Gazetelerin muhtelif eklerinde her sene ısrarla yayımlanan ‘yaz kitapları’ klişesini biliyorsunuz değil mi? Mantığını ve muhtemel alıcısını elbette anlayabiliyorum, lakin kitapların iklimlere göre tasnif edilmesinden pek hazzetmiyorum. Neden yaz kitapları illa ‘eğlenceli’ olmak zorundadır ve ‘eğlenceli’ olmanın ölçüsü nedir mesela? Üstelik de bu soruşturmaları genellikle yazarlarla ve yayınevlerinin ilgili editörleriyle yaparlar. Onlar da ciddi ciddi cevap verirler bu ‘anketlere’. K Dergisi‘nin bence fevkalade isabetli bir sloganı var. “Sizi kandırdılar. Edebiyat eğlencelidir.” Öyledir gerçekten ama anlaşılan kandırmaya devam ediyorlar, çünkü yaz kitaplarının özellikle ‘hafif’ bir neşesi olması da gerekiyor nedense.
Kolunuzu kaldırmaya mecalinizin kalmadığı rutubetli bir ortamda denizin üstündeki buğuyu seyre dalıp tembel kediler gibi kumların sıcak oyuklarına yerleşmişken, okaliptüs ağaçlarının altında hülyalara daldığınızda, karpuz peynir yerken kimse Karamazov Kardeşler‘i ya da Proust’un yataktaki ufak kımıltılarının ayrıntılarını sayfalarca tasvir ettiği romanlarını okumak istemiyor galiba. Halbuki ben ‘yüksek edebiyatın’ böyle zamanlarda insanı daha sıkı kucakladığına ve iz bıraktığına inanırım. Hayattan müsaade aldığınız o iki hafta içinde, mümkünse kaotik bir zihin kamaşmasından uzaklaşıp tanımadığınız ama merak ettiğiniz, sizi size edebiyatın değerleriyle anlatan, insan olmanın ıstırabını, hazzını, derinliğini bazen incelikli bazen basit ama keskin cümlelerle ifade eden daha eğlenceli bir yolculuk düşünemiyorum. Bu düşünme biçimi, şezlonglarda polisiye veya gazetecilerin çok sevdiği benim nefret ettiğim o tabirle ‘aşk romanları’ okumaya engel değil elbette. Ama neden yaz kitapları? Mesela siz hiç ‘sonbahar kitapları’ diye bir başlık gördünüz mü? Eğer edebiyatı mutlaka tasnif edeceksek bence olmalı, benim de ‘eğlenceli’ önerilerim var ama sonbaharda açıklayacağım. Yani bu ‘büyük fırsat’ için biraz daha beklemeniz gerekiyor. Gazetecilerden öğrendim, her haber mevsiminde güzelmiş.
Kitap en iyi tasarım...
Netice itibarıyla sonunda ben de bu modaya uydum ve kendime bir yaz kitabı edindim. İsmi, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Hakikaten eğlenceli ve zihin açıcı, düşündüren bir kitap. Nietzsche’nin deyişiyle, neşeli bilgi varmış bu kitapta. Özellikle benim gibi kitap fetişi olduğu sanılan ama sadece yazıyı seven, kitapsız hayata devam edemeyen bütün ‘okuma bağımlılarının’ müthiş bir hazla okuyacağını düşündüm sayfaları merakla çevirirken. Kitabın beş bin yıllık tarihinde dramaturg ve sinemacı Jean-Claude Carriere ve semiyolog, yazar Umberto Eco’yla seyahat ederken uzun ve çok katmanlı bir rüyada dolaştım sanki. Avcı köpekler gibi nadir kitapların izini süren iki bibliyofilin, eski ve nadir kitap koleksiyoncularının hikâyeleriyle kitabın geleceğini geçmişin içinde görebilmek güzeldi. Akademik dilden bilerek uzak durmaları kitabın okunuşunu, üstünde yorum yapmayı ve en önemlisi insanın kitapla kurduğu o mahrem ilişki üzerine soru sordurmayı beceriyor. Bu söyleşiyi yöneten editör Tonnac, geçmişi konuşturma konusunda ne kadar ısrarlı olursa olalım, kütüphanelerimizde, müzelerimizde zamanın yok etmediği, edemediği eserleri bulacağımızı söyledikten sonra, kültürün, tam da her şey unutulduğunda geride kalan şey olduğunu hatırlatıyor. Eco’nun dediği gibi gelecekte kütüphane ve müze diye bir şey kalırsa tabii. Gelecekte internet olacak mı o da büyük bir muamma...
