Efsane Ve Masallar (Kitap) - 2 -

Nuri Can
407

ŞİİR


97

TAKİPÇİ

Efsane Ve Masallar (Kitap) - 2 -

Gülgüzeli İle Murat

Caferli diye bir köyde Küçük ağa olarak çevresine nam salmış, yürü dedimi dağlar yürüten, dur dedimi sular durduran güçlü bir ağa varmış. Ne var ki soyunu devam ettirecek çocuğu olmadığı için hep üzgünmüş.

Ağanın bu durumdan sürekli yakınması üzerine, karısı Esma hatun çevredeki bütün yatırları, türbeleri tek tek ziyaret eder, çocuğu olması için gittiği yer yerde “derdimize bir çare” deyip kurban keser dua edermiş...

Bir gün bir yatırın üzerinde “derdime bir çare” deyip yağmur gibi yaşlar döküp Allaha yakarırken. Kendisine doğru yürüyen ak sakallı bir dede görür ve aksakallı dedeye gözyaşları içerisinde uzun uzun derdini anlatır. Bunun üzerine ak sakallı dede omuzundaki heybeden bir elma çıkarıp kendisine uzatır. “Elmanın yarısını kendisinin yemesini, yarısını da kocasına yedirmesini, oğlan olursa ismini Murat, kız olursa Nazlı ” koymasını söyler ve ortadan kaybolur. Esma hatun aksakallı dedenin dediğini harfiyen yerine getirir ve çok geçmeden hamile kalır, nur topu gibi bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Bunun üzerine o köyde yedi gün yedi gece şenlik olur.

Arada yıllar geçer Murat büyür tığ gibi yiğit bir delikanlı olur. Bir gün komşu köylerin birinde küçük Ağanın oğlu olarak düğüne davet edilir.

Yolda gül gibi gülgüzeli bir kıza rastlar Murat Ve kız gülgülüşüyle nazlıca gülümser Murat’a. Murat heyecanlanır bir şey diyemeden kaçamak bir bakışla Gülgüzeli’nin yüzüne bakar ve hızla oradan uzaklaşır.
Bakış o bakış Murat'ında Gülgüzeli’ninde içine onmaz bir aşk ateşi düşer.

Gülgüzeli akşam yine çeşmeden su almaya gittiğinde, şahin bakışlı, aslan gibi, yakışıklı o güne kadar hiç görmediği Murat’la yine karşılaşmış.
Murat, neden olduğunu bilmeden kalbinin titrediğini hissetmiş. Gülgüzelini çok beğenmiş. Gülgüzeli de aynı duygular içinde kalmış. Bu kısa bakışma ve görüşme dahi iki genç kalp arasında sevgi, muhabbet, aşk güllerinin açılmasına yetmiş ve asla birbirinin aklından çıkmaz olmuşlar.

O akşam düğün evinde yeniden karşılaşmışlar, bu sefer daha da heyecanlanmışlar. Seyit Ağa’nın kızı olduğunu isminin ise Gülgüzeli olduğunu öğrenir Murat ve yüreği daha hızlı çarpmaya başlar. Kızla gözgöze her gelişinde içine tanımsız bir aşk ateşi akar, bir hoş olur yüreği. Kız da Murat’a karşı aynı duyguları beslemektedir.
Derken bu iki gencin tutkusu iflah olmaz bir aşka dönüşür ve aşkları kısa süre de herkesin diline düşer.

Muratla Gülgüzeli her gün çeşme başında buluşmaya başlarlar. Gülgüzeli’nin babası duyar bunu. Kızı’nın candüşmanı Cafer Ağa’nın oğlu Murat’la katiyetle ilgilenmesini istemiyormuş.
Bir gün Seyit Ağa’ya, kızının Küçük ağanın oğlu Murat’la sık sık buluştuğunun haberi iletilir. Bunun üzerine Seyit Ağa küplere biner o öfkeyle Murat’ı yakalattırıp köyden uzaklaştırılması emrini verir. Bir daha köye ayak basmaması için de ölümle tehtit eder.

Bunun üzerine iki ağanın arasında yıllardan beri süregelen düşmanlık yeniden ateşlenmiş, yeniden biribirine meydan okumaya başlamışlar...

Murat her gece Gülgüzeli’ni rüyasında görmeye başlar ve bir gece Gülgüzeli’nin elinden aşk badesi içer. Sabah uyandığında şiirler yazıp, türküler söyleyen Murat eline sazı alıp duygularını şöyle dile getirir.

Zaman kadehinden aşk iksirini
İçti gönlüm eyvah eyvah diyerek
Sürüyüp ardından gam zincirini
Biçti ömrüm eyvah eyvah diyerek

Şu figan bülbülün yaslı sesi mi
Yaralı kalbimin inlemesi mi
Yakama sarılan aşk perisi mi
Deşti gönlüm eyvah eyvah diyerek

Sonra her gün saz çalıp sevdiği kızın üzerine türküler söyleyen Murat teselliyi yalnızca türkülerde, şiirlerde bulur.

Medet mürvet ey sema-i hidayet
Serveti mülkümün yeganesiyim
Halimi kimlere edem şikayet
Serseri gönlümün divanesiyim

Hasbahçede karanfilsin destesin
Buram buram gül kokuyor nefesin
Sensiz kimler bu gönlümü eylesin
Şerbeti dilinin şivanesiyim

Aşkın badesini içtim dün gece
Gönül kafesini deştim dün gece
Sevda sıcağında piştim dün gece
Üfleti mecnunun avaresiyim

Bir garip aşığım ey gülü gülşen
Hasreti narına tutuşup pişen
İflah olmaz bir kez aşkına düşen
Feryadı bülbülün figanesiyim

Durmamaksızın yanık sesiyle türküler söyler ve şiirler yazıp Gülgüzeline gönderir.

Harman eyle beni esen yellere
Savrulup gideyim elden ellere
İster boyun eğem günde yüz kere
Kurbanım de hiç acıma kes beni

Sen bir pınar isen bende göl olam
Sen bir yağmur isen akan sel olam
Yolunun üstünde açan gül olam
Zülfünün teline alıp as beni

Sarıl şefkat ile sarıl haz ilen
Usandırma türlü türlü naz ilen
Keman ile cümbüş ile saz ilen
Türkü türkü sevdalara yaz beni

Bir derdin var ise anlatki bilem
Kapına kul olam, uğrunda ölem
Acınla ağlayam neşenle gülem
Hasret ile al sinene bas beni

Gülgüzeli de rüyasında aşk iksiri içer Murat’ın elinden ve o da başlar türküler söylemeye, şiirler yazıp göndermeye.

Gülgüzeli

Sen uykuysan, ben gördüğün düş olam
Sen yuvaysan,ben bır yavru kuş olam
Ağlar isen gözlerinde yaş olam
Damla damla yanağına çiz beni

Sen sevda ol, ben uğrunda can veren
Sen gülnişah, ben eteğe yüz süren
Sen avcı ol, ben yaralı bir ceren
Sıra sıra kurşunlara diz beni

Sen güneş ol, ben günyüzü görmeyen
Sen neşe ol, ben ömrünce gülmeyen
Sen tabip ol, ben derdinden inleyen
İlmek İlmek acılardan süz beni

Babası, Murat’tan uzaklaştırmak için Gülgüzeli’nin komşu köyden biriyle nikahını kıydırır. Bütün umudunu yitiren Gülgüzeli ekmekten aştan kesilir. Günlerce ağzına bir şey koymaz. Artık her şeyin bittiğine kanaat getiren Gülgüzeli kendisini ağaca asmak ister ama kurtarırlar.

Haberi duyunca beyninden vurulmuşa dönen Murat. İnsanlara, dünyaya, kendisine lanet eder. Çok geçmeden üzüntüsünden o da yataklara düşer.

Civan gibi oğlunun günbe gün erimesine gönlü razı gelmez Küçük Ağanın. Gururunu yenerek Gülgüzeli’ni oğluna istemek için nihayet Seyit ağanın evini hediyelerle donatacak kadar eşya verip görücüler gönderir. Allah'ın emri, Peygamberin kavli ile Gülgüzelini istetir...

Kızın annesi razı gelir ama Seyit ağa öldürürümde can düşmanımın oğluna kız vermem deyip olumsuz yanıt verir. Küçük Ağa’nın adamları başları önüne eğip bir şekilde geri dönerler.

Seyit Ağa gece gündüz Gülgüzelini gözetim altında tutar ve Gülgüzeli Murat’tan, Murat da Gülgüzelinden haber alamaz olur.
Murat yataktan kalkıp dağa çıkar ve gidip o köyün iyi kalpli çobanını bulur sevdiğinden kendisine haber getirmesi için yalvarır.

İyi kalpli çoban Murat’ın yalvarmalarına dayanamaz, bütün tehlikeleri göze alarak Gülgüzeli’ne ulaşır. Gülgüzeli Murat’ın ismini işlediği oyalı bir mendil ve yazdığı şiirleri çobana verip Murat’a gönderir. Mendili gören Murat’ın özlemi dayanılmaz bir hal alır ve çobandan kendisini Gülgüzeli’ne kavuşturmasını ister. Murat’ın yalvarmalarına dayanamayan çoban Murat’la birlikte akşam vakti köye gelirler.

Bu sırada Gülgüzelinin düğünü yapılmaktadır, gümbür gümbür davul zurna sesleri gelmektedir köyde. Babası Gülgüzeli’ni evlendirme çabasındadır. Murat, konağın bütün giriş çıkışlarını bilen çobandan yardım ister. Nihayet Murat, kız elbisesi giyer ve konağa girer. Kısa bir sürede Gülgüzeli’nin yanına ulaşır ve o gece konaktan gizlice kaçmayı başarırlar. Çobandan başka kimsenin bilmediği Mercan dağının eteklerinde bir mağarada gizlenip belli bir süre orada yaşamaya başlarlar.
Seyit Ağa bir daha biricik kızını göremeyip ölümüne hasretini çekeceğini düşünerek derinden göğüs geçirmiş. Lakin birbirlerini seven iki genç kalbi birbirinden ayırmanın doğru olmayacağını bildiğinden sakalını kaşıya kaşıya, sevimli kızının da gönlünü hoş etmek için razılık gösterip Küçük Ağaya haber salıp barışıp dost olmak istediğini söylemiş...

Tüm çabalarına karşın biribirine kavuşamayan aşıkların netice de nereye kaçıp gittiklerini öğrenemeyen iki ağa da çok üzülmüş, çocuklarını çok seven bu iki ağa yıllarca süren düşmanlıklarına son verip barışmışlar ve böylece aralarında yıllarca süren düşmanlıkta orada bitmiş. Her iki ağa da Çocuklarının yerini bulup haber getirenlerin ödüllendirileciğini ve Murat’la Gülgüzeli’ninde görkemli bir düğünle evlendirileceğini duyururlar...

