-Selmaa! Selmaa! Tarıık! Çabuk gel! Selma, kızım aç gözünü!
-Anne,korkma ablam bayılmış.
-Tut, ablanı koltuğa yatıralım!
-Hemen kolonya getir, oğlum!
-Sarı Selmam, tombul kızım, aç artık gözlerini… Beni korkutuyorsun kızım, uyan artık!
-Ahhhh… başıım! N’oldu bana? Nerdeyim ben?
-Evdesin kızım, bayılmışsın. Şükürler Ya Rabbi, ayıldı!
-Abla, iyi misin? Hasta haneye götürelim mi?
-Başıım…. Bana bir aspirin verin yeter!
-Tarık, koş ablana aspirin getir!
-Kızım, n’oldu neden bayıldın?
-Hiç bir şey hatırlamıyorum.
-Abla al! Anne, ablam neden bayılmış?
-Ben de bilmiyorum. Ninenle telefonda konuşurken gürültü duydum. Gelip baktım, ablan yerde baygın yatıyor. Neyse, Allah’a çok şükür ayıldı. Biraz dinlensin.
Selma, telefon denince hatırladı. Annesi, her telefon görüşmesinde ninesi ile uzun uzun konuşur ama Selma konuşulanları pek dinlemezdi. Mutfakta su içerken kendi adını duyunca, konuşulanlara kulak misafiri olmuştu:
“Selma’yı bir kaç gün önce rüyamda gördüm. Çok üzgündü, boynu büküktü. Ne yaptımsa bir türlü yüzünü güldüremedim. Sarışın bir kadın geldi, Selma’yı kucakladı öptü. “Annem, bak ben geldim artık, üzülme! ” dedi. Sonra: “hem bir daha ayrılmayacağız,haydi sil gözyaşlarını! ” dedi. Gözlerime inanamadım, Selma çocuk gibi sevinmişti! Şaşkın şaşkın kadına bakarken bana dönüp: “onun yüzünü sadece ben güldürebilirim çünkü onun annesiyim ben! ” diye bana çıkıştı.
O günden beri içimde bir rahatsızlık var,vicdan azabı çekiyorum. Artık Selma’ya gerçek annesi olmadığımı anlatmam gerek. Bu gerçeği bir gün mutlaka öğrenecek ama başkalarından öğrenmesi ona çok dokunur. Hem ne kadar geç öğrenirse o kadar çok ağır gelir.”
……………………………..
“Anne, bana neden kızıyorsun ki? Ben daha bir şey demiş değilim sadece düşündüklerimi söyledim! Bir gün öğrenirde karşıma çıkarsa, babaannen söyletmedi der sana gönderirim! ”
Selma yattığı koltuktan doğruldu, daha bir şey demeden annesi:
-Uyanmış mı benim güzel kızım! Sana ıhlamur çayı yaptım, iyi gelir.
Hatice hanım Selma’nın yüzündeki gerginlikten korktu. Kaşlarını hiç bu kadar çatık görmemişti, telaşla:
-Kızım, çok gerginsin, neyin var?
-Yaşıyor mu! ?
- Efendim! ?
-Anlamamazlıktan gelme, her şeyi duydum! Yaşıyor mu!
-Demek duydun ha! Evet kızım, annen yaşıyor.
-Bana kızım deme! Nerede! ?
-Ardahan’da, Taşçılar köyünde.
-Adı ne?
-Suna. Köyde annene Sarı Suna derlermiş.
-Neden beni bırakıp gitmiş?
-Selmam, ben ne desem yanlış olur, eksik olur. En iyisi sen annene sor, o anlatsın sana her şeyi. Ama benim hiç bir suçum yok bu işte. Yarın uçakla Kars’a git. Mustafa dayın seni havaalanından alıp Taşçılar köyüne götürür. Tarık internetten sana yer ayırtsın, ben senin çantanı hazırlayım. Sen dinlen kızım… Kusura kalma, yine kızım dedim. Ben seni hep kızım gibi sevdim, öz evlatlarımdan ayırt etmedim. Üzüleceksen sana kızım demem, daha dikkatli olurum…
-Anne, çok özür dilerim. Az önce çok gergindim onun için sana kaba davrandım. Bana hiç bir zaman üvey anne gibi davranmadın. Bana elbette kızım diyebilirsin, sen benim annemsin….