O kitabın beş yüz yıldır varlığını kabul ettirdiğini ve tıpkı çekiç, kaşık, tekerlek gibi ondan daha iyi bir tasarım yapılamayacağını düşünüyor. Ve onlara göre elektronik kitap ticari olarak kitabı hezimete uğratsa da, alışkanlıklarımızı değiştiremediği için kitabı tamamen yok edemeyecek.
Bu kitabı okurken iki edebiyat tutkunuyla lezzetli yemeklerle donatışmış zevkli bir yaz sofrasında sohbet eder gibi hissetmemin sebebi, o muazzam düşünsel serüvenin içinde birbirlerine çocuk saflığıyla sorular sormalarıydı sanırım. Carriere, “evinizde yangın çıktı,hangi eserleri kurtarırdınız” diyor. Eco’nun cevabı net: “Kitaplar hakkında o kadar iyi konuştuktan sonra, son otuz yılda yazdığım her şeyi ihtiva eden 250 gigabaytlık sabit belleğimi söküp alırdım, hâlâ imkânım varsa, eski kitaplarımdan birisini kurtarmaya çalışırdım.” Eco’nun bu cevabından da kolayca anlaşılacağı üzere onun gibi ‘hastalıklı’ bir kitap koleksiyoncusu bile yazı mevzubahis olduğunda bütün bencil yazarlar gibi geleceğe kalabilmek için yangında, önce kendi kitabını kurtarmak istiyor.
Sentez sanatı...
Genellikle bugünün teknolojisiyle geçmişin imkânlarını mukayese ettikleri ve meselenin özünün aslında pek değişmediğini anlatan eğlenceli hikâyeler beni güldürdü. Victor Hugo yazarken, yayıncısı Hetzel, kitabı bölüm bölüm yabancı yayıncılara gönderiyormuş. Eserin dağıtımı, bugün pek çok ülkede ve birçok dilde aynı anda satışa sunulan best-seller’larınki gibiymiş. Aynı şekilde Nişanlılar, 1827’de yayımlanan ve dünya çapında otuza yakın korsan baskı yapılması sayesinde büyük başarı elde etmiş, ancak bu korsan baskılar ona tek kuruş kazandırmamış.
Hafızanın giderek güçlenmediğini tam tersine, yeniliği yakalamak için nefes nefese koşturan insanların çabuk yorulduğunu konuştukları bir anda Eco, dingin bir şimdiki zamanı yaşamadığımız için devamlı geleceğe hazırlanma gayretinden bahsediyordu. Doğrusu bu benim de son zamanlarda çok takıldığım bir mevzu. Teknolojinin bütün imkânlarını severek kullanıyorum ama bu ‘çılgınlığın’ insanı özünden uzaklaştıran, çok vahşi bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Sınırsız malumat elimizin altında süzülmeden bize ulaştığına göre hakikaten hafıza ne ifade ediyor? Eco’ya göre sentez sanatını. Ben bilginin kullanımına dair Carriere’nin temiz cevabını sevdim. “İrfan, bilginin bir hayat tecrübesine dönüşmesidir.” Bence bu kitabın hazırlanış mantığında da temel olarak bu prensip var. Belki de gerçekten bilgi kirliliğinden ziyade irfanı konuşmalıyız. Bu tercih, muhtemelen daha evvel hiç düşünmediğimiz ve sormadığımız sorular hakkında düşünmemizi de sağlar.