Ağalara, çobanın haberi olabileceği haberini iletirler. Murat’ı en son çobanla gördüklerine dair bilgiler verirler. Ağalar çobana gidip “seninde bildiğin gibi biz artık barıştık ve dost olduk” deyip Murat’a haber vermesi için yalvarırlar. Çoban her iki ağanın da barıştığını ayrıca üzgün ve pişman olduklarını görünce gidip Murat’ı görür ve köyüne dönmesi için ikna eder. Birlikte köye inerler. İki köyün ağaları da Murat’la Gülgüzeli’ni davul zurnalarla karşılayıp bağrına basarlar. İki ağada yıllarca süren düşmanlıklarına son verip iki candan dost ve arkadaş olurlar.
Murat ve Gülgüzelinin arkadaşlarının da katılımıyla. Köyü baştan başa çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle donatmışlar...

Murat ile Gülgüzeli ise yedi gün yedi gece süren bir düğünle evlenip ve yaşamlarının sonuna kadar mutlu yaşamışlar.

Nuri CAN
20/07/1974 Caferli

Taş Kesilmiş Çoban Ve Koyunları

Erzincan’ın merkeze bağlı Caferli köyü ve tüm çevre köylerde bilinen bir efsane vardır. Tamamen buna benzer bir efsaneyi de Elazığ’ın Karakoçan kazasına bağlı Çan köyünde oturan kayınpederim Mehmet Sevgi’den dinlemiştim. Hatta efsanenin orada geçtiğine dair bir takım delil ve kalıntılardan sözetmişti. Orada da bir çeşme, etrafında taşkesilmiş koyun sürüsü ve başında da bir çobanın olduğunu anlatmıştı....

Daha sonraları bu efsane benzerinin Kars'ın kazası olan Kağızman'a bağlı bulunan Kızılöküz köyünde. Bolu-Mengen İlçesi, Yedigöller Milli Parkı civarında ki köylerde ve daha başka yerlerde de anlatıdığına tanık oldum... Anlatımı farklıda olsa bir başka benzerlerinde de. K. Maraş'ın (Gurgum) Elbistan ilçesinin Dere Topallı köyü ve Erzurum’un dağlarında geçtiğine dair söylenceler var. Erzurum’da ve K. Maraşta Çoban Dede efsanesi olarak bilinir.

Erzurumda Çoban Dede Söylencesi şöyle anlatılır!

“Erzurum dağlarında sürülerini otlatan Çoban Dede ve koyunları susuzluktan bunalmıştır.Koyunların halini gören Çoban Dede Tanrı'ya yalvarır.:'Ya Rabbim,bu yerde soğuk bir su yarat da ben ve koyunlarım kana kana içelim.Ondan sonra istersen canımı al.'
Başını kaldırdığında bulunduğu yerde bir pınar akmaktadır.Koyunları da kendisi de kana kana içer.Sonra da 'Tanrım değilmi ki sen beni duydun rahmet hazineni benden esirgemedin,artık bu can bana lazım değildir..'der ve orada ölür.
Koyunlar da taş kesilir.Yöre de,bu suyun,sürüler dağda iken aktığına ve sürüler inince kesildiğine inanılır.Dağdaki ufak bir tümsek çobanın mezarını,çevrede ki irili ufaklı taşlar da çobanın taş kesilmiş koyunları sayılır.Dağdaki kavaklarında çobanın değneğinden türediğine inanılır.”

K. Maraş'ın (Gurgum) Elbistan ilçesinin Dere Topallı köyü yakınında bulunan Çoban Dede'nin öyküsü de şöyle anlatılır.

Bir gün Çoban Dede sürüsünü otlatmaya götürmüş öğleye doğru kavurucu sıcakların artmasıyla birlikte hem Çoban Dede hemde sürüsü susuzluktan kavrulmaya başlar. Çareyi Tanrıya yalvarmakta bulan Çoban dede Tanrıya yakarır. (Ey Tanrım eğer bu dağın başında bir çeşmeden soğuk bir su bana ve sürüme verirsen sana yedi tane koyunumu kurban adayacağım) Tanrı Çoban Dede'nin bu dileğini hemen yerine getirir.

Dağdan buz gibi sular akmaya başlar. Çoban Dedeyle koyunları kana kana içerler. Çoban Dedenin duası kabul olup dileği yerine gelmiştir ancak Çoban Dede koyunların kendisine ait olmadığını söyler ve tanrıya verdiği söze sadık kalmaz, Tanrı'ya kurban adayacağı yedi koyun yerine elbisesinde yakaladığı yedi tane biti kurban edip suyun içine atar.. Bu duruma kızan Tanrı verdiği sözü yerine getirmeyen Çoban Dede'yi sürüsüyle birlikte taş haline getirerek cezalandırır.

Caferli’de de öykü şu şekilde anlatılır!

“Efsaneye göre belki dedemin, belki dedemin dedesinin zamanınnda yemyeşil yamaçların rengarenk çiçeklerle süslendiği, baharla şenlendiği, herkesin mutluluk içinde yaşadığı ve çiçeklere bile basmaya kıyamadığı güzel mi güzel, yeşil mi yeşil etrafı munzur, mercan ve karadağla çevrilmiş Erzincan'ın Caferli köyünde bundan uzun yıllar önce çok fakir bir çobanla çocukları yaşarmış. Bu çoban çocuklarının geçimini ancak köyün davarlarını dağlarda, yaylalarda otlatararak çobanlıkla sağlarmış.

Güzelliğine güzelmişte Caferli köyü, tek kusuru karadağa düşen yanında bir dirhem suyun bulunmamasıymış. Bunun aksine mercan, munzur dağlarının bulunduğu yanı ise her tarafında pırıl pırıl sular akarmış ama aralarında ki derin vadiden dolayı hayvanların bir taraftan, diğer tarafa geçmesi hayli zormuş...

Bir tarafında pırıl pırıl suların aktığı, diğer yanında ise bir damla suya hasret koca karadağ varmış. Yamaçlarında her çeşit bitkisi olan bu dağın yeşilliğini erkenden bozan tek kusuru da bir damla suyun olmamasıymış. Yani susuzmuş bizim koca karadağ. Belki de dünyanın hiçbiryerinde olmayan öyle güzel, öyle tatlı meyva ağaçları varmış ki ama suyunun olmadığından tam olgunlaşmadan dalından düşerlermiş meyveleri. Bu ağaçlardaki meyveleri olgunlaştıracak suyu yokmuş koca karadağın, tek üzüntüsü de buymuş zaten.

Sarp kayalarla yükselmiş bu dağın en tepesinde ermiş birine ait olduğu rivayet edilen türbe haline getirilmiş bir kabir bulunmaktadır...
Rivayete göre bu mezarın uzunluğunu küçük bir çocuk da adımlasa kırk ayaktır, yetişkin biride adımlasa kırk ayaktır. Kırkayak tepesi adı da oradan gelmektedir.
Çocukluğumda bu tepeye Kırkayak, Kırklar tepesi, Kırklardağı da denilirdi. Karadağın tam tepesinde Kırklar ziyareti vardır. Yöre halkı bu gün bile hala bu tepeye çıkıp kurban keser, dilek dilerler.
Yazın en sıcak günlerinden bir gün çoban Caferli köyünün mercan ve munzur dağının karşısında görünen, isminden de anlaşılacağı gibi karadağa çıkarak hayvanları otlatıyormuş. Bu dağda hayvanların otlanması için bol ve çeşit çeşit ot bulunurmuş ama gelgelelim karadağın hiç bir yerinde bir damla su bulunmazmış.

Bir gün havanın çok sıcak olması nedeniyle, hayvanlar ve çoban çok susamışlar, susuzluktan bağrı delinen çoban ellerini gökyüzüne kaldırarak 'Ya Rabbim, ya Kırkdağlar evliyası Şuradan bir su çıkartıp şu kulunun ve hayvanların susuzluklarını gider' andolsunki yedi kurban keserim diye adakta bulunmuş. O anda çobanın bulunduğu yerin yakınında birdenbire kayalar arasında buz gibi bir su fışkırmış. Sevincinden çılgına dönen çoban o buz gibi sudan kana kana içip hayvanlarına da içirerek susuzluklarını gidermişler.

Ancak çoban sözünde durmayıp 'Koyunlar benim değil bunu yedi kurban yerine, yedi bit öldürüp adağımı gerçekleştireyim' demiş. Çoban düşüncesini yerine getirerek yedi koyun yerine yedi bit öldürüp, öldürdüğü bitleri de suya atmış. Bu olaydan sonra aradan çok zaman geçmeden su kesilmiş yeniden, çoban ve koyunlar da bulundukları yerde taş olmuşlar.

Akşam çobanın ve koyunların köye geri dönmemesini merak eden köylüler çobanı ve koyunları aramaya çıktıklarında, Karadağın eteğinde çobanın ve koyunların yerden fışkıran suyun yanında taşa dönüştüğünü görmüşler.

Aradan geçen çok uzun zamana rağmen bugün bile Caferli köyünün tam karşısındaki karadağa doğru bakıldığında, suyun fışkırdığı çevrede koyunların ve çobanın taş haline dönüşmüş kalıntıları görünmektedir. Her bahar o dağın bağrında kocaman bir su fışkırır ancak sıcakların bastığı yaz aylarında tekrar ortadan kaybolur.

7.8.2002

Tayran Han Ve Ceylan Kız

Munzur dağı yamaçlarında yemyeşil bir vadinin içinde akan görkemli bir çağlayan ve o çağlayanın kıyısında insanları kardeşçe ve huzur içinde yaşayan bir köy varmış. o zamanlar gündüzler hep güneşli, geceler hep yıldızlı geçermiş yağmur yağmadıkça. O köyün insanları hayvancılık ve tarımla sağlarmış geçimini. Akıllısı varmış delisi varmış, uslusu varmış mutlusu varmış o Köyde herkes biribirini sever,sayarmış. Anlayacağınız dost çokmuş, düşman yokmuş.

Bitkiler boy boy, hayvanlar soy soy, yamaçlar renk renk nergiz, bahçeler gül, lâle, sümbül,dağlar süsen, kardelen, tarlalar başak başak ekin, ağaçlar çeşit çeşit meyve doluymuş…Öyle ki güzellikler çok, kötülükler yokmuş.

