Duyguların Sessiz Dili, ‘Bal’ Ve Semih K ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Asırlık evlerin bahçelerinden sarkan morsalkımların önünden geçerken biraz evvel öğrendiğim çok erken bir ölüm haberinin burukluğuyla yürüyordum. 34 yaşında, genç bir kadının, yazarın, Evrim Alataş’ın ansızın uçup gittiği hakikatinin tevekkülle kabullenilecek bir tarafı yok, haksızlık bu, diyordum. Kızgındım. Hayat en basit sıradanlığıyla devam ediyordu çünkü. Çınlayan çocuk sevincine, bahar rüzgârıyla etekleri havalanan kadınlara, çapkın gülümseyen adamlara, bağıran çiçekçilere, hayatın kıymetini hatırlatan her şeye fena halde kızgındım. Her türlü kıpırtının manasını yitirdiği, çaresizliğin acısıyla ürperdiğiniz anlarda bir tür ‘hiçleşme’ hissinde boğulursunuz. O karanlık kuyuya düşmemek için parkın içine girip ağır adımlarla yürümeye devam ettim. Genç, sıska bir erguvan ağacının altında biraz durdum. Sen sor Tanrı’ya, dedim ona; “iyiliğin, şefkatin, merhametin, alışmanın, sevmenin, vicdanın, mutluluğun ne olduğunu birbirine hiç benzemeyen milyonlarca andan oluşan puslu bir ‘rüyayla’ gösterdikten sonra istediği vakit acımasızca bizi uyandırması adil mi? Cevabını dürüstçe şimdilik Evrim’e söylesin, nasılsa bir ara biz de görüşürüz”. Beraberce sustuk. Onları bırakıp loş bir sinema salonuna doğru yürürken “yalan dünya” diye söyleniyordum...


Seyirci değildim...

Böyle zor bir günde Bal’ın iyi geleceğini hissetmiştim. Seçimim tesadüfî değildi ama doğrusu beklediğimden çok daha fazlasını buldum. Filmin görkemli açılış sahnesindeki çatırtıyla birlikte ruhumda da tuhaf bir yarılma oldu. O andan itibaren artık o hikâyenin içinde, sessizliğin boğuk kuş çığlıklarıyla dağıldığı ürpertici bir ormanın ortasındaydım. Seyirci değildim. Ağaçların yosunlu gövdelerinde dolaşan kırık ışıkların, kuzey rüzgârlarıyla yatan yabani otların, titreyen dalların, hışırdayan yaprakların arasında kim olduğumu, nereye gideceğimi bilmeden öyle duruyordum. Gelecek tasavvurum Yakup’un yularından tuttuğu katırınki kadardı. Öncesi yoktu, sonrası yoktu. O an vardı sadece. Tabiat ağır ama güçlü atan bir kalp gibiydi. Yönetmen de o büyülü atmosferde varlıkları ve nesneleri kendi bakışıyla kutsuyor, onlara kamerasıyla değil, telaşsız kalbiyle eşlik ediyordu sanki. Onun ‘ezeli ve ebedi’ zaman bilinci izleyenleri hayatın doğal ritminden bile uzaklaştırıyordu. Bunu neden ve nasıl yaptığını sonradan düşündüm, bendeki izlerini de buldum. Ama önce Semih’in maneviyattan beslenen samimi yaklaşımını hatırlatmak isterim: “Sinema bu dünyanın görüntüsünün sadece görünenden ibaret olmadığını hissettirecek bir yapıda olmalı. İnsanın sadece kendi iradesi ve varlığıyla değil külli bir iradenin içinde, onun da varlığını sezerek yaşıyor olduğunu anlatabilmek isterim.”

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta