Düşündükçe vazgeçiyorum yaşamaktan. Düşündükçe çaresiz bir adam oluyorum. “düşünme” diyeceksin, ”düşününce bir şey değişmez. Hayatı akışına bırak…” olmuyor. Kafamı düşünmeye şartlamışım bir kere. Ağır ağır derinliklerine iniyorum konunun, sonra bir bakmışım ki uçsuz bucaksız bir boşluk. Köşe kapmaca oynarım kör kuyularla. “çıkarın beni, çıkarın yukarıya, boğuluyorum. Yine ölmek istemiyorum daha önceki düşünceler gibi…”
Bilmezsiniz belki, ben daha önce birkaç kez ölmüştüm. Kimisinde vurularak, kimisinde darağaçlarında. Ve öyle acılar çekmişim ki bir daha ölmeyi göze alamıyorum. Yoğrulmak gibi bir şey sanki; kekliklerin, serçelerin, güvercinlerin sesleriyle gömülmek. Sonra bir çocuk çığlığı olup, en baştan tanımak hayatı. Ve aynı zımbırtılar, aynı baştan savmalar…
Böyle olmasa, bu denli düşüncelerle savaşıp durmazdım. Yalnızca anneme uslu çocuk kalmazdım. Kimisinde korkusuz kalabileceğimi düşünüyordum kuyuların en derininde. Yeter ki kafamı kaldırdığımda görebileceğim bir gökyüzü olsun. Birde geceleri gülümseyen ay. Hani çocukken ay, dede olur ya, büyüyünce ise bir abi edasıyla bakar durur sarhoş yüreğime. Ay’a en çok abilik yakışır bence…
Düşündükçe dalıyorum tenha caddelere. Düşündükçe ağaçlardan yakılası ormanlar yapıyorum. Kimsesiz değilse zihnim, sorgusuz kaçırıyorum hafızamın dolu görünen yanlarını. Beklediğim, umut ettiğim çoğu şeyi, defalarca bulup yitirmenin yükünü çekiyorum…
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.