Hatice hanım, Selmayı bağrına bastı…
Selma heyecandan uyuyamıyordu. Vakit geçsin diye severek okuduğu kitabı eline aldı, nafile. Bazen saatlerce oynadığı oyunu oynamak istedi, bilgisayarı bile açamadı. Ev sanki zindan gibiydi, dışarı çıkmak istedi. Gecenin bu saatinde dışarı çıkmaya cesaret edemedi. Gecenin geç saati olmasına rağmen Seher’i aradı, Seher telefonu açmadı. Selma sonunda balkona çıkıp dışarıyı seyretmeye başladı. Az sonra annesi:
-Kızım, ben de uyuyamadım, gel çay içelim.
Çay iyi gelmişti, iki bardak hiç konuşmadan çay içti. Öğrenmek istediği o kadar şey vardı ki, sonunda:
-Anne, ne olur annemden bir şeyler anlat!
-Kızım, anneni ben hiç görmedim. Gelin geldikten bir kaç ay sonra annenin fotoğrafını görmüştüm. Daha sonra o fotoğraf kayboldu.
-Fotoğrafı hatırlıyor musun? Annem nasıl biriydi?
Hatice hanım kalkıp küçük aynayı aldı ve Selma’ya tuttu:
-Aynaya iyi bak, aynada gördüğünle annenin resmi sanki aynıydı…
Selma aynaya baktı, dayanamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hatice hanım, üvey kızını yine bağrına basıp teselli etmeye çalıştı. Sanki rüyada gördükleri gerçekleşiyordu…
-Üzülme kızım, yarın annene kavuşacaksın. Tarık yer ayırtmış, abim seni havaalanından alacak. İstersen sana babanla nasıl evlendiğimizi anlatayım:
-Biz buraya Ardahan’ın Laleli kasabasından geldik. İstanbul’a taşınalı beş yıl olmuştu ama babam ne bir dükkan açabilmiş ne de iyi bir işe girebilmişti. Halbuki ne hayallerle İstanbul’a gelmişti… Amelelik yapıyordu, bir gün çalışsa üç gün yatıyordu. Rahatsızdı, her gün istese de çalışamıyordu. Annemin sayesinde kimseye muhtaç olmadan geçiniyorduk, annem konfeksiyonda çalışıyordu.
Beni okutmak istediler fakat imam hatip lisesinden sonra üniversite imtihanını kazanamadım. Allah’a çok şükür üniversite okuyamamışsam da en azından dinimi biraz öğendim. Sesim güzeldi ve ilahi okumayı çok severdim. Mahallede mevlitlerde Kuran ve ilahi okumam için beni hep davet ederlerdi.
Bir gün merasimde yine ilahi okurken ninen beni beğenmiş ve sormuş. Ardahanlı olduğumu öğrenince yanıma gelip benimle tanıştı. Kendisiyle aynı kasabadan olduğumuzu öğrenince, kimlerden olduğumu sordu. Annemi Laleli’den tanırmış, hem babam ile çok uzaktan akrabaymış. Nerede oturduğumuzu sordu ve telefon numaramızı aldı.
Ninenle tanıştıktan üç beş gün sonra çıkıp geldiler. Biz ziyarete geldiklerini düşünmüştük, meğer bana görücü gelmişler. Ertesi gün yine geldiler ve beni istediler. Babam, İstanbul gibi bir yerde uzaktan da olsa bir akrabasının bana talip olmasına fazlasıyla sevindi. Hem akraba hem de zengin bir aile! Bulunmaz bir nimetti sanki.
