Anıların arasında unutulmaya yüz tutmuş kasabada yaşanan en orijinal olaylardan biriydi.
Ve tanıkları bir kaç kişiden ibaret, beklide bu güne kadar hiç bahsedilmeyen masumane bir hareketti…
Yaşanan hiçbir şey bu kasabada gizlenemezdi ama bu olayın unutulması için, yaşandığı gün bile fazlaydı. Aslında o gün için gurur verici bir olaydı.Kahramanlarının bile vicdanında yeterince yer bulamamış olmalı ki, teorinin büyülü etkisi, pratikte sudaki tuz misali çabucak eriyecekti.
Bu yüzden herkes yaşadığı olayı ertesi gün, doğal bir hissin dürtüsüyle hatırlamayacaktı.
Bu unutuluş bende yıllar sonra, dört çapalı gencin ancak liderini hatırlatacak kadar hafızada yer bırakmıştı…
Biliyorsunuz Kızılca sadece pancarıyla,ekiniyle ya da yazı yabanı ile hatırlanmıyor.
Güzelim bağlarına davar sokan barbarların öyküsüyle de…
Kızılcanın diğer anımsanan yanı kuşkusuz unutulmuş gibi olsa da siyasi aktivitesi. Günümüzde başarısız bir siyasi tablo çizmesi, küçük bir köy kadar da olsa, siyasi iktidardan nemalanmaması, bu onun geçmişteki unutulmaz izlerinin bir sonucu olsa gerek.
Sanki çevresiyle iktidarıyla barışık olmayan ve onlara umut vermeyen bir ruh hali içinde
Hala samimiyetine etraftan yeterince onay verilmemiş bir halin görüntüsünde.
Ama bütün bunların yanında kendi iç barışının, dayanışmanın, ortak sevginin, dostluğun yeni bir evresi düşecekti yıllar sonra.
Yıllar yılı yaşanan ayrılığın bağrında demlenen, özlemlerin, sevginin, hasretin her bir yürekten damlayan cemresi. Kimi yüreklerde saklı kalmış, unutulmamış hatıraların paylaşıldığı, konuşulduğu, umutların yeniden yeşerdiği bir memleket havasını soluyacaktı Kızılca…
Gurbete uçan kuşların belki bir daha dönüşü yoktu bekli de vardı… Ama ne olursa olsun bütün gözler onun üzerindeydi. Ve içimiz deki o dinmeyen esinti,o tatlı sızı, o özlem dolu arzu onun eseriydi.O büyülü kasabanın…
Kuşkusuz o yıllar kasabanın değişiminde önemli bir etken de 12 eylül darbesiydi.
Darbe, büyüklerin beklediği bildiği bir şey olmalı ki! Onca karmaşa kavga içinde sükunetlerini hiç bozmadan tribündeki yerlerini muhafaza etmişlerdi.
Gençler ise hiç kestiremedikleri bir durumla karşılaşmışlardı.
Sahnenin ışıkları sönmüş, oyun bitmiş, perde kalkmıştı.
Bu aktivite kimilerce senaryolaştırılmış bir filmin de sonuydu.
Perde kalkmıştı ama beklenmedik olayın beklenmedik duygusu içinde kalakalmıştık o gün!
Sevinçti ama buruktu, özgürlüktü ama kopuktu, umuttu ama boşluktu.
İlk günlerin karmaşık duygusunu çözümleyebilmek gerçekten zordu.
Sanki insanların büyük bir uğraşın ardından paydos etmiş halleri vardı ve kimileri ürkek bir sevinç yaşıyordu kendi içinde…
Bu duygunun ilk belirgin etkisi kurtarılmış bölgelerden korkusuzca geçmenin hissini yaşamaktı.
Bu garip his, şaşkınlığın bünyesinde parıldayan mutluluk çizgisi gibi bir şeydi…
Sanki o güne kadar kimsenin veremediği bir hissi, siz kendiliğinizden elde etmiş, paylaşmadan bölüşmeden gizlice yaşıyordunuz.
Duyguların verdiği güvenin gizli etkisi de, darbeye onay veriyordu sessizce.
Zaten öylede olmadı mı! Ne oldu birden olaylar bıçak keser gibi kesildi. Hani o büyük söylemlerin yarattığı kahramanlık öyküleri! Ya da kahramanları! Sanki herkes bu günü beklemiş de belli etmemişti!
