İttifakların önünde uzun zaman vardı. İttifaklar sonrasının bir gelişmesi olan imparatorlukların zamanı yoktu. İmparatorlukların iç zamanı çok hızlı akıyordu bu yüzden imparatorluklarda bu hızlı zaman akışını sağlamak için birliği, şiddetli reaksiyonlarıyla istiyor olacaktı.
İşte sonuç odaklı dinler bunun müjdecisiydi. İmparatorluk’u dönemin sonrası, sonuç odaklı düşünmeler yerine daha analitik, daha desimalci olan düşünmelere doğru zamanlarını parçalayıp akıtacaktı. Yeni insan bu düşünceyi takip etmekten çok zorlanacaktı. En iyisi mi kişi insanların tutumu, sonuç odaklı dinlere sığınmak olacaktı.
Siz yapı içinde birlik sağlamak istiyorsunuz ama politeistiklikle bir türlü birlik düşüncesine ve birliğin yapılaşmasına varamıyordunuz. Sizin için sonuç ve sonuç odaklı düşünme önemliydi. Sonuç odaklı yaptırım ve meşrulaşmayı da en iyi tek tanrılı (monocu) dinler yapabilirdi.
Ne kadar sorunsal ile ortaya çıkarsanız, o kadar özgür düşünme var ediyordunuz. Yorumluyor, kendi yorumunuzu Tanrı anlayışında buluşturuyordunuz ve kayra ediniyordunuz. Tabiî ki bu pratik hayatta zor ve yavaş ilerleyen bir süreçti.
14-Politeisti İnanırlar, teorik olarak çoklu düşünme içindeydiler. Pulural yapı din gibi anlaşılmağa başladığı evrede, ittifakın milleti yapısı teorik olarak bunlardan istediğine inadı, istediğine inanmadı. Millet, o günlerde bu tür algıları birleştiren sosyo toplumsa belirmeydi. Yani ilkece bir seçimin içinde gibiydiler.
Yine ilkece monoteisti anlayışlar içinde de, herkesin aynı şeye, aynı şekilde, bir kalemde inanması gerekir gibiydiler. Çünkü yapının ve imparatorlukların ülküsü buydu. Aksinin düşünülür olması dahi, gerekten bir günahtı. Bu yüzden de politeisttik yapının birleşmesi olan monoteizm de, zorunlu olarak pulirizme kaçan politeisti tabanlı mezhepler ve ekollerin, bu dinler içinde türemesi de kaçınılmazdı.
Monocu dinler de, mezhep eliyle politeist anlayışı getirmekten kurtulamıyordu. Zaten şimdiki monocu yapı politeist anlayıştan çıkmıştı. Ve politeist anlayışı içeriyordu. Ve politeist doğumu yapmak zorunda idiler. Tek tanrı anlayışlı görüntü içinde çok farklı anlayışlar (yorum ve mezhepler) , birbirini dinsizlikle suçlayan, kimi kez hoş görülü, kimiyle hoşgörüsüz olan; kendi mezhebi yapılarını ortaya çıkaracaktılar.
Politeist anlayışta tanrıların güç ve yetkisi sınırlıdır. Bu yüzden her yetki alanı, başka bir tanrının icra alanı olarak uzlaşılmaktaydı. Politeisttik inancın insanları, Tanrıların gücü üstünde işleyen, bir yasanın varlığını bilir ve kabul ederlerdi. Hatta kendi tanrıları da, birbirleri arasında bir aracı idiler. Tanrılar ilah yetkili güçlerini, gelişen süreçle beraber yavaş yavaş birleştirip, Marduk vari kullanmaya başlamıştılar.
Monoteist anlayışlarda da, hali ile her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı vardır. İnanırlar bu olanlara, sadece boyun eğip, iyi bir mümin olacaklardı, o kadar. Politeist anlayış, zorunlu bir evrimci anlayışın izini taşırken, monoteist anlayış, her şeyin ilkten nasılsa öyle var olduğunu savunan, dural olan; değişmez bir evrenin ve zamanın savunucusuydu.
