Asırlık evlerin bahçelerinden sarkan morsalkımların önünden geçerken biraz evvel öğrendiğim çok erken bir ölüm haberinin burukluğuyla yürüyordum. 34 yaşında, genç bir kadının, yazarın, Evrim Alataş’ın ansızın uçup gittiği hakikatinin tevekkülle kabullenilecek bir tarafı yok, haksızlık bu, diyordum. Kızgındım. Hayat en basit sıradanlığıyla devam ediyordu çünkü. Çınlayan çocuk sevincine, bahar rüzgârıyla etekleri havalanan kadınlara, çapkın gülümseyen adamlara, bağıran çiçekçilere, hayatın kıymetini hatırlatan her şeye fena halde kızgındım. Her türlü kıpırtının manasını yitirdiği, çaresizliğin acısıyla ürperdiğiniz anlarda bir tür ‘hiçleşme’ hissinde boğulursunuz. O karanlık kuyuya düşmemek için parkın içine girip ağır adımlarla yürümeye devam ettim. Genç, sıska bir erguvan ağacının altında biraz durdum. Sen sor Tanrı’ya, dedim ona; “iyiliğin, şefkatin, merhametin, alışmanın, sevmenin, vicdanın, mutluluğun ne olduğunu birbirine hiç benzemeyen milyonlarca andan oluşan puslu bir ‘rüyayla’ gösterdikten sonra istediği vakit acımasızca bizi uyandırması adil mi? Cevabını dürüstçe şimdilik Evrim’e söylesin, nasılsa bir ara biz de görüşürüz”. Beraberce sustuk. Onları bırakıp loş bir sinema salonuna doğru yürürken “yalan dünya” diye söyleniyordum...
Seyirci değildim...
Böyle zor bir günde Bal’ın iyi geleceğini hissetmiştim. Seçimim tesadüfî değildi ama doğrusu beklediğimden çok daha fazlasını buldum. Filmin görkemli açılış sahnesindeki çatırtıyla birlikte ruhumda da tuhaf bir yarılma oldu. O andan itibaren artık o hikâyenin içinde, sessizliğin boğuk kuş çığlıklarıyla dağıldığı ürpertici bir ormanın ortasındaydım. Seyirci değildim. Ağaçların yosunlu gövdelerinde dolaşan kırık ışıkların, kuzey rüzgârlarıyla yatan yabani otların, titreyen dalların, hışırdayan yaprakların arasında kim olduğumu, nereye gideceğimi bilmeden öyle duruyordum. Gelecek tasavvurum Yakup’un yularından tuttuğu katırınki kadardı. Öncesi yoktu, sonrası yoktu. O an vardı sadece. Tabiat ağır ama güçlü atan bir kalp gibiydi. Yönetmen de o büyülü atmosferde varlıkları ve nesneleri kendi bakışıyla kutsuyor, onlara kamerasıyla değil, telaşsız kalbiyle eşlik ediyordu sanki. Onun ‘ezeli ve ebedi’ zaman bilinci izleyenleri hayatın doğal ritminden bile uzaklaştırıyordu. Bunu neden ve nasıl yaptığını sonradan düşündüm, bendeki izlerini de buldum. Ama önce Semih’in maneviyattan beslenen samimi yaklaşımını hatırlatmak isterim: “Sinema bu dünyanın görüntüsünün sadece görünenden ibaret olmadığını hissettirecek bir yapıda olmalı. İnsanın sadece kendi iradesi ve varlığıyla değil külli bir iradenin içinde, onun da varlığını sezerek yaşıyor olduğunu anlatabilmek isterim.”
Bu hal ve duruşu sinemanın diline aktarmak hiç kolay değil. Sessizliğin tül perdesinin arkasında gizlenen o yoğun, şiirsel dili seyirciye duyurabilmek için obur insanlığın beklentilerine tenezzül etmeyen münzevi bir ozan ya da kibirli tanrılar gibi büsbütün ‘yalnız’ kalmayı göze alabilmek gerekiyor bence.
Sadece eşyanın, tabiatın, hayvanların değil, dile gelmeyen duyguların da çok güçlü bir iç sesi var çünkü. Çok az konuşulan bir filmde, korkunun, endişenin, kıskançlığın, umutsuzluğun, sevmenin, çaresizliğin, heyecanın, hayal etmenin, inanmanın, vazgeçmenin, kabullenmenin, beklemenin, yorulmanın, ümidin, şefkatin, mahremiyetin, acı çekmenin, mutluluğun ve daha pek çok duygunun yansımasını kendinize tuttuğunuz aynada görüyorsunuz. Kimileri bu dingin anlatımı sinema sanatıyla ilgili bir tercih olarak yorumlayabilir, kısmen öyledir ama bana göre bu yüzyılda benzerine kolay rastlanamayacak müthiş bir cesaret gösterisi Bal. Dünyanın çürümesinden hiç etkilenmeyen, zamanın altın tozuyla harelenmiş büyülü bir masal...
Bir zamanlar çocuk olan biz...