İlk zamanlar bana senden hiç bahsetmediler, düğünden bir kaç gün önce gösterdiler… Ben vaz geçmek istedim ama babam evlenmemde ısrar etti. Yıkılmış bir viranın üzerine yuvamı kurmak istemiyordum. Hem baban beni istemezmiş gibi hali vardı. Neyse, evlendik ve bir kaç ay sen ninenin yanında kalmıştın. Eninde sonunda sana bakacağım için seni getirmelerini istedim. Küçük yaşta bana alışmanı istedim. Seni daha ilk gördüğümde sevdim, çok şirindin. Gerçi halen çok şirinsin…
Hatice hanım, derin bir nefes aldıktan sonra bir bardak su içti. Nasıl devam edeceğini bilemiyordu. Yanlış şeyler söyleyip Selma’yı iyice üzmek istemiyordu. Selma ise pür dikkat kendisine bakıyordu sanki: “hadi devam et! ” dercesine bir hali vardı. Ne anlatacağını düşünürken, Selma:
-Babam seni istemiyor gibi bir hali mi vardı?
-Evet, ilk zamanlar babanın beni istemediğini sanırdım. Meğer o annenden ayrıldığını hazmedememiş. Bir gün zil zurna sarhoş geldiğinde çocuk gibi: “Sarı Sunam! ” diye hıçkıra hıçkıra ağladı. Aslında baban ayrılmayı istememiş ama…. Neyse bu konuyu yarın annen anlatsın…
-Babam, annemden ayrıldığı için mi içkiye vermiş kendini?
-Yılmaz çok duygusal birisi aslında. Sen küçükken ne zaman ağlasan, babana çok dokunurmuş. Hep annen için ağladığını zannedermiş. “Sarı Sunam burada olsaydı, kızım ağlamazdı” diye düşünürmüş. Bazen dayanamayıp o da ağlarmış. Bir defa şahit oldum, baba kız ağlıyordunuz…
Hayatımda ilk kez bir erkeğin ağladığına şahit olmuştum. İlk önce çok şaşırdım, daha sonra bende ağıdınıza iştirak ettim. Baban o zaman bana ilk kez açıldı: “Hatice, seni istemiyor değilim ama Suna’yı unutamıyorum. Ona çok haksızlık yaptık, vicdan azabı çekiyorum! “ dedi.
-Babam, istemediği halde annemden nasıl ayrılmış, anlayamadım?
Acı hatıralar ve eşinin çöküp hasta haneye düşmesi Hatice hanımı ağlattı. Teselli etme sırası Selma’daydı.
-Anne, n’olur kusuruma bakma. Yaranı deştim… Bir iki saatte olsa uyuyalım, yarın yolculuk var.
Bagajı olmadığı için Selma havaalanından çabucak çıkmıştı. Dışarı çıktığında dayısı karşıda bekliyordu. Koşarak dayısının yanına vardı, elini öptü. Hemen arabaya binip yola çıktılar. Hal hatırdan sonra dayısı:
-Selma, arka koltuktaki çantada yiyecek içecek bir şeyler var. Çıkar da beraber yiyelim.
-Dayı canım bir şey istemiyor ama sana vereyim.
-Olmaz, biri yer biri bakar, kavda ondan çıkar. Seninle kavga etmek istemiyorum.
-Peki dayı, senin hatırın için.
Selma dürümü yemeye başladıktan sonra ne kadar aç olduğunun farkına vardı. Dayısı iyi ki cömertti. Ayran da çok nefisti. Sıcak havada ilaç gibi gelmişti sanki.
-Selma, al benim dürümü de ye!
-Dayı, hani karnın açtı?
- Aslında ben seni beklerken yemek yedim, hadi daha fazla soğumadan ye dürümü.
-Dayı, çok teşekkür ederim. Ne kadar çok anlayışlısın. Annem de öğledir, senin gibi hem çok halden anlar hem de çok cömert. Keşke….
-Keşke ne? !
-Bir şey yok dayı…
-Keşke gerçek dayım olsaydın mı demek istemiştin? Selma ben seni Hatice’nin diğer çocuklarından hiç ayırt etmem, sen de benim yeğenimsin. Bir daha duymayım böyle şeyi, gücenirim yoksa…
-Dayı özür dilerim, kafam allak bullak… Ne dediğimin bazen farkında bile değilim, bir daha olmaz!
Yolculuk bir süre sessizlik içinde devam etti. Sessizliği Mustafa bey bozdu.
- Yeğenim, kafanın allak bullak olmasını anlıyorum. Sadece şunu anlamanı istiyorum. Bazen olaylar bizi aşar, yani elimizde olmayan şeyler yaşarız. Böylesi halde: “bunda da vardır bir hayır! ” deyip kendini teselli et. Aksi halde insan, işin içinden çıkamaz ve isyan bayrağını çeker. Sonradan bin pişman olacağı işler yapabilir. Senin annenden şimdiye kadar habersiz veya ayrı yaşamış olman senin elinde olamayan bir şey. ”Bunda da vardır bir hayır “deyip sabır et ve olmuş bitmişleri Allah’a havale et.
Nihayet Taşçılar köyüne geldiler. Mustafa bey, yaşlı birine Sarı Suna’nın evini sordu. Yaşlı, yeşil kapılı evi tarif etti. Ev uzak değildi, hemen yeşil kapılı bir evin önüne gelip durdular.
Havludaki köpek havlamaya başladı. Mustafa bey yinede:
-Kimse yok muu! Ev sahibiii!
Az sonra kapı açıldı, 60 yaşını aşmış biri çıktı. Karşılarındaki kişi pek köylüye benzemiyordu, sanki memur biriydi. Ütülü beyaz gömlek ve gri renkte kumaş pantolon giyinmiş, tıraş olmuş ve dişleri parlıyordu. Bakımlı biri olduğu her halinden belliydi.
Mustafa bey:
-Selamün aleyküm beyefendi, Sarı Suna’nın evi mi burası?
-Aleyküm selam kardeş, burası Ahmet hocanın evi!
-Özür dilerim beyefendi, yanlış tarif etmişler galiba. Siz Sarı Suna’nın evini biliyor musunuz?
-Ben bu köyde Sarı Suna diye birini tanımıyorum ama Zavallı Suna diye biri var. Başka da bir Suna yok bu köyde. Hem, neden arıyorsunuz Sarı Suna’yı?
Selma dayanamayıp söze karıştı:
-Amca, Sarı Suna benim annem. Annemi arıyorum, lütfen tarif edin hemen anneme gidelim!
-Sarı Suna senin annen mi?
-Evet!
-Buyrun içeri hele!
-Hocam, Sarı Suna burada değilse neden bizi içeri buyur ediyorsun. Tarif et hemen gidelim, işim gücüm var benim!
-Kardeş, telaşlanma gel içeri. Bizim de bir bildiğimiz var herhalde! Hanıım, bak kimler gelmiş!
Selma kapıdan içeri girdiğinde gözüne inanamadı. Kurak bir köyde, çok şirin bir bahçeye girdiler. Ahmet hoca tekrar:
-Hatuun, nerdesin!
Selma, beyaz evden çıkan kadınla göz göze geldi… Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen halen güzel biriydi, hem de sarışın… Selma, gördüğüne inanamıyordu… Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki… Kalbi bedeninden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı… Evet! Evet! O! Kendine doğru koşarak gelen annesiydi!
-Selmaam! Kızım benim!
Ana kız kucaklaştılar, hıçkıra hıçkıra ağlaştılar…
Mustafa bey:
-Hocam yeğenim size emanet. Vedalaşmak için de olsa Selma ile annesini ayırmak istemem. İşimin acele olduğunu söyleyin, mutlaka gitmeliyim. Ahmet hoca:
-Buraya kadar geldiniz, bari bir bardak ayran ikram edeydim.
-Hocam, Allah razı olsun. Gerçekten işim acele. Selma’nın hatırına işimi erteledim, hemen yola çıkmam gerek.
-O zaman sana bahçeden biraz meyve vereyim, yolda yersin.
-Kızım yoldan geldin, yorgunsundur, açsındır. Sonra anlatayım bunları.
-Hayır anne, seni buldum ya! Hiç yorgun değilim. Hadi anlat.
-Kızım, her şey geride kaldı artık. Ne önemi var. Şimdi tatsız şeylerden bahsetmek istemiyorum. Gel bahçede oturalım.
-Anne, lütfen!
-Peki, kızım anlatayım ama ilk önce bir şeyler ye.
-Hayır anne, gelirken yedim. Aç değilim.
-O zaman ayran iç.
Selma ayranı içerken Suna hanım kendini acı hatıraların içinde buldu. Sanki daha dün gibi her şeyi hatırlıyordu. Yavaş yavaş kızına anlatmaya başladı:
-Ömer deden bizim köylü. Fakir bir ailenin çocuğuymuş. Laleli kasabasına gidip büyük bir çiftlikte çalışmaya başlamış. Çok çalışkan, dürüst ve terbiyeli biri olduğu için bu çiftlikte yıllarca çalışmış. Deden doğru dürüst biri olması yanı sıra yakışıklı biriymiş de. Çiftliğin sahibi bir gün Ömer dedene kızıyla evlenmesini teklif etmiş. Ninenin yaşı ilerlemesine rağmen halen evlenememiş. İlk zamanlar gelenleri beğenmeyince, kimse istemeye cesaret edememiş. Ninenin adı iyice evde kalmışa çıkmasın diye deden ile nineni evermişler.
Aslında ninen, dedenle evlenmeyi kendine hiç yedirememiş. Kendi dengindeki kızlar ya zengin biriyle ya da memur biriyle evlenmişken, çiftçiyle evlenmek ninene çok ağır gelirmiş.
Ninen evde hep huzursuzluk çıkarmaya başlamış. Ninenin babası, dedene biraz para verip damadı ile kızının İstanbul’daki bir akrabasının yanına göndermiş. Deden, 5 yıl çalıştıktan sonra kendi işini kurmuş.
Yıllar sonra dedenin, baban ile yeğeninin düğünü için Taşçılar’a yolu düşmüş. Hem düğüne hem de köyünü ziyarete gelmiş. Düğüne biz de davetli idik. Baban beni düğünde görünce çarpılmış. Halasının oğluna beni sorup öğrenmiş. Babasına benimle evlenmek istediğini söylemiş ama deden ilk önce karşı çıkmış. Deden, babanı ne dediyse vaz geçirememiş. Çaresiz, gelip beni istemiş.
Babam, ta İstanbul gibi bir yerden kızına talip çıkmasına keyif olmuş ve bana sormadan hemen kabul etmiş. Gerçi ben de istenemezlik yapmadım. Benim için de İstanbul’a gelin gitmek çok hoştu.
Ninen, öğrenince küplere binmiş. Bağırıp çağırmış: “El aleme, oğluna gitmiş de bir köylü kızı almış dedirtmem! ” diye huzursuzluk çıkarmış.
“Ben bir çiftçi ile evlendim bari oğlum kendi denginde biriyle evlensin! ” diye ayak diretmiş ama deden sözünün eri, ağır bir kişi. Deden: “istemezsen, boşanırız! ” deyince ninen inadı bırakmış. Aslında bırakmamış, sadece ertelemiş.
Dedim ya, inadından vaz geçmemiş diye… Düğünden bir kaç hafta sonra bana hep zorluk çıkartmaya başladı. Ne yaptımsa hiç beğendiremedim. Evdeki huzursuzluğa rağmen babanla aramız iyiydi. Baban ninenin kavgalarına pek aldırış etmezdi, zaten üzümün çöpüne armudun sapına bakmayan biriydi. Babanla iki yıl kadar gül gibi geçindik. Ninen nasıl becerdi bilemiyorum; sonunda babanla aramız açıldı. Bu arada sen doğmuştun, sen doğduğunda aramız bir kaç ay düzeldi. Çok sürmeden ev yine zindana dönmüştü. Ninenin yeğeni İstanbul’da memurdu, adı Erdal idi galiba. Bu adamı hiç sevmezdim, tilki gibi bir adamdı. Sık sık ninenle görüşmeye başladı, bir şeylerin peşinde oldukları belliydi, nerden bilebilirdim ki bana oyun tezgahladıklarını? Benden sağlık kayıtları gibi bir şeyler için imza aldılar.
Bir kaç ay sonra deden iş için bir haftalığına Bursa'ya gitmişti. Dedenin yokluğundan fırsat, beni “baban ağır hastaymış! ” diye kandırıp Kars’a gönderdiler. İki yaşlı trenle Kars’a gidiyorlarmış, beni onlara emanet ettiler. Kars'ta, ninenin ablasıyla eniştesi beni alıp Taşçılar’a getirdiler.
Köye geldiğimde babam evde yoktu, öldü diye korktum. Meğer babam tarlada çalışıyormuş. Annem eve geldiğime sevinmişti, beni çok özlemiş. “Yanlış anlaşılma vardır” dedi. Babam eve geldiğinde durum pek hoşuna gitmedi. Muhtara gidip İstanbul’u aradı, ninen telefona cevap vermedi.
Üç gün sonra babandan boşanmış ve senin velayetini babana vermiş olduğum duyuldu. Babam hemen avukata gitti; meğer yapacak hiç bir şey kalmamış. Babam İstanbul’a gidip hesap sormak istedi ama ne parası vardı ne de gücü. Olayı duyduktan sonra günlerce hep ağladım… Baktım ki ağlamanın hiç bir faydası yok, elimden de bir şey gelmiyor… Her şeyi Allah’a havale ettim, dua ettim, yalvarıp yakardım. Biraz rahatlamaya rağmen halen içim yanar dağ gibi kaynıyordu. O günlerde bir rüya gördüm. Nur yüzlü biri bir gün senin bana döneceğini söyledi. Bu rüya da biraz rahatlattıysa da yine çok üzgündüm. Aynı zat yine rüyama girdi, bu sefer elinden tutmuş seni bana getirmiş. Sen bana: “anne sen üzülme bir gün sana geleceğim. Sen ağlamaya devam edersen gelemem ki? ! ” dedin.
Bu rüyadan sonra içim iyice ferahladı, bir daha ağlamadım. Bağrıma taş basıp senelerce sensizliğe sabrettim, hep yolunu gözledim.
Bir yıl sonra babam vefat etti; evin geçimini üzerime aldım. Yaz aylarında tarlalarda çalıştım kış aylarında ise el işleri yapıp kardeşlerimi büyüttüm. Büyüyüp eli iş tutan Kars’a gidip çalışmaya başladı. Şimdi üçü de Kars'ta kalıyorlar. Kız kardeşlerimde gelin olup gittiler. Annemle baş başa kalmıştık.
Ahmet, o zamanlar bizim köyde öğretmendi. Karısı kazadan ölmüş üç çocuğu ile ortada kalmıştı. Kimse ona kız vermedi. Benimle evlenmek istedi ve annem kabul etti. Ben bir şartla kabul ettim; annem de bizimle kalacaktı. Ahmet, kabul etti. Anneme geçen yıla kadar baktım. Son yıllarda bayağı düşmüştü. Bazen iyiki ninen beni boşattırmış diye düşündüm. Kardeşlerime, anneme ve Ahmet’in kızlarına baktım. Ahmet gibi çok anlayışlı biriyle evlendim. Sen de geldin ya, artık ölsem de gam yemem.
-Anne, nasıl söz o! ? Annemden… Pardon! Hatice annemden babamın seni çok sevdiğini öğrendim. Peki nasıl oldu da babam senden ayrıldı?
-Hatice annene anne de kızım, çünkü seni o büyüttü… Evet, baban beni çok severdi fakat ninenin baskılarına veya oyunlarına yenik düştü. Baban yumuşak başlı biriydi. Ninen ise çok fena biriydi.. Dediği mutlaka olmalıydı, ne yapar eder dediğini yapar veya yaptırırdı. Kendi istediği olsun da karşıda ki insan çatlasın, patlasın… Ninen için hiç önemi yoktu! Ninen nefsine çok düşkün biriydi, onun nefsinden başka hiç bir şeyin önemi yoktu! Dedim ya, yolunu bulup babanla arama girmiş babanla geçinemez olmuştuk. Ninen aramızı açtı, o tilki bakışlı memur da resmi işleri becerdi…Sonunda ninen köylü güzeli diye küçük gördüğü gelinini babasının evine gönderdi. Hemde hiç bir daha gelmemek üzere…
Suna hanım, acı hatırlara daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladı.
-Hadi kızım, öğreneceğini öğrendim. Biraz uyu da dinlen.
Selma uyandığında, bayram sabahı kalkmış çocuk gibi şendi. Sevincinden içi içine sığmıyordu. Annesi sofrayı hazırlamış Selma’yı bekliyordu.
-‘Günaydın’ kızım, iyi uydun mu?
-Hem de nasıl.
-‘Günaydın’, gel buyur sofraya. Selma hanım seninle meslektaş mışız?
-Şey… baba, bana kızım deseniz?
-Tabi, yavrum neden olmasın?
-Evet, bir ay önce mezun oldum. Tayınımı bekliyorum.
-Planın ne bilmiyorum ama bizim köyün okuluna bir öğretmen lazım. Köye gelen öğretmenler en kısa zamanda başka yerlere gidiyorlar. Okulda müdürüm, istersen tayınını bizim köye çıkartabilirim.
Selma, üvey babasına cevap vermeye kalmadan telefonu çalmaya başladı. Kimin aradığına bakmadan açtığına bin pişman oldu….
-Kızım, nerdesin sen şimdi? !
-Nine, annemin yanındayım!
-Yalan söyleme bana, ben sizden arıyorum!
-Gerçek annemi kastetmiştim…
-Gerçek annesiymişmiş! Neden bırakıp gitmiş madem gerçek annen seni?
-Bu soruyu bana değil, istersen kendine sor. Sana verecek kesin bir cevabı vardır, telefonu anneme vereyim mi?
-İstemez, muhatap olmak istemiyorum o köylü güzeliyle!
-Nine, bir gün istemesen de muhatap olacaksın köylü güzeliyle! Mahşerde, Allah her şeyin hesabını soracak!
-Karışma büyüklerin işine sen! Şimdi bana nasihat etme de, iyi dinle… Yarın erkenden uçağa bin İstanbul’a dön!
-Ben annemle kalacağım! Beni boşuna bekleme!
-Kızım, Erdal amcan tayınını İstanbul’da iyi bir yerden çıkartmış. Çabuk İstanbul’a dönmelisin!
-Nine ben Taşçılar köyünde öğretmenlik yapacağım!
-Nee! Kızım senin ne işin Taşçılar gibi bir köy yerinde! ? El alem ne der sonra? !
-Bilmem? Çok merak ediyorsan sor şu senin el alemine!
-Kızım, kınarlar! Ayıplarlar! Gülerler!
-Nine, el alemin işi yokta beni mi düşünecek! Kimmiş bu el alem dediklerin?
-Kim olacak, akrabalarımız, tanıdıklarımız, konu komşularımız…
-Nine telefonda uzun uzun konuşmaya vaktim yok… El alem dediğin aslında senin gururun, kibirin, kaprislerin, enaniyetin veya nefsinden başkası değil! El alemin gönlünü hoş tutmak için dedemi memleketinden İstanbul’a göç ettirdin, oğlunun yuvasını yıktın, babam senin yüzünden “Sarı Sunam! ” diye diye alkolik oldu. Şimdi sıra bana mı geldi? Bunca yaptıklarının hesabına el alem mi kefil olacak? Senin sosyete geçinen altın veya akça günü arkadaşların senin için Allah’tan af mı dileyecekler? Yoksa, senin günahlarını mi üzerlerine alacaklar? Söyler misin bana, bu kadar vebalin altından nasıl kalkacaksın!
Nine, şimdi de sen beni dinle… Ben çocuk değilim, 23 yaşında öğretmenim artık. İyi kötü nedir az da olsa biliyorum. Hep el alemin gönlünü hoş tutacağına bir kerede vicdanını hoş tutmayı denesen? Hep nefsinin peşinde sürükleneceğine, bir kerecik doğruluğu, dürüstlüğü yani Allah’ın rızasını tercih etsen?
Bak ne diyorum, yol yakınken haksızlık ettiklerinle helalleş, mahşere bırakma! Nine? Orda mısın halen? N’oldu, ağlıyor musun yoksa?
-Buradayım kızım, şeyy…. biraz üşütmüşüm de.
Kayıt Tarihi : 26.5.2009 23:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!