Gelgelelimki bu güzel yörede sesi dağları yakan, dağlara yamaçlara yanık türküler söyleyen Tayran Han adında genç bir aşık yaşarmış. Tayran Han onca güzelliğe çağlayana, çiçeğe, bahçeye, suya, babasının varlığına ve etrafındaki insanlara rağmen çok yalnızmış... Gün geceye durduğunda, gökyüzüne bakar, gördüğü her yıldıza bir türkü söyler, içini tarifsiz bir aşk ateşi yakarmış…Efkarından sazı ağlar, yüreği sızım sızım sızlarmış... Her gece Ceylan gözlü, gül bakışlı bir kız girermiş rüyalarına, yüreği aşkla, özlemle çarparmış her sabah uyandığında.

İstermiş ki, rüyaları gerçek olsun, rüyasında gördüğü ceylan gözlüsüne kavuşsun, koynunda uyuyup, koynunda uyansın, yüreği her gece aşkla dağlansın, çağlayanlar daha bir çağlayan, sevdalar daha bir sevda olsun, sevda türküleri aksın durmadan dilinden koylara, nehirlere, alıp götürsün sesini rüzgarlar sevdalı iklimlere.

Günlerden bir gün yine sazını eline alıp dağın başında, başını göğe kaldırmış türküsünü söylerken birden bir hışırtı duymuş... Bakmış ki her gece rüyalarına girdiği güzeller güzeli Ceylan bakışlı kız durur karşısında... Durur da öylece süzer nazlı gözlerini ona doğru... Tayran Han 'nın kalbine kor olur düşer bakışı, heyecanla sarsılır gövdesi...Sevdası türkü olur, şiir olur dökülür dilinden dağlara, ovalara, çağlayanlara...
'Hoş geldin ceylan bakışlım... maralım, yaklaş, daha da yaklaş ki yakından göreyim ceylan gözlerini, nicedir beklediğimdin, düşlediğimdin, umudum, ışığım, sevincim, her gece rüyalarıma giren sevdiğimdin.' der

Ceylan bakışlı kız yaklaşmış ürkek ürkek sonra telaşlı bir biçimde yürüyüp gözden kaybolmuş... Sinmiş bir ağacın gölgesine, derdini dillendirmiş kendince:

'Sesini duydum uzaklardan, yaktığın türkülerden aldım sesini! ... Sesine sevdalandım da geldim sana, yüreğine sevdalandım da sevdim seni. Ne var ki ben yetim, kimsesiz fakir bir kızım, yaralı bir kardeşim vardı, çekip gitti buralardan, onu bulmadan, bulup yarasını saramadan sana dönemem, ahtım var, andım var… Geldim, gördüm, bildim, sevdim seni...Fakat benim daha gidecek yolum, çekecek çilem var. Ama dünyanın neresine gidersem gideyim bir gün mutlaka döneceğim sana'

'Duydum demiş sesini Ceylan bakışlım, duydum duymasına da hem gelir kendini gösterirsin, hem de giderim dersin? Her gece seni söyledim ezgilerimde, seni yazdım gökyüzüne. Uçan kuşun kanadında, çağlayan nehirlerin nefesinde, tan yerinde şavkıyan seherlerde, yağmurların buğusunda aradım izini.

Gitme… Önce görünüp, sonra bırak git diye mi geldin? Gidersen yaşadıkça bükülür boynum, yüzün gülmez, dünya döndükçe kanar yaram, muradım, ereğim sensin…'

Ceylan kızın sevdalı yüreği acıyla burkulmuş... Seslenmiş titreyen sesiyle:
'Nedir bu ilenmen? Nedir bu halden bilmez tavrın? ... 'Zaman' dedikleri bir ilaç var, ben yollara düşüp onu bulacağım, kardeşimin yarasını onunla sarıp iyileşmesini bekleyeceğim... Burda kalırsam şu halimle; sana acıdan, tasadan başka bir şey veremem. Sen gönlü yüce bir aşıksın, sevda ipekleriyle döşeli yolların... Beni sen anlamazsan, kimler anlasın? '

Tayran Han küsmüş, Ceylan gözlü boynu bükük; vurmuş kendini yollara... Bağrında kardeşine yetişmenin ve sevdalısına geri dönmenin hasreti, vuslata ömrü yetsin diye dualar ederek çekip gitmiş uzaklara...

Tayran Han fısıldamış ardından:
' Bekleyeceğim maralım, Ceylan bakışlım, başımda bir tek saç, ağzımda bir tek diş kalmayıncaya ve toprağa girip mezarımda tek bir ot bitmeyinceye değin...'

Ay geçmiş, gün geçmiş, mevsimler mevsimlere, yıllar yıllara kavuşmuş... Diyar diyar gezmiş Ceylan kız, bulmuş kardeşini, sarıp iyileştirmiş yarasını, iyileştirmişte aradan çok uzun zaman geçmiş ne eski güzelliği ne de ceylan bakışı kalmış… Sevdalısının içli sesi, gönlünün mabedinden bir an olsun silinmemiş, hayali gözlerinin önünden gitmemiş…...

Tayran Han sarılıp sazına o dağ benim, bu yayla benim gece gündüz çağlayanlara, esip geçen rüzgarlara türküler sölemiş yanık sesiyle.

eser bahar yeli dağlar serindir
yardan ayrılmışam yaram derindir
ceylan gözlerine kurban olduğum
gel de bu gönlümü artık sevindir

elden ele uçup giti can kuşum
bu ağzıma kilit vurmuş susmuşum
yüreğimde yamru yumru sancı var
hasretinden sararmışım solmuşum

aşkının oduyla kahroldum ceylan
hicran oklarıyla vuruldum ceylan
günler asır oldu geceler zindan
seni beklemekten yoruldum ceylan

Günler, haftalar, aylar, yıllar birbiri ardına geçip giderken, Ceylan bakışlı kız hastalanmış... Ayaklarında sevdalısına kavuşacak dermanı kalmamış, acıkmış, susamış... Ama yine de bir an olsun durmamış, düşe kalka düşmüş yola, bilirmişki derman, sevdalısına kavuşmada, sevdiğine sarılmadaymış.

Aç susuz varmış köye, sevdalısının dağın eteklerinde kendisini beklediğini söylemişler.
Birbirlerini gördükleri ilk andaki kadar ışıltılı ve sakin bir sabahmış munzur dağının etekleri. Ceylan gözlü zar zor varmış munzur dağının eteklerine.

Nice soğuk iklimlerden sıcak iklimlere değin yolunu gözlediği ceylanını, gelişinden bilmiş Aşık Tayran Han... Seslenmiş usulca:
'Ey sevdiğim, ey bir ömür yollarını gözlediğim, ey güzeller güzeli ceylan gözlüm, nihayet döndün sonunda... Buldun mu kardeşini, iyileşti mi yarası? . Vardın geldin ama; şimdi de benim sana verecek bir şeyim kalmadı gönlümden başka. Gönlümü kasıp kavuran hasretin, ateşi oldu bağrımın, türkülerim, şiirlerim savrulup hasret rüzgarında sana kavuşmadan küle döndü...
Varım yoğum savrulup gitti elimde tek bir kırık saz kaldı.. Susuzluğunu gidereceğin bir pınarım bile yok, kuruyup gitti hepsi, acıkırsan neyle doyurayım seni; sabır taşlarımda biriktirdiğim sabrım yetmezki mutluluğuna '
Ceylan gözlü; içinde yıllarca biriktirdiği ateşle koşmaya çalışırken sevdiği adama, yuvarlanıvermiş dağdan aşağı, başı kocaman bir taşa değmiş... Son mecaliyle konuşmaya çalışmış ve bu konuştuğu son cümleler olmuş. Tayran Han, Ceylan gözlüsünü kurtarmak isterken birlikte yuvarlanıvermişler kayalardan aşağı.

'Sarıl bana hasret kaldığım, söndür içimde yıllaraca biriktirdiğim ateşi.... Sar beni yazgım olan; canım tenimden çıkmadan beni sana kavuşturan sevdan ile...
Koynundan alsın canımı ölüm, dinsin bu hasret ateşi. Yüreğim yüreğinden hayat bulsun yeniden. Sevdanla yaşat beni en güzel türküler söyleyerek, kollarında uyut beni güzel sesinle..'

Ve Tayran Han nın yıllarca yolunu gözlediği sevgilisi teslim etmiş canını kollarında, nazlı gözleri kapanırken yanaklarında süzülen yaşları ırmağa dönüşmüş...

Tayran Han tüm acılardan da büyük bir acıyla öyle sarsılmış, öyle inlemiş ki, gökyüzü yırtılmış acılı türküler okurken sesinden, şimşekler çakmış, simsiyah bir yıldırım düşmüş dağlara, acıyla inlemiş koca munzur dağı...
İşte o gün bu gündür ne zaman mevsim bahara dönse, Teyran vadisinden Ceylan kızın gözyaşları pınar olur çağlayarak akar ve bir yerden sonra kaybolur. Munzur ve Mercan dağının kesiştiği noktada ağıtlar rüzgar olur haykırır yıldızlı gecelerde; Tayran Han sesinde kimselerin duymadığı, kimselerin bilmediği bir türkü yankılanırmış o vadinin en kuytu yerinde...

11.08.1972

Aşk Çiçeği

Bir rivayete göre derlerki “Deniz köpüğünden yaratılan Afrodit, bir gün sevgilisine vermek için beyaz gül toplarken parmağına diken batmış ve akan kan beyaz gülü kırmızıya dönüştürmüş”} Bu yüzden kırmızı gülün aşk anlamına geldiği söyleniyor.

Bir zamanlar herkes beyaz sevdalar yaşarken kan gülü renginde. Mühürlü sevdaların rengârenk gül desenleri çizilirdi yüreklere... Tutar her bahar bir kan gülü ve bir nergis çiçeği gönlünü sunardı kırlara, dağlı çocukların gülücüğünde. Bir tutam serinlik vururdu bahçelere, yüreklere buğulanan sıcaklık vururdu! .... Esen seher yeli, şevkatli bir elin parmakları gibi usul usul saçlarını okşardı nazlı kızların...

Bir öpücük çiçeğiyle beraber kuşların sevinci bahar konarken saçlara, ışıl ışıl olurdu gözler.. Tutam tutam sevgi ışığı dolardı dörtbir tarafa, tutam tutam sevinç çığlığı olurdu kuş ötüşleri... Kan gülü olurdu bütün sevdalar, kanı yüreklere akardı sımsıcak... Ve hayaller renklenirdi nergis renginde hayata savrulan... Yürekler özlemin en deli kısrağı olurdu. Zaman dururdu, sadece gözler ve gönüller konuşurdu.

Ne zaman kırlara bahar gelse sevinci yaşardı kelebekler, çiçekten çiçeğe sevişirdi arılar. Dağlı çocuklar umudu kucaklardı bir yanda; bir yanda gelin gelin gelincikler öpüşürdü rüzgarda. Aydınlık dolardı dört bir tarafa, gürül gürül sevdalara akardı dereler. Bir dağ pınarı gibi hayat kaynardı kanında yeni yetme sevdalıların. Tomurcuk tomurcuk aşk fışkırırdı Yüreklerinde. Alıp götürürdü sıcacık duyguları serin serin esen seher yelleri, uzak dağlar ötesine...

Ne zaman bahar gelse bir demet aşkçiçeği, bir demet süsen (sosın) kokusu yayılırdı sabahın yamaçlarına kıpkızıl. Gönüller bir tutam sümbül, bir kızıl gül olur yanardı incecik bir sevdanın doruğunda.Yağmurdan sonra ki, mis gibi kokan toprağın kokusu olurdu aşk, havanın tertemiz buğusu olurdu Munzur’un yeşil yaylalarında...

Aşk mevsimi geldiğinde sevgi rüzgârlarıyla dolardı yüreklerin yelkenleri, ırmaklara her baktığımızda bilinmedik huzur dolu denizlere açılırdı sandallar sevgi rüzgarlarıyla. Kalplerin ve ruhun en derinlerine ulaşılırdı aşkın varlığı... Tertemiz saf sevgilerden alarak gücünü ve kaynağını...

Herkesin herkese verecek bir şeyi bulunurdu mutlak her mevsim, ama aşk mevsimi geldiğinde herkes en değerlisi kalbini verirdi sevdiğine...

Her sabah uyandığımızda nergisler öpücüklerini sunardı aşkın doruklarına, gökyüzüne sarı saçları savrulurdu dalga dalga. Umudun bahar gözlerinde çözülürdü yaşamın gizi, büyürdü damla damla pınarlarla. Ardında binlerce bahar çiçeği gözlerini açardı aydınlığa, sonsuza sevinirdi kırlar. En çok da aşk çiçeği Nergiz sevinirdi. (Narcissus) Aşk mevsimi geldiğinde...

Aşkçiçeği Nergis

Derlerki, (Nergis) “Narcissus, öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanazmış kendine. Gün boyu ayna arşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyreder dururmuş hayran hayran.

Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya.

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş, Narcissus, Aşkçiçeği nergis olmuş.”

20/ 05/ 1975

Özgür İle Telli Turna

Güzel bir bahar sabahı, kuşlar o dal senin bu dal benim uçuşmaya, ötmeye başladığında. Yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler kırlara yeni bir hayat sunarmış, güller, sümbüller, süsenler, papatyalar, küstüm çiçekleri, menekşeler kokularını etrafa saçmak için adeta biribirileriyle yarışırlarmış.

İşte böylesine güzel bir bahar sabahı Özgür’ü getirip pınarın başına bırakıp gitmişler. Özgür epeydir insanlardan ve akranlarından uzak, yalnız başına düşünmeyi, hayal kurmayı seven bir çocuk olup çıkmış. Anası ile babası her gün onu sırayla getirip yelpınarın başına bırakır işlerine giderlermiş.

İçin için büyüyen bir özlemle suyun sesini, rüzgarn sesini, kuş seslerini dinlermiş Özgür. Bulutlara bakıp şekiller çıkarırmış, çiçekler koklarmış, hanidir gökyüzüne bakıp kuş olup uçmak ve hayalde olsa başka bir dünya içinde kendini bulmak istermiş…

Özgür birgün pınar başında oynarken ağaçların arkasından bir ses duymuş. Sanki bir tavşan kaçmış. Sanki bir dal kırılmış. Sanki bir kuş havalanmış. Bir hışırtı duymuş ve merak edip gözünü oraya dikmiş “Bu sesi ne çıkardı? ” diye ama bir şey görememiş.

Ertesi gün Özgür’ü getirip pınarın başına yine bırakıp gitmişler. Özgür pınarın başında hayallere daldığı sırada ağaçların ve çalılıkların arkasında yine bir ses duymuş, bir gürültüyle beraber bir ses ve ardından çocuk sesini andırır bir çığlık kopmuş. Korkmuş Özgür…

Sık ağaçların ön tarafında öbek öbek çalılar ve bitkiler varmış. O çalıların gerisinde de kocaman bir ormanı andırır ağaçlık. Heyecanlanmış Özgür ve yine merak etmiş, acaba “Bu ses nerden geldi ve ne çıkardı? ” diye.

Ağaçlık ve çalılara doğru uzun süre bakmış ama bir şey görememiş. Biraz korkmuş. Çünkü bahar ve yaz ayları, ayı, yabani domuz, kurt, tilki, sansar gibi daha bir sürü yabani hayvan barınırmış köyün etrafındaki vadilerde. Fırsat bulduklarında gece vakti zaman zaman köyün taa içlerine doğru indikleri de olurmuş.

Ağaçların arasında garip garip sesler çıkmaya devam etmiş. Özgür düşünmüş sonra yavaşça diz ve ellerinin üzerinde emekleyerek ağaçlığın olduğu yere gelip bakmışki, ne görsün leylek büyüklüğünde, uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü bir kuş. Başının arka tarafında geriye doğru sarkan zülfü ile tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renkte ve kanatlarında göz alıcı, mâvi, kırmızı, yeşil tüyleri olan kanatları pırıl pırıl hayatında ilk defa gördüğü güzel bir kuş. Zavallı kuş yaralı olarak tilkinin saldırısından kendini korumaya çalışarak kanatlarını çırpar dururmuş ama uçamazmış. Bir kanadı kırık ve yerde sürüklermiş, yaralı olduğunu ve aksadığını farketmiş Özgür.

Tilkiye karşı bir ölüm kalım savaşı veren güzel kuş, son gücüyle direnip, karşı koyarmış gagasıyla. O an yüreği titremiş Özgür’ün, ayağa kalkamadığına hayıflanmış, ayağa kalkıp kuşa yardım edemediğine. Ama ne pahasına olursa olsun onun kurtulması gerektiğini düşünmüş, avazı çıktığı kadar bağırarak, yerden aldığı taşı var gücüyle fırlatıvermiş tilkiye doğru. Taşın çıkardığı gürültüyle beraber neye uğradığını şaşıran tilki kurtuluşu kaçmada bulmuş. Kuş da aksayarak çalılıkların arkasına girip gözden yitivermiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş. Yüreği çarpmış heyecandan..Sonra yavaş yavaş doğrulup ordan gelecek bir sese kulak kabartmış ama ses çıkmamış. Saatlerce gözünü oradan ayırmadan bakmış. “Ahh! Keşke yürüyebilseydi” diye iç geçirmiş Özgür, “gidip çalılıkların arasına bakıp yardım edebilseydim.” demiş kendi kendine…

Bacakları tutmazmış Özgür’ün, henüz 8 yaşlarında iken tırmandığı kavak ağacında kırılan dalla birlikte taşların üstüne düşmüş ve işte o günden sonra yürüyememiş Özgür. Ailesinin doktora götürecek parası olmadığı için köyde eski usüllerle kırılan belini sıkı sıkıya sarıp sarmalamışlar ve bir süre sonra açtıklarında belini Özgür'ün felç olduğu anlaşılmış ama iş işten geçmiş, nereye götürmüşlerse, bir çare bulamamışlar. Özgür, biraz cehaletin, biraz da yoksullığun kurbanı olmuş anlayacağınız. O günden sonra yürüyememiş, okula bile anne ve babasının sırtında gidip gelmiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş ve yüreği çarparak beklemeye koyulmuş… Sonra bir ses duyunca yavaş yavaş doğrulmuş. Ne görse beğenirsiniz, inci boynunu uzatmış güzel mi güzel bir kuş. İlk kez görmüşmüş böyle güzel bir kuşu. Kuş oldukça ürkek ve şaşkın bir şekilde bakıp, incecik uzun bacaklarının üzerinde titreyerek, gözlerini Özgür’e dikip karşısında kıpırdamadan durmuş…

O anda göz göze gelmişler. Özgür’ün hayran hayran bakışı ve sıcacık gülümseyişi, bu güzel kuşu büyülemiş sanki. Kuş gözlerini iri iri açmış Özgür’e bakmış. Bakışları tatlı ama o kadar da hüzünlüymüş. Özgür pek duygulanmış. Şimdi tek korkusu o olağanüstü güzel kuşu ürkütmekmiş. Kıpırdamaktan bile çekinmiş. Sonra cesaretini toplayıp usulca elini uzatmış, utana utana okşamaya yeltenmiş. O an sanki düş görmüşmüş Özgür. Büyülenmiş adeta, bir süre bu büyünün etkisinden kurtaramamış kendisini.

Sonra kuş aksaya aksaya sık ağaçlara doğru tekrar ilerlemiş. Kaçacak diye düşünmüş Özgür. “Gitme güzel kuş, korkma sana bir şey yapmam, gel arkadaş olalım. Bak yürüyemiyorum, üstelik arkadaşımda yok. Öyle yalnızım ki”, diye seslenmiş ardından…
Güzel kuş olduğu yerde durmuş, Özgür’ü anlıyormuş gibi dinlemiş sanki. Sonra yavaş yavaş Özgür’e doğru yürümeye koyulmuş, Özgür’ün yanına gelip durmuş. Hiç de öyle korkar görünmezmiş. Bu defa Özgür şaşırmış. Kuş Özgür’e iyice yaklaşmış. Sonra durup gözlerini Özgür’e dikmiş…

Güzelim kuş bir ara kaçacak gibi olmuş, sonra birden başını yine Özgür’den yana çevirmiş, başını oynatarak boynunu uzatmış Özgür’e doğru. İyice yaklaşmış, Özgür’e doğru kararsız bir kaç adım atıp, tam yanıbaşında durmuş. Güzelim bakışlarıyla Özgür’ü süzmüş, “turnalar dostlarını bakışlarından tanırlarmış” derler...
“Güzel kuşum” demiş Özgür. “ Korkmuyorsun değil mi? Bırakıp gitmeyeceksin beni? ” Sonra kuş, anlamış gibi uzun gagasını uzatmış. Özgür’ün saçlarını koklar gibi yapmış, gagasını yüzünde, saçlarında gezdirmiş… Özgür sevinçten havalara uçmuş…

Özgür, yavaşça elini o ipeksi kanatlarının üzerinde gezdirmiş. Kuş başını eğmiş. Başı Özgür’ün omuzuna değiyormuş neredeyse. Kuşun, kanayan yerini gömleğinden yırttığı bir parçayla sararak, babasının geleceği saati beklemeye koyulmuş Özgür.

