum. Ama onu hiç görmemiştim. Durup yüzüne öylece baktım.
Çok yakışıklı biri olduğunu fark ettim. Utandım ve hemen odaya kaçtım. Bir görüşte sevmiştim onu. Anam içeriye geldiğinde; birden bire ağzımdan çıktı. ‘ Ana ben Sait efendiye eş olurum deyiverdim.
Tez zamanda nikah kıyıldı. Sessiz sedasız gelin oldum.
Sait Efendi çok sevimli biriydi. Her geçen gün Sait Efendiyi daha çok seviyordum. Öyle efendi, öyle kibar biriydi ki; sözü sohbeti de yerli yerindeydi. Yerine göre latife ediyor, şakalaşıyor, hal ve davranışlarıyla kendisine saygı uyandırıyordu.
Hiçbir şeye kızmıyordu. Çok da güzel bir gülüşü vardı. Güldü mü, gözlerinin içi gülüyordu. Onunla sohbet etmek bile ayrı bir zevkti, mutluydum. Sait’in önüne, yemek yerine kuru ekmek koysan; yer ve “çok şükür ne güzel ekmekmiş, ellerinize sağlık.” derdi.
Bazen bu adam bir melek galiba derdim.
Bir yıllık beraberliğimiz sular seller gibi akıp geçti. Bu güzel günlerimiz, çok da uzun sürmeyecekmiş, meğer. O güzel günlerin; köyde yine davul çalınarak, asker toplama seremonisi ile biteceği hiç aklıma gelmezdi. O günden sonra davul sesinden hep irkildim.
Şimdi bayram davulları bile bana kıyamet çağrısı gibi gelir..
Tellal davulcu gitti. Muhtar geldi. Sait Efendiyi asker yazdılar.
Bilemiyordum. Bu ne harbiydi ki? .. Ne savaşıydı? ...Muhtarın yakasına yapıştım. ‘Bir benim Sait mi kaldı memleketi kurtaracak? ... Git! .. Başka Sait’ler bul..Defol”...dedim. Muhtar: Ağlamaklı bir sesle; “Bir senin Sait mi ki? ...bizim Sait’ de, Mehmet’de niceleri yine gidiyor.” ‘ Niye... dedim? ..Niye? ..Neden gidecekler? ...Muhtar: “ Bu sene de Balkan harbi çıkmış. Hazer denizinden Üsküp’e kadar asker kesmiş. Dağ taş asker kaynıyormuş.
Başefendi öyle söyledi”..’ Baş efendi’nin de,.. senin de,.. canın Cehenneme be herif.” Dedim. Sait birden ağzımı kapattı.” Sus! ..Dedi. “Askerlik namus borcudur. Elbet gideceğiz. Gitmemek olur mu? ..
Padişah efendimiz savaş ilan etmiş...Efendimize karşı gelinir mi? .”..İçimden efendimiz batsın. Bu ne efendidir ki; bize bir rahat günü göstermedi. Allah’ın senesi savaş ilan ediyor.
Adam mı kaldı ki memlekette. Kurbanlık koyun bile üç senede zor yetişiyor. Bu Padişaha insan mı dayanır? . Koca Anadolu’da adam bırakmadı”..Diye düşünüyordum.
Gözüme uyku girmiyordu. Gece boyunca uyuyamadım. Yatıp kalkıp Sait’in yüzüne baktım. O hiçbir şey yokmuş gibi, mışıl mışıl, melekler gibi uyuyordu.
Sabaha kadar, savaşı çıkaranlara beddua ettim. Keşke Sait’in yerine beni askere alsalardı diye düşündüm durdum. Sabah oldu. Horozlar ötüyordu. O horozları öldüresim geliyordu.
Sait uyanacak diye endişe ettim. Ama Sait hemen uyandı. “Senin gözlerin şişmiş Ayşecan uyumadın mı? ..Hadi biraz sen de yat uyu. Uyandığında biraz konuşalım.” Dedi. Benim dilim lal olmuştu sanki. Onun yüzünden gözlerimi ayıramıyordum. Sadece ağlıyordum. O metindi. “Ayşecan sen üzülme.”Dedi.
Gözyaşlarımı elleriyle sildi. Anlımdan öptü. Bu askerlik şerefi sadece benim değil. Senin de şerefindir. Biz sınırlarımızı, siz buraları koruyacaksınız. Sen artık asker karısısın ağlamak sana yakışmaz. Nasipse yine kavuşuruz, buluşuruz ucunda ölüm yok ya dedi.” Ben ’nasıl yok diyemedim. Bu konuşmamızdan sonra üç gün daha evde kaldı.
