Akşam 17:00 gibi bahçede oturup bir kitabı okumaya devam ediyordum (Vakit başka nasıl geçirilebilir ki?) .
Bir patırtı geldi, baktım; bir güzel kız: Ecem.. Koşuyor ama bana doğru değil, apartmanın arka tarafına doğru.
Bana bir selam verip rüzgâr gibi geçiyor. Arkasından bakıp kalıyor ve bugünleri yaşadığım için kendimi memnun hissediyorum.
Ne tatlı şey bu küçük yakınlar...
Acaba koşup apartmanı bir devir dönüp tekrar karşımdaki taraftan mı dönecek diye ara-sıra o yöne bakarken gittiği taraftan görünüyor ve
genç sesiyle sesleniyor:
Dedeeeee! ...
Dedesi o tarafa bakıyor. O da:
Dedeee, diye devam ediyor.
Sesini daha iyi duyurabilmek için iki elini yüzünün iki yanına perdelemiş olarak.
Dedeeee, bu tarafa gel de bir anneme bakkkk! ... Diye bağırıp duruyor.
O tarafa yönelirken 'Seninle kalabilir rmiymişim' diyor herhalde.
Balkonda annesini görüyorum ve anlaşılıyor ki; Ecem benimle bahçede kalabilir miymiş? .. Onaylıyorum.
Ecem, çimenlerin üzerine balkondan atılmış olduğunu sandığım plastik topunu alıp çimenler üzerinde hoplatmaya çalışarak yanımda geliyor ve birlikte banka doğru gidiyoruz.
Bir yürüyüş sonrası Gima' dan aldığım bir-iki ekmek ve yarım kilo yeni ürün tüysüz şeftaliden oluşan paketlerim bankın masa bölümünün üzerinde...
İnsan dede olunca ve de torunu ile karşılaşınca ille de ona bir şeyler ikram etmek istiyor sanki.
Torbadan bir şeftali çıkarıp kendisine veriyor ve bahçe sulamak için muslukta bırakılmış hortumun başına giderek şeftaliyi yıkamasına yardımcı oluyorum.
Yemeye başlarken 'bu ne? ' diye soruyor. Tüysüz şeftali olduğunu söyleyip beğenip beğenmediğini soruyorum.
Şeftaliyi sularını akıta akıta yerken baş sallamasıyla beğendiğini ifade ediyor.
Ben de kendisini şeftali gibi yemek, yalayıp yutmak isteği ile onun güzelliğini, cana yakınlığını izleyip mest oluyorum.
Bahçe muslukları bildiğimiz musluklar gibi anahtarı çevrilen musluklardan değildir. Onların bazılarının hortumdan su akması için sağa ya da sola itilip-çekilmesi gerekir.
Ecoş 'um karşımda kiraz dudaklarıyla hemen hemen kendisi gibi taptaze, körpe şeftaliyi yerken kabuklarını soymaya ve masanın üzerine yapıştırmaya başlıyor.
Sağ kolunun bir tarafı dirseğe kadar su izi. Ya şeftali suyu ya da şeftaliyi yıkarkenki hortumdan akan su.
'Bak' diyorum, 'Kolundan sular sızmış.'.
Ecem:
'O şeftali suyu değil, hortumun suyu' diyor.
'Dikkat et elbisene akmasın şeftalinin suyu.' diye ikaz ediyorum, azıcık eğiliyor.
O küçücük şeftaliyi öylesine çocukça, öylesine iştahla ve öylesine sevimli yiyişi var ki; anlatamam. (Belki de bana öyle geliyordur.)
'Bitirince,' diyorum; çekirdekle birlikte masanın üzerine yapıştırdığın kabuklarını da alıp şu karşıdaki çöpe atacaksın ve hortumdan akıtacağın suyla ellerini ve kolunu güzelce yıkayacaksın.'
'Çekirdeğini atmayacağım' diyor, çekirdeği ağzında emerek.
'Atmayıp da ne yapacaksın? ' diye soruyorum:
'Kıracağım.' diyor.
Aklıma Kayseri 'de annesinin yazlık evlerinin bahçesinde eline aldığı bir taşla bir şeyler kırarken çekilmiş fotoğrafı geliyor...
'Ama şeftali çekirdeği yenmez, acı olur.' diyorum.
'Olsun, yemeyeceğim.' diyor.
'Eeee, o zaman niye kıracaksın ki? ' diye sorduğumda:
'Kırdıktan sonra atacağım.' cevabı geliyor.
Bu minikleri anlamak o kadar da kolay değil...
Sonra çekirdeği ve masanın üzerindeki şeftali kabuklarını alıp göstermiş olduğum çöp tenekelerinden birsine doğru gidiyor.
İzliyorum; elindekileri basket potasına atar gibi atığını ve çöp tenekesine isabet ettiremediğini görüyorum.
