DURDU AVRAD
Durdu Avrad
Kızgın yaz güneşi gözalabildiğine uzanan tarlanın çıplak tepelere kavuştuğu sınırdaki kerpiç damı yakıp kavuruyor, toprağın sıcağı duvarların içine içine işliyor ve böcek sesleri tarla kuşlarının cıvıltılarına karışıyordu. Tarla bir baştan bir başa sarıya kesmişti. Dev papatyaları andıran ve arkalarını güneşe dönmüş bulunan ayçiçekleri ötelerdeki toprak yolun kıyısından ta ötelerdeki tepelere doğru cömertçe yayılıp gitmişlerdi. Ürün aylarıydı ve çiçekler kartalmaya yüz tutmuştu. Gökyüzü açık maviydi. Havada tek bir bulut, tek bir esinti yoktu.
Gafur Ağa:
- Gız Anşa… Dedi. Hele bir kupa su ver bakim…
Kuşkulu bakışları Ayşe ‘yle birlikte yürüdü, yürüdü, yürüdü, duvarın dibine dek gitti. Sonra Ayşe kapıdan çıktı ve Gafur Ağa ‘nın bakışları orada kaldı.
Kızı on yaşlarındaydı ve dört yıldan bu yana anasızdı. Dört yıl önce yine bu kerpiç damda, anası gitmiş ve arkasında tek anı olarak Ayşe ^’yi bırakmıştı. Durdu Avrad şimdi ayçiçekleriyle çevrili bulunan tarla sınırındaki yamacın beri yüzünde yatıyordu. Yine orada olaraktan, yine kerpiç damını görerekten, yine Anşa ‘sının silme sarı saçlarını kokusunu duyaraktan. Zaman Durdu Avrad ‘ın gövdesini un etmiş, kül ufak etmiş, sürmüş gitmişti ama Durdu Avrad ‘ın Anşa ‘sı hiç gelişmemişti, hiç serpilememişti. Kız bir deri, bir kemikti. Sapsarı yüzünde ufak kafatasının gözçukurları, etsiz elmacık kemikleri. Soyunsa; tek tek kaburgaları belli olur, öyle zayıf. Gözleri tıpkı anasının gözleri: Çivit mavisi. Ağzı bir ufacık hokkacık, zor bulursun ki lokma sokasın. Memeden kestiklerinde ağzına naylon sokmuşlar her ağlayışında. Ya da o ki; plastik. Bir basit emzik. Bir yalancı meme. Kızda dudaklar kağıt gibi ince. Kansız-cansız birer çizgi. Yaratan sanki ağız açmamış, salt bir çizgiyle ağzını belirleyip bırakmış. Boyu yaşına oranla hayli uzun. Belki zayıflıktan, belki boyuna vermişlikten, belki de anasına çekmişlikten. Yeşil entariyi çok sever, haminnem. Çok sever. Bir de sever ki. Yediği yok, içtiği yok. Dünü-günü anasının mezarı başına dikilmekle geçer gider.Hem öyle gidip salt bakınmaz bakındığınca. Toprağa kapanır. ‘Kapanır’ da ne söz? Yapışır, kucaklar, sarılıp toprağa uzun uzun açtığı cılız kollarıyla, kasım kasım kasılmış, gerim gerim gerilmiş parmaklarıyla. Görsen, dersin; mezarı kapıp kaçıracaklar ellerinden, avuçlarından. Durdu Avrad ‘ın mezarını. Anasının.
Durdu Avrad diri kadındı, dinç kadındı. Irgattı. Gözalabildiğine uzanan tarlayı bir başına çapalar, bir başına da biçerdi, biçim vakti geldikçe. Taştan dayanıklıydı, kuştan hafif. Keseye yükü yoktu. Otla-çöple doyururdu karnını. Bulursa yer, bulamazsa şükrederdi. Anşa ‘sı bezden kundakla sırtına bağlı bir durumda nice bir çapa sallamıştı toza toprağa.
Sonra, bir gece ansızın gitmişti Durdu Avrad. Ağrısı yoktu, sızısı yoktu. Belli bir hası-hastalığı yoktu. Tam kuşluk vaktinde ölü bulmuşlardı. Gafur Ağa gözlerini açtığında; Anşa çığlık çığlığaydı yan odada. ‘Anam öldüüü…’ diyerekten. Gafur Ağa ancak öyle anlayabildi Durdu Avrad ‘ın öldüğünü.
Durdu Avrad; karısı, birlikte baş koydukları oluklu basma yastıkta cansız yatmaktaydı. Çivit mavisi gözleri bir daha açılmamak üzere kaskapalı.