Uzun bir iç kargaşa ve iç savaşın geride bıraktığı yangınlar!
Belki yangınlar sükunetin etkisiyle sönecekti, belki yaralarda sarılacaktı.
Ama ya acılar!
Anlamsız bir kavga ve salt karşıda diye katliamlar, etnik savaşlar… İnsanlığın iflası, ideolojinin barbarlaşmasından başka bir şey değildi…
Artık figüranlığın, aktörlüğün kolay olmadığı bir hayat başlıyordu.
Ekmeğin suyun aşın sözde kavgası yerine, gerçekte kazanılmasının telaşı yaşanacaktı.
İşte bu çabanın telaşıyla kasabanın bir çok genci yelken açacaktı yeni ufuklara…
Genç nüfusun hızla göç etmesi, kasabadaki enerjinin de boşalması demekti. Boşalan enerji kıraç topraklardaki tarımsal anlayışı ve geleneksel yaşamın zorunlu değişimini de getirecekti beraberinde.
Artık tırpanların savruluşu yerini biçerdöver, pullukların yerini de traktör alacaktı.
Kasabanın geleneksel asırlık Yaşam Tablosu da değişiyordu…
Belki bir daha göremeyecektiniz. Belki bir daha hiç yaşayamayacaktınız…
Boyundurukta bir çift öküz, övendire de aksakallı dede, sıcak toprağı deviren pulluk, ardında solucan ziyafeti çeken leylek…
Çinko çaydanlıkta acılı turşu suyu, azık ta bir tutam yufka, yufkanın arasında küflü deri peyniri, bir salkım pörsümüş üzüm, tepede kızgın güneş ve devrilen toprakta serinlik…
Serinliğe uzanmış yorgun bir yürek, yürekte ölümsüz düş, düşte sükunet…
Harman kültürü Oba kültürü de tarihte ki yerine, yürekteki yerine çekilecekti…
Artık Obasında “sütlü kemik” oynamak bahanesi olmayacaktı çocukların,
Harmanında, kıraç serinliğe bırakmış yorgun bedeninin üstüne yıldızlar üşüşmeyecekti Fetullahın…
Yorganı muziplerce sessizce dikilip bir hendeğe bırakılan Ahnınnanın(Abdullah) uyanışında ki şafak şaşkınlığını da göremeyecektiniz
Ya şu kuzuların her İkindi vakti telaşına ne demeli… Akşama kadar en güzel tırmanlar da doyurmadı mı onları Şıhömer.
Üzerinde bin bir çeşit otların filizlendiği, uğruna kavgaların öyküleştiği, bağrında bir tutam uykuların demlendiği, doğanın en renkli hayat belirtisi tırmanlar.
Gün boyu neşeli kuzuların akşam üstü telaşı, kavuşma heyecanı, her günün coşkuyla yaşandığı bayram yerine çevirecekti “emişme zamanını”…
Hep bir ağızdan çığlık çığlığa bağıran kuzuların, her gün bir hışımla koşmaların da ki gaye neydi? Boş memelerde bırakılan birkaç damla süt için mi! Sanmıyorum.
Öyle olsaydı her günün tazeliğini yaşamayacaktı annesi, sevgisinin birkaç damla da ki o büyülü etkisini…
İnsanlar sevgiyi sadece insanlardan mı öğrenirdi! Şu hayvanların her akşam üstü yaptığı buluşma coşkusu neye işaretti! Anneye susamış kuzuların çığlıklarının ardındaki feryad! Kuzusuna kavuşan annedeki sükunet!
Feryad ve sükunet bir çırpıda olup biti verirdi kıraç yazıda, her akşam üstü…
Her akşam üstü yaşanan bu şölen Bektik obasının doğal sevinciydi.
Size verebileceğim tek dileğim işte bu; gün boyu çabanızın karşılığı hep böyle bir şölenle süslensin…
Bayram yerine göz ucuyla bakan kuzuların şahı Şıhömer de, kuzulardan esirgenen bir tas dolu sütü tepesine dikerken, üzerine düşen damların sebebi, göz ucundan kayan gelinin etkisi olduğunu düşünmeyecekti belki…
Belki bu şahlığına bu saltanata katlanmasındaki rehavet, bu sabır, hep göz ucunda resimlenenler, hep göz ucunda resmedilenler olsa gerek.
