Sokrat; "tek bildiğim şey hiç bir şey bilmediğimdir" diyordu demesine de; biz insanı kâmil denen bir şeyi biliyorduk. Elin gavuru varsın insanı kâmili aransın dursundu(!) Biz tüm yetkinliğe kavuşmuştuk.
Bizde ise erdem iki şekilde gerçekleşiyordu. Birçoklarının “insanı kâmil” davranışlarını örnek alarak itaat etmek ve itaati olanın, susması idi. Yani; birinci olarak insanı kâmili hedeflemek; ikinci olaraktan da itaat etmek ve susmaktı. Bu kadardı. Akıl yerli yerinde duracaktı, biz de bir muti olarak, olgun insan olacaktık! İşte geri kalmanın ve gerileşmenin temelindeki prangalardan birisidir bu aşılanış.
Sanki evrende belli bir standartlardan sapmayan bir doğru vardı. Birileri de akla karayı seçerek, bu doğruyu bulmuştu. Bizler de bu doğru olan standardı uyguluyorduk! Oysa doğru ve standartlarınız göreceydi. Ve görece ilişkileri içinde oluşla kesikli (sınırlı-gelip geçici) ve yeni inşalarla sürekliydiler.
Yani bu mantığın zorunlu sonucu şudur. Siz davranmayarak, söyleneni uygulayarak, insanı kâmil olacaktınız. Gerçekte ise nasıl davranacağınızı o yola dek zorunlu olan işlev ve yöntemler belirliyordu. Siz uygulamayı ancak öğreniyordunuz. Ne var ki yinelenir davranışlarla da siz, bir önceki öğrenme tutumunuzu tekrarlıyordunuz. Bunun da garantisi yoktu. Bu hal de sürekli doğruları desteklemiyordu.
Thrasymachus’un deyimiyle, güçlünün işine gelen, güçsüzün erdemli olma ilkesiydi. Bu bir anlamda güçsüzleri belli davranışlara itişle, güçsüzlerin belli itaati tutumları takınması oluyordu. Böylece bazı düzen ve bazı sistemlerde güçlünün işne gelen ‘insanı kamillikler’, hep böyle ortaya konuyor olmalıydı belki de.
Hâlbuki hayat ve yaşam iki ucun girişimiyle kırılmasından fışkırıyordu. Salt yoktu. Sizler; suda boğulan birine el uzatırken, diğer yandan da birisini suya itersiniz. İşte toplumsal çözümler burada oluşturulup üretilerek varlaştırılacaktı. Yoksa göreceliği dışında sizin birilerinin olgun insan denen “Kamil insan” davranışını örnek almanız, hiç çözüm olmayacaktır.
Üstelik bu tür insanı kâmil tasımları, insanüstülüktür. İnsanüstülüğün de hali hazırda, yeri yoktur. Böylesi hayal ve kuramlar insan düşünmesini daima budamıştır. Eğer insanı kâmil bir var bulunuşun, örnek alınması (tek tipi, prototipi) ise, insanı kâmiliyle evrendeki tüm insansal süreçlerin durması lazım. Ve öyle bir durumda da ancak insanı kâmili, standart bir tutumu edinebilirdi. Tabii ki bir hayali yalan oluşla, olanaksızlıktır bu.
Çünkü insanı kâmil: bir tamlığın, bir mükemmelliğin, bir kendi kendine yeter olmanın, atıl oluşlarıyla devinemez ligin, durağanlığın bir kendisini seyredişi olacaktır. Bir çeşit narsisimdir. Böylesi durumda varlığın, tamlık istikrarlılığı; bozulmaz bir düzen kararlılığı; söz konusudur! Oysa evren daima eksilme ve nicel artmaların vukuuyla olasıdır. Evren çelişkilerin; hareketlenmesini yaşayıp, süreç eşmektedir.
İnsansal olgular; öğüt ve geleneğin değil, haldeki mevcut toplum üretiminin ele alınması, olmalıdırlar. Sizden önceki toplumlar konularını, kendi düzenci zamanı içinde olurla çözmüş olmaları ilkesi, kendi zamanınız içinde sizin de bunu uygulamak istemeniz; gerçekliğin değil geleneğin içinde bir konudur. Eğer uygulayım olacak anane aktüelse, bizler için, bizim dünyayı yeniden, tekrar tekrar keşfetmemizi önleyişle bizim zaman ve enerji kaybımızı önler. Ne var ki, aktüel olmayan ve köhnemiş olan geleneği de cevap derle kullanır olmamız da, akıl perdelenmesinden başka bir şey değildir.
2470 sene önce Yunan, aydınlanmasını başlatırken Sokrates, “ Tek bir şeyi iyi biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken; kuru kuruya konuşmayıp; geleneği ele alıp; gelenekçiliğin tersine,” ölçülü oluşu”, akılın süzgecinden geçirmeyi önererek aydınlık meşalesini yakıyordu. Bizim töre cinayetinde içinde boğulur oluşumuzun resmi; geçmişte berdel oluşun, sosyolojik oluşla kullanımı yararlıydı.
Çünkü ittifakı birlik yapısı, sosyal kültür üzerinden bu şekilde gerçekleşişlerle olası olup milletleşme; devlet olma ve imparatorluklar vs. oluş süreçlerine, bu kabil sosyal ve totemi anlamalar üzerinden geliniyordu. Toplumsal olan üretim ilişkileri ve emek bilincinin farkına varılmasıyla bu kabil berdeli belirleyicilikler yerlerini tamamen toplumsal olanın belirleyiciliğine bırakmıştı.
*Böylece berdelin işlevselliği havada kalmıştı. Berdelin günümüzde aktüel olmayışla, insan erdemine ve şimdiki sosyal gerçekliğe uygun olmazla çarpıtılmış olan gelenekti anlamalarının mirasından ötürü hala kullanılıyor olması, bir türlü aydınlanamayan prangalarımızdan biri olarak var ola gelmektedir.
Gelenek ve görenekler; üretip ayrımsayamayan, seçimleşemeyen aklın kılavuzu olurken, işleyen aklın kılavuzu, her yeni durumdaki eylemlerleydi. Antik çağ Yunan aydınlanması M.Ö 750- M.S. 150 dönemi içinde insan aklının en sıcak tutulduğu bir akıl özgürleştirilmesinin dönemidirler. Bu sürecin sonuna doğru asıl sürecin akışı monoteist akımlarla aklın esir alınması olacaktı.
Akıl sopayla kovalanıp, aklın yerine iman konacaktı. “İnandığım için düşünüyorum “ denişin karşısında “inanmak için düşünüyorum” deyip; düşünmeyi, düşünmenin kendi nedeni yapmanın; sığ bir düzlem kısır döngüsü içine çekeceklerdi. Monoteizm, getireceği tüm yararcı kazançlarına rağmen kendisini yeni zamana göre değişmeden güncellenmeden sürdürüşle; bedeli ağır olacak sürecin, başlanışıydı.
Monoteizm geçmişten beri oluşması içinde gelen güçle birden süreçle parlayacaktı. İmparatorlukların birlik ülküsüyle; sosyal yapının kendisinin etnik inancı olan ve toplumsal tedirginliklerle oluşan düzene aykırı oluşun, birliğini; kotaracaktı. Ama moneteizmin devamı imani sürecin devam akışını sağlayacak yeni yeni güncel kaynak yokluğuyla yapısı, önce hantallaşacaktı. Sonra da kendisini tekrarlamaları da bu kullanımın papağanlığı olacaktı.
Artık akıllılık; insanoğlunun “hiç bilmediği göğe, gözünü çevirip, akıl etmesi” idi! Böylece akıllılar iman edecek, akılsızlar zaten akıl baliğ olmayışla susturulacaktılar. Örneğin; bu anlayışlar çerçevesinde yalancılar da tanımlanmıştı. “Yalan söyleyenler (Tevrat İncil vs. gibi) indirilenlere inanmayanlardı. İşte asıl yalancıların kendileri, kitap ehline inanmayanlardı. ”* (nahıl:105) Burada Tanrı İnanırlarının, yalan söylemeyecekleri ilkesi, zımnen; tartışmasız olarak belirtilmektedir.