Bakışlarımız karşılaşıyor ve ben 'Bak gördün mü, çöpler çöpe öyle mi atılır? ' gibilerinden bakıyorum.
Kendini haklı çıkartmak istercesine bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum.
Hortumdan akan suyla ellerini yıkamasına yardımcı oluyorum.
Okuduğum kitabı gösterip 'Bu ne? ' diye soruyor.
Ağabeyimin yazmış olduğu bir kitap olduğu bilgisini veriyorum.
'Senin ağabeyin kitap mı yazıyordu? ' diye soruyor.
'Evet.' diyorum.
'Öldü mü? ' diye soruyor. Öldüğünü söylüyorum.
Kaç yaşında öldüğünü soruyor. Yetmiş yaşında öldüğünü söylüyorum.
Şimdi motamot hatırlayamadığım ama 'Yetmiş yaş da pek ölünecek yaş değil ki? ! ' gibilerinden bir şeyler söylüyor.
Ben de yetmiş yaşın pekâlâ bir ölüm yaşı olduğunu ifade ediyorum.
'Ama benim anneannem yetmiş iki yaşında ve hala yaşıyor, insanlar kendilerine iyi bakarlarsa pekala yetmiş yaşından fazla yaşayabilirler.' gibi bir cümle kuruyor.
'Doğru.' diyorum ve ekliyorum 'Mesela; anneannen sigara içmiyor, rakı içmiyor...'
Bana manalı manalı bakarak ve dört dörtlük onaylayarak 'Eveeetttt...' diyor.
Kitabın üzerindeki yazıları merak ediyor.
Kitap; Victor Hugo 'nun ağabeyim tarafından Türkçe 'ye çevrilmiş ve 1963 yılında o zamanın matbaalarında az sayıda basılmış bir efsane kitabıdır ve kapakta,
beyaz zemin üzerine siyah harflerle 'Victor Hugo, Hikmet Barlıoğlu ve REN yazmaktadır.
REN, Victor Hugo 'nun efsane türü eserlerinden birisidir.
Önce iri puntolarla yazılmış REN 'i okumaya çalışıyoruz birlikte.
Parmağıyla göstererek 'Bu ne? ' diyor.
'Sen oku' diyorum.
Harfleri pek güzel tanıyor. Ren 'i bir şekilde okuyoruz.
Daha küçük puntolarla yazılmış ağabeyimin adı üzerine minik parmağını basıp 'Peki bu ne? ' diyor.
Yine birlikte okumaya çalışıyoruz. Hikmet ismini harf harf ilerlemeye çalışırken, soyadına geçip parmağıyla göstererek 'Barlıoğlu' diyor...
Başımı bir ara göğe kaldırıp, gündüz olmasına rağmen görünür durumdaki 'Ayın onbeşi' tabir edilen aya gözüm ilişiyor ve ne kadar mutlu olduğumu onunla paylaşıyorum...
Sonra Victor Hugo ismine geçiyoruz. Elbet onu da soruyor ve ben O 'nun bu kitabın asıl yazarı ve Fransız olduğunu, ağabeyimin bu Fransızca yazılmış kitabı Türkçe 'ye çevirmiş olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Masanın üstündeki anahtarlığıma takılıyor bir ara. 'Bunun neresine basılınca kapanıyor, neresine basılınca açılıyor? ' diye soruyor.
Ben; kanımdan olan böylesine sevimli bir yaratığın bu soru soran beynine kurbanlar oluyor ve beni muhatap kabul ettiği için şükrediyorum.
Açıklamaya çalışıyorum.
'Araban nerde? ' diye soruyor, hemen sol yanımıza par ketmiş olduğum arabayı gösteriyorum.
'Aslında ben şu okulun yanındaki kaldırımlarda yürüyebilir ve etrafı bir kolaçan edebilirim.' gibi laflar ediyor.
'Biraz daha büyüyünce olabilir, güzelim.' diyor ve 'Bazen çocuklar gözden kaybolunca büyükler onları göremez olduklarında onların başlarına kötü şeyler gelebilir ve büyükler de onların o durumlarını göremediklerinden yardım etmeleri gerektiği halde yardım edemeyebilirler.' diyorum.
'Geçen gün ben bakkala gittim ama.' diye karşılık veriyor.
'Bence biraz daha büyümen gerekir' diye cevaplıyorum.
'Annem balkondan beni izliyordu' diye cevaplayınca 'O zaman olabilir' diyorum.
Bu güzel yaratık' a biraz daha güzellik yapmış olmak için, eskiden gittiği yakınımızdaki parkın yeniden yapılandırılmakta olduğundan söz ediyor ve isterse birlikte o parka gidip ne aşamada olduğunu birlikte görebileceğimizi söylüyorum.
Heveslenip olurlanıyor.