Bu son üç gün üç gece onu seyrettim. Kaşını, gözünü, yüzünü iyice inceledim ve kafama nakşettim. Kendi kendime kızıyordum. Bir yıldır niye bu kadar güzel incelememiştim ki? Ona doyamamıştım. Cuma namazından sonra helalleştik.
Üç kere ellerini öpüp başıma koydum. “Erimsin, erkeğimsin, sen benim her şeyimsin.. Gözün arkanda kalmasın. Seni mahşere kadar bekleyeceğim. Burada nasip olmasa, ahrette de kalsa kavuşmamız, mezarımda bile oturup yolunu gözleyeceğim.” Dedim.
O dağ gibi adam ilk defa ağladı.” Merak etme mutlaka döneceğim Ayşecan.”Dedi. Ellerini tuttum. O daima sımsıcak elleri buz gibi olmuştu.
Ellerini avuçlarımın içine alıp ısıtmak istediğimin farkına vardı. “Böyle asker uğurlamak olmaz ki Ayşecan. Sen böyle yaparsan gözüm arkada kalacak. Metin ol.” Dedi.
Elimi koynuma sokup, bir çift gül desenli el örmesi yün çorabı ona uzattım. ‘Sait bunları al. Giyinirsin çift kat örmüşüm. Giyinirsin, ayakların üşümesin. Sana verecek başka yolluğum yok. Kusura bakma.
Sana yine çorap örer yollarım.” Dedim. Güldü. “Sağ olasın.” Dedi ve arkasına bir daha bakmadan yürüyüp gitti. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından baktım, baktım ağladım.
Eve döndüğümde, bana bir torba tütün getirdiler. Bu tütünü içer eğlenirsin dediler. Tütüne o gün başladım ve bir daha hiç bırakmadım.
Biz ana kız yaşamaya devam ettik Babam evliliğimi görmüştü.” Sen evlenmeden ölürsem, gözlerim açık gideceğim.” derdi. Zaman çok hızlı akıp geçiyordu.
Evliliğimin birinci yılında babam öldü. Kökten yalnız kalmıştık.
Sait de gideli dört sene olmuştu. Dört bahar, dört yaz gelip geçti. Sait’ten hiç haber gelmiyordu.
Ben her sabah yollara çıkıp, onun döneceği yollara bakıyordum. Baktığım yollarda mevsimler değişiyordu. Ben bıkıp usanmadan onu bekliyordum.
Dördüncü yılın güz mevsimiydi. Pekmez yapıyorduk. Kayın biraderim Osman geldi. Selamsız sabahsız oturdu. Hiçbir şey konuşmuyordu. “Osman..” dedim. “Bu halin ne böyle? ...Senin durumun hoş değil..Hasta mısın? ...Osman cevap vermiyordu.
Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Neden sonra yüzüme dik dik bakarak; Harput’a gittim. Paşakapısı’na bir liste asmışlar.” Osman sustu. Ağlıyordu. ‘ Ne listesi? ..’ dedim. “Şey” dedi. “Şehit askerlerin listesini asmışlar..Başın sağ olsun gelin bacım...” Sait şehit olmuş..
Kalktım ayağa. Osman’ın göğsünü yumrukluyordum. ‘Yalan... diyordum, yalan... Hepiniz yalan söylüyorsunuz... Daha dün rüyamda gördüm.’ “Sana öldüğümü söylerlerse inanma. Tez zamanda geleceğim.” diyordu.
O günden sonra bir daha Osman’a ne selam verdim, ne de görünce hatırını sordum. Birkaç gün sonra yeni sevkıyat askeri gideceğini haber verdiler. Koşup yeni gidenlerin toplama yerine gittim.
Çavuşu buldum. Çavuşa; ‘ Benim kocam Sait Efendi birinci sevkıyatta askere gitti. Daha gelmedi. Şimdi oralardadır. Bu çorapları al. Orada sor. Perçenç’li Hacı İboş gilin Sait Efendi diye sorarsan sana gösterirler. Ona bu çorapları ver.
Şimdi eski çorapları harap olmuştur. Önümüz kış üşütmesin. Çok da selam söyle. Biz iyiyiz o bizi merak etmesin. Tamam, mı başefendi? ” dedim. Çorapları aldı. Güldü. “Sen merak etme bacım. Bu çorapları Sait’e gitmiş bil.” dedi.