Ve her inanmazın da yalancı olduğu belirtilip; bunun kesin kes olan doğruluğu söylenmektedir. Çünkü ayetler tartışılmazdır. Siz bilimde yapsanız, imanlı olmamakla; daha baştan biliminiz de yalan olacaktı. Ama yalan da söyleseniz, bir imanlı olacakla (inancı olan bilgi taşır olmanın ilmiyle) doğruyu siz söyler olacaktınız.
İnanırlar inandıkları için doğruluk ve hidayetle esen içinde olacaklardı. Bu tam bir akıl prangalamadır. Bu prangalayışlar, Yüce Tanrı onayı ile Yüce Tanrı’danmış gibi Tanrı söylüyormuş gibi söyletilmelerdi!
Zaman, mevcut düzene (köleci düzene) karşı çıkmanın açık açık ortaya konduğu çevrede; latifundia ve vassalite sistemli feodal düzenlerin belirleyici oluşlarıyla seyreden zamandı. Bu kabil sosyo toplumsa çalkantıları görüp, henüz yerine neyin, nasıl konacağının tam bilinmediği; lakin yolun gidilişine göre kervanın yolda dizildiği bir oluşma başlayacaktı. İlk birikimlerin devam ede gelen süreci oluşla, inancı totemi anlama, hala çok caridir.
Ta ki 1350'li yıllara değin, akıl baskı altına alınacaktı. İlla ki akli işleyişin çok sınırlı ve zor geliştiği bu dönemler, ancak Rönesans la (yeniden doğuşla) , yeni insanda cesurca görülmeye başlanacaktı. Bu yeni insan; aklını kullanan insandı. İnsanı kâmil ancak böyle olunuyordu. Yani insanı kâmillikler; var bulunan ve her dönemde geçerli olan bir model örnek değildiler.
İnsan, kendisini maddi manevi üretir. İnsan bu üretme işini yaparken, bir önceki inşaların üzerine yeni yapı gereçlerini koyar. Yeni konuşlu inşalar, kesikli sürekli zaman zeminiyle sınırlı bir algılayış ve algılanıştılar. Yani yeni insanımız, insanı kâmilin zannına öykünmek değil, laik insandı. İnsanı kamil saltın olduğu yerdeydi. Salt’ın (değişmezliğin) olmadığı bir yerde, sonsuza değin doğruyu davranışla örnek olan, insanı kâmil de olamazdı. İnsanı kamillik, mevcuttaki işleyen Tanrı yasasına da aykırıydı.
Salt iyi, salt güzel, salt doğru yoktu. Tabiî ki dünya, bir türdeşliklerin, görece aynı gibi duran seyrini; farklı zaman seyredişlerle izleyecekti. Ateş bir yerde sönerken, bir yerde ışılayacaktı. Adeta bayrak yarışı insanlığın ufku olacaktı. Yeni çevre içine giren Arap fatihleri, çevresini hem etkiyecek hem de yeni çevrede etkileneceklerdi.
Batı, aydınlanmaya sırtını dönerken; yerleşik Sasani kültürü içindeki (Mazdeki yaşamla) , göçebe Türk, Arap kültürlerinin hep bir arada kaynaşıp etkileşen birleşmesi, Abbasi İmparatorluğu aydınlanmasını ve değişen gelişen İslam kültürünü ortaya koyacaktılar. İslam kültürü gerekli sentezini ve etkilemesini yapmıştı.
Abbasiler, Asya ve Avrupa içlerine kadar uzanacaktı. Avrupa tıpkı bu günkü gibi bizim çelişkilerimizi yaşıyordu. Avrupa kendisinin doğusundaki gelişmenin şaşkınlığından olacak, işe aklı ermediğinden, Oryantalizmi bir dinsel, ahlaki sapkınlık olarak, tartışıp lanetliyordu. Tıpkı bugün bizim batıyı, sapık sayıp ve bu sapıklığın ahlakını aldığımızı savunduğumuz gibi! Yobazlık ıraca birdi, her yerde aynı idi.