Bazıları Durdu Avrad ‘ı Gafur Ağa ‘nın zehirleyip öldürdüğünü anlatıp durdular ötede-beride günlerce. Söylentilere göre; Gafur Ağa çavdarmahmuzuyla zehirlemişmiş karısını. Yani Durdu Avrad ‘ da sürekli bulantı, kusma, ishal, zayıflama, karıncalanma, kramplar görüldüğü ve sık sık el soğumasına rastlandığı için.
‘Densizler… Gaddarlar… Acımasızlar…’
-Buba… Suyunu iç, buba…
Gafur Ağa düşüncelerinden sıyrılıp başını kaldırarak kızına baktı. Suyu almadı, öylece baktı.
-Anam sağ olaydı ne bir iyiydi, he mi ya? Ama anam yok. Buba, onu sen öldürmüşsün diyesiler. Çavdarmahmuzuyla. Yani ortakçıynan düşüp kalktı diye anama iftira ederekten.
Gafur Ağa kızının elindeki toprak kupayı aldı. Ağzına götürdü. İçti. Elinin tersiyle dudaklarını sildi. Su toprak kokuyordu. Belki testinin, belki de kupanın toprağı. Ama iyiydi. Ne soğuk, ne de sıcak. Ilık. Soğuğa az biraz yakın ılık.
- Anan sağ olaydı helbet iyiydi. Dedi. Kötü olur mu hiç? ‘Herif evin mereği, avrad evin direği’. ‘Herif seldir, garı göldür’. Direksiz çadır, susuz göl neye yarar, a gızım.
- Onu sen öldürmüşsün diyesiler. Çavdarmahmuzuyla. Yani ortakçıynan düşüp kalktı diye anama iftira ederekten.
- ‘Anama iftira ederekten…’ ‘Anama iftira ederekten…’ Bir bellemişsin bunu… Bir kere, bizim bir ortakçımız yoktu… Hiçbir zaman da olmadı… İkincisi; anan çavdarmahmuzuynan zehirlenmedi, ince hastalıktan geberdi… Yani veremden…
Gafur Ağa damın toprak zeminine paslı bir balgam tükürdü:
- Aha işte… Bana da ondan geçti… Anandan… Bir garip donuktu. Konuşurken salt dudaklarıyla konuşuyor, ağzının içi, dili, dişler, görünmüyordu:
- Sen gidince anam eve geliyo… Sen ne zaman gitsen geliyo… Yani ben her ne zaman mezarına gitmesem…
Gafur Ağa ‘nın gözlerinden bir derin ürperti geçti:
- Böyle deme a gızım. Günah. Günah ki; hem de daha nasıl bir günah.
Kız öyle durgun baktı. Konuşmadı. Sonra gözlerini babasının elindeki toprak kupaya dikti. Toprak kupa ansızın Gafur Ağa ‘nın parmakları arasında patladı. Kül ufak olup döküldü. Un gibi. Toz gibi. Kırsız-kırıntısız. Kızın yüzüne gelince; o, maske gibiydi.
- Bunnan ikidir elinde sıkıyon kupayı, buba… Sıkıyon, sıkıyon, un-ufak ediyon…
Gafur Ağa avucuna bulaşan yaş toprakla asla ilgilenmemekteydi. Gözleri kızının çivit mavisi gözlerine dikili ve dişleri sımsıkı kenetliydi. İri beyaz dişlerinin arasından çıkan hırıltılı bir sesle:
- Ben kupayı sıkmıyom… Diye bağırdı. Hele bu kez hiç sıkmadım… Yani bile bile sıkmadım… Bir kez daha sınamak için… Çünkü; bu, dağılan üçüncü kupa…
Kızın sesi dudaklarından fırlayan keskin bir ıslık gibi ve davranışı kafa tutarcasına sertti:
- Sıktın…
Dedi ve uzaklaştı.
Öfkeyle yerinden kalkıp tahta kapıyı iterek toprak koridora geçen Gafur Ağa, on yaşındaki sıska kızını koridor duvarının dibinde buldu.
Kız yere oturmuş, elleriyle eteklerinin uçlarını yukarıya kaldırmış ve entarisinin önünü torbalaştırmıştı. Eteğinin içinde testi kırıkları vardı.
Gafur Ağa gitgide öfkeye dönüşen bir şaşkınlıkla koridor duvarının diplerini gözden geçirdi. Döndü, yan odayı aradı. Döndü, mutfağı yokladı. Döndü, az önce oturduğu odayı altüst etti, didik didik didikledi.
Ayşe hala ayni yerdeydi. Bulunduğu yerde öylece oturuyor, çivit mavisi gözlerini kırpmadan öylece yüzüne bakıyordu.