Akşama doğru Özgür’ü almaya geldiğinde şaşkınlığını saklayamamış babası. Bu kuşun telli turna ve göçmen bir su kuşu olduğunu söylemiş … Sonra diğer hayvanlardan zarar görmemesi için sık ağaçlar arasında kuşa geçici bir yer yapmış babası. Oğlunun gözlerini parıldatan sevinç, son derce mutlu etmiş onu. Sonra, kuşu tutup içine koymuşlar… “Korkma güzel kuş yine geleceğim, seninle dost olacağız.” deyip evin yolunu tutmuşlar baba oğul.…

O gün sevinçten sabaha kadar gözünü uyku tutmamış Özgür’ün, aklı fikri turna daymış. Dört gözle sabahın olmasını bekleyip kuşu ile başbaşa olmayı tasarlamış. Beyni ile düşünmüş, beyni ile duymuş. “Şimdi o zavalı kuş acaba ne yapıyor? Kırık kanadı çok acı veriyormu mu? Beraber uçup konduğu sürüsü onu arıyor mu? Arkadaşları annesi babası onu aralarında görmeyince konuşup ağlıyorlar mı? ” Diye turna kuşun tüm olumsuzluklarının acısını yüreğinde duymuş. Ne türlü yatsa rahat edememiş...

Özgür artık mutluymuş, bir de kırık kanadı sarılsa keyfine diyecek yokmuş. Her sabah olduğunda sabırsızlıkla kuşuna kavuşmasını beklermiş. Her akşam kafasında hep telli turnanın hayaliyle yatağa girip uyurmuş.
İlk günlerde telli turna’sı tedirginmiş, “Ah keşke kucağına aldığında rahat olsa, ürkmese, elini uzattığında korkmasa, öpebilse, okşayabilse, iyi arkadaş olsalar ve bütün gün beraber oynasalar, beraber konuşsalar’’, diye düşünürmüş Özgür…

Gün geçtikçe yavaş yavaş Telli turna’nın tedirğinliği, ürkekliği azalmış ve bir süre sonra tamamen alışmış Özgür’e, hiç ayrılmamış artık. Özgür yüreğini saran bu mutluluğun içine sığmadığını hissedermiş, yere göğe sığmazmış sevinci. Saz çalmaya başlamış Özgür, turnalar üzerine türküler öğrenip söylemiş, yüzü gülermiş sürekli. Bu duruma en çok da annesi, babası ile aşkadaşları sevinmişler.

Telli turna gece gündüz Özgür’le yatıp, Özgür’le kalkarmış artık. Ötüşü mutlu edermiş Özgürü, günün her saati, neşe saçarmış yaşamına. En yorgun olduğu sabahlar bile sevinçle uyanmış. “Ne güzel onunla uyanmak Allahım, ne hoş ona yakın olmak, onun güzelliğini doyasıya seyretmek her sabah” deyip sonsuz mutluluğunu dile getirirmiş.

Yaşamı inanılmaz sevmeye başlamış Özgür. artık o eski mutsuz, acı çeken Özgür değilmiş. O eski Özgür gitmiş, yerine mutlu, umut dolu, sevinç dolu bir Özgür gelmiş.

Baharın verimli ayları, yağmur yüklü bulutlar bir taraftan bir tarafa koşuşup durduğunda, bahar yelleri esmeye başlamış, ardında şimşekler ve yağmur yağmış, yağmurdan sonra pırıl pırıl güneş görünmüş gökyüzünde...
Özgür kırlara çıkmak istemiş telli turnasıyla…
Kırlarda çiçeklerin içine götürüp bırakıvermiş babası Özgür’ü telli turna’sıyla… Artık sıra telli turna’nın özgürçe uçmasına gelmiş, bırakıvermiş kırların orta yerine telli turnayı. Özgürce istediği kadar uçabilir, istediği yere gidebilirmiş. Fakat nedense uçmamış, sadece bir iki kez kanatlarını çırpmış durmuş. Özgür uzun bir sure telli turna’sının uçmasını beklemiş, arada bir kanatlarını açmış ama uçmamış. O an yüreği burkulmuş Özgür’ün, “yoksa oda mı kendisi gibi kötürüm olup yerde kalacak? ” diye hayıflanmış. Sonra bir iki deneme daha yapmış ve havalanmış.

Ne var ki çok yükseklere çıkamamış, ne zaman havalansa, yükselmeden Özgür’ün yanına gelip konmuş. Kısa uçuşlu bu alışmalar bir kaç gün sürmüş. Sonra alışmış, uzaklara, gökyüzünün derinliklerine doğru uçmaya başlamış. O havadayken Özgür’ün içi içine sığmamış. Bazen sevinçle çoşmuş, bazen ağlamış sevinçten. Özgür, sevincini, büyüklerin anlıyamayacağı mutluluğunu yaşamış, telli turna’sının kırlarda uçup uçup geri gelmesiyle, dünyalar onun olmuş...
Leylekler, kazlar, sürü sürü göçmen kuşlar geçip giderlermiş üzerlerinden. Telli turna gökyüzüne bakıp bakıp durmuş… Her gün telli turna’sını kucağına alır okşar, sonra havalara fırlatırmış. Kuşu uçup gider ve havada döner döner döner, sonra tekrar döner gelirmiş…

Eve dönmeden önce kuşu gelmemişse iki parmağını dudaklarının arasına sokarak tiz bir ıslık öttürür, gökyüzünde kaybolan kuş, ok gibi o anda yükseklerde çıkar gelirmiş. Havalar güzel, kırlar rengarenk çiçekle doluymuş…

Derken aradan günler, haftalar, aylar geçip gitmiş, Özgür’ün mutluluğuna her geçen gün bir mutluluk eklenmiş, bir yıldır candan iki dost, candan iki arkadaş olmuş ikisi.… Özgür’ün telli turna’yla arkadaşlığı, dostluğu tüm çevre illere de yayılmış. Çevre illerden bile Özgür’ü ve telli turnayı görmeye gelenler olurmuş…

Turnaların her geçişinde telli turna sabırsızlaşırmış, kanatlarını çırparak havalanıp turna sürüsüne katılır, turnalarla yarışır gögün mavilikleri arasında yitip gidermiş, sonra yine alçalır gelip Özgür’ün kucağına inermiş.

Özgür’le telli turna’nın yanıbaşında mutlu, aydınlık baharlar, yazlar ve sonbaharlar geçip gitmiş. Derken bir gün telli turna aniden bastıran fırtınayla birlik, esen şiddetli rüzgarda, bir turna sürüsünün peşinde havalanıp kanatlarını çırparak gözden kayboluvermiş. Turna sürüsüne katılmış telli turna gökyüzünde bir nokta olup kayboluncaya kadar izlemiş Özgür.

Pınarın çağıltısı ve ağaçların dallarını inleten rüzgarın uğultusu altında bir başına kalmış Özgür, akşama kadar beklemiş, beklemiş ama telli turnası dönüp gelmemiş.
Sürekli parmaklarını ağzına sokup ıslık çalmış, çağırmış telli turna’sı dönüp gelmemiş. Bu uzun gecikme Özgür’ü kaygılandırmış. Dokunsalar ağlayacakmış. Telli Turna’sının dönüşünü sabırsızlıkla beklemeye koyulmuş yinede…

Dakika dakika tedirginleşmiş Özgür, iki büklüm olmuş, boynu bükülmüş “ ya başına bir iş gelmişse, ya dönüp gelmezse o zaman ne yaparım, nasıl yaşarım” diye ağlamış Özgür…

“Ağlama oğlum, fazla uzaklara gitmiş olamaz, göreceksin dönüp gelecek, fırtınada yönünü şaşırmış olabileceğini söylemiş ”babası…

Umutsuzca sevinmiş özgür, doğrulup gökyüzüne bakmış. Fakat tüm beklentileri boşa çıkmış. Akşam olmuş turna kuşu dönüp gelmemiş…
Özgür’ün yüreğine kocaman bir kor düşmüş, alev alev yanmış nazlı yüreği.
Babası oğlunun yanarcasına, kavrulurcasına üzülmesine dayanamaz dışarı çıkıp çıkıp gökyüzüne bakarmış. Turna kuşunu göremeyince yeniden yeniden buruk bir acıya gömülürmüş.

Ama bir sabah olmuş ki uyanamamıştır Özgür onun sesiyle, pencereye uzanıp puslu ve yaşlı gözlerle aramıştır. “Mutlaka çıkıp gelirdi nasılsa önemli değil” diye kendini teselli etmeye çalışırmış. Beklemeler devam etmiş pencere önünde, ama hava kararmış. Onu görmeden gelen geceler ne kadar acı, ne kadar da hüzünlüymüş meğer.

Gece uzun bir süre uyuyamamış Özgür, ertesi sabah yine hüzünle uyanmış, yoksa onu terk mi etmişti turna’sı? Hem de onca sevgisine rağmen.
Artık turna’sından ne bir haber almış, ne de bir başka iz, kalakalmıştır büyük sevgisi ve yüreğini tutuşturan özlemiyle bir cehennemin ortasında yapayalnız, o mutlu, umutlu günleri sona ermiş, onsuz hayat cehennemden faksız olmuş Özgür için…

Günler geçip gitmiş, turna’sı yokmuş artık, turna’sından umut kesilmiş. Ağlamak istermiş ağlayamazmış, dokunmak istermiş dokunamazmış. Tüm ateşini atıp içine, onca sevgiyi, özlemi hapsetmiş bedenine. Ama artık Onu delice sevmenin, özlemenin faydası yokmuş, ona delice yanmanın da.

Çünkü turnası artık uçup uzaklara gitmiş, kardeşlerinin yanındadır belki, belki başkalarıyla arkadaş olmuş artık o. Ve bir daha ne arayacaktır, ne de anacaktır… diye düşünüp dururmuş…

Derken yine günler, haftalar, aylar, geçip gitmiş, telli turna’sı gelmemiş. Her geçen gün büyük bir özlemle, tutkuyla beklemiş. Sürü sürü göçmen kuşlar gelip geçmiş gökyüzünde telli turna yokmuş. Bütün neşesi, sevinci, yaşama hevesi kaybolup gitmiş, artık hep susmuş, konuşmamış, günden güne suskunluğa bürünmüş Özgür.