Oda bayram yerinin şahlığını, bir tas dolu süte hasret günlerini tadacaktı, günü geldiğinde…
Her şeyi ile yep yeni bir hayat başlamıştı. Sürgünüyle, hapishanesiyle ve gurbetiyle…
Giden gençler! yenilerin yolunu da belirleyecek, yeni düşlerin yeni umutların oluşmasını sağlayacaklardı.
Artık her çocuğun bir umut kapısı vardı. Gidenlerin izi, kasabada yetişen her gencin, günü geldiğinde uçacağı diyarların umut çizgisiydi.
Belki bu yüzden di, yalın ayak koştuğu sokaklar da ayağına batan dikenlere umursamaz tavrı…
Belki bu yüzden Selahattin’in, Hollanda’nın lale bahçelerinden derlediği buketi sevgilisine vermekteki emin adımları…
Belki en son onlar terk edecekti değneklerini, belki siz öyle düşünecektiniz.
Onlar bizden önce terk etmişlerdi, yaşadığı mis gibi yazı hayatının kokusunu…
Büyük bir şehirde, apartmanın bodrum katında ki odasına sızan, ağır kokuya katlanacağını hesap etmeden...
Kazandığı üç kuruşun, yıllarca sürecek hesabının da tutmayacağını bilmeden…
Her ikindi vakti kuzuların umut çığlının yerine, her akşamüstü insanların yaşam telaşı kargaşasının alacağını da fark etmeden…
Belki hepimizin yazgısı böyle gelişmeyecekti…Onun kıraç yazıdan getirdiği masumiyetin den başka bir serveti de yoktu…Nereden bilebilirdi ki, büyük şehirlerde masumiyetin para etmediğini…
Biliyorum dört çapalı gençleri merak ediyorsunuz. Nerededir şimdi ne yapıyorlar. Sahi kimdi onlar! Bende pek hatırlayamıyorum. Bildiğim tek şey artık kasabanın bulvarında olta atmadıkları, gecenin serinliğine karışmış iğde kokusunu solumadıkları…
İsteseniz de hayatınızda böyle bir olaya daha rast gelemezsiniz. Hatta bu devirde böylesine saf gençte bulamazsınız. Bunlar kendi köylerinde erken söküme karşı çıkıp, başka köyde erken söküm için yevmiyeli giden gençlerden de değildi.
Bu dört çapalı genç davaların öyle inanmışlardı ki, onları zaman tüneline düşüren, taş devrine götüren saflıklarından başka bir şey değildi…
Neyse ben biraz daha memleket havası koklamak istiyorum müsaadenizle. Gençleri bir araya getirdiğimde zaten öyküde sonlanmış olacak. Onun için daha goruk üzümlerin hafif renklenmiş hallerinden tatdırmadım size.
Korkmayın sizi akşam üstü Karaağıl bağına falan götürmeyeceğim, epey geç oldu.
Akşam üstü bağa gitmek her babayiğidin harcı değil çünkü. Size başka bir zaman anlatırım akşam üstü bağa gidip de kara eşek ile sıpasını bulamadan döndüğümü. Alaca karanlıkta bağ yolunda korkuyla ilerlerken, Alasekçenin daldan havalanıp da titreyen dizlerimdeki adımların nasıl söndüğünü...
Ve kara eşek ile sıpasının bir gün sonraya sarkmayan ömürlerini…
Ben en çok yaz akşamlarını severdim, akşam güneşini, akşam telaşını. Kızgın yazının yavaş yavaş soğumasını, ocakların tütmesini, yorgunluğun yavaş yavaş dinmesini ve yıldızların altında kurulan düşleri…
Çocuklar yuvaya döndü mü! Kuzular, koyunlar sayıldı mı! Sarı inek buzasına kavuştu mu!
Kara öküz bağlandı mı! Ve baba geldi mi!
Ocakta ne pişti! Sofra kuruldu mu! Aç kalan var mı! Hiç ana yüreği dayanır mı aç ve açıkta kalana… Ve karanlığa düşen yıldız yağmurları hala ordalar mı…
Beyoğlu’nda bir vitrinde görmüştüm çörek yapan kadınları. Resmedilenler biraz anımsatsa da o hayatı, tadı tad değildi. Kıraç toprağın ne tuzu ne kokusu sinmişti…
Kaybolan sadece tandırda pişen çöreğin tadı da değildi, kutsal ellerin tebessüm eden yürekteki ikram lezzetinin yankısı da yıllara yenik düşmesiydi.
