Bu şu demek geçici olarak tanımlanan doğru, 1789'da da doğru oluyordu. Genel olarak bir grup eğilimleri de doğru oluyordu. Hiç bir şey doğru değildi. Hiçbir şey de saçma değildi! Yani bütün düşünmeler değerliydi. Bütün fikirler anlayışlar değerli değildi. Bu durum bir iflasın anlatımı değil, aksine süren ve sürecek bir daima kavganın savaşın dinamikleşmesi idi.
Yani sürekli oluşun değişmenin kendisi idi. Zaman mekân ve verili koşullarla gözlenip gerçekleniyordu bu da o doğrunun referans koşulları idi. Birbirine karşı devinen sistemlerin doğruları farklı oluyordu. Doğrular İnançlar gibi değişmemenin değil. Aksine, eş deyişle, değişmemeyi esas alan bir inanır, ben bilimsel ve akılcı tutumdan yanayım diyerekten değişmeyi savunamazdı. Savunursa, maazallah dinden çıkardı. Bunun lamı cimi yoktu!
Bilimsel kavrayış olan doğruya, değişme, dönüşme, gelişmeye kim karşı çıkardı? Tek bir cevap verilir alışkanlığın rahatlık ve tekdüze yalınç kavrarlığı. Bütün sosyal ve grupsal toplumsal travmaların temelinde olan bir ruhsal zorunluluk, toplumsal bazda da, yobazlık gericiliktir. Değişememenin direnişidir.
Şunlarda tarihsel ve evrimsel bir gerçektir. Mutlak yani saltçı anlayışlar dünya insanlarını Hiçbir zaman bir araya getirememişlerdir. Defalarca bu böyle anlaşılmış ve gerçek olarak görülmüştür. Belli bir din, Ya da felsefesel bakışla; yeryüzü ve evren kavranamıyordu. Bir kere zıtlanmayan bir düşünce, bir din, bir inanış bile, öbür sistemle; kilise kilise ile cami cami ile tarikat tarikatla; mezhepler birbiri ile çatışmaya giriyordu. Siz istediğiniz kadar birlik olalım deyiniz, bir türlü birlik olunamıyor da, biz nerede hata yaptık diye, derin derin düşünülüyordu!
Tüm isteklerimize, hal oluşlarımıza rağmen, inançsal birlik ve diğer tür birlik ister oluşlar isteklerimizde, birlikler olunamıyorsa, birlikler hep geçici oluyorsa, bunun bizim keyfinizin üzerinde bir nedeni olmalıydı! Davranışlarımızda nedenli ve güdülü idi. Hem de bizden ve bizim dışımızdan gerektirmelerle.
Bu da, bırakın kendi içindeki çelişmeleri, apaçıktır ki; doğunun doğrusu; batıda yanlıştır. Batının doğrusu da; doğuda yanlış. Burada bilimsel anlayışlardan ziyade, düşünsel inanışsal ve bilgisel tutumların doğru ve yanlışı, dile getirilmektedir. 7. Yüzyılın doğrusu 12. yüzyılda yanlıştır. Yirminci yüzyılın doğrusuda bu günkü yirmi birinci yüzyılda yanlıştır. Bu tüm inançsal ve düşünsel toplumsal süreçler için böyledir.
Kusur; bir yerde idi. Hem de, bir yerde doğruların, hele hele en doğruların doğrusu mu var? Hep bu doğrular mı sulta sürüyor? Orada kusur ve sorun var demektir. Yani orada bir şey daima olup, değişmiyorsa; orada donukluk ve ölüm var demektir. İşlerin yolunda gitmesi geçici idi. Değişmenin olduğu yerde, doğru görelidir. Hele hele mutlak doğru (salt) yoktur.
Yirminci yüzyılın mutlakçı, iki doğrusu vardı. Sosyalist blokla, kapitalist blok. Şimdi biri yok biride yerlerde sürünmekte. Anlı şanlı profesörler kapitalizmin nasıl bani olduğunu ve bakiliğini savunmaktalar, ballandıra ballandıra anlatmaktalar. Gelişmenin bir aşama uğrağı değişmenin gelip geçici bir safhası olduğu hep unutuluyordu.
Değil sıradan insan, her nasılsa, cüppe içinde de olunsa; aynı çelişmeler akla gelmeyip anımsanamıyordu bile! Sorunun çözümü umulurken, sistemi savunarak sömürü ve aldatmayı bir kilise papazı edası ile gözlerde gizlemektedirler! Uzun vadede sosyal olay ve sorunların çözümsüzlüğüne meydan verilmektedir. Hâlbuki: aydın toplumdan yanaydı.
Egemenlik ayrışmasında, İsa zamanı anlayışı içinde uç verir olduğunu sezmek; “”Sezar'ın hakkı, Sezar'a; Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya”” diyerekten, bu ikilemin görüldüğü söylenebilir. Ama nasıl tutumlaşacağı ancak 1800 yıllık sürecin içindeki çatışmaların oldurması ile aşılacaktı. Ve insanlık toplumsal düzleminin belirmesi ile ancak ortaya çıkıp evirilecekti.
Avrupa dini ile hesaplaşmanın nimetlerini yiyordu. Kiliselerin ve dinlerinin mutlak zorunlu egemenliği; salt ve değişmez mutlak doğruları kırılmıştı. Bunlar; kan, gözyaşı, ıstıraplar yakılıp yıkılmalar, yıllarca süren savaşlar, kutsal ittifaklar, bir o tarafın, bir bu tarafın zafer mücadele üstünlüğü pahasına, yüzyıllar süren kanlı bir deneyimdi. Yerine akla ve bilime dayanan, laik ilke konmuştu. Buda her şeyin kuşkulanırlığı ve tartışılması demekti. Gelişme değişme esası her şeyin temeli idi.
Doğu, asla bu çetin, özgür düşünce savaşımının içinde olan bir hesaplaşmayı yapamadı. Aklı kullanmanın mücadelesini verememiştir. Buradaki kanlı savaşlar sadece mezheplerin iktidar ve egemenlik savaşıdır.
Bu şu demek değildir. Doğuda aklın özgürleşmesin sağlamak için, çalışan irdeleyen düşünürler çıkmamıştır. Hayır; bu alabildiğine yanlış anlama ve tam bir cehalet olur. Bu alandaki düşünürler ya hiç duyulmamış, Ya da; yerel olaylarla sınırlı kalmıştır. Hoca öğrenci ilişkisi ile durum sürüp gitmiştir. Kitlesel bir sahiplenme ile bu tür düşünceler devrimler düzeyine hiç ulaşamamıştır. Esasen de doğu toplumlarında devrim çıkamazda!
Örneğin o çok övündüğümüz, gerçektende batıda devrimsel düşüncelere çatışmalara konu olup, yankı yapan; düşünme ateşini tetikleyen, unsurlardan biri olan bir memnuniyet olan; İbni Sina, namı diğer Avicenna'nın; doğuda hekimliği dışındaki düşünceleri toplumda, yaprak bile kıpırdatmamıştır! Hiç bilinmemiştir. Sadece, inanca yatkınlık veren eğilimleri öne çıkarılıp değerlendirilmiştir. Ha keza Farabi ve diğerleri de öyledir. Fark edilenlerin de, düşüncesi anlaşılamadığından, anlaşılmış değildirler. Daha baştan; ya kul korkusu ile ya Tanrı korkusu ile sapıklıkla suçlanıp, ya tecride maruz kalmışlar, ya da öldürülmüşlerdir.
Artık şu gerçekte, bir disiplin erlik içinde bir anlayışa yol olmuştur. Dinlerin tek tip ve proto tip bakışlarıyla, aynı yapı içinde kalmışlardır. Buna rağmen inançlar çok kez de ve bazen aynı konuda farklı düşünüp, fikir ortaya koyup, inanç hoşgörüsünü de gerçekleyebilmiştir. Bunlar dinlerin gelişmeye açık oluşlarının bir referansı değildir. Aksine insanoğlunun inanç dayatmalarına tepkisidir. Yinede, ezici ve kahhar çoğunluğun SAPIK diye nitelediği özgür düşünme sindirilmiştir.
Bunca baskılara rağmen, zaman zaman, ucundan kıyısından, dik duruşlu özgür düşünme kırıntılarını da gerçeklediği açık ve aşikârdır. Bilimsel gelişemeyen düşünce, kendi inancını didikleyerek, hatta çok kere de inancının dışına çıkmak zorunda kalarak, özgür düşünme ve hoşgörüyü var ettiler.
Değilse inançların kendisi hiç hoşgörülü değildir. Kendileri buna; “”biz hep hoşgörülüyüz”” derlerse de desinler. Ne kadar söylerlerse söylesinler, doğmalarla anlatırsa anlatsınlar, tutum ve davranış gösterirlerse göstersinler, bu inisiyatifi bir tutum olmaktan öte gidemez.
Saltçı ve mutlak doğruları olan, değişmez doğruları olan ve kuşkuculuğun olmadığı yerde, vicdani kanaat ve hoşgörü olamaz. Bu temel görmezden bilmezden gelinir. Ve kabuller başlar.
Nasıl olsun ki, o anda kutsala karşı gelinmiş, dinden çıkarılmış olursunuz. Ve de salt tektir onu da dinler, inançlar size söylemiştir. Bunun ne vicdani kanaati, ne; hoşgörüsü olamazdı. Hoşgörü inancımızın özüdür deme tutumları, inancın kendi içindeki günlük yaşamasının ve siyasetin gereği alınmış, birbirini tutmaz çelişmeli sözleridir. Hoşgörü var denirse kocaman bir yalan ve aldatma cahili kandırma ve ikna etmekten öte gitmez. Bu gidişat, Yahudilikten, Hıristiyanlıktan beri, hep böyle olagelmiştir.
Zaten pagan düşünmeyi yok ediş bu hoşgörüsüzlüğün ziyanıdır. Değilse pagan anlayış düşünsel gelişimin kendi kendini olgunlaştırması ile monoteist anlayışla kendini kemale erdirmemiştir. 305 ve 306 savaşları bunun derin çelişkisini taşır. Evet, toplumsal yapı feodal düzene eviriliyordu. Ama bunun alt yapısını gerçekleyemeyen toplumlar; üst yapısının tek çatılı ideolojik oluşmasını, süreç içinde birikenleri, bir çırpıda hazır edilmiş nüveleri derleyip ortaya koymuştu.
Tek şey kalmıştı geriye, bunun toplumsal yapının özeğine oturtulması. O da Konstantin'le başarılacaktı. Bu nedenle özgür düşünce yine buradan, bu yapının içinden çıkacaktı. Allah aşkına, başka nereden çıkabilirdi ki! Mecburen sistemden ve sistemin değişip, nicelenip, gelişmesinden çıkacaktı.
Düşünce Devinimindeki Mutluluklar 16
Genelde inançlar, insanların ve zekânın; toplumsallaşmaya başlaması ile şekillendi. Toplumsallık insanın el, dil ve soyutlama gücünü alabildiğine geliştirdi. Ben merkezli anlayışlar, her şeyi; “”ben””e göre şekilleştirdi. Bene, göre açılımlardı. Bene göre durumları yorumladı. Böyle bir tabana göre, bir algı ve anlama düşüncesi olarak belirdiği, açıkça söylenebilir.
Bu, insanın ve zekânın; sosyolojik ve toplumsal biçimlenmesidir. Sosyolojik belirlenim içine doğarız. Çocukluğumuz ve çocuk algımız, bu ilişki zamanını dondurup, bize bir değişmez gelecek bir mutlaklığı referans eder. İçine doğulan zaman ve etnik sosyal çevremiz, zihinsi düşünmenin izafelendiği bir kıyas düşünme alanı olarak, beyinde kategorize edilir. Bu izafi nokta, algılardaki her sapmayı, her sapışı; tekrardan çocukluk algının düzlemine çekme tavrı oluşturur.
Topluma ait işleyiş, nesnel ve öznel etkileşimin insan zekâsını şekillendirmesinden dolayıdır. Burada zihnimizde sosyolojik çocukluk algıdaki gibi bir referans noktası yoktur. Topluma belli bir yetişme döneminden sonra üretken olarak katılırız. Buda eğitimdir. Bu oluşma bizim birey algımızı ve birey algının keyfiyetini aşar.
Sosyolojik yanımızdaysa, çocukluk algısı olan sanı, kanı ve inanç gibi eğilimlere doğru yönelmemizi sağlayan bir iç (öznel) yatkınlık eğilimimiz vardır.
İnsanın toplumsal hayatı yokken, sanı ve kanıları vardı. Bunlar kişinin izlenim intibalarıdır. Yine kişinin yaşantısındaki dünyayı yaşantılaştırma, anlama intibalarıdır. Kendinden kendine olan bir kişisel durumdur.
Kişiselliğin merkezinde, kişinin kendi ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları açlığıdır. Güvenliğidir. Bunun yanında, seks gibi temel ve egemen eşikli, ihtiyaçların sağlanmasındaki doyumların minnet intibalarıdır.
Bu düşünen, hayal eden, çok zayıfta olsa, soyutlama yapabilen varlığın, kendilik yönleyen gölge ruhsal hal kırılma yansımalarıdır. Kendini odağa alan, egoizmi ve egosantrik soyutlamasıdır.
İnsanın prototiplerinden beri var olan, sanı ve kanısal algıları, bu ben merkezli “egosantrik” düşünme eğilimine rahatça eklemlenip, gelişmeye başladı. Birbirine rahatça sarımlaşıp uyumlaşıyordular. Sosyalleşen ruhsal anlamaları, toplumu, kendini ve çevresini ilişkilerini yorumlayarak düzenledi. Boşluk esnası düşüncelerinde, kendisine fantezi biçiminde sanı ve kanılarına ait düşünmeler konusu geliştirmeden hızını alamıyordu.
Beyin, kendi yansımalarını kendi üzerine düşürmesi bakımından da, çok uygun olan bir düşünme üretir. Etkileyip, etkilendikçe; hayli gizemsellikle insanı kendinden geçirir. Böylece beyin hayranlık ve coşmaların nüvesini, üslenip birleyebiliyordu.
Bu iç duyuş insanın, kendisini güvende hissetmesini sağlar. Yine bu iç duyuş, zekâsal beliriminin asıl kaynağı imiş gibi bir yanıltıcı üslenmeyi insanlara kendi kendine onaylatır. Beyni işletişin asıl temeli ise, yaşamın bene (özneye) , yansımasıdır.
İnsanın sanı ve kanılarının dürtüsü ve bu iç duyuşlarının eğimi, insanı inançsal var oluşa iyice eğilimleşip, yatkınlaştırıyordu. Toplumsal olguların okunup yorumlanması da buna eklenmeye başladı. Her sosyal zekâ, kendi ihtiyaç düzleminde işlemeye ve gelişmeye başlayacaktı. Buda egonun istekleridir. İhtiyacı düşünme ve örgen teknikleri sağlayacaktı.
Çok yönlü gelişmelerden biride, insanların inançsal eğilim yatkınlıklarını kullanan odaksal, egosantrik, benci düşüncesidir. Bu egoizm, bireyci yararı ve zararı öne çıkaran rastlaşma veya karşılaşmalarının, kıyaslanır olması olacaktı.
Bencillik zaman içinde sayılmayı ve bağlılıkları da ilişkisel kıldı. Bir etki, daha çok etkiyi süreçle kendiliğinden, akış içinde kotaracaktı. Saygılaşan inanç adamı, bir yerde bir özelliğinin, sayılanması ile saygın olabilecekti. Bazen de, sırf kurnazlığın veya tesadüfün algılanması ile de, aynı saygılaşmayla başlangıcın adımları içinde, sayılan toplum adamı olacaktı.
Ne de olsa, bu da bir hünerdi. Tıpkı, aleti, aracını, emeğini, kendini üreten insan gibi; saygınlık toplumda, toplumsal zekâsını üreten sosyal insanın hüneri olup çıkacaktı.
Toplumsal gelişme, bu anlayış algısını, primatlar döneminden beri var olanı geliştirdikçe, soyutlama yeteneği gelişen insan, hem pratik çözümler üretiyor; hem de, zorunlu olarak yetersiz kaldığı ve kalacağı noktalarda yorumlara gidiyordu. Hele yorumu, zaman içinde gelişmeye denk düşen anlatımlar olursa, bu onun sayılan hünerliliği idi.
Sosyal toplumun, yorum üreten arzlarının içinde (doğru olsun, yanlış olsun) sınanacak düşüncelerden her bir gelişmeye denk düşeni, kendiliğinden tecrübe Ya da deneyim (akıl) olarak seçilir. Böylelikle toplumsal ve bireysel akıllar üretiliyordu. Hem toplum yasallıklı oluyor, hem birey akıllanıyordu.
Yani akıl; güncel ve aktüel çevreye cevap olabilen, denk düşen, sunumların (tepkilerin) , kişi ya da toplum ihtiyaçlarıyla karşılaşıp, ihtiyacı giderir olan, denk örtüşmelerdi. Toplumsal insanı üreten sosyal varlığın, akıllanması bir zorunluluktu. Bu da topluma ve kendi ihtiyaçlarına koşarken sunduğu sınama yanılmalarını (arzların) , tekrar tekrar doğal çevreye veya sosyal çevreye uygular olmaları, insanı inanılmaz akıllı yapıyordu.
Yaptığı işte “”akla uygunluk”” bulmayı böylece deneysel olarak kendi edinip kazanıyordu. Akla uygunluk, kendisine verilmiş bir şey değildi. Kendi ilişkilerinin, özellikle de toplumsal girişimlerinden, zorunlu olarak öğrenerek kazanmıştı.