Evren yetkindi. Çünkü Tanrı yetkindi. Evrenin dural oluştu anlayışı, Tanrı'nın sözünün geçerliliğinin delili sayılmıştı. Sanki değişen evren fikri, tanrı sözünün geçerli olacağının delili değilmiş gibi! Evrenin yaz kış gibi mevsimi düzenli çevrimleri de, evrenin Tek Tanrılı oluşunun inanç temeli yapıldı. Böylece tam bir çıkılamaza girilmiştir. Bütün kavga tam da burada; evrenin düzenli olmayışında; yani düzenin göreceli olmasında gelişmektedir.
İttifak öncesi dönem, birbirinden yalıtılmış, tek bakışımlı, tek mantıklı totemi bir anlayıştılar. Politeist anlayışlar da, ittifakı dönemlerle birlikte ortaya çıkacaktı. Politeizm, tek bakışımlı etnik gruptu totemi kültürlerin ittifak içinde bir araya gelmesiyle oluşan çoklu bir kültür yapının ortaya çıkmasıydı.
Böylece politeisti oluşum, onca tartışma ve gürültü içinde; insanlığa çoklu bakışımın mantığını ve kuşkuculuğu vermişti. Moneteizm bu kabilde çoklu mantığın girişim ve sentezinden damıtılışla oluşan zamanının gelişmiş anlayışıydı. Bu monotik tekli mantık, tekli mantıksa da; hiçbir zaman ittifak öncesindeki totemi dönem kültürünün tekli mantığı değildir. Bu iyi biline.
Totemi animist kültürde atalar, totemilerin her an yardımına amadeydiler. Bu tarz yansımaların biçimlenmesiyle Tanrı'lar evreni, sırf insanlara iyilik olsun diye düzenliyordular. İnsanlar ittifakı yapı ile girişmeye başlayınca, ittifak içinin çatışan etnik anlayışları düzenleyen minnet duyulan tanrı anlayışını da değiştirecekti. İttifak içinin sık sık ve hızla değişmesi, güncellenmesi gereken gelenekleri yüzünden, tanrılar; tufanlar ve yeniden yaratmaların girişimine başlayan bir anlayış olacaktılar.
Yani; değişen şey, yeni yaşantılımlarla gelişen insanların aklıydı. İnsanlar bu dönemlerde bunu din içinde, dini anlayışlarla sembolize kılıp anlıyorlardı. İttifakı dönemle insanlar, totemi döneme göre çok hızlı gelişmeğe başlamışlardı. İttifak içindeki totemi nakiller, toplum yapısının sonraki yaşantılımları ile uyuşmayan birer ata soy söylemleri durumuna düşmüşlerdi. Atalar kılavuzluğu elden gidiyordu.
Her grubun kendi totem yaratılış hikâyeleri, ittifakı yapıların içinde zamanın akışına göre yeniden düzenlenecekti. Bu düzenlemeler giderek birbirine yansıyıp, birbirini yansıtarak insan aklı oluşla tek tanrı düşüncesinde, yetkinleşecekti.
Bu bağlamda Sümerler tuzlu sudan ve tuzlu suyun kara balçığından yaratılmışlardı. Akad'lar kuru ve renkli topraktan yaratılmışlardı. Babil’leler Asur'lar; Enkimdum gibi alevden, ateşten yaratılmışlardı. Bir başka Sümer yaratılışında, Sümerler sudan Tiemat eliyle yaratılmıştı. O dönemler içinde insanlar kanı, can ve canlılık bildiklerinden; bu nedenle kandan, kan pıhtısından yaratılışlar, eski dönemin ata soy totem anlayışları içinde oluşla bu insanların etnik söylemli anlamalarıydı.
İttifak içinin çatışmaları, sık sık tahammül edilemez boyutlara geliyordu. İttifak içinde ayrı ayrı kökten gelen soy oluş anlayışları, aynı yaratılış aidiyeti içinde birleştirilmesi gerekiyordu. Anunnakilerin Âmin deyişi ile Tanrı Enki, İggi denen yardımcı Tanrılardan birini parçalar.
Enlil, İgigilerin kanı (canı) ve etiyle, çeşitli yerlerden getirilen kil toprağı yoğurur. Böylece insanlar İgigi denen tanrıların tözünden yaratılır. Ve başka bir tanrı Enki’nin elinden ve Tanrı Enlil’in biçiminden, suretinden de, insanın üzerine görünüşler konur. Yine Enlil’imizin bu şekle üfürmesiyle (soluk vermesiyle) , insanlar aynı kökten yaratılmış oldular. Yaratılan insan şekli, ateşten (Güneş’ten) pişirilir.
Yeni kutsal yaratılış fikriyle, eski totemik ata soydan gelme fikri, aşılmak ve unutturulmak istenmişti. Eskilerin, kötülenip, üzerinde tiksinçlikler, nefretler uyandırılması gerekiyordu. İttifak katılımcıları olan grupların her biri ayrı bir ata soy gelmişlerdi. Bu gibi eski söylemleri yeni yaratılış versiyonu içinde bir arada sembolize edilişle harmanlanmıştılar. Şimdi, bu yeni yaratılış anlatımına göre eski bilinçleri olan,’totem bilinci’ silmek için, tufan(lar) gerekiyordu.
İittifakın başlangıcında dahi, düzenleyici olan politeisti görünümlü ilahlar, ittifakın ilerleyen zamanı içinde, önce yaratıcı Tanrılara dönüştüler. Yaratan Tanrılar gerek öfkelerinden, gerek keyfilikten; yıkma, bir yeniden inşa etme, tekrardan her şeyi yeni insana göre düzeltilmelerini yapmak için, sıklıkla tufanlar koyuru vermeye başladılar.
Bunun nedeni, hızla değişen ittifakı dönem şartlarına uygun oluşla, ittifakın hızlı kararlar almasıydı. Ki, bu türden oluşla yeni politeisttik anlayış, bugünkü dille: zorunlulukla evrimsel gelişmeci, değişmeci sezimlerin bir bakıma güncellenen inançlaşmalarıydır. Çünkü her yeni ihtiyaç, her yeni cevabın oluşmasıdır. Evren yetkin değildir. Evren yetkin olmadığı için kesikli sürekli, seçme ayıklama ve gelişmelerini yapmaktaydı.
Gelecek ittifakı kültürler bu miras üzerine oturacaktı. Tabii ki bu mirasın toplumsal ve sosyal koşulların hükmü, sonraki dönemlere kadar çoktan ortadan kalkmış olacaktı. Bu tür geri planı okunamayan gelenekler kültü de, etnik yapılar içerisinde aktarılıp gelecekti. Söz gelimi Eski Ahitte yeni Tanrı; ‘yerin insanını, yerin hayvanını yok etmeye karar verdim’ diyecekti. İnsan oluşla hitap edilen İsrail toplumuydu. Yerin hayvanları da; diğer it, yılan, kartal, eşek ve saire totemli, çevrede var bulunan insan gruplarıydı. Unutmayınız ki eski dönem insanları, tek bir isimle, totemlerinin adı ile anılırdılar.
Monoteist anlayış, kendi haklılık ve tutarlılığı ile bir Tanrı biçim ve bir tanrı şekli ortaya koyamaz. Tanrı anlayışını var kılmak için, yine bilgelik, sağlık, bereket, rızık, Nanşe gibi kaderi elinde tutan, hesap gören; bir yığın görevli Tanrı'ların sıfatları olan yetenek ve düzenlemeler tek Tanrı uhdesinde var edilmiştir. Yani politeist Tanrı'ların görevleri, monocu tek Tanrı’nın sıfatları olarak karşımıza çıkarlar.
Monocu anlayışla da politeisttik, antropoformist düşünme yanılgısına düşülür. Ki bu koşullar içinde bu çok doğaldır. Örneğin; çok tanrılı anlayış ta, bilgelik tanrısı Enki'dir. Bereket tanrısı Dumuzi, İnanna'dır. Monoteist anlayışta, tanrı her şeyi bilir, yani İlim'dir ve rızkları verir Allah olmuştur. Tebareke (mülk veren) olmuştur vs. Burada ki çoklu Tanrı anlayışçı çelişkiler de, din bilirlerce tevil edilir. ''Aslında öyle değil de, siz öyle imiş gibi düşünün'' denerek çelişki aşılmak istenir. Oysa bu mantık, politeistlerimiz için de, geçerli olmalıydı!
Politeisttik anlayışlar, tanrıları ölümlü de kılabilmekte idiler, ölümsüz de. Tanrı'yı önemli de kılmaktaydılar, önemsiz de. Bu ittifaka katılan grubun, ittifaka katılımdı katkı güçleri oranda, oluşla grubun kendi totemlerinin gücüydü. Değişen gelişen ittifakın yeni tasarım gücüne göre eski anlayışçı totem gücün sönükleşmesiydi.
Totemi politeistik dönemde kader pek görülmez. Bir tanrı insanı esaretten yana döndürürse de, diğer ilah onun iyiliğini ve davranışını överek, onu serbest ve iradi davranmaya sevk eder. Ya da kişilerin kendisi özgürlükle davranırdı. Tanrılar belirleyici de olabilmekte; etkisiz de olabilmekteydi. Çünkü Tanrı fikri yeni yaşantılımlar doğrultusundaki yansımalara göre oluşma aşamasındaydı
Monoteist anlayışta Tanrı baş ve sondur. Diridir her şeyi önceden belirlediği için siz kadere göre davranırsınız. Bu öğretiye göre kıpırdayacak haliniz dahi yoktur. Buradaki çelişkilerin, aşılması için, insanın eline cüzi irade tutuşturulacaktı. Sanki cüzi iradeyi, tek Tanrı baştan beri, kader olarak yaratmamıştı?
Monoteist dinler, tüm anlama ve anlayışları; çelişmesiz, gelişmesiz, tek gücün uhdesinde bir kararlılık diye, bir sözünde durmanın keyfiliğine irca etmiştiler. Bu da; monoteist anlayışın, sonu olmuştur. Oysa Tek güç, evreni çelişkileriyle ve gelişmeleriyle sevk edip, seçme ayıklama ilkesi içinde bir var oluşutu devinme içine sokmuşa benzemektedir. Şimdilerdeki görece olan görmelerimiz, bilmelerimiz budur.
Tabii ki sırf bunlardan da Tanrı anlayışının sonu gelmiştir demek, olası da değildir. İster politeist anlayış olsun, ister monoteist anlayış olsun; insanlık, kendi anlayış ve kuruntularını, kendi korkularını, kendi zayıflıklarını ve kendi güçlerini, yüce Tanrı'ya isnat ederler. İşte sonu gelen şey, göreli insan anlayışları ve Yüce Tanrıyla kavranmak istenen insan kuruntularıdır.
Bu isnadın başında; Tanrı sınırsızdır derler. Tamamdır, her şey söylenmiş gibidir. Lakin birden bakarsınız ki, Tanrı mükemmeldir derler. Bu söylem bir yüceltme ve övme gibi görülürken, tam bir çıkmaz oluverir. Ve Tanrı'yı daha işin başında sınırlar. Çelişki buradadır. Yıpranan ve yanlış kılınan bu izafe kanı ve sanılardır. Hâlbuki Yüce Tanrı bunlardan azade ve uzaktır. Bu tür anlamaları Tanrı'ya yakıştırmak insana göre bir anlama ve anlayıştır. Katiyen yüce Tanrının kendisinin bilinir olan, bilinirlikler üzerinde akıl yürütülür olabilen yanı değildir.
Roma coşkusundan bir şey kaybetmeden yaşayışını sürdürüyordu. Roma Tiber Irmağı’ndan yukarı doğru, yedi tepe üzerine kurulmuştu. Aventinus'un ve janicunum eteklerine oturmuş zenginler, demleniyorlardı. Hele Palatiyum tepesi etekleri, herkesin oturmağa can attığı bir seçkincilik idi. Palatium ve Capitolium tepeleri arasındaki düzlükte mermer sütunları ve yontuları ile göğü delen, şedit (şiddetli) bir tartışma alanı olan, forum vardı. Biraz beride sıradan insanların konuştuğu Comitium tartışma alanı vardı. Buradaki Rostrum denen kürsüde herkes rahatça konuşurdu. Ağzına geleni, bir ölçülülük içinde derlerdiler. Roma hala Cumhuriyeti iyi kötü yaşıyordu. Formun hemen arkasında, Curia denen senatonun toplandığı bir alan vardı.
Daha Jupiter ölmemişti. İhtişamını koruyordu. Forma giden yolun biri üzerinde iki başlı tanrı Janus'un tapınağı vardı. Bu çift doruklu Capitolium Tepesi'nin görünümüne uygun bir tasımdı. Jupiter'in borusu daha ötmekte idi. Jüpiter'e savaş ganimetleri olarak, ele geçen yağmadan (çapuldan- ganimetten) , paylar sunulurdu.
O gün Tiber Irmağına bakanlar, Tiber'in akışı gibi delişmenliği içinde duyuyorlardı. Bir başka konuşup, bir başka davranıyordular. Düşünce alanında özgürce var edişler sıralanıyordu. Ne bu tür konuşmalarla devlet yıkılıyor, ne devletin esası olan temelleri sarsılıyordu. Ne halkın ahlakı bozuluyordu; ne de tanrılara karşı gelinmiş oluyordu. Bunlar ancak ulul emre itaatin olduğu, hiç sorgulamayan yerlerdeki, toplumsal paylaşımı çok bozuk olan yerlerdeki özellikti.
Ansızın sokakta beliren Sezar'a: “Sezar Jupiter yakandan tutusun...” diyen bir haykırışı Sezar, selamlayıp geçecekti. Bizdeki gibi saygıdır diye; sırt dönüp, bir tür bir ucube olunmuyordular. Veya el pençe divana durur gibi, boyun büküp, bükülen boyun böğürlerine dürtülen kargı ile: “Padişahım çok yaşa” deyişleri isteksiz gönülsüz bağırtılmazdı. Arada bir olumsuzluklar da dönemin nazar boncuğu idi.
Tiber'in akışını kanından duyanlardan biri de Lukretıus'tu. Çiçeron'un çağdaşı şair filozoftur. Lukretıus MÖ. 99- 55 yıllarında yaşamış. Bir, M.S 18. Yüz yıl kimyacısı Lavoisier gibi konuşuyordu.
Ona göre “ Hiçbir şey yoktan çıkmazdı; Hiçbir şey ortadan kaldırılamazdı; Cisimlere de: basit cisimler, bileşik cisimler deyip, basit cisimleri, ağırlıkları olan atomlar...” olarak tanımlıyordu. Ama tek tanrılı dinler bunu bilmekten hala çok uzaktılar. Her şeyi tanrı yaratmıştı. Hikmetinden sual (araştırma -bilme) olunamazdı. Kimse Allah'tan iyi bilemezdi. Allahın işine karışılmazdı. Böylece daha baştan eliniz mahkûm edilmişti.
Alaycı üslupla, yergileri; halkı güldürürdü. Kutsal inançları bu üslupla eleştirirdiler. Daha açığı kimi kutsallıklarla rahatça alay ederlerdi. Halk ta bunlara gülerdi. Yazılan oyunlarda hırsızlara el falı baktırılır, sonra da falı bakılmış olana hırsızlık yaptırılırdı. Eğer baktırılan falda tanrı hırsızın girişimini onaylıyorsa; hırsız hırsızlığını yapardı. Sonra da hırsız Jupiter'e duasını ederdi.