Erozyon salt doğada değil insan yaşamında da kendini göstermişti.
Kimi değişikliklerin unutulmayışı da yine insanın içindeki özlem rüzgarlarının hala esmeye devam etmesidir. Hala anıların içinde kaybolmayan yaşam kıvılcımlarıdır. Kıvılcımları ateşleyen ise insanların içindeki bereketli umutlarıdır.
Hep yaz dan bahsettik
Oysa kış ortasında bir yaz gününden bahsetmedik… O şaşkın güneşin toprağı aniden kaynatmasından, kasabanın meydanında dükkanlarının merdivenlerine dizilmiş yaşlıların kendi ömürleri gibi, buharlaşan toprağı seyretmelerinden, kemiklerinin bayram etmesinden...
Hareketin lideri “arkadaşlar yarın çapa yapmaya gidiyoruz…karşılıksız…”
“üreten de biz tüketen de biz olacağız” söyleminin etkisiyle, fakire yardım etmenin devrimsel öğretisiyle, okutulan düzenin küçük bir tatbikatını yapacaklardı dört çapalı genç, fukara bir köylünün tarlasında…
Sabahın ayazıyla birlikte herkesten farklı amaç uğruna herkesin geçtiği ve yürüdüğü yollardan, azıkları çapanın ucunda dört genç yürüyorduk, fakir bir ailenin tarlasına doğru…
Süt dökmüş kedinin suskunluğuna benziyordu içimizdeki bu hesaplaşma hali…
Hala bir yer bulamamıştı bu hareket. Karışık bir hal içinde atılan adımlardan dönüşte yoktu…
Sesiz bir şekilde tarlanın kıyısına vardık.
Tarlanın ortasında fakir aile oturmuş halde çalışıyordu
Karı kocanın bu sessiz çalışmasına yine aynı sessizlikte başladık,
uçan kuşların simetrik dizilişi gibi çapa yapmaya…
Övezeye düşen yabani ördekler gibiydik… Şaşkın ördeklerin oynadığı bu oyun bilinse,her halde kargalar bile gülerdi.
Oysa biz ne gülmesi, durum o kadar ciddiydi. Patlamaya hazır bir ciddiyet içindeydik. Ve gülmek ne yakışırdı…
Belki bir çok kez yaşayabileceğimiz o olayı, o gün farklı bir amaç uğruna yaşamıştık.
Belki bu oyunun tek masumane açıklaması bu olsa gerek. Kim anlayacaktı bu masumiyeti!
Kimse bilmesin diye doğal imecenin ardına saklamıştık gayemizi…
Bu yüzden fark etseniz de siz bizi, içimizdeki gayeden haberiniz olmayacaktı.
Siz olsa olsa bizdeki şaşkınlığı değil, fukara tarla sahibinin bu dört çapalı adama vereceği yevmiyenin, küçük tarlasındaki cılız fidelerinin bile ödemeyeceğini fark edecektiniz.
Hareketin lideri Selmani’nin verdiği sesiz selamı bile duymamışlardı. Çalışma şekillerini bozmadan ve davetsiz misafirlerin çalışmasına ses çıkarmadan devam ettiler…
Onlardaki bu rahatlık bizim gayemizi bildiklerinden değildi tabi, kendi fukara hallerinin bizim yüreğimizdeki yankısını düşünmüş olabilirlerdi…
Yardım severliğimizin asıl gayesini düşünmelerine olanak dahi yoktu.
Ve kendi çerçevelerinde bir yere koymuş olmalılar ki, onlarda oyunun bir parçası olu vermişlerdi.
Lakin bizim sessizliğimizi bozacak bu rahat düşünceye ulaşmamızı sağlayacak,
bir oyun bozana ihtiyacımız vardı… Bir Alasekçe havalansa uçup gidecektik…
Acaba tebessüm etmiş miydi Kuzucu amca,
tarlasında “devrim çapası” yapan dört şaşkına…
Kayıt Tarihi : 21.4.2007 14:45:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!