'O zaman' diyorum, 'şu anahtarlığı sen al, ben de paketleri alayım, paketlerimizi ve senin topunu arabaya bırakıp parka gidelim.'
Hevesle anahtarlığı alıyor, açma ve kapatma noktalarını anahtarlıkta gösteriyorum. Bahçeden çıkmadan önce bir deneme yapıyor; açıyor, kapatıyor ve 'Bahçeden çıkıp arabanın yanına gidince açalım' diyor.
Bu ne güzel arkadaşlık arkadaşlar...
Tam arabayı açıp eşyaları koyacakken kapıcımız görünüyor ve ben ondan, paketleri eve bırakmasını rica ediyorum.
Parka yöneliyoruz.
Okulun arka tarafından giderken kendisi okulun ihata duvarları dibindeki dar kaldırımdan yürümeyi tercih ediyor ve bunu 'Ben bu kaldırımdan yürümeyi tercih ederim' diyerek ifade etmek istiyor ama tercih kelimesinde bir kekeleme oluyor.
Bu kelimeyi bir süre konuşuyoruz.
Parka vardığımızda ben salıncakları tercih eder diye düşünürken o kaydıraklara yöneliyor.
Hemen yakınında çepeçevre konuşlandırılmış yepyeni banklardan birisine oturup bir sigara yakıyor ve 'torunlarımın olduğunu da görecek miyim? ' diye kendime sorduğum günleri... taaa ilkokul üçüncü sınıftaki okul bahçesinde oynadığım ilkel barfiksimsi oyun ortamını hatırlıyorum. Orada kol atmış, parmaklıklı demirde sıçramış ve düşüp çenemi yerdeki bir taşa çarpmıştım.
Canım bayağı acımış ve o çarpmadan dolayı alt çenemin tam ortasındaki kesici dişlerimden birini sakatlamıştım...
Park alanında bir de; çapı bir-iki metre civarında, dönen, daha doğrusu elle döndürüldüğünde dönen bir platform vardı.
O platforma çıkartıp platformu birazcık dönmesi için iteledim. Biraz dönünce Ecoş 'da bir tatlı telaş başladı ve hem eğlenen hem de inmek isteyen bir tavırla 'Dede durdur, ineceğim.' dedi. Durdurmadım, fazla hızlı dönmüyordu. Kendi haline bıraktım ve kendi çabasıyla durdurup inmesini sağlamasını bekledim.
Kız çocukları nasıl da değişik oluyorlar.
Hem dönüyor olmaktan hoşlanan hem de 'Dede n 'olur durdur şunu.' diyen bir tatlı, şirin, öpülesi yaratık düşünün... İşte öyle.
'Sen durdur ve sen in.' Dedim. Hızlı dönmüyordu ama durdurması için de hakikaten bir olanağı yoktu. Sadece o yavaş dönen platformdan aşağı, kumlara atlaması gerekiyordu. Onu zorladım ve sonunda atlamaya cesaret etti.
Düşmedi, düşecek kadar hızlı değildi. Düşseydi de bir şey olmazdı zira yerler kumdu.
Yere atladıktan sonra o çocuksu dişi yaratılışıyla şöyle bir terliğini çıkarıp silkelemesi, kumlardan arındırması ve yeniden çıplak ayaklarına geçirmesi başlı başına bir gösteriydi benim için...
Sonra başka çocuklar geldiler...
Onlarla zaman zaman birlikte, zaman zaman bir başına parkın bütün ortamında denemeler yaptı.
Dönen mekanizmaya binenlere, onları hızla döndüren biraz daha büyükçe ve güçlü erkek çocuklara bir hayli baktı.
Anlaşılan orada kafasına takılan bir şeyler vardı. Benim de...
Hatta onlardan bazılarına 'Başınız dönmüyor mu? ' diye de sordu. Sonra bir ara cesaretlenip binmiş olanların yanına bindi.
Başım dönüyor şikâyetiyle durdurulmasını umdu, bekledi, istedi ve indi. Diğer çocuklar hala dönüyorlardı ve yaşları kendisinden büyüklü küçüklü idi.
Kafama takılan şu: Ecem 'in başı döndüğü halde o çocukların başı dönmüyor muydu ya da o çocukların başı döndüğü halde buna nasıl dayanabiliyorlardı da Ecem dayanamıyordu?
...
Bu maceranın sonunda Ecem 'le memnuniyet değerlendirmesi yaparken 'Birçok arkadaşım oldu.' cevabı ilginçti.
'Bu destan da böyle bitti nasılsa,
Çok fazla uzanır eğer yazılsa,
......
Her şeyin hisseden kıssası gelir.'
Öpüldünüz Ecem gibi tatlı bir varlığın var edicileri...
Ecem'in dedesi: İsmet.
İsmet BarlıoğluKayıt Tarihi : 6.10.2008 20:27:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!