- Destiyi kırdın deel mi? .. Su destisini… Gırdın, parçaladın… Her zamanki gibi; o çivit mavisi gözlerinin tek bir bakışıynan…
Kız gözlerini babasından ayırmaksızın dudaklarının uçlarıyla tısladı:
-Gırmadım.
- Gırmadınsa nerede desti? .. He mi ya, nerede desti? ..
Küçük kız adama delice gözlerle bakıyordu:
- Anam almıştır.
Gafur Ağa ‘nın gözlerinin karası gidip akı geliyordu. Kan yüzüne vurmuş, dudaklarının sağ yanını yukarıya doğru çeken tik gelip yerine oturmuştu:
- Anan destiyi alamaz… Diye gürledi. Diyelim ki; anan çıktı mezardan ve buraya gelip aldı destiyi, pekey, o zaman sen nereden getirdin suyu bana? ..
Küçük kızın kırpılmak bilmeyen gözlerinden masmavi bir parıltı geçer gibi oldu. Çocuğun düşünceleri yüzünün kaslarına yansımadığından belki de hiçbir şey düşünmediği söylenebilirdi. Belki de refleksleri yanlıştı ve neyi ne zaman yapacağını bilmiyor, kestiremiyordu. Fakat bu anda gövdesinde baş gösteren tek canlılık öylece sürüp gelmiş ve dudaklarının tam ucuna oturmuştu:
- Destiden.
Gafur Ağa ‘nın öfkesi huzursuzluğuyla birleşmiş, kanı da beynine sıçramıştı. Dayanıklılığının son sınırlarında bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya başlamıştı:
- Destiden getirdinse nerede desti, pekey? ..
Kızın gözlerinde hala tek bir kırpılma yoktu. Oysa Gafur Ağa, bu denli uzun süre kırpılmayan gözlerin ateş gibi yanacağını ve o gözlerden ha babam yaş boşanması gerekeceğini geçmiş deneyimleriyle çok iyi biliyordu. Gözlerini kızının durağan bakışlarından ayırmaksızın homurdandı:,
- Pekey nerede desti? .. Nerede desti? ..
- Burada.
Kız gözlerini Gafur Ağa ‘nın gözlerinden ayırmaksızın ellerini eteğinin içine daldırmış, kocaman kocaman testi parçalarını avuçlarına alarak ve incecik bileklerinin titremesine bakmayarak adama uzatmıştı.
Gafur Ağa güçlü bir el hareketiyle kızının fidan dallarını andıran cılız kollarını yana itti. O küçücük, o kansız avuçlardaki testi parçaları duvara doğru savrulurken küçük kızın elleri saçlarına gitti. Silme sarı renkteki uzun saçlarını elleriyle her iki yandan kavramış ve kafasına doğru bastırarak bakışlarının yönünü değiştirmeden öylece kalakalmıştı.
Gafur Ağa azgın bir gergedan gibi burnunun deliklerinden soluyarak kızının tam önüne çömelmişti. Bu kez sesi ciğerlerinin ta derinliklerinden gelmekteydi:
- O ufacık gafanlan beni mi gandırıyon, yılan soyu… Diye homurdandı. Bunar da desti parçası ama bunar guru… Bunar su getirdiğin destinin parçaları olaydı, şindi ıpıslak olmaları gerekmez miydi? .. Söyle, haydi, nerede desti? .. Suyu nereden getirdin? .. Bunarı; bu gucağındaki desti parçalarını nereden buldun? ..
Küçük kızın incecik, kuru bacakları bulundukları yerde upuzun duruyordu:
- ‘Desti yok… Diye ıslıkladı. Suyu kupaya doldurmuştum ben. Öylece duruyordu ta öte günden.’ He mi? .. Dedi Gafur Ağa. Onun için mi kupanın suyu hiiiç ısınmamıştı? .. Onun için mi soğuğa yakın ılıktı? .. Ataş gibi, alav gibi olması gerekirken bu gavurucu sıcakta…
Gafur Ağa küçük kızını sille-tokat dövmeye başlamıştı. Her nedense, içinde öfkeden çok korku vardı. Günlerden bu yana, bu kerpiç damın içinde Gafur Ağa ‘nın bir türlü altından kalkamadığı olaylar oluyor, en azından durum Gafur Ağa ‘ya öyle geliyor ve Gafur Ağa kurtuluşu, bu olayların kaynağı olarak kabullendiği on yaşındaki kızının üstüne sille-tokat gitmede arıyordu.
Adamın her tokatında mavi gözlü, sarı saçlı kızın saçları darmadağın oluyor, şamarların patladığı yerlere kan oturuyor, silleler, yumruklar Ayşe ‘nin başında-gözünde patlıyor ve Gafur Ağa canavarca bir öfkeyle küçük kızını yerden yere duvardan duvara vuruyordu. Öfkeden yapılmış maskesinin altında korkunun yüzü saklı duruyordu.Ortada, salt Gafur Ağa ‘nın homurtuları, küfürleri, bağırtıları, nağraları ve kızgın solumaları kol gezmekteydi. Küçük kızın; sarı saçlı, mavi gözlü Ayşe ‘nin dudaklarından bir-iki ezik iniltiden öte tek ses, tek soluk çıkmamıştı. Ufacık, sıska gövdesi her nereye savrulsa oraya gidiyor, her nereye çarpılsa işte oraya vuruyor, her nereye bırakılsa işte orada kalıyordu.
Gafur Ağa kendine geldiğinde; kız, sözcüklerle anlatılamayacak ölçüde perişan durumdaydı. Küçücük bir et yığınından, bir topaklık bir pelteden farksızdı. Sarı saçları darmadağın olmuş, saçlarının arasındaki yarasının üzerinde kan pıhtıları kurumaya başlamıştı.Sarı saçlar, yüzünde tel saçaklı bir perde gibiydi. Entarisinin sol kolu dirsekten yırtılmıştı. Katlanan ve bir türlü düzelmek bilmeyen sağ bacağı kalçasının altındaydı.
Az önceki Gafur Ağa bu odadan, bu kerpiç damdan, bu tarlalardan ve tüm bu yöreden çekip gitmiş, yerine bir başka Gafur Ağa gelip oturmuştu. Önceki Gafur Ağa ‘nın verdiği azabı, çektirdiği acıyı unutturmaya çalışan bir ikinci Gafur Ağa. Acıyan, esirgeyen, canını kızına vermeye çoktan hazır bulunan bir Gafur Ağa.
Elleriyle kızının yüzünü bir perde gibi örten saçlarını araladığı zaman, o durağan bakışlı çivit mavisi gözleri bu kez açık bulamadı. Minicik körpecik ağız ve o kansız, incecik dudaklar kan içindeydi. Kan hem ağızdan, hem burundan gelmişti ve ağız, burun birleştiğinden hangisinin ağız, hangisinin burun olduğu ilk anda anlaşılamıyordu.
Gafur Ağa ‘nın ağzından tek bir sözcük çıkabildi:
- Anşa ‘m…
Alabildiğine üzgün fakat grip bir şekilde de rahattı. Her keresinde böyle oluyordu zaten.Ayşe ‘nin gözleri açıkken, bakışları olanca mavilikleriyle yüzüne saplanmışken bunalıyor, huzursuzlanıyor, çok büyük korkulara, çok büyük tedirginliklere kapılıyor, kızın gözleri kapandımı çok eşsiz bir mutluluğa ve çok eşsiz bir güvene kavuşuyordu.
Ayşe ‘nin pelteleşmiş gövdesini kucağına aldı. Solgun, sarı, kıpırtısız yüzünü öptü. Sonra, dudaklarını ürke ürke kapalı gözlere değdirdi. Kızını içeri odaya taşırken Gafur Ağa ‘nın gözlerinde damlamaya hazır yaşlar parıldamaktaydı.
Kızı odadaki yer yatağının üzerine uzattı. Odadan çıktı. Evi çabucak aradı. Tek damla su bulamayıp bakır bir güğümü kaparak dışarı fırladı. Sinek-böcek girmesin diye kapıyı dışarıdan mandalladı.
Rüzgarsız bir güneş ortalığı kasıp kavurmakta, ayçiçekleri gözalabildiğine uzanmakta, kerpiç damın önünden başlayan tozlu-tozaklı yol ta uzaklardaki anayola dek uzaklaşa uzaklaşa daralıp tükenmekteydi.
Kerpiç damın arkasındaki kuyunun çıkrığı bozulmuştu.Oysa; Gafur Ağa daha bu sabah su aldığında çıkrık sapasağlamdı. Üzerinde durmadı. Ağaçtan yapılma silindire sarılı bulunan halatı çözüp güğümün kulpuna bağlayarak dibe sarkıttı. Güğüm gitti, gitti, gitti, kuyunun ta dibindeki kuru taşlara vurup çınladı.
Kuyuda bir tek damla su bile yoktu.
Gafur Ağa duygularına inanamıyordu. Ellerini kuyunun taş ağızlığına dayamış, olanca ilgisiyle aşağı eğilmiş, delici bakışlarla kuyunun karanlıklarına bakmaya başlamıştı. Sanki o görülmeyen karanlıkların dibini görebilecekmiş gibi. Güneş su dolu kuyuyu obur bir sünger gibi çekmiş, emmiş, kurutmuş muydu acep?
Gafur Ağa doğrulup halatı çekti, çekti, çekti, güğümü dışarı aldı. Bakır güğümde bir tek damla suyun ıslaklığı bile yoktu ve dipteki kuru taşlar güğümün derisini çizmişlerdi.
Üç kez denedi. Üçünde de, bakırın taşa-toprağa çarpmasından doğan ayni cıngıltılar. Ya su? Su yok. Kuyuda su yok. Uçup gitmiş. Kurumuş. Buhar olup karışmış havaya. Şeytan almış götürmüş, satamamış ama yine de geri getirmemiş, belki.
‘Guyuda su yoksa; bu gız suyu nerden getirdi? Suyu guyudan getirdiyse; guyuda şindi niye su yok? ’
Gafur Ağa güğümün bakır kulpunu parmaklarına geçirdi. Damın çevresini dolanıp eve geldi. Kapıdaki mandalı açıp huzursuz bir tutumla önce koridora, sonra odaya girdi ve girdiği anda da kapının dibinde kalakaldı.
Ayşe; sarı saçlı, mavi gözlü küçük kız yatakta yoktu.
Gafur Ağa, kızı orada olduğu halde göremiyormuşcasına yere çömelip elini yatakta gezdirdi. Yatak henüz sıcaktı. Bu sıcaklık Ayşe ‘nin sıcaklığıydı. Belki de Ayşe ‘nin değil, toprak damı delim delim delmeye çalışan kızgın yaz güneşinin sıcaklığı.
Gafur Ağa donuk bakışlarla ayağa kalktı.
Toprak döşemeli daracık odada bir tek pencere vardı. Pencerenin enine-uzununa demir parmaklıklardan oluşmuş metal kafesinde, dört demir çubuk sağa, sola, yukarı ve aşağı kanırtılmış, kafeste geniş bir boşluk açılmıştı.
Gafur Ağa ayni demir çubukları tersine büküp düzeltmeye çabaladıysa da bunu bir parça bile başaramadı. Aralarından bir insan geçebilecek ölçüde eğilip bükülerek birbirlerinden ayırılmış olan demir çubuklar değil oynamaya, hatta esnemeye bile hevesli görünmüyorlardı.
O anda Gafur Ağa ‘ya, sanki o demirler yırtıcı, parçalayıcı bir masal canavarının zorlu pençeleriyle kanırtıla kanırtıla birbirlerinden ayırılmış gibi geldi. Oysa ev kapısının dışarıdan vurulan mandalına dokunulmamıştı bile ve evle odada, baygın yatan Ayşe ‘den başka hiç kimse yoktu. Mandala el değmemiş olması, eve dışarıdan kimsenin girmediğini, pencere demirlerinin içten dışa kanırtılmış olması ise içeriden dışarıya birinin çıktığını göstermekteydi. Bu da kuşkuları küçük kızın üstüne toplayıp duruyordu. Dövülmüş, hırpalanmış, perişan bir et yığını halindeki on yaşında cılız bir kızın o kalın demir çubukları içten dışa kanırtabilmiş ve birbirlerinden ayırabilmiş olması Gafur Ağa ‘nın mantığına sığabilecek işlerden değildi.
Gündüz gözü daracık bir odada, kendisini benzerlerine ancak masallarda rastlanabilen, büyülü canavarların arasına düşmüş sanıyordu. Yüreğinin biryerlerinde bir şeyler kopmuş gibiydi. Bir veya birkaç tel.
Evden deli gibi fırladı.
Damın dört bir yanını, ayçiçeği tarlalarını, Durdu Avrad ‘ın mezarını, her yeri, her yeri, aradı. Ayşe ‘yi, sarı saçlı, mavi gözlü, cılız kızını bulamadı. Aradığı yerleri yine, yine, yine aradı. Ayşe hiçbir yerde, hiçbir yanda yoktu.
Güneş tepelerin arkasına devrilmişti. Ayçiçeklerinin yerde sürünen ve birbirlerinin diplerine uzanan gölgeleri gittikçe koyulaşmakta, uzak bir rüzgar ta yükseklerdeki bulutları bir araya toplayıp süre üfüre tarlalara doğru getirmekteydi. Hava yağmurlu olacağa benziyordu. Ayçiçeklerinin iri başları hafif kıpırtılarla kelle kelle öne düşmeye başlamıştı. Önü uzak bulutlarla bezenmiş testekerlek bir ay gelip kerpiç damın arkasına yaslanmıştı. Eline çubuk alıp damın üstüne çıksan dokunabilirdin belki. Öylesine yakın.
Uzaklarda bir yerde gök gürledi. Kararan ırak dağların şimşekle yer yer aydınlandığını görür gibi oluyordu Gafur Ağa.
Elinin tersiyle alnında biriken ter damlalarını silip tozlu adımlarla eve girdi. Bu kerpiç damda fazla kalamayacağını, yeniden Ayşe ‘yi aramaya çıkması gerekeceğini çok iyi biliyordu.
Odanın kapısını açtığı anda, buna hiç de gerek kalmadığını büyük bir şaşkınlıkla anlayıp kapı dibine yıkılmamak için duvara tutunmak zorunda kaldı.
Yanlış görmüyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü kızı; Anşa ‘sı, yatakta, onu ilk kez bıraktığı yerde ve ilk kez bıraktığı biçimde yatıyordu. Davranışlarında, duruşunda, görünüşünde hiçbir değişiklik yoktu. Her şey, her şey ayni, her şey yerli yerindeydi. Tıpkı ilk andaki gibi.
Gafur Ağa ‘nın korkudan faltaşı gibi açılmış olan gözleri elinde olmaksızın pencereye doğru kaydı.
Pencere ayni pencere, demirler ayni demirlerdi. Kerpiç damın bu ayçiçeği tarlasının ortasına bina edildiği günlerdeki gibi. Demir çubukların hiçbirinde en küçük bir eğilme, en küçük bir bükülme, em küçük bir kanırtılma izi görünmüyordu.
Sarsak adımlarla pencereye yürüdü. Elleriyle demirleri yokladı. Bir daha, bir daha, bir daha yokladı. Çekti, zorladı. Kanırtmaya, şu yana, bu yana eğmeye, bükmeye çalıştı. Boş, boş, boş. Demir çubukların hiçbiri tek bir santim bile oynamıyordu yerinden.
Pencereden içeriye süzülen testekerlek ayın gümüş rengi ışıkları kızın yatağının üzerine vurmuştu. Pencere demirlerinin kara gölgeleri küçük kızı ve yatağı geniş karelere, iri çerçevelere boğmuştu.
Ve kızın karanlık kabul etmeyen gözleri o derin mavi ışıltılarıyla tam gözlerinin içine saplanmıştı. Çivi gibi, ok gibi, masmavi birer mızrak gibi.
Gafur Ağa, o mavi gözbebeklerinin bakıldıkça irileştiğini, büyüdüğünü, genişlediğini, derinleştiğini, oda kadar, dam kadar, tarla kadar olduğunu sanıyor ve kendisini ucu-bucağı olmayan o maviliklerde yitirmekten korkuyordu.
Neden sonra mavilikler hızla daraldı, küçüldü ve tüm mavilikler on yaşındaki cılız kızın gözbebekleriyle birleşti.
Kızın ince dudaklarından fırlayan sesin keskin bir ıslıktan farkı yoktu:
- Anam gelmişti. Götürecekti beni. ‘Hele bu gece de bekleyek.’ Dedi.
Ayşe ‘nin gözleri ay ışığı altında kapandı. Göğsü hafif hafif ve zorlukla inip kalkıyor, gırtlağı arada bir hırıltılar çıkarıyordu. Mavi gözlerinin kapandığı anda oda karanlığa gömülür gibi oldu. Ya ay ışığı silinmiş, ya da ay tepeleri aştığından ışık içeriye düşmemeye başlamıştı.
Gafur Ağa rahatladığını sezinledi. Korku dağılınca üzüntü mü başlıyor, kuşku ortadan kalkınca akıl ve mantık mı ortaya çıkıyordu, yoksa?
Titreyen ellere duvardaki gaz lambasını yakıp mutfağa geçti. Bir tas yoğurtla ve bir tas sıcağa vurmuş ayranla bir tek domates, bir tek elma ve haşlanmış bir tek bayat yumurtayla geri döndü. Lambayı odanın yatağa en yakın yerinde duvara astı. Bu anda kendi kendisini inceliyor fakat ağlaması mı, gülmesi mi, korkması mı gerektiğini bir türlü kestiremiyor, bir türlü bulup çıkaramıyordu.
Kızına seslenmeleri, getirdiklerinden yedirmeye çalışmaları para etmedi. Elini alnında gezdirdi. Ayşe alev alev yanıyordu. İri bir mendili ayrana batırıp küçük kızın dudaklarına, yanaklarına ve alnına dokundurdu. Ateş ıslak mendili birkaç dakikada kurutacak ölçüde güçlüydü.
Dışarıda şiddetli bir gök gürültüsü koptu ve yağmur ansızın boşandı. Rüzgarın kırbaçlamaya başladığı yağmur damlaları tahta kepenkleri açık bulunan demir çubuklarla çevrili pencereden içeri saldırmaya, şiddetli bir esinti tahta kepenkleri kerpiç damın dış duvarlarına vurmaya, gaz lambasının alevini pırpırlatmaya ve odanın içindeki iri, karanlık gölgeler büyük bir hızla yer değiştirmeye koyuldu.
Gafur Ağa pencereye yürüyerek tahta kepenkleri kancalarından kavrayıp çekti. O onları kapatmaya çalışırken yakınlara düşen bir yıldırım yüzünü ve ellerini gündüze çevirdi. Gök yeniden gürledi. Bunu izleyen ikinci bir gürleyiş biraz daha yakından duyuldu. Gafur Ağa tahta kepenkleri kapatmış, oda eskisini andıran bir sessizliğe gömülmüş, lambanın alevindeki pırpırlama dinmişti.
Gafur Ağa tüm geceyi kızının yatağının başında, gök gürlemelerini, yağmur pıtırtılarını, rüzgar ulumalarını dinleyerek geçirdi. Bazen ağladı, bazen korktu, bazen uyukladı.
Kerpiç damın tahta kapısı arka arkaya üç kez yumruklandığında Gafur Ağa derin bir uykuya dalmak üzereydi.
Dört yıldır, tam dört yıldır bu kerpiç damın kapısı böyle geceleyin vurulmuş değildi.
Gafur Ağa tam dört yıl önce, o gece, Durdu Avrad ‘ın öldüğü gece, kapının aynen böyle çalındığını duyar gibi olmuş fakat uykusu ağır bastığından aldıramamış, başını yastığında yana çevirerek kendinden geçip gitmişti. O nedenle o gece kapının açılıp açılmadığını hiçbir zaman öğrenemedi. Buna karşın, kapıyı evden kimsenin açmadığından kesinlikle emindi. Zira, Durdu Avrad akşamdan beri yanında yatmaktaydı. Sabahleyin de öyle. Aradaki tek fark; sabahleyin Durdu Avrad ‘ın ağzının köpüklü salyalar içinde oluşuydu.
Kapıya ardı ardına inen üç yeni yumruk sesi dışarıdaki fırtınanın homurtusuna karışarak kayboldu.
Gafur Ağa yüreğinin gömleğini yırtarcasına zorlandığını sanmaktaydı. Gözleri olduğundan çok irileşmişti. Binbir gizemli düşüncenin koşuştuğu kafasında kendi kendine alıp alıp veriyordu. Yakınlarda-yörelerde ne bir tek ev vardı, ne de bir tek komşu. Yüzlerce dönümlük ayçiçeği tarlaları içinde bir başına tek katlı bir kerpiç dam. Bir kerpiç kom. Gündüz olsa kim uğrar, kim geçerdi buralardan? Kaldı ki geceleyin. Bir Kara-kuru Gafur Ağa, bir cılız, solgun Anşa. Yallah-maşallah salt ikisi. Onlar da nah şurada, şu daracık odanın içinde.
Tahta kapıya üç yeni yumruk daha indi.
Gafur Ağa çiviye asılı gaz lambasını sol eline alarak kuşkular içinde mutfağa geçti ve sağ eliyle oradaki baltayı kavrayıp evin tahta kapısına doğru bir-iki adım attı. Gözleri yerlerinden fırlamışlardı. Zira, zaten eve girerken kapıyı içeriden kilitlemeyi unutmuş olduğunu, aşağı sarkık duran zırzayı görür görmez anımsamıştı. Kapı örtük olmasına örtüktü ama kilitli yani zırzalı değildi.
Açık bir kapıyı kim yumruklardı? Kapı açık olduğuna göre; dışarıdaki neden içeri girmezdi?
Sağ elindeki baltanın verdiği güven duygusuyla ayağının burnunu kapının altına takıp kapıyı yavaşça geri açtı. Kapının açıldığı anda ac kurt gibi içeri saldıran yağmurlu bir rüzgar elindeki lambayı söndürüverdi.
Ve Gafur Ağa, Durdu Avrad ‘ı karabulutların arkasına sık sık dalıp çıkan ayın ışıkları altında tam karşısında buldu.
Tam önünde öylece dimdik duruyor, kırışık alnındaki çizgileriyle, yağmurdan sırılsıklam olup alnına lif lif yapışmış sarı saçlarıyla ve kırpılmadan bakan o çivit mavisi durgun gözleriyle öylece kendisini süzüyordu. Islak sarı saçlarının arasında tıpkı Anşa ‘sının başında açtığı yarayı andıran bir yara vardı. Ağzı-burnu tıpkı Anşa ‘sınınki gibi kandan görünmüyordu. Islak entarisinin bir kolu tıpkı Anşa ‘sınınki gibi tam dirseğinden yırtılmıştı. Eteklerinin uçlarını tıpkı Anşa ‘sı gibi yukarı kaldırıp tam önünde torbalamıştı. Tıpkı Anşa ‘sı gibi eteğinin içine kırık testi parçaları doldurmuştu.
Gafur Ağa ‘nın ağzının içi çiriş çanağı gibi olmuş, açlarının tüm telleri, sakalının tüm kılları dikenleşmiş, gözleri olduğu gibi yuvalarından fırlamış, güçlü bir elin nasırlı, kalın parmakları yüreğini sıka sıka ezmeye, kül ufak etmeye başlamıştı.
Yüzüne saldıran yağmur suları altında elindeki gaz lambasını fırlatıp attı. İki eliyle birden kavradığı baltayı sonsuz bir kudretle havaya kaldırdı ve çılgınca nağralar atarak Durdu Avrad ‘ın gövdesine yukarıdan aşağı indirdi.
Ay bir karabulutun arkasına kaydı.
Ay buluttan kurtulduğunda Durdu Avrad kapı önünde yoktu.
Gafur Ağa ‘nın olanca gücüyle yukarıdan aşağı indirdiği balta kapının ağaçtan yapılma eşiğini parçalayıp toprağa saplanmıştı. Ve Gafur Ağa tüm uğraşmalarına karşın baltayı bir türlü çekip çıkaramıyordu o saplandığı topraktan.
Yağmurlu bir rüzgarın uzak tepelerden, Durdu Avrad ‘ın mezarından ite-süre getirdiği keskin bir çığlık Gafur Ağa ‘nın kulaklarında bir daha silinmesi olanaksız yankılar yapmaktaydı:
- Anşaaaa… Yavruuuuummm. Aaaannşaaa…
Gafur Ağa bir türlü dinmek bilmeyen yağmurun ve çukurdaki suları parıldatan ay ışıklarının altında ne kadar koştuğunu, Durdu Avrad ‘ın mezarına ne zaman ulaştığını, bu kıyamet gecesinde nasıl olup da bu mezarı bulabildiğini asla kestiremiyordu.
Gitgide hızını arttıran yağmur mezarın toprak tümseğini silmiş süpürmüş, toprağı öteden beriden çökertmiş, toprak, mezara dolan suların zoruyla patlamış, yarıklardan dışarı fırlayan çamurlu kefen parçaları taşlara, çalılara dolanmıştı.
Gafur Ağa yargılarını tümden yitirmiş bir durumdaydı. Karısının bir çamur deryasına dönmüş bulunan mezarının üstünde hırsla, kinle ve korkunç bir güçle tepiniyor, elleriyle çamurları eşeliyor, delice nağralar atıyor, haykırıyor, bağırıyor, küfrediyor, ellerini ta yükseklere kaldırıp avuçlarını açarak ağlıyor, yağmura, rüzgara, aya ve bulutlara yalvarıp duruyordu.
Sabahın alacakaranlığında çamura-çelpeşiğe bulanmış bir durumda geri döndüğünde; eşiği parçalayıp toprağa gömülmüş halde bıraktığı baltayı yerinde bulamadı. Odaya girdiği anda; ayni baltayı, sereserpe yatan sarı saçlı, mavi gözlü kızının başında buldu. Balta başı şiddetle parçalamış, kafayı ikiye ayırarak yatağa saplanmıştı.
Ve yatak bir kan gölü içindeydi.
Ertesi gün bir-iki jandarma kendisini ite kaka götürürlerken köylüler:
- Gafur Ağa cinnet geçirip kızını baltayla parçalamış… Böyle olacağı zaten belliydi… ‘Anşa ‘nın gözleri ayni anasının gözleri gibi çivit mavisi’ Deyip deyip duruyordu.
Dediler.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) ‘nun
Öyküler ‘inden > 12-30/124)
Kayıt Tarihi : 12.2.2007 12:02:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Hikmet BARLIOĞLU Öyküler ‘Cem ve Halide BARLIOĞLU ‘ya ‘Görmek için bakmalı, duymak için dinlemeli ve anlamak için okumalı. HB’ Bu kitapta yer alan metafizik öyküler : 1- Durdu Avrad 2- 2- Kara Cemil 3- 41 Numaralı Yolcu
iyiki paylaşıyorsunuz çok güzel bir öyküydü teşekkürler
TÜM YORUMLAR (3)