Siz bugün bu oyunu yazın ve oynayın; yeryüzü size dar gelir. İslam Ülkeleri bir biri ardı sıra yarışırcasına peş peşe ölüm ilamları neşriyatıyla, Dünya'yı zangırdatırdı. Feryat zamanlarında bile, hiç sesi çıkmayan halk; böylesi durumlarda tam özgürlükçü demokrasi içinde, sokaklarda nümayişlere başlar; ortalığı yakıp yıkarlardı!
Hâlbuki özgürlük ve demokrasi; bir üretiş ilişkilenmesi içinde olup, toplumsal yönetimle; yönetilen arasındaki gerilimi düzenleyen bağlarında geliştirilen bir anlama ve somutluktu. Günümüzde toplumsal olmayan alanda; halksa, kişisel öznel yaşayışların, güya toplumsal haklar ve toplumsal özgürlükler gibi ortaya konuşları müsamaha edilirken; gerçek anlamda özgürlük ve demokrasi için insan çabalarına hiç göz açtırılmıyordu.
Şu da unutulmasın, Roma’da da, o çağda; sisleri aralanmamış anlamanın tutum olacakla belli belirsiz olmakla birlikte, halksal (halka ait) alanların yaşamı ile toplumsal (topluma ait) alanların yaşamı, geniş yığınlarca aynı görülmektedir. Bunu kusur bile addedemeyiz. Bugün bile bu iki alan farkı çok çok büyük oranda insanların bilmediği bir olumsuz tutumdurlar.
“Tanrı'dan izinli (icazetli) hırsızlıkları (kötülükleri) ” yazıp oynatan Lukretus (Epicurus) , bir başka tragedyasında fatalist (kaderci) sızlanmalar yapan birini: “Tanrıya inanıyorum, ne var ki tanrılar insanların işine karışmıyorlar” dedirtti. Bunu dedirttikten sonra da şunu ekletir: “eğer tanrılar insanlara karışsa idi, iyi insanlar mutlu, kötü insanlar mutsuz olurdu” diyecek kadar akıl ve izan sahibi bir müdriklik ve kuşkuculuktu. Epikür oyuncuya; “oysa tam bunun tersinin gerçekleştiği görülüyor” diyen çıkartımnı söyletecekti. Düşünce özgürlüğü böyle bir şeydi.
Siz düşünce özgürlüğü olacakla bir anlatımı yansıtırken, her şey gibi bir yansımanın bambaşka yansımaları da olabilmektedir. Çünkü her şey çift (çoklu) karakterlidir. Siz olayı anlamayıp, hakaret kastı içermezden ifade edileni hakaret kastı ile de bağıtlanabilir bir olağan durumu; ‘kutsalıma hakaret ediyor’ bağıntısıyla yansıtmayı girişirseniz; orada düşünce özgürlüğü ölür.
MÖ. 99-55 yılları arasında yaşayan ve Spartaküs Ayaklanmasını (M.Ö 73’te) gören çılgın dahi Lukretus, hayatını intiharla sonlandıracaktı. Kendinden önceki düşünürler Dünya'yı dört öğeyle açıklıyorlardı. Hele Platon gibiler, Dünya'yı İde’lerle açıklarken Epikür (Lukretıus) Dünya'yı gökte devinen atomların rastlaşması ile şeyler (nesneler) ortaya çıkarırlar diyordu. “Süresi (vadesi) dolanlar rastlaşırlar” diyordu. Dünya'yı 4 öğeden oluşturan diğer filozofların, 4 eleman dediklerini dahi Lukretus: bu temel dört eleman; bu rastlaşmaların çarpışmasından çıkar, diyordu. Bu birleşmeler çözülür, ölür; ama atomlar ölmez diyecekti.
