İnsanın kendine sahiplenmesiyle başlıyor yaşamına sahiplenmesi. Ne kadarsanız yaşamın içinde o kadar çıkıyor sesiniz… O kadarını taşırsınız gittiğiniz her yere. İktidar da kalabilmek, iktidarı sürdürebilmek, iktidar yarışı içinde olanların karşısında, belki de iktidarsızlığı savunabilmekte.
Üretmenin üreme olmadığını, güçlü olmanın güç kazanmakla ilintisinin bulunmadığını, farketmenin ise biçimsellikten öte bir olgu olduğunu algılayabilmekte…
İnsan olmanın cinsiyeti olmuyor kuşkusuz. Her gün aşağılanarak anımsatılan kadınlığımız, erkek egemen zihniyet tarafından yeterince örseleniyor. Böyle bir beyne sahiplendirilmiş cinsiyetin (kadın ya da erkek) önemi ise, duyacağımız utancın ağırlığı ile yer değiştiriyor.
Ezilmeyi reddeden kadın, sorunun çözümü olarak gördüğü karşı savunmanın bir iktidar savaşımından başkaca bir anlamı olduğunu yeniden irdelemesi, yeniden düşünmesi, yeniden yorumlaması gerekiyor.
Bir güce ‘erke’ karşı çıkarken kadınların soyundukları ya da giyindikleri her şeyin sistemin anlayışını besleyen koşulların bir uzantısı olma ‘aynılaşma’birbirine benzeme tehlikesiyle karşılaşma olasılıkları giderek büyüyor. Yaşadığımız dünya ne acıdır ki kadın olmak iktidar ve güç sahibi olmakla eş anlamlandırılıyor. Oysa böyle bir bileşimden doğabilecek, varlığın cinsiyeti yüzde yüz erkek oluyor.
Her şey elimizden alınıyor birer, ikişer, üçer… İçi boşaltılıyor, daraltılıyor dahası sahipsizleştiriliyor.
Yaşamın kıskacına takılıp, rüzgarın çalıp götürdüğü, soluğu tükenmiş, rengini yitirmiş, dürtülerinin akışına kapılmış, arsızlaşmış, kendinden uzak bu kocaman gürültü içinde yalnızlaştırılmış ve kendimize bu denli düşman, birbirimize bu denli yabancı biz olamayız.
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,