Yusuf’un minicik ayaklarıyla tedirgin kuşlar gibi ormanda koşturuşunu izlerken, çocukken kalp bilgisiyle idrak edebildiğimiz o bulanık duygu parçacıklarının bize iri gövdeli yüksek ağaçlar gibi kocaman göründüğünü hatırladım. Sona yaklaşırken nasıl da sadeleşip ufalıyorlar... Tıpırdayan yağmurun, elmayı yaran keskin bıçağın, dua mırıltılarının, ateş çıtırtısının, gıcırdayan urganların, gevşeyen ahşabın, lıkır lıkır içilen sütün sesini bilinçsizce hafızama kaydederken bir zamanlar çocuk olan beni düşünüyordum. Tanrı dalgın bir ânında beni dünyanın ortasında unutup gitmişti. Meyve bahçelerinde, tenha sokaklarda, okul koridorlarında koştururken bütün çocuklar gibi gelecekteki kendimi hayal ediyordum. O belirsizliğin sıkıntısı bile çekiciydi. Bugünden ‘o çocuğa’ bakıp onu özlemeyi sevdim ama filmi izlerken Yusuf için üzülüyordum. Gelecek onun için büyük bir muamma, engin bir sonsuzluktu.
Bal, üçlemenin son filmi. Yumurta’da onun kırklı yaşlarındaki haliyle tanıştık. Biraz melankolik, biriktirdikleriyle susan bir şair olmuştu. Annesini kaybettiği yere, aslında ‘ana rahmine’ dönüyordu. Süt’te kıskandığı annesinden, onu hor gören hayatın yeknesak ritminden kaçan gencin sisli yalnızlığına tanık olduk. Bir hayat hikâyesini sondan başa doğru izlemenin garip hüznünü ilk kez bu kadar derinden hissettim. Biz ilerde ona ne olacağını biliyorduk. Halbuki o henüz ‘olmamış’ bir varlıktı. Hiçbir şey bilmiyordu, ormanların uğultusuyla, bir kova suyun aynasında parlayan gümüşsü mehtapla, sevdiği kızın saçından düşen saten bir kurdelayla, ışık saçan bal petekleriyle, babasının kimselere anlatma dediği ürkütücü rüyalarla hayallerini çoğaltıyordu. Ormanda kaybolan babasını beklerken, arkadaşlarının alaycı kahkahalarına rağmen okumayı sökeceği günü, ona ilk şiirini yazdıracak olan mucizeyle karşılaşmayı ümit ediyordu. Ve sanırım o ipeksi ânı hiç ummadığı bir anda yakaladı...
Çocukluğumuzun sandığı...
İçindeyken pek önemsemediğimiz ama bir gün ansızın, kısacık şimşek çakımları gibi zihnimizi aydınlatan müphem hatıralarımız vardır. Hayatta o en çok istediğimizin küçücük bir işaretle bize hissettirenin ne olduğunu bazen yıllar sonra çok farklı hadiselerin etkisiyle kavrarız. Semih, gelecekte şiir yazacak olan çocuğun ilk ‘uyanışını’ zarif bir sahneyle gösteriyor. Dalgın bakışlarıyla dünyayı izleyen Yusuf, boş sınıfın kapısını açtığında o kızı görüyor. Büyülenmiş gibi bakıyor ona, kız şiiri kendisi gibi kekeleyerek okuyor çünkü. Mavi yaz akşamlarından bahseden ılık bir şiir...
Bazen o ilk adımı attıracak gücü veren bir şiir olur, bazen tozlu bir melodi, kimsesiz bir saç bağı ya da huzursuz bir rüya. Üst üste yığılan belirsiz görüntüleri, sesleri, kokuları, duyguların tortularını gizli bir sandıkta kendimize bile göstermeden yıllarca biriktiririz. Ve bir gün çocukluğumuzun kilitli sandığı hiç beklemediğimiz anda şefkatli bir yönetmenin dokunuşuyla açılıverir. O vakit hiç gelmeyecek birini sevmekten vazgeçmemenin, hayata öyle hep biraz ‘tenha’ devam edebilmenin ne olduğunu anlarız. Uysal bir teslimiyetle Yusuf gibi kendimizi kudretli tabiata bırakırız belki. Ulu bir ağacın köklerine başımızı dayayıp iç çekerek derin bir uykuya dalarız.
Tanrı’nın en güzel hediyesi...
Film bittiğinde salon sessizce dağıldı. Uzun bir rüyadan uyanmışçasına karanlıkta yolumu ararken onu gördüm. Bastonunu kolunun altına sıkıştıran harita yüzlü kadın, filmi ayakta ve ağlayarak alkışlarken küçük torununa olup biteni anlatıyordu: “Ah canım, bak her yerde aradı, bulamadı işte. Ne yapsın, sonunda o da kabullendi, kendini bıraktı.”
Semih’i uzun zamandır tanıyorum ama hiç tanımasam da ölüme sükûnetle hazırlanan o ihtiyar kadının aydınlık yüzünü gördüğümde, kâinatın koruyan ruhuyla insanı şamanlar gibi iyileştirebilen, zamanı sanatın incecik dokunuşuyla yenen filmlerin yönetmenini yaşadığım sürece minnetle hatırlardım.
Dönüş yolunda yine aynı ağacın altında oturdum. Alacakaranlıktaki erguvan çiçekleri gibi eflatuna dönen göğe baktım. Evrim’in sarı buklelerle çevrili çocuk yüzünü, Semih’in kavanozda kalan son okuma kurdelasına değen parlak bakışlarını, sevdiğim kocaman adamların, kadınların bir zamanlar çocuk olan hallerini gördüm. Geleceği bilmemek mükemmel bir kusur, acımasız Tanrı’nın bize en güzel hediyesi, dedim onlara fısıltıyla. Akşam usulca çöktü. Ömrümüz yavaşça açılan sedeften bir yelpaze misali genişledi... Yusuf gibi kendimi sonsuz tabiatın kucağına bıraktım.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:35:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!