Ancak ışıyan doğu, ışımayı gayri iradi de olsa, ister istemez bir sıcaklık olarak, bir nüvenin nabız atışı olaraktan da olsa, çevreye yayacaktı. Abbasiler, abasını Avrupa üzerine atınca; düşünsel eylemselliğin hamileliğini Avrupa'da biçimleyeceklerdi. Bu ışıklı uyanış Avicenna dedikleri İbni Sina aydınlanması ile doruklaşacaktı.
Tabu, her yerde tabu idi. Avrupa'nın orta çağı, kilisenin üretemeyen yapısıydı. Ama üreteni de Aforoz eden baskısı idi. Başlangıçta kâfir sayılan, Aristo'nun fikirlerine sarılındığı bir çağdı. Aristo baş tacı idi.
Ne mantık olarak, ne deney olarak kabul edilmemiş ileri sürüşleri kabul eden inalcılıkla, din ya da yetkelerce ileri sürülen fikirleri kanıt aramaksızın; kabul etmek olan inakçılık; tabiî ki bir şeyi tabu kılışın yansılı doğal sonucu olacaktı. Bu bağlamda Avrupadaki Aristo inalcılığı ve Aristo inakçılığında bir şeyi Aristo söylemişse doğrudura varan bir, Avrupa tutumu idi. Yok bir şeyi Aristo söylememişse, o şey yanlıştır, anlayışı batıya egemen olacaktı. Avrupa'da genelin egemen olan kıyas ve mantığı bu idi.
Bu hal, Rönesans tan sonra doğu toplumlarına geçecekti. İnsanoğlunun dinsel inanmalarına tepkileri nedeniyle de tasavvuf doğmuştu. Tasavvufi inanç ve inançsızlıklarla her iki zıt görüşler, kimi tasavvufi görüşlerde çatıştıştırılacaktı. Kiminde de uzlaştırılacaktı. Kiminde de, inanma inanamama gibi iki ayrı yolda yürünerek geliştirilecekti.
Aklın doğuda kovulması ile tekrar iman gücü baş kaldırıp, bunları bir inalcılık ve inakçılığın özeğine oturtup, tarikat yapılaşmaları ve zıtlaşmalarıyla bir çıkmaza girecekti. Zaman zaman ışık parlamaları olsa da, yol çıkmaz yoldu. Akıl ve bilimdışı idi. Akılsızlığı mantıksızlığı, bir kez iman yapmışlardı. Yol dönülmezdi...”İnandığım için düşünüyorum” denecekti. Yani inandığı gibi düşünmek zorunda idi insan. Aykırısı günahtı.
İslami tasavvuf düşüncesi doğuda, üç ana yoldan gelişip serpilecekti. Bu insanın kendisi ile olan savaşının verdiği mutluluktu. Yıl M.S. 800'lü yıllardı.
Birinci yol Kuran’ın açık prensiplerini önceleyen ve ele alan disiplinlerdi. Bu açık anlamları uygulayan inanır, hem erdemini, hem mutluluğunu, hem imanını gerçekleyecekti. Bu yola, Sünni yolu denecekti. Zahiriliğin (açıklığın) dinsel bilgisiydi (güya ilmiydi) . Deney gözlem tartışma içinde olmayışlarla inanılan şey, bilim olamazdı. Ancak, bunların da kendine özgü metodolojileri ve akıl yürütmeleri vardı.
Ancak bu akıl yürütmelerle kimi kez sisteme nefes aldırmalar, biraz olası olabiliyordu. Böylece akıl yürütmenin sistem gerilimini indergeyen subaplar gibi olması; yüzyıllar süresince durumu kurtarır olacaktı. Bu yol kelam yoluydu. Kelamsa (fıkıhsa) şimdilerde, tümden insanın usundan kovulmuştu.
Birinci yol kelam ve akılcılıksa, ikinci yolda yürüyen bir mümin Kuran’ın hazır yorumlanmış olan anlamlarıyla yetinmeliydi. Kuranın yorumlanmayan gerçek anlamını, Allah bilirdi. Böylelikle kişiler, erdemlerini ve mutluluklarını bunlarla yetindirip, yorumlanmış olan ayetlerin anlatımı ile sağlamak zorundaydılar.
Bu kapı yorum kapısı yolu idi. Yani değişen gelişen insanoğlunun mantığı, inanmaların yetersizliğine karşı, aklını işletişi idi bu. Biz anlayamıyorduk ama derin bilgisi olanlar anlayıp anlatıyorlardı! Ruhban yoktu, ama olsun. Bunca cehalet varken biri bize yorumlamalı, biz de peşinde gitmeli idik. Bu yol da dinsel ilimin, batini oluşla (içsel, gizli) bilgisi diye bilinecekti.
Üçüncü yol da, her iki yolun üstünde bir yoldu. Ne Kuran’ın sözcük anlamlarını kurcalayacaktılar; ne de kuranın yorumlanmış anlamlara kulak asacaktılar. Bu yolla Tanrı düşüncesine sırf kendilerni katıp, Tanrı’ya karışarak, erdemlerini hale yola koyup, mutluluklarını sağlayacaktılar. Bu da arınmış bir Tanrı düşüncesi olan melamilikti. Melamiler, kendilerini aşağılayanların, aşağılamasına aldırış etmezlerdi.
Bu yollardan birincisi, Arpçı düşünme biçimi olarak bilinir. İkinci yol İran’ı, yani İran’ın kendi Mazdeki ve mani kültür sentezinin zenginliği oluşla islamın içinde legalize şekilde filizlenen sürüp gitmesiydi.
Üçüncü yol Türk yoludur. Bu üç yolla bu anlayışlar, yalın kalmayacak, daima birbirine karışıp, çatışıp aşılıp gelişecektir. Artık arı dinden, bir avuç insan kalacaktı. Bunlar sembolik inanmaların çevresinde, örülen müthiş akıl işletmelerinin verimliliği idi.
Her baba yiğit, bu akıl işletmenin harcı olamayacak; bir mürşidine ram olacaktı. Süreç bu idi. Pranga, süreci kendi kuşatmasının altında ezilecekti. Teklik çoklaşacak ve kaoslaşacaktı. Çünkü doğal akış ve doğal dinamik bu idi. Baskılanan hiçbir şey, belli süreler sonundan itibaren buna aykırı olamazdı.
Sonuçta bu üç temel yapılanma altındaki yüzlerce tarikatlardan kimisi, Tanrıdan yola çıkarak Tanrısızlığa varırken, kimi tasavvufi görüş te Tanrı'sızlıktan yola çıkıp, Tanrı düşüncesine varıyordu.
Karmatilik, Şeyh Bedrettin Tarikatı, Babakilik, Bektaşilik, Hurfilik gibi batini disiplinli yapılanmalar, özel mülkiyete Marx'tan çok önce karşı idiler. Fakat çağ ve toplumsal üretim, toplumsal paylaşım, üretim gücü ve üretim teknolojisi seviyesi böyle bir özel mülkiyeti kaldıracak ve karşılayacak seviyede değildir. Sloganları “Her şeye malik ola, bir şeye malik olmaya” söylemiydi. Tarikat merkezi tekkeler bu sloganı, din bilir mürşitlerinin ve inanırlarının inanç DNA'sına, Atomik dizilimle özleştirmişlerdir.
Bir türden olmayacak bu kabil gelişmeler, Yunan’ın düşüncesinden de, nemalanarak serpilecekti. Örneğin, İslamdaki sayı mistikliği olan hurfiliğin temeli Yunan Pitogras (Pythagoras) sayı mistizmine dayandığı gibi, tasavvufun söylemi olan; “Hiçbir şey yoktan var olmaz, her şey tenakuzun varlığı ile gelişir” şeklindeki düşünceleri de Yunanlı Parmenides'le ve Herakleitos’la birleşir.
Sürecek
*Nahıl 105
Bayram KayaKayıt Tarihi : 10.10.2008 19:18:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!