Artık turnasından umudu iyice kesmiş Özgür ve yemeden içmeden de kesilivermiş, içini kemiren bir hasretle gökyüzüne bakıp durmuş gözyaşları içerisinde. Aradan haftalar, aylar geçmiş, ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü avunmazmış. Özgür’ün yüreği bomboşmuş, acılar içinde kıvranırmış. hastalanıp yataklara düşmüş sonunda. Babası, annesi günlerce başını beklemişler. Neyi var neyi yok satıp doktor doktor gezdirmişler ama bir türlü iyileşmemiş Özgür. Günden güne durumu daha da ağırlaşmış. Sonunda alıp köye getirmişler Özgür’ü. Köyün bütün çocukları toplanıp teselli etmeye çalışmış, adaklar adayıp yatırlara, dua etmişler Özgür için ama değişen bir şey olmamış. Özgür iyileşmemiş bir türlü…

Özgür gün gün zayıflamış, yataklardan çıkmaz olmuş “Ne istiyorsun Özgür oğlum.” dermiş anası ‘’Kuşumu istiyorum anam ne zaman gelecek’’ diye sızlanırmış ‘’gelecek kurban olduğum, gelecek’’ dermiş anası gözyaşları içerisinde.

‘’İçim yanıyor ana onu çok seviyorum, çok özledim.’’ Dermiş,her gün. Anası bir bardak soğuk su verirmiş ama ‘’bu benim yüreğimi ferahlatmıyor ana yüreğimin yangınını söndürmüyor ’’ dermiş.… ‘’Ana kuşum niye gelmiyor,’’ ‘’gelecek oğul bahara gelecek’’. ‘’Gelmiyor anam unuttu beni.’’ ‘’Gelecek oğlum…’’ ‘’Ya gelmezse ölürüm anam…’’ Anası yüzünü duvara çevirip “ağzından yel alsın bu nasıl söz oğul” dermiş… O günden sonra her gün Özgür’ü pınar başına götürmüşler, Özgür her gün büyük bir özlemle telli turna’sını beklemiş.

Ve günler geçip gitmiş öylece, bahar ayları yaklaşmış… Özgür konuşmamış artık, hep susmuş, her geçen gün biraz daha erimiş… Gözlerini gökyüzüne dikip susmuş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış…

Bir sabah erken köyün içini bir telaş kaplamış Özgür’ün öldüğü dalga dalga yayılmış her tarafa…Köyde büyük, küçük, kadın, erkek herkes pınar başına toplanıp ağlamış… Köylüler pınar başında mezarını kazıp Özgür’ü koymuşlar mezara... Anası, ah yavrum! .. Oğul balım, birtanem, cigerparem deyip ağlamış durmuş…

Her gün bir demet kır çiçeği toplayıp oğlunun mezarına gitmiş anası gözyaşları içerisinde. Hem yürürmüş hem de düşünürmüş. “İşte şu ağacın altında şöyle demişti.” Ve işte bu yolun başında dinlenmişlerdi…” “İşte orda şöyle demişti” “ana kuşum ne zaman gelecek”. “Burada turna türküsü söylemişti”. Dağ, bayır, pınar hepsi, hepsi yerinde dururmuş yalnızca Özgür yokmuş. Her gün Özgür’ün sevdiği bir demet kır çiçeğini toplayıp mezarının üstüne bırakıverirmiş.

Bir sabah yine mezara varmış ve bakmışki iki telli turna oğlunun mezarının üstüne konmuş acı acı ötmedeymiş. Biri yabancıymış ama öbürü oğlunun Telli turna’sının ta kendisiymiş. Gözlerine inanamamış, yoksa bu bir rüyamıydı. Sel olup akmış gözleri anasının, sonra telli turna’ya elini uzatıp onu tutmak, okşamak, öpmek ve oğlunun hasretini gidermek istemiş. Ama güzel telli turna el uzanır uzanmaz kanat çırparak havalanmış, uzak göklere gitmiş. Ana, onu uçsuz bucaksız gökte, bir nokta kalıncaya kadar gözleyip gözden yitirmiş…

Ve işte o gün bu gündür her mevsim yüzünü bahara döndüğünde iki telli turna gelip Özgür’ün mezarının başına konup acı acı öter ve sonra da uçup giderlermiş…

1987

Dağlar Kızı Selvina

Pınarların dilinden her bahar çiçeklere seslenir, kelebek kanatlarıyla süslerdi hayallerini Selvina. Güzelliklerle, özlemlerle ve umutla beslerdi yüreğini, bütün acıları, umutsuzlukları dağ yelleriyle savururdu uzak çığırlara.

Yaşamın umut çiçeğiydi dağlarda Selvina. Sabahın aydınlığı, karın lekesiz aklığıydı. Kar yağarken gökyüzüne bakıp sevinmeyi ondan öğrenmiştim, ondan öğrenmiştim acılara gülmeyi, sevinçlere ağlamayı, haksızlıklara karşı durmayı; Sevdikleri için ölmeyi gerektiğinde, yaşamı sevda bilmeyi, en umutsuz zamanlarda bile yüreğinde bir umut ışığı taşımayı ondan öğrenmiştim...

Seneler seneler eveldi. Rüzgarlar sevda türküleri söylerken her bahar dağlara, bir pınar başında tanımıştım onu. Rüzgarın dilindeki bütün türküleri beraber dinlemiştik yüreğimizin kulağıyla. Beraber ağlamıştık ayrıldığımızda iki sarmaşık çiçek gibi. Kavuşurken bütün dünya bizimle sevinirdi, ayrıldığımızda iki damla yaş olup süzülürdü hayatın uçurumlarına mutluluk. Gecelerce oturup yıldızlara sevda masalları anlatırdık, sevda türküleri yakardık çağlayanlara. Yıldızlar da ağlardı bizimle; ağladığımızda. Sevindiğimizde bizimle sevinirdi gecenin gözleri.

Koynumda ırmaklarla dolaşırken o uzak dağlarda, hayatla aramıza ölüm girdi. Alıp götürdü menekşe gözlü ceylan pınarımı. Bir nisan yağmuru gibi ıslandı gitti hayallerim. Sel sel oldum taşlara vurdum başımı. Yel yel oldum seherlere ağladım. Şimdi bir dağ yangını gibi her ellediğimde yüreğimi, anlamasamda, bir çiçek Zazaca döker yapraklarını kırlara. Zazaca ağlar menekşeler, kuşlar, ceylanlar, yıldızlar.. Bir kucak sevinç yaşamıştık beraber karlı munzur yaylalarında, dünyalar dolusu mutluluk. Şimdi gönlümde bir çağlayan gibi özlemi akıyor acılara her gece ve bir dağ yangını gibi her gün acısı birikiyor yüreğimin göllerinde.

Ey yavru bir kuş gibi düşlerimin arasından uçup gitti uçarı kız, yaşım on beş idi, yüz oldu, binyüz oldu, yaşlandım yaşamadan aşkı ve baharı. Farkında değilim şimdi, geçen günlerin, değişen mevsimlerin. Yağan karlar altında kaldı kalbim... Şimdi dağların ardında her bahar yıldızlara sevdalı bir çiçek açar, adı Selvina, rengi Selvina, kokusu Selvina; bir kız geçer rüyalarımda uzak dağların başında, bakışı selvina, yakışı Selvina, gülüşü selvina, duruşu selvina. Ya ben nasıl ağlamam ya ben nasıl!

Yüreğim kanayan bir duygu pınarı şimdi. Kurumayan ve her bahar daha da çağlayarak akan sevda denizlerine... Sen uyu dağlar kızı Selvina, canpınarım, gönülgözüm, dağçiçeğim sevdiceğim. Sen uyu o uzak yıldızların altında. Ağladığımı görme, duyma sesimi. Görürsen,duyarsan üzülürsün bu perişan halime biliyorum, Ağlarsın..... üzülürsen dayanmaz buna yüreğim.

Erişilmez uçurum diplerinde kaldı özlemlerim, yaralı ceylanlar sekiyor şimdi bakışlarımda. Tomurcuklar öksüz, serçeler dilsiz, her durakta boynu bükük bir çocuk üşüyor ve ben bu yagmurlar dolusu yalnızlığımla, bütün bulutlardan sana koşuyorum Selvina...

Ben hayalleri uzak dağ yollarında kalan çocuk. ben yıllarca munzurun başında ağlayan çocuk Benim de hayallerim vardı bir zamanlar, tüm dağlı çocuklar gibi. Sevdalarım, sevinçlerim, korkularım vardı. Şimdi gittiğim her ülkede içimde kanayan özlemler gezdiririm, rüzgarlar estiririm ağaran saçlarımda. Kimse bilmez niye öyle suskun hüzünlü bakarım uzaklara, niye bükük durur boynum.

Ah yüreği dağlım. Yürekler boş bakışlar anlamıyor beni bu uzak yerlerde, her akşam vakti el ayak sesleri çekilirken caddelerden, vurup yüreğimi narlı sevdalara, yıldızlara ağladığımı kimse bilmiyor, kimse bilmiyor her gece dudağımda bir şiir’in kanadığını. Hasret ki, yolları kanamalı ağır bir hüzündür geçip giden günlerin terkisinde. Rüzgar koyaklarını yitirdi, sözcükler büyüsünü. Her mısrada çığlık çığlık yüreğim duyuyor musun?

Biliyorum artık gelmeyeceksin ama ben hala seni bekliyorum. Gelmiyorsun Selvina artık sesinde gelmiyor kokunda. Kelebekleri göç etti ömrümün. Sonbahar oldum yaprak yaprak, düşen her yaprakta içimde bir şeyler koptu, ismini haykırdım rüzgarlara ağlayarak savruldum rüzgarlarla seni sevdiğimi bağırdım yıldızlara,. Kimsiz kimsesiz kaldım, çaresiz, en çok da sensiz. sevginsiz... Oysa ben seni seçmiştim munzur gözlü çiçeğim, seni sevmiştim sevdiğim olarak, sevdanı nakış nakış yüreğime işlemek için ve fırtınalar, boranlar içinde de olsa bir gün mutlaka sana gelmek için.

Ne zaman bahar gelse uzak dağbaşlarına cerenler iner sulara, her pınar başında sevdiğim kızı bulurum ceylanlara su verirken. Yüzünü, gözlerini, dudaklarını görürüm. Bir pınar başında su içen ceylanlar gibi usulca sokulup yanıma şiirler içirir seven yüreğime. Derin bir ah gibi özlemi düşer içime. Düştükce buğulanır gönül pencerem, buğulanır gözlerim, canpınarım, duygu bahçem, buğulanır yüreğim... Bilirim, mutluluk benden çok uzaklarda bir yerde kaldı. Elimi uzatsam dokunamam, çağırsam duyuramam sesimi. Yoruldum yıllarca ah çekip ağlamaktan yürek vurgunu yaşamaktan hayalini beklemekten bedením beynim ellerim gozlerim yoruldu. Yoruldum hayalini beklemekten yollarına düş işlemekten.

‘’Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde
gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
ve serin serviler altında kalan kabrinde
her seher bir gül açar, her gece bülbül öter’’
Beyatlı
Menekşe rengi bir çiçekti sevdiğim kız
anadolu yaylalarında karanfil kokan
yanaklarında güneşin gül öpücükleri
dudaklarında hayatın nazlı gülücükleri
pınarlara her akşam aşk masalları anlatan

erguvan rengi bir çiçekti sevdiğim kız
munzur’un eteklerinde nergiz kokan
bakışı ayışığı yüklü bir ceylandı
Sevda ve gül işlerdi yüreklere
ipek saçlarında çayır çiçekleri
esmer alnında duygu gelincikleri
her gece yıldızları alıp koynuna yatan

bende sevmiştim ah deli gönlüm bende
hasret rengi bir çiçekti sevdiğim kız
gözlerinde dağların ilkyaz gülücükleri
dilinde sevdanın içli sözcükleri
saçlarında bahar yelleri eserdi
yaşamak bir şarkıya benzerdi dudaklarında
dünyanın bütün dillerini konuşan

bende sevmiştim ah ömrüm bende
kar rengi bir çiçekti sevdiğim kız
nefesinde dağgüllerinin kokuları
kalbinde sevdanın gizli korkuları
üşüyen yüreklere beyaz çiçekler sunardı her gece
türkü türkü seher yeliydi yüzü
şiir şiir ay güzeli
doğanın bütün renklerine yakışan

bende sevmiştim ah dostlarım bende
hayat rengi bir çiçekti sevdiğim kız
hala özlem kokuyor bir köşesinde anadolunun
hala sevda kokuyor uzaklarda sesizlikler içinde
kimselerin uğramadığı bir yerde
yıldızlara bakıp üşüyor her gece

şimdi güller gülümsemiyor artık,uzak dağbaşlarında
cerenler inmiyor sulara
derin uykuya dalmış gözlerinde sevdiğimin
nergizler uyanmıyor sabahlara
sarmıyor yaşamı maviler
sonsuz bir hüzün gibi devrildi düştü gecelere
bir hüzünki ne yazgılara sığar ne yıldızlara

Ya ben nasıl ağlamam dostlarım. Ya ben nasıl..

Nuri CAN
13.10.1990


Ateşe Düşen Gülün Çığlığı

Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep 'Ya' diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın.

Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı.

Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin! ” diyordu.. “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur? ”
Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu? ” diye.

İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerektiğine inanıyordu.

Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu, bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendini. Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu Kezban.

Hayâller kuruyor Kezban. Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban. Dudaklarında sayıklamalar...

Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona pezevenk, piç babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz? ” deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu...

Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu...

Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı...

Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu.
Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu.

Kocası hapisten çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi. Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı...

Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip götürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği....

“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece. Bilir mi neden bu kadar korktuğumu? . İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…”

Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi...

Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup. Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında...
Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar? ... Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu...

Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa. Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep.

Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık. Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri?
“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsa, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine...

Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu.
Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler....

Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya….
Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının.
Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu. “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban...

Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu….
Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım.
Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyorum da ölümün ne olduğunu bilmiyorum.”

Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş yavaş.

Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak, boşaltmak istiyordu. Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu.

“Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin” diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi artık.

Kızına baktı gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...”

Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi... Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere...
Sonra, çocukluğunda dinlediği bir hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı dudakları titreyerek...

“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya;
gel 'Sevdalım ol' hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,'Al ' demiş..'Yüreğim' sana armağan.. Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..!

Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu diyarlar boyu... Geceler boyu...

Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış, o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş öylece.. Sönmüş aşkıyla....

İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş..”

Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru.
Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat...
Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..…

Durup yüreğini dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu....

Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı. Ama artık hiç birini çekecek gücü bulamıyordu kendisinde...

Sarıldı kızına sıkıca ve hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık... Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya…

Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya.
Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara.

Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar...

Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı onları...

Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile...
” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık.
Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının. Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar...

Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de. Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış gidiyorlardı...

‘’Kezban! Kezban! Geri dön! ’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur! ’’
Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu...
Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi...

Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına...

Kezban’nın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı...

Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı...
O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu...
Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını gidiyorlardı.

El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi..

Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu.
O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları...

Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…

Nuri CAN
Gerçek bir yaşam Öyküsünden...


Bir Gurbet öyküsü

Ali İle Kezban çilek topladıkları bahçenin kenarında duran çam ağacının gölgesinde dinleniyorlardı. Yaptıkları işin yorgunluğu ile çocuklarının özlemi onları alıp götürmüştü. Ali üzelerinde uçuşan ve sonra koluna konan kör sineğin acısıyla irkilirken, körsineği öldürmek için olanca gücüyle koluna bir şaplak indirdi. Tokatın çıkardığı ses Kezbanı dalıp gittiği düşten çekip çıkardı bir anda. “Ne yapıyon? ” dedi Zeynep, umursamaksızın ‘’kendini mi dövmeye başladın şimdide.’’ “Nasılda bildin gız! ” “Seni de döveyim istiyon mu? ” dedi Ali öfkeli öfkeli. Bu söze Kezban’ın biraz içerlendiği belliydi. “Sende heç şakadan anlamıyonki be kadın, seninle konuşmak da olmuyo vala.’’

Öbür Faslı ve Türk aileleri çoluk çocuklarıyla, ellerinde sepetlerle durmaksızın çilek topluyorlardı. Ali, “şunlara bak” dedi “Avrupa’yı da geldiği yerlere çevirdiler, gebermecesine çalışıyolar, Hollanda’lının gözüne girmek için sankinem eşek yarışı yapıyolar’’ deyip kızgınlığını belirtti.

Sonra aralarında derin bir sessizlik oldu. Şimdi ikisi de köylerini ve köyünde bıraktıkları çocuklarını düşünüyorlardı. Karın tokluğuna çalışan ırgatları, yazın her tarafta vızıldayan sinekleri. Ne kadar da çok sinek vardı köylerinde, sinekleri bile özlemişlerdi. Buram buram tütüyordu köyleri gözlerinde.

Baharda yaylabaşının yamacında davarın inişini, gübre kokusunu, sonra munzurun yaylalarına oba oba göçüşü, yaylalarda hayvanları sağmaya giden kadınların bağrışmaları, süt bakraçlarının çıkardığı sesler, toza belenmiş üstü başı yırtık çocuklar, keçilerin, koyunların, kuzuların meleyişleri doluyordu kulaklarına. Gün batımında çağıl çağıl akan suların sesi, serin serin yellerin esişi bile bin özlem tutuşturmuştu yüreklerinde. Şimdi düşlerinde yalnızca köylerine gitmenin sıcaklığını yaşıyorlardı...

Sessizliği Ali’nin köyünde iken eski pilaklarda öğrendiği bir türkü böldü, Bülbül ne gezersin garip ellerde/ yokmudur vatanın illerin hani. Eşinin söylediği bu türküye katılırcasına “ya biz ne arıyok bu ellerde gurban, bizim işimiz ne buralarda.’’
‘’Ekmek, yaşam, istikbal’’ diye ekledi Ali...

‘’Bırakalım ekmeği, yaşamı Hollanda’nın olsun, biz köyümüze dönek gurban olduğum’’. ‘’Bir tas çökelek, bir kuru ekmeğe razıyım, yeterki çocuklarımla olayım, kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir’’ deyip gözyaşlarını tutamadı Kezban.

‘’Varalım yalvaralım ağalara, beylere, toprağımıza, yalvaralım munzur suyuna, tanpınara, derelere, çeşmelere sulayın diye toprağımızı, verin rızkımızı. Bir selam bile vermeden geçip gitmeyin yanımızdan, boşuna akmayın denizlere. Kezban’ın bu sözleri çölde esen bir yel gibi yitip gitmişti uzaklara...’’

“Olmuyo Kezban gadınım olmuyo yalvarmak çözüm değil ki, yalvarmaynan çorak toprağımıza akmazki zap, fırat, munzur suyu, merhamet inmez ki gökten yüreğine beylerin, ağaların. Memlekette bütün çarklar onlardan tarafa dönüyor. Zamanında yedirmişler, içirmişler hökumat adamlarına tapu etmişler köylünün toprağını üzerlerine...”

Ama bir yolu olmalı bunun, bir çözümü olmalı, zap, fırat, munzur suyu topraklarımıza fışkırmalı kıraç topraktan, umutlarımız boy vermeli toprağa, çekip gitmeli ağası, beyi. Atalarımızın terleriyle yoğrulan ve şimdi kuruyan topraklarımıza düşmüş tohumlarımız bitmeli kadınım... Bitmeli gurbetliğimiz, hasretliliğimiz, acımız...’’

Ali Hollanda’ya geleli tam 7 yıl olmuştu. 5 yıl çalışıp ancak karısının başlık parasını ödeyebilmişti. Kezban da 10 yılı aşıyordu kocasının yanındaydı. Henüz çiçeği burnunda gelin iken iki çocuğunu da yazıda çalışırken doğurmuştu... Çocuklarını anasının yanında bırakıp Kezban’ıda almıştı yanına Ali. Kaç yıldır Ali işsizdi Zeynebin fabrikada çalışıp aldığı maaşla ancak geçimini sağlayabiliyorlardı, gerçi İstanbul da yıkık bir gecekondu satınalabilmişti ama ne yapabilirdi ki, kupkuru evle. İstanbul da iş lazımdı, aş lazımdı, para lazımdı, neye ve kime güvenip dönecekti, neye güvenecekti...

Ali uzandığı yerden doğruldu, yanıbaşında duran termostan bir su doldurup kana kana içtikten sonra, karısına uzattı. Karısı yüzünü yıkamakla yetindi, ‘’şu memleketten çekip gidebileydik bir kere’’ dedi, ‘’çekip gidebileydik çoluk çocuğumuzun içine. Allahtan başka bişeycik istemezdim...’’

‘’Alí, nasıl gideriz Kezban gadınım ne yüzle, gitgide batağa gömülüyok, ah bir kaç kuruş para edeydik dururmuyduk buralarda dersin’’... ‘’Sen ne diyon Allahını seversen! Benim yüreğim yanıyo, yüreğim.’’ dedi, Kezban kocasına çıkışır bir şekilde...
Ali oturduğu yerden karısına öyle bir anlamlı ve çaresiz baktı ki. Ali nin bakışları Kezban’ın yüreğini yakıp geçti. ‘’Biraz daha bekleyelim be kadınım Allah kerimdir...’’ ‘’Bende biliyom, taş taşımıyom ya kalp taşıyom herhal, benimde yüreğim yanmıyomu sanıyon, bende bu dinsiz imansız yerde kahrolmuyom mu dersin? . Ama başka çare mi var, elden ne gelir ki...’’