Toplum gelişiyordu. Avcı gruplardan, çoban toplumlara geçiliyor, kimi yerde yerleşik çiftçi toplumların yaşayış tipi, üretiliyordu. Bu ilişkilenişler amaçlı birlik ve ilkel örgüt yapıları ortaya koyuyordu. Gurup ve topluluk amaçlı yapısı, toplumsal zorunlu yapılara alabildiğine gevşek ve keyfilik gibi bir geçişle dönüşüyordu. Bu amaçlı birlikler, yöneten ve yönetilen birliklere zorunlu ve kendiliğinden eviriliyordu.
Yol nasıl yürünmesi gerektiğini (amacı) zaten dayatıyordu. Bir genel ilke, kendini belli ediyordu: “”yol işlevi, işlevde yolu”” belirliyordu. Tıpkı enerjinin transferi gibi. Enerjinin bir biçimden, bir biçime zorunlu dönüşüp değişmesi, dönüşürken iş üretmesinin, işlevi belirlemesi gibiydi. Kendi olan birim, kendini (işlevi- yol ve yöntemini) dayatıyordu.
Yatak (dere) , suyun akışı ile şekil alıyor, suda yatakta, derenin içinde akıyordu. Su niye kıvrılıyordu? Dere orada değil de, neden burada kıvrılıyordu? Suyun akışı da, o yerin çevre eğiminin seçimi idi. Yol ve yöntem belli idi, her şey doğal oluyor doğal yolla belirleniyordu. Bu oluş bir zorunlu gerektirme idi.
Toplumsal gelişme, çoklaşan üretimsel ilişki, bir düzenliliği bir düzenlileşmeyi, talan ve yağma gibi maruz kalışlarda da, güvende oluşu, gerektirmekte idi. Sadece bunlar değildi; ürünlerin pazar gibi yerde karşılaştırılmasında uğranılan açık yanıltma, yanılma, ya da hile gibi haksızlık yapılır oluşta; bir kurallılığın ihtiyacını hissettiriyordu. İhtiyaç kurallılığını, kendi düzenini yaratırdı. Bu yeni, yepyeni bir zorunlu kavranıştı.
Toplum ilk kurallarını, yaşayışın canlılığında alıyordu. Bunun sosyolojideki karşılığı öznel otorite idi. Otorite seçimi, önce sayılan saygılaşan inanç adamlarından, yorumu (cevapları) yaptırımları öğütlenebilir, tutumlaştırılabilir kişilerin emrine rücu biçiminde olabilir. Bir başka biçimde de, güçlünün hükmü, yürümüşte olabilir. Ya da yorumu (çözümü) yaşam pratiğine en uygun denk düşen, her hangi birisinin uyandırdığı vefa duygusu (akil adamlığı) , kanaat adamlığı sayılanması ile otorite kılınır olacaktı. Her hangi bir güç koyuş saygılaşıştı.
Bunların her birinin bileşkesi bir ilkeden de, otoriter saygınlık çıkarılabilir. Ya da daha pek çok değişik şekli ile bu tür yaşamsal çelişki aşamaları aşılmış olacaktı. Gelişme bir türden tek bir yolla değildi. Çok yönlü karşılaşmaların o anki kendi çelişmelerinin insan egosuna yansıyış biçimine göre öznelleştiriliyordu. Çünkü nicelinim ve gelişme çok köklüdür. Olan, bunların uzlaşısı ile aşılması ve aşamalarıdır.
Sürecek
a href='http://www.ozgurlukicin.com' target='_blank'img border='0' alt='Pardus... Özgürlük İçin...' title='Pardus... Özgürlük İçin...' src='http://www.pardus.org.tr/banner/bts01.png'/a
Bayram KayaKayıt Tarihi : 3.2.2009 12:03:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sevgili Hemşehrim kudretli kalem sayın Bayram Kaya,
Şiirde olduğu gibi nesirde de değerli eserlerin altına imza atan kudretli kaleminizi tebrik ediyor başarınızın devamını diliyorum.
Her şey sizin ve sevdiklerinizin gönlüne göre olsun.
Beğenerek ve saygı duyarak okudum.
İlk yorum ve ilk tam puanı memleketime gönderiyorum.
Sevgi ve saygılarımla.
Dr. İrfan Yılmaz. TEKİRDAĞ.
TÜM YORUMLAR (1)