Çok mutlu bir şekilde eve döndüm. O Başefendiye sabaha kadar dua ettim.
Her sabah köy yolunu gözledim. Tütün içtim. Bekledim. Sait bir gün çıkıp gelecekti. Ama gelmiyordu. Böylece üç yıl daha geçti.
Hiç ümidimi yitirmedim. Çünkü; Sait; “Bekle beni, bir gün çıkıp geleceğim.”demişti.
Askere gidişinin yedinci yılın nisanı mıydı? ...mayısı mıydı? .. Dediler ki; Savaşı kaybetmişiz. Gaziler kavim kavim geri dönüyorlar. Asker dönüşü günlerce haftalarca sürdü.
Dönenler yarım yurum bedenleriyle, kör topal dönüyorlardı. Sait aralarında yoktu. İçimden diyordum ki; “Dönsün de, kör topal dönsün. Ya hiç dönmezse ben ne yaparım? .. Her gün asker karşılamaya gidip döndük. O yoktu.
Bir sabah yine asker karşılamaya gideceğiz. Hazırlandık. Daha kapıya çıkmamıştık. Kapı çalındı. Kapıyı bir açtım ki; Sait karşımda duruyor.
Bağırmışım. ‘Sait geldin mi? ...diye. Oracıkta bayılmışım. Uyandığımda Sait bileklerimi ovuyordu.
Rüya mı görüyordum? ...Gördüğüm gerçek miydi? ...”Bak! .. işte geldim. Ayşecan kendine gel artık”diyordu.
Aradan aylar geçti. Sait pek konuşmuyordu. O neşeli, o nükteden Sait uçup gitmişti. Ben kendimi suçluyordum. Acaba Sait’e karşı bir hata mı yaptım ki o böyle olmuştu? ...
Bir gün komşu hanımlara durumu anlattım. Onlar tecrübeliydiler. Dediler ki; Askerler döndüğünde, hep böyle olurlarmış. Psikolojileri ancak altı ayda düzelebilirmiş. İyi dedim. Böyle olsun, ne yapalım adet böyleymiş demek.
Dönüşünün altıncı ayında, sessiz sakin yemek yiyen Sait’imin yüzüne bakarak dedim ki; ‘Sait, sana çorap gönderdim o çorapları aldın mı? ’ Aylardır değil gülmek, hiç konuşmayan Sait kaşığını bıraktı, kahkahalarla gülmeye başladı.
Allah iyiliğini versin Ayşecan...” Şimdi aklıma geldi. Sen ne saf bir meleksin.” dedi.“Niye ki? Dedim. O gün çorabı nasıl aldığını anlattı.
Adresi, yeri yurdu olmayan birisine çorap göndermenin ne büyük bir saflık olduğunu anlatınca anladım. Ben de kendi kendime güldüm. Ama olsun. Çorabı ona ulaşmış. Sait’in anlattığına göre; Çorabı gönderdiğimden bir yıl sonra:
Asker yenilmiş geri çekilmeye başlamışlar. Hazer denizine vardıklarında, askerler tuzlu sodalı deniz suyunda bitlerini temizlemek için deniz kenarına varmışlar.
Orada askerler yıkanırken. Sait’in yanına bir asker gelmiş. Ayaklarına dikkatlice bakıyormuş. Taban kısımları yırtılıp kopmuş ve sadece boğaz kısımları kalmış olan çorapları inceliyormuş.
Çorapların boğaz kısımlarındaki gül desenlerini inceledikten sonra, “gardaş” demiş. Sen nerelisin? ...Senin adın ne? ..Sait: “Ben Harput’a bağlı Perçenç köyündenim. Sen nerelisin ki? ..”Beni birine mi benzettin? .deyip devam etmiş..”Senin adın Sait mi yoksa demiş. Sait de adımı nereden biliyorsun?
Adamın gözleri yaşarmış. Demiş ki:” Çorabındaki işlemeden tanıdım. Bende, senin bir emanetin var”. Koynundan bir çift çorabı çıkarmış. “Bu çorapları; biz buralara gelirken, asker toplama yerinde, bir hanım gelerek sana verilmek üzere, bana emanet etti.
Seni bulamayacağımı, göremeyeceğimi bile bile tamah ederek aldım. Sonra bu saf Anadolu kadınının safiyetinden, masumiyetinden ve kendimden utandım. O çorapları giyinemedim.
Ayağındaki çorap desenleri ile bu desenler aynı. Ben bu desenleri hiçbir yerde görmedim. Sait duygulanmış. Ona; bu gül desenli, üç gülün birbiri içine geçmiş şeklinin şimdiye kadar Ayşecan’dan başka kimsenin öremediğini söylemiş.
Son derece hayret etmiş. Bu çorapların, Hazar Denizinden binlerce kilometre uzaktan postaya verilmişçesine gelip kendisine ulaşmasının ilahi sırrını düşünüp ağlamış.
Emanetini teslim almış. (Bu el dokuması çorap işlemesini Ayşecan kendi keşfetmiş. Köyde de, hiç kimsede bu işlemeyi taklit etmeyi başaramamıştır. Bütün Perçenç-Akçakiraz köylüleri bu konuyu bilirmiş)
Altı ay boyunca bu olayı anlatıp güldük. Sait de yine eskisi gibi gülüp söylüyordu. Askerden döneli bir yıl olmuştu. Evleneli ise, dokuz yıl. Ama biz topu topu iki yıl karı koca olmuştuk.
Aradaki yıllarımızı, seferberlik ve Balkan Harbi yemiş bitirmişti. Tam her şey düzeldi dedik ki; İsyanlar başladı.
Sait, harman yerinde gem vururken, İsyancılar gelip atını ve silahını elinden almak istemişler. Sait’im direnmiş. İsyancılar vazgeçer gibi arkalarını dönünce, o da arkasını dönüp yürümüş. Ama isyancılar dönüp, dağ gibi yiğidimi arkadan durmuşlar. Kahpece, arkadan vurmuşlar.
Sait oracıkta ölmüş. Harp gazisi erim şehit olmuştu.
Yedi sene harp yıllarının asker yolunu beklediğim, evimin efendisi ebediyen çekip gitmişti. Bir türlü olana bitene inanamıyordum. Her şey ve her felaket öylesine çabuk olup bitiyordu ki, akıl sır ermiyordu.
Bir kâbuslu rüya gibiydi her şey. Bazen düşünüyordum. Keşke bu olan bitenler bir rüya olsaydı. Uyandığımda, efendimi yanımda görebilseydim. Ama hakikat taş gibi yüreğimize oturmuştu. Büyük bir tevekkülle kabullendim. Bağrıma bir taş basıp, mahşeri bekleyecektim.
Bir daha ayrılığı ve içinde savaşları, ölümleri, acıları olmayan ebedi hayatta, Dünyadayken yüzüne doya doya bakamadığım Sait efendiyle ebediyen beraber olacağım o günleri düşünüp avunmaktan başka çare de yoktu.
Sait Perçenç Mezarlığı’nın üst tarafına, kuzey kısmına gömüldü.
Ben dul kalmıştım.
On dördünde gelin olmuş ve Yirmi bir yaşında dullar arasına girmiştim. Bu yaşta köy yerinde dul olarak anılmanın, ölümle eşit yaşantı olduğunu biliyordum.
Buna rağmen asla bir daha evlenmek aklımın kenarından bile geçmiyordu. Anam beni düşünüp üzülüyordu.
Bu arada sizin dedeniz, yüzlerce aracı koydu. Benimle evlenmek için. Hep reddettim. Anamın yakınlarımın ısrarı ve memleketin içine düştüğü sefalet, içinde bulunduğum sosyal durum, benim hiç istemeyerek evet dememe sebep oldu.
Şartlı evlendim. Dedeniz Mehmet Efendiye dedim ki: Bak! .. a, Mehmet efendi. Beni iyi dinle. Seninle bu mecburiyetler içerisinde evleneceğim ama, benden karılık bekleme.
Zaman olur Sait’ime ağlarım. Zaman olur yemek yapıp önüne koyamam. Tütün de içerim. Gidip kabristan da her gün Sait’i ziyaret ederim.
Bunların birisine hayır dersen var işine git. Hepsini kabul etti. Mecburen aldım.
Ömür boyu hiç de sevmedim.
Evlendim. Aradan yıllar geçti. Beş çocuğum oldu. Sait’i, Şehidimi her zaman ziyaret ettim.
Sait’in ölümünün kırkıncı yılında, Elazığ-Bingöl yolu genişletme çalışması başladı. Perçenç mezarlığının üst kısmının yola gitmesi söz konusu oldu. Sait’in mezarı da yola denk geliyormuş.
Haber verdiler. Eski kaynım Osman gile gittim. Osman’a dedim ki; ‘Bensiz o kabri açarsanız emeklerimi haram ederim dedim. Çünkü Sait’ime verilmiş sözüm vardır’.Ölene kadar hizmetinde bulunacaktım.
Gittim mezarı açtılar. Mezarı açanlar hayretle dediler ki; “Bu mezar kırk yıllık bir mezar değil. Bu yeni bir mezar çünkü ceset kefenli çürüme yok”.
Ben itiraz ettim. Ben bu mezarın yerini şaşıracak değilim. Her zaman ziyaret ettiğim kabirdir. Kefeni açın dedim. Açtılar.
Sait hiç ölmemiş gibiydi. Yüzünde bir tebessüm vardı. O gün bir daha inandım. Balkan gazisi Sait Efendi, şehit olmuştu. Çünkü şehitler ölmez ve çürümezdi. Toprak demirleri dahi çürütüp yiyebilirdi, ama şehidime gücü yetmezdi. Yetmemişti.
Yanımdakilere; ‘ben Sait’le konuşacağım, beni biraz yalnız bırakın.’ Dedim. Sait’e daha dünya gözü ve sözü ile mecburen evlendiğimi, Âlem-i Ahirette buluşmak dileği ile bir kere daha ayrılık yaşamanın, bu şeklini de yaşamak kaderde varmış’ dedim.
Ölümünden yıllar sonra bile, Sait’le bir kez daha, buluşmuş ve anında vedalaşmıştık. Ağlayarak orayı terk ettim.
Ben Ayşecan’ın bir torunu olarak, o gün anlatılan bu yaşanmış kırık dökük bir hayatın içinden gelen bu anıyı hiç unutmadım.
Ve sizlerle paylaşmak istedim. Anadolu insanı gerçekten ne kadar çilekeş ve ne kadar vefakâr insanlardır. Geçen yüz yıl içerisindeki Anadolu insanının bu yaşam kesiti, o gerçeği, ne güzel anlatıyor değil mi?
Zekeriyya BİCAN
(Ayşecan’ın büyük kızının oğlu)
Elazığ’lı şair ve yazar her şeyden evvel bir gönül adamı Harput’un kadim eşraflarından Ziya Çarsancaklı’nın yazarımız hakkındaki mülahazalarını özetleyerek sunuyoruz.
“,,,,,,,,,Birkaç yıl önce, yine memleketime bir sılâ-i- rahim ettiğim o yıl, “ HAZAR ŞİİR AKŞAMLARI” NA denk gelmişti. Elazığ’a çok büyük yararlar sağlaığına inandığım bu şiir etkinliğinde birçok yeni genç arkadaş tanımakla ve çok mutlu olmuştum.
Bu insanlar içinde, bizlere göre genç bir şair ve yazar olan ve edip kişiliği ile temayüz etmiş Zekeriyya Bican’da vardı.
Hal ve hareketleri ile tevazuu ve efendiliği ile tam bir Harputlu idi. Büyüklerini sayar, yerinde hareket etmesini çok iyi bilirdi. Onu çok sevmiş ve kendi evladım yerine koymuştum.
Ailesinden ve de o eski “meslis-i âra” dediğimiz ekolden nasiplenmiş bir cevher vardı. Birkaç gün içinde yıllarca dost ve arkadaşlık yapmış iki kadim dost olmuştuk.
Zekeriyya Bican, 2007 de yayınladığı “SEKİZİNCİ ŞEHİR ELAZIĞ’A HARPUT’TAN İNCİLER” Adlı eserinde bu türkünü hikâyesinin devamında neler olduğu konusunda da çok detaylı anlatılar içine serpiştirdiği Şehir ve İnsan kültürümüzün anlaşılmasını da sağlamıştır.
Verdiği bilgiler daha uzun yıllar, gelecek kuşakların yollarını aydınlatacaktır.
Ben de bir Harputlu ve Harput aşığı olarak kendilerini yürekten tebrik ediyor ve daha nice başarılarının devamını can-ı gönülden diliyorum.
Allah(c.c.) sağlıklı ve uzun ömürler versin ki nice eserler imzasını koyabilsin. Bizim sevgi ve edep yumağı Zekeriyya Bican sen çok yaşa. Sevgi, saygı ve dualarımla…
Ziya ÇARŞANCAKLI
20.02.2008
Evli iki çocuk babası halen başmühendis olarak kamu görevi deruhte eden şair ve araştırmacı yazar ZEKRİYYA BİCAN’ı üstat Ziya Çarsancaklı’nın dua ve o güzel yorumuna yürekten, aynen iştirak ederek; bir şiiriyle selamlıyoruz,
İlhami Bulut
Kayıt Tarihi : 3.11.2024 22:55:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!