Monoteist inanmaların ortak noktası şudur. Yaratan ve yaratılan vardı. Yaratan egemen ve bir olan Tanrı idi. O dilediğine, dilediği gibi, hesapsızca mal mülk ya da gazap, hiddet zaruret verir idi. Elde bir şey gelmezdi. Razı olup katlanan, bu Dünya'dan da, ahrette de kazançlı çıkacaktı. Âlemleri yaratmıştı. Varlıklar; O'nun tarafından, baştan beri nasıl yaratıldılarsa, şimdisi de, ilkinin aynısı olan bir yaratılışla, bir değişmezlikle; yaratılmaları söz konusu idi. Değişme demek, bu dinlerin kökten inkârıdır. Köleler efendi olamazdı. Çünkü Tanrı, kimimizi kimimize hizmet etsin diye yaratmıştı. Zenginlerde merhametle sadaka vereceklerdi. Tamamen köleci düzenin çelişkilerini yorumlayan bir anlayıştılar.
Toplum olarak, nasıl üretip, nasıl paylaşılıyorsa, hukuk da; inançlarda; sistem de; haklar da; özgürlükler de ona uygun olacaktı. Kural bu idi. Bu böyle gelmişti ama monoteist anlayışla böyle gitmeyecekti. Toplumlar hızla ve süratle gelişip değişirken, Hiçbir şekilde değişmeyen, nasılsa öyle olacak, değişmesi bidat sayılıp küfür olan bir direniş ve yakma yıkmalar, asıp kesmeler sürüp gidecekti. Kendi anlayışını hak, karşı tarafı batıl bilen bir hoşgörüsüzlük sindirmesi yaklaşımı, monoteist anlayışların temel şiarıdır. Günümüze değin süren bir sanı taşırlıktır. Değişme demek, köleci düzenin değişmesi, tanrı düzeninin değişmesi anlamına geliyordu.
Tarihte monoteist anlayışlar saman alevi gibi bir parlayışla işe girişip, zamanla tam bir sönmenin skolâstiğini insanlık tarihine armağan edeceklerdir. Parlaması içinde bulunduğu toplumun köleci düzeni ile uyuşur olmasıdır. Sönmesi ise içinde bulunduğu toplumun ilişkilerinin değişmiş olması, kendinin bu yapıya tam cevap veremez olup, kendisinin bir sorun olmasıdır.
Bu skolâstik yaşantılaşma, Hiçbir paganist anlayış bile, insanlığın kaderini böylesine olumsuz etkilememiştir. Böylesine bir bağnazlıkla ölme, öldürme görülmemiştir. Hasan Sabbah bile bu anlayışın gerçeğidir. Ancak Avrupa'da uzun bir 1800 yıllık sürecin ağır aksak nicel biriktirimleri; monoteist anlayışa, kiliseye verilen çetin ve kanlı bir mücadeleden sonradır ki, laikleşme; yani aklı önceleyen, aklı öne alan, aklı kullanan; inancı değil bilimi rehber alan anlayışla bilimsel ilerleme, akıl almaz bir hızla ve toplumsal dönüşümlerin ivmesi ile insanlığın yüz akı olabilmiştir.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...