Bugünün yazarı geçmişi etkiler mi
Mesela, kaybolmuş, yangınlarda kül olmuş eserler muhafaza edilenlerden daha mı nitelikliydi? Kim onları muhafaza etmeye karar verdi. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz kaç büyük ‘yazar’ var acaba? Carriere’in dediği gibi, en büyük yazar, belki de hiçbir şeyini okumadığımız yazardır. Ya da büyük eserlerin birbirlerini nasıl etkiliyordu? Cervantes’in Kafka üzerinde ne kadar etkisi olduğunu açıklanabildiğini ama Kafka’nın da Cervantes’i etkilediğini söylüyorlar. Bu imkânsız gibi görünse de okumanın zamanla bizi nasıl değiştirdiğini anlatılıyor: “Eğer Cervantes okumadan Kafka okursam, benim aracılığımla ve benden habersiz; Kafka Don Quijote okumamı değişikliğe uğratacaktır. Keza hayatımıza çizdiğimiz yollar, kişisel tecrübelerimiz, içinde yaşadığımız dönem, haberler, sıkıntılarımız her şey eski okumalarımızı etkiler.” Ve Eco’nun biraz alaycı bir üslupla hatırlattığı gibi Hamlet edebî nitelikleri bakımından bir şaheser değildir belki ama yıllarca bir muamma haline gelip insanlığın yorumlarına dayanabildiği için kalmıştır. Ona göre geleceğe taşınmak için bazen anlamsız kelimeler söylemek yeter.
Yayıncıların büyük yazarları reddederken kullandıkları, bugün bize utanç verici görünün o cümleleri, aptallığın edebiyattaki çekiciliğini, sansürcüleri de çarpıcı örneklerle tartışıyorlar. Ve onca felaketten sonra biraz neşelenmeyi hak ettiklerini düşünüp esas kitap düşmanlarının yazarlar arasından çıktığını anlatıyorlar birbirlerine.
Tek kişilik bir günah...
Philippe Sollers ve Maurice Blanchot, kitabın ortadan kalkmasına çağrıda bulunan bir komitede çalışmış. Bu çelişkili durumla haliyle fena halde dalga geçiyorlar: Kitaplar olmasın, diye slogan üretenler, “kelimeler kitaptan, nesne olarak kitabın boyunduruğundan kurtulmalı, kaçmalı” diyormuş.. Hakikaten kaçıp da nereye sığınacaktı acaba o zavallı kitaplar?
Kitap, ‘İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur’ başlığıyla kapanıyor. Ön görülemez teknolojik gelişmelere, felaketlere rağmen anlamlı bir soru. Hiçbir çekiciliği olmayan orijinal bir kitabın peşinde neden bu kadar çok koşulduğunu anlamayanlara Carriere, “iyi bir kütüphane, yaşayan arkadaşlar tarafından oluşturulmuş bir grup gibidir. Kendinizi yalnız ve çökmüş hissettiğinizde onlara başvurursunuz. Oradadırlar” diyor. Eco yine o sinik üslubuyla cevaplıyor: “Tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı, bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, değeriyle hiçbir ilgisi yoktur.”
Onlar öldükten sonra kütüphanelerinin başına gelecek senaryoları bu kitapta tartışıyorlar. Benim bu sorunun cevabını düşünecek kadar önemli bir kütüphanem yok ama bana hayat boyu arkadaşlık etmiş olan kitaplarımın onları anlayabilecek insanların eline geçmesini isterdim doğrusu. Eğer işaretlediğim bölümlerden birisi yıllar sonra birilerini neşelendiriyorsa, hüzünlendiriyorsa, çoktandır unuttuklarını hatırlatıyorsa, tefekküre daldırıyorsa, içini titretiyorsa benim için o kitap vazifesini fazlasıyla tamamlamış demektir.
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:22:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/edebiyat-tutkunlariyla-uzun-bir-yolculuk.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!