Dondurma Mevsimi Şiiri - Çizgili Mavi

Çizgili Mavi
215

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Dondurma Mevsimi

Garson kahveleri getirdiğinde, iki büklüm oturduğu tahta iskemlede hafiften doğrulup teşekkür etmek istese de bunu yapacak gücü kendinde bulamadı. Gözyaşlarını gizlemeye çalışan bir gülümsemeyle başını öne doğru sallayıp, kendisine gülümseyen –bu temiz yüzlü delikanlıya minnettar olduğunu belli etti. Önünde duran kül tablasında yanan sigarasına rağmen bir sigara daha yaktı; derin bir nefes çektikten sonra sigarayı, karşısında boş duran iskemleye doğru uzatarak kendi kendine bir şeyler mırıldandı.

Garson; biraz evvel kendisinden bir takım –garip isteklerde bulunan bu adamın hala başında bekliyor, yaptığı manasız hareketlerde anlamlar arıyor fakat “deli herhalde” diye düşünerek bu anlam aramayı fazla uzatmayıp sessizce ona bakıyordu. Saçında yer yer siyahlar kalmış olsa da sakalı tamamen ağarmış; siyah bir pantolon, siyah bir gömlek, siyah ayakkabılar, siyah saat ve parmağındaki siyah yüzüğüyle tepeden tırnağa siyaha bürünmüş bu adam tek başına geldiği halde iki kahve sipariş etmiş, ortanın bi tık üstü şekerli olsunlar diye sısı sıkıya tembihlemiş ve fincan yerine kâğıt bardakta istediğini üç defa tekrarlamıştı. Şimdi de karşısındaki boşlukla muhabbet ettiğini görünce “deli herhalde” diye düşünmekten kendini alamamış, adamı seyretmeye başlamıştı.

Garsonun meraklı gözlerle kendisini seyrettiğini fark eden adam kısık bir sesle “otursana” derken, eliyle de, söylediğini tasdik eder gibi, karşısındaki boş iskemleyi gösterdi. Adamın hikâyesini, anlatacaklarını, gizlemeye çalıştığı gözyaşlarını, bir anlam veremediği tavırlarını ve tüm bunlarla birlikte onu kendisine “deli herhalde” diye düşündüren şeyi merak eden garson, büyük bir heyecan ve derin bir sessizlikle boş iskemleye oturdu…
….

“Tam otuz yıl oldu biliyor musun?” diye söze başladı adam. Henüz yirmili yaşarının başında olan garsonun merakı, kendi ömür hikâyesinden bile uzun olan bu süreyi duyunca daha da arttı. Birazdan dinleyeceklerinin ne olduğunu bilmese de kendisini hayrete, garip bir acıma hissine ve -belli ki kederli bir maziye düşüreceğinden emindi.

“–Tam otuz yıl oldu oturup karşılıklı, şöyle iki lafın belini kırmayalı. Konuşacağımız dünyalar kadar şey varken payımıza susmak düştü ve sustuk. Oysa bizim konuşmamız gerekenlere, konuşacaklarımıza, anlatacaklarımıza ömürler bile yetmezdi. Öyle olur zaten; insan anlayanına denk gelmeye görsün, anlatmaya ne hacet! Susulsa da duyulur. Duyduk çok şükür. Sustuk. Sustuklarımızı bile duyduk çok şükür. Susan içimiz değil, dilimizdi. Dil sükûta erince ruh sükûna erişirmiş. Dil sustu, ruh sükûna erdi; gönül bu işte, dinmiyor ki sızısı. Tam otuz yıl oldu biliyor musun?”

Garson, adamın belli belirsiz akan gözyaşlarına ve dilinden düzensiz şekilde dökülen kelimelere bir anlam veremese de birbiri ardına yaktığı sigaralardan derin anlamlar çıkarmaya başlamıştı bile. Belli ki bu; sonu hüzünle yazılmış hazin bir aşk hikâyesiydi ve –masadaki kâğıttan fincanlara, biri sönmeden bir diğeri yanan sigaralara ve adamın artık gizlemeye çalışmadığı gözyaşlarına bakılacak olursa aradan otuz yıl geçmesine rağmen henüz sonu gelmemişti. Garson bir sigara yaktı. Adam bir sigara daha yakıp kahvesinden bir yudum daha içti.

“–İçemedik. O son kahveyi içemedik. Bunun veda olacağını ikimiz de biliyorduk. Öyle olur zaten; insan anlayanına denk gelmeye görsün, veda edemez ki. Bin defa gidip de hiçbir yere gidemez. Çarmıha gerilmiş gibi kalakalır bin acıyla. Yollar biter yıllar geçer de silinmez hafızadan, bir saniyelik bazı anlar. Bunu herkes anlamaz, eşekten düşenin halinden eşekten düşen bile anlamaz bazen. Nev-i şahsına münhasır bir semerdir hatıralar. İnsan yalnızca kendi sırtındaki yükü bilir. En ağır yük de –Allah vermesin, özlemektir…”

Garson iyiden iyiye kulak kabartmış, karşısında ne dediğini –belki kendisi bile anlamayan adamın söylediklerinden bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Onun meraklı gözlerle kendisine baktığını, meraklı kulaklarla kendisini dinlediğini gören adam yerli yersiz bir kahkaha attı. “Yok yok, bakma öyle delirmedim henüz çok şükür” diyerek konuşmaya devam etti.


“– Delirmedim de işte pek de akıllı sayılmam. Sırtımızda bir semer, semerin içinde o ağır yük, o diyar senin benim bu diyar benim dolanıp duruyorum tam otuz senedir. Yeryüzünü bitirdim artık, gökte arıyorum; yerde bulmak için. Nasıl özledim bir bilsen! Cennet gibiydi gözleri. Hani böyle iki yanından mavi nehirