Kanlı çizmelerin
Toprağı dövdüğü coğrafyalarda
Fırıncıların çocuklarını doğurdu kadınlar
Hangi maya eksiltti hamuru bilmeden
Yalnız ve karnesiz bir somun için
Fırıncıların çocuklarını doğurdular
'Köprülerin altından çok sular geçti'
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
*
EKMEK
Wolfgang Borchert'in tüm kısa öyküleri Türkçede ilk kez bir arada yayımlandı. Ama Fareler Uyurlar Gece adıyla. Kâmuran Şipal çevirisiyle. Doğan Kitap'tan. Borchert'in öykülerini yıllar önce Bu Salı adı altında dilimize kazandıran Şipal, bu kez yazarın tüm öykülerini bir araya getirmiş. Karahindiba adlı ilk kitabındaki öyküler, Bu Salı'daki on dokuz öykü ve ölümünden sonra yayımlanan öyküleri. Yaşamının son yılında yazdıkları. Bu öykülerin, Alman edebiyatına gerçek anlamda kısa öyküyü getirdiği söylenir. Savaşın ve savaş sonrasının karanlık, ağır, yoksul, yoksun ortamında yazılmış; bir yandan Çehov'un, dahası Hemingway'in yalınlığına erişen, bir yandan da yaşamın 'saçmalığını' yakalayan öyküler. En sevdiklerim arasında 'Ekmek', 'Ama Fareler Uyurlar Gece', 'Bu Salı' ve 'Üzgün Sardunyalar'ı sayabilirim.
Dilerseniz, Şipal'in Türkçesinden 'Ekmek'i okuyalım:
Ansızın uyandı kadın. Saat iki buçuktu. Kendisini uyandıran şeyin ne olduğunu düşündü. Öyle ya! Mutfakta biri bir sandalyeye toslamıştı. Kulak kabarttı. Sessizdi her taraf. Pek sessiz. Elini yanı başında gezdirince yatağın boş olduğunu anladı. Sessizliği böylesine büyüten buydu demek! Kocasının nefes alıp verişi işitilmiyordu. Ayağa kalktı ve karanlıkta el yordamıyla mutfağa doğru yürüdü. Mutfakta karşılaştılar. Saat iki buçuktu. Dolabın yanı başında dikilen beyaz bir şey ilişti kadının gözüne. Işığı yaktı. Üzerlerinde pijamaları yüz yüze geldiler. Geceleyin. Saat iki buçukta. Mutfakta.
Masanın üzerinde ekmek tabağı duruyordu. Kadın, kocasının ekmekten bir dilim kesmiş olduğunu gördü. Bıçak hâlâ tabağın yanı başındaydı. Ve örtünün üzerinde ekmek kırıntıları seçiliyordu. Akşam yatmadan masa örtüsünü temizlerdi hep. Her akşam. Ama şimdi kırıntılar seçiliyordu örtü üzerinde. Ve bıçak da oracıkta duruyordu. Döşemedeki çinilerden kalkan soğuğun ayaklarından nasıl yavaş yavaş yukarılara tırmanıp çıktığını hissetti kadın. Ve başını tabaktan başka yana çevirdi.
'Sandım ki bir şey oldu mutfakta,' dedi adam ve çevresine bakındı.
'Benim de kulağıma bir ses geldi,' diye yanıtladı kadın ve kocasının geceleyin pijamayla pek ihtiyarlamış göründüğünü fark etti. Yaşı kadar ihtiyarlamış. Altmış üç yaşında. Gündüz bazen daha genç görünüyordu kocası. Kadın için, artık ihtiyarlamış, diye düşündü adam. Baksana, pijamayla hayli yaşlı görünüyor. Ama belki de saçlardandır. Kadınların geceleri yaşlanmış görünmesi saçlardandır hep. Saçlar geceleyin insanı birden kocamış gösteriyor.
'Terliklerini giyseydin bari. Öyle yalınayak çiniler üzerinde. Üşüteceksin.'
Kadın, bunları söylerken başka yana çevirmişti gözlerini, çünkü kocasının yalan söylemesine katlanamıyordu. Otuz dokuz yıllık evlilik yaşamlarından sonra yalan söylemesine.
'Sandım ki bir şey oldu,' dedi adam ve bir kez daha mutfağın köşelerine anlamsız baktı. 'Bir ses geldi kulağıma. Sandım ki bir şey oldu mutfakta.'
'Ben de bir ses işittim. Demek bir şey değilmiş.' Sonra tabağı masadan kaldırdı kadın ve ekmek kırıntılarını fiske vuruşlarıyla örtünün üzerinden uzaklaştırdı.
'Evet, demek bir şey değilmiş,' dedi adam, kadının söylediklerini yankılar gibi, sesinde bir güvensizlik.
Kadın, adamın yardımına koştu: 'Gel sen! Herhalde dışarıdan geldi ses. Gel sen, yat yatağına! Üşüteceksin. Soğuk çiniler üzerinde.'
Adam pencereye çevirdi gözlerini, 'Evet, herhalde dışarıdan geldi. Ben sandım ki, burada bir şey oldu.'
Kadın, elini düğmeye uzattı. Işığı söndürmeliyim, yoksa tabağa bakmadan duramayacağım, diye düşündü. Oysa tabağa bakmalıyım. 'Gel sen!' dedi ve ışığı söndürdü. 'Herhalde dışarıdan geldi ses. Çatıdaki yağmur oluğu rüzgârda hep duvara vurur. Yağmur oluğuydu mutlaka. Rüzgârda tangırdar hep.'
El yordamıyla karanlık holden geçerek yatak odasına döndüler: Çıplak ayakları döşemeden şap şup sesler çıkarıyordu.
'Hava da rüzgârlı,' dedi adam. 'Bütün gece rüzgâr vardı.'
Yatağa yattıklarında kadın dedi ki: 'Evet, bütün gece rüzgâr vardı. Yağmur oluğuydu herhalde.'
'Evet, ben sandım ki, mutfakta bir şey oldu. Yağmur oluğuydu herhalde.' Bunun yarı uykudaymış gibi söylemişti adam.
Ama kadın, kocası yalan söylerken sesinin ne kadar yapmacık çıktığını fark etmişti.
'Hava soğuk,' dedi ve usulcacık esnedi. 'Ben yorganın altına giriyorum. İyi geceler.'
'İyi geceler,' diye yanıtladı adam. Ardından, 'Hem de ne soğuk!' diye ekledi.
Derken sessizleşti ortalık. Bir zaman sonra kadın, kocasının ağzının usulcacık ve dikkatle bir şey çiğnediğini fark etti. Kocası kasten derinden ve düzenli nefes alıp veriyor, karısının anlamamasını istiyordu. Ama ağzındakini o kadar düzenli çiğniyordu ki, bu sesle yavaş yavaş uyudu kadın.
Ertesi akşam eve geldiğinde, kadın dört dilim ekmek kesip koydu önüne. O güne kadar sadece üç dilim yiyebiliyordu adam. 'Dört dilim yiyebilirsin rahatlıkla,' dedi kadın ve lambanın önünden çekildi. 'Benim midem pek kaldırmıyor bu ekmeği. Bir dilim fazla ye sen. Benim midem pek kaldırmıyor bu ekmeği.'
Kadın, kocasının başını tabağın üzerine iyice eğdiğini gördü. Adam başını tabaktan kaldırmıyordu. O anda içi cız etti kadının. 'Ama sana yalnızca iki dilim yetmez,' dedi adam, tabağına doğru.
'Sen bana bakma,' dedi kadın. 'Akşamleyin bu ekmeği midem kaldırmıyor pek. Ye sen! Ye!'
Ve ancak bir süre sonra gelip lambanın altına, masanın başına oturdu.
ekşiltilemeyen ekmeğe
özgürlüğe acısız doğumlara çocuklarla
ve 'adaletin ekmeğine' uzanası günlere
tebrikler can şiir sesine kalemine sağlık sevgiler
Sanırım Eskişehir Sanat Bülteninde daha önce de büyük bir beğeniyle okumuştum bu şiiri. Antoloji kanalıyla sindire sindire, bukle bukle bir kez daha okudum. O ilk okuduğum an ki lezzeti duyumsadım yine. Yüreğine sağlık, beynine sağlık. Sanırım bu sayfadaki şiirler çoğalacak.
İsmet Nadir Atasoy
Bu şiir ile ilgili 3 tane yorum bulunmakta