17-Süreç içinin; Demokritos, Leukippos ve Epicurus'un bu atomculuk öğretisi hiç kuşkusuz ki günün tartışmaları bağlamında dine karşı geliştirilmiş güçlü bir savunma silahıdır. Lukretus'un dine karşı oluşunu şöyle çıkarmak olası. “ Dinler Hiçbir açıklık bırakmazlar” der. Yani insanın davranması için, insana gerekli alanı bırakmamıştır ve özgür düşünüp üretmemesi için sanki din düşünüp her şeyi var etmiştir der. Önce tek tanrıcı (Yahudilik) , erinçli, kurtuluşçu dinlerin insanlara ölümsüzlüğü ve kurtuluşu vaat eden yaklaşımı ile mücadele ederlerken İsa ortada yoktur bile.
“Kurtulma vaat eden, korku yaratan, İsis'li; Attis’li, Mitara inançlı bu dinler; ölüm ve ölüm ötesi ile titreştirdiği insanın ölümleri üstünde ve yaşamları içinde ölümden sonraki korkuyu ortaya çıkarmaktadırlar” der. İşte atomculuk burada kendisini gösterir. Ölünce, beden ve ruh; dağılan birleşen atom devinimi gereğince, çözülecektir der. Ve kendince yüreklere su serpen, korkuya engel getirmeğe çalışır. Atomun şairi Demokritos, mutluluk adına ve erdem adına ve bilim adına “yeryüzünde tanrısal olanı kovuyordu”...
Kurtuluşçu din vaat ve vaazlarına karşın, düşünürlerimiz de; kurtuluşçu düşünme kriterleri oluşla, kurtuluşçu anlamalar ortaya koyuyorlardı. ‘Ölümden sonra hayat yoktur’; ‘ölünce atomlar dağılır ‘ diyen atomcu Demokritus’a dayanakla; “ölümden bana ne. Ölüm beni ilgilendirmez. Ben varken ölüm yok, ölüm varken de ben olmayacağım” diyecekti Epikuros.
Bunlarla kalmayıp, dinlerin kurtuluşçu vaatlerle insanları olgunlaştırmasını bir yana bırakın, Demokritos; dinin insanları nasıl suça yönelttiklerini de bir iyice işleyecekti.
Roma'nın, cumhuriyet olarak yaşaya geldiği dönemin son demlerindeki “özgür düşünce“ söylem ve anlatımları içindeki ana temayı biz “dine karşı düşünce” fikriyle anlar olsak, hiç de yanılmış ve yanlış yapmış olmayız. Çiçeron bile bunu anladığından: “halkın inançları bozulup sarsılmasın diye”” düşüncelerini saklar. Kendi ikiyüzlülüğünü, haklı olarak onaylar olacaktı.
Tarihte ilk kez toplu olarak, toplumu sarsan köleci Spartaküs ayaklanmasının patladığı bu ortamda, isyanlar karşısında, telaşını zengin lâtifundiaların (Tarım çiftlikleri) sahiplerinden yana tercih koyacaktı Çiçeron. Bir ezilen sınıf evladı olan bilge Çiçeron, bir ezen sınıf evladı olan, ama ezilenlerin safında kölelerden yana tavır alan erdemli Kattilina'ya karşı konsül seçilirken Forum alanlarında; “halkın borcunu silmek ha; bu devleti temelinden sarsmak olur” diyerek startını verip, konsül seçilecekti.
Bunun yanı sırada Çiçero, şunu demekten de hiç geri kalmayacaktı: ”Yurttaşlar, Romalılar; biliniz ki biri size gelişte, ölmüş atalarınızdan dem vuruyorsa ve tanrılarınızdan bahisle söz ediyorlarsa, iyice anlayın ki; ya canınızı, ya malınızı istiyordular”.
Sürecek
Bayram KayaKayıt Tarihi : 15.10.2008 01:18:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)