Kocasının öyle ezik bakışı Kezban’ın yüreğini burktu, içinde sanki bir ses cız etti, yüreğinin derinlerinde sanki bir parça koparılıp alınmıştı... Oysa gerçeği kendiside biliyordu. Gözgöze geldiklerinde hafif bir ürperti bütün vucudunu sarstı Kezban’ın, Yüzündeki tebessüm, dudaklarının altındaki ince kıvrım, yüreğinin derinliklerinde ince bir sızı bırakıyordu. Tuh dedi kendi kendine hayıflandı, kocasını üzdüğüne pişman olmuştu...
Yanı başlarında hızla geçen bir trenin sesi duyuldu ama sessizliği bozan bu gürültüyü duymuyorlardı bile. Anılarına gömülüp gitmişlerdi yine...

Gözlerini alabildiğine uzanan verimli bahçelere ve düz arazilere dikmişlerdi. Sönmeye yüz tutmuş anılar uyanıyordu belleklerinde, çok gerilerde kalmış yaz günleri canlanıyordu...
Ali, güneş batmak üzereydiki, çantasını omuzuna asıp, ağacın altında duran termosu da alarak, kendinden önce evin yolunu tutan Kezban’ın peşine takıldı. Her ikisininde yüreklerinde tarifi imkansız bir huzursuzluk ve sıkıntı vardı, ama biribirlerine açılmaktan korkuyorlardı. Aralarında geçtikleri bahçelerin her bir meyvesi üzerinde bir dünya kurup, umutlar içinde kurdukları bu dünyaya, fasulyelerin kargıya sarıldığı gibi sarılıyorlardı...

Evin kapısını açtıklarında bir kaç resmi zarfın dışında birde telgraf içeri atılmıştı. Kezban’’ın okuma yazması olmadığı için böyle şeyleri pek bilmezdi. Ali, karısının uzattığı telgrafı görünce yüreğinin içinde bir tel koptu sanki. Tedirginliğini karısına yansıtmamak için tüm cersretini toparlamaya çalıştı. 10 yıllık gurbetlik hayatında ilk olarak bir telgraf alıyordu. ‘’Yoksa kötü bir haber mi var’’ dedi. ‘’Aman be dedi ‘’bende neler düşünüyorum..’’ Allah esirgesin dedí içinden, ama bir kez korku düşmüştü Alinin yüreğine, tedirginliğini Kezban’a belli etmemek için tüm gücünü toplayarak titreyenn elleriyle telgrafı açmaya çalıştı, açar açmaz benzi sapsarı oldu, dizlerinin bağı çözüldü ve düşmemek için olduğu yere çömeldi...

O an içinin yandığını hissetti, utandı kendinden, dirayetli olmadığından, karısını teselli edemediğinden utandı... Dedesinin sözlerini anımsadı Ali. ‘’Hayat derdi bir garip yeldir, bazen tatlı eser, bazen acı. Acıyı tatmadan tatlıyı, tatlıyı tatmadan acıyı bilemezsin’’... Ama her şeye rağmen direnmek vardı...

Telgrafta ‘’Oğlun Ahmet gölde boğuldu acele gelin yazılıydı’’. Kocasının durumunda bir şeyler sezinleyen Kezban avazı çıktığı kadar bağıriyordu.

Ali, bu haber karşısında acıdan kaskatı kesilmişti. Ne duyuyor, ne konuşabiliyor, ne de ağlayabiliyordu. Karısının haykırışı karşısında ne yapacağını bilmeden yığılıp kalmıştı evin orta yerine. Gözleri bir noktaya çakılmış dalgın dalgın duvarlara bakıyordu, biten umutlarının tüm soğukluğu ile...

Kezban’ın feryatları betonların ürkünç yankıları arasında bir yerlere ulaşmadan kaybolup gidiyordu. Kezbanın gözlerinden süzülen yaşları evin altı bile kabul etmiyor, manalı ağıtlara hiç bir şey cevap vermiyordu.

‘’Vay kara yazgım vay! .. Ne olacak şimdi benim halım! Yaban ellerde şimdi ben ne yaparım! ..’’ diye ağıtlar yakıyordu Kezban...

Kezban’ın feryatlarından tedirgin olan Hollandalı komşuları, polisi arayarak bu acılarını bilmedikleri, ağıtlarını anlamadıkları insanları karakola çektirmek zahmetinde bulunmuşlardı. Taa ki bir tercüman bulunup duruma açıklık getirilinceye kadar...

Kara haber tez duyulur derler, az sonra hemşeri, tanıdık, ahpap ve dostları teselli etmeye çalışacaklardı.

İki sarhoş kahkaya atıyordu biraz ilerde.


08/08/1977. Nijmegen
Nuri CAN

Yağmur Çiçeğim Myra

Sen umudun sabahında dağ çiçekleri ve dağlara serilen sabah güneşi kadar güzeldin Myra. Günaydınım, gülaydınlığımdın benim.

Seninle bir rüya gibiydi hayat. Ve biz o rüyada kuşlar gibi hafiftik. Yüreğimiz gökyüzü kadar engin, bulutlar kadar beyazdı. Her gözlerimi açtığımda, her kapattığımda seni görürdüm karşımda.

Ellerimi her uzattığımda ellerini bulurdum. Bütün güzellikleri, sevinçleri yalnız sende yaşardım. Sensiz hayatın ne kadar boş, anlamsız olduğunu, sensiz kalınca öğrendim Yağmur çiçeğim Myra.

Bir gün çekip gittin, her şeyimi kaybettim. Yaşama sevincimi, direncimi, gülüşümü, mutluluğumu, yaşama dair ne varsa hepsini kaybettim, her şeyim yerle bir oldu.... Uçurum başlarında, duvar diplerinde kaldım bir başıma. Kimse aramadı beni, kimse sormadı... Tut ellerimden alıp beni yüreğine götür dağlar kızı Myra. Üşüyorum... Üşüyorum... Güneşe ulaşılmazlığı bilerek soluğunun sıcaklığına sığınmak istiyorum. Sıcak yüreğine gereksinimim var... Biliyorum benden çok uzaklarada bir yerdesin, sana ulaşmaya gücüm yok...

Ey gönülçiçeğim Myra... Ey ayışığım... Aytanem, nurtanem, birtanem Myra...Sen olmadan nasıl bakarım gökyüzünün maviliğine. Nasıl bakarım engin denizlere, hayat bir dalgaysa eğer... Nasıl yürür sularda sandalım rüzgarın olmadan, dolmadan iliklerime sevdanın iksiri, ufuklara nasıl açılabilirim...

Sen deniz olsan kanasan ben dalgan olurum
Kimsesiz kalsan ağlasan ben dünyan olurum
Sen ateş olsan yansan ben duman olurum
Bir ömür yüreğimde saklarım seni, unutma

Ayışığım Myra canımdın sen anlıyor musun? her şeyimdin benim. Yaşamın adı, sevginin tadıydın. Seninle yaşadığımı hissediyordum ancak. Neye dokunsam sen olurdun, nereye baksam seni görürdüm aynalarda, ne yana dönsem sen dururdun karşımda. Aksın vururdu sulara...

Yanımda olduğun zamanlar dünyanın en mutlu insanı olurdum. Zamanın geçmesini asla istemezdim. Sensiz dakikalar yıl gibi uzar ve geçmek bilmezdi zaman. İsterdim ki, her an yanımda olasın. Her dakika gözlerinin derinliğinde yitip gideyim. Çünkü kendimi en mutlu, en güvende hisettiğim anlar, senin yanında olduğum anlardı...

Yüreğimdekileri her gece kağıtlara dokuyarak, her sabah seher yellerine okuyarak uzak çığırlara, uzak yollara savuruyorum şimdi...

Rüzgarsaçlım sende ansızın bir rüzgar gibi esip girmiştin gönlüme, rüzgarın savurduğu yapraklar gibi de çekip gittin ve her şey bitti. Şimdi yüreğim paramparça, hasretim çöl yangını, her ah çekişte tütüyor içim...

Sen gittin masal bitti, hayatla mücadele saflarımın hepsini kaybettim. Bu yalancı dünyada tek gerçeğim, tek yaşama nedenim, tek dayanağım, yaşama kaynağımdın.
Karanlık bir uçurumun kenarında düştüm düşeceğim şimdi. Hiç bir dayanağım, tutamağım yok artık.

Sen yanlızlığın, terkedilmişliğin ne olduğunu bilmezsin? Sevipte sevilmenin, sevipte terkedilmenin acısını, uykusuz geçen gecelerin sayısını. Sen kahrolmanın, mutsuzluğun acısını bilmezsin? Her gün yavaş yavaş kaybolmanın verdiği çaresizliği. Çekilen hasretin, kahreden gurbetin, sensizliğin verdiği acıların hesabını bilmezsin? Karanlığını gecelerin, kanayan sancısını günlerin.

Aradan geçen bunca zaman, senden aldığım yaramı iyileştirmedi. Hala mutsuz, hala bedbaht ve sensizim.
Kaç kez ölümün eşiğinde döndüm, kaç kez öldüm dirildim bilmezsin? .. Kaç hazan mevsimi esip geçti üzerimden, kaç hüzün mevsimi geçti. Dönmedin... Yağmur mevsimleri gelip geçti, ağlama mevsimleri, gözyaşı mevsimleri gelip geçti, sen hala yoksun. Hala gelmiyorsun...
Sevmek yüreğe saplanmış bir ok, kahretsin...

Sen gittin evimin adresi, kapımın zili gitti
Sen gittin sazımin teli, kuşumun dili gitti
yangınlar düştü yüreğime / ıssızlaştı şehir
kırık bir ağaç dalında,öksüz bir kuş gibi kaldım

Sen gittin
yaprağa duran ağaçlarım gitti
umutlarım gitti,baharlarım
tutam tutam saçlarım gitti

Sen gittin
yüreğimde kanayan şiirler
masamda sigara izmaritleri kaldı
Sen gittin
kemanım yayım, güneşim ayım
mutluluk payım gitti
çöl oldu şiiristanım
hayalim, düşistanım

Sen gitin
hayalim düşüm
sevincim gülüşüm
servetim işim gitti

Sen gittin
özlemin yüreğimde
yokluğun kirpiğimde çoğaldı
sen gittin umudum gitti
gururum gitti
her gece oturup ağladım
ıslandı/ ekmeğime karıştı korkunç acı
gülmek nedir unuttum gitti

Sen gittin
yaralı bir ceylanın bakışında yaralı kaldım
her yerde izimi arıyor şimdi avcılar

sen gittin masal bitti ben bittim

Nuri CAN
20.02.1985

Nuri Can
Kayıt Tarihi : 9.12.2008 14:59:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Nuri Can