Kadın... Üretkenliğin sembolü, yaratıcılığın izdüşümü gibi tabiatta kendine düşen pay olarak. Toprakanası insanların. İçinde geleceği taşıyan insanın beden bulduğu beden. Pek çok yerde eksik etek denmiş olan öte yandan. Gerek toplumsal rollerde, gerek aile içi konumda üstüne en çok gidilen yarısı insanın. Çağlar boyunca kendini ortaya koyma konusunda zorlanan. O eksik(!) eteğinde biriktirdiği sözleri dışa vurmada en kırılgan olan. Söylediğinde erkeğe göre çok daha fazla bedel ödemesi gereken peşin peşin çünkü.
Duyargaları yüksek olmanın sonucunu yaşadıklarında katmerlenerek içinde taşıması gerekmiş hep kadının. Hemcinsine bile kendini anlatmakta sansürler koymuş aslında, belki anlatmaktan da önce kendini anlamak için düşünme safhasında kendisi kurmuş hatta kilitlerini. Çünkü ailenin namusu olmuş sevdası. Cinselliği aileyi de aşıp mahallenin, köyün ayıbı. Savaşlarda çocuklarla birlikte acıdan en büyük dilim düşmüş payına. Günlük yaşamda ise evde tencereyi kaynatan olmanın yanı sıra artık o tencereyi dolduracak malzemenin de peşine düşmüş, gelinen ekonomik koşullarda. Elbette kendi boğazından geçecek lokmayı kendi alın ya da beyin terinden geçirmesi sağlıklı olan şekil, ancak söylemeye çalıştığım şu ki; bu ona cılız da olsa ev içinde iş bölümü talep edebilmesini sağlamışsa da bunda başarılı olması zor olduğu gibi, iş yerinde de onunla aynı emeği gösteren erkeklerle aynı ücreti talep etme çabaları hep zorlu olmuş tarih sürecinde. Diğer yandan gün geçtikçe fizikselliği öne sürülmüş pek çok yaşam alanında. Satış aşamasında, bir ürünü tanıtırken eşantiyon kabilinden yanda gülümsemesi istenmiş, estetik bir şekilde bacaklarını da göstermesi tercih edilerek.
Kadın üretken olduğu kadar direngendir aslında.Tarihe baktığımızda; için için direnmiş bu dayatma biçimlere. Gün gelmiş halka açık bir toplantıda konuşmak için kendisine sıra geldiğinde sesini zorlukla yükseltebilip, sonra konuşmaktan vazgeçmişken 1889’da II. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde ismi okunduğunda bu korkuyu yenerek başlangıçta tutuk, sonra gittikçe kendisinden daha emin ve daha akıcı bir dille ilk büyük konuşmasını yapmış kadın. Paris Kongresi’ndeki bu konuşma, sadece Clara Zetkin’in ilk büyük konuşması değil, uluslararası bir topluluk önünde cinsinin eşitlik hakları için savaş veren ve Kadın ve Sosyalizm konusunu gündeme getiren bir kadının tarihteki ilk konuşması.
Yaşam koşulları ile savaşırken bir yandan da kadının sözcüsü olmuş zaman içinde Hayatın her alanında savaşmak istiyorum diyen Clara Zetkin. Stuttgart’a yerleşip “Özgürlük” isimli bir dergi kurmuş. Orada kadının ezilmişliğini sergilemiş yaşadığı topluma. Öyle ki 1907’de sosyalist kadınların ilk uluslarası toplantısında kendisi uluslar arası sekreter, dergisi ise uluslar arası yayın organı olarak belirlenmiş ve bu toplantıların ikincisinde (1910) her yıl uluslar arası bir kadın günü kutlanması kararlaştırılmış. 1911’de Amerika’da Triangel yangınında yüz kırk kadın işçi can vermiş. 1917’de Rus işçi kadınların ekmek ve barış için yaptıkları grev 8 mart tarihinde olduğu için Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün bu tarih olması netleşmiş. Ve en son 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 8 Mart Dünya Kadın Hakları Günü olarak kabul edilmiş.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
anlamlı güzel bir yazı duyarlı yüreğinize sağlık.
Bu şiir ile ilgili 1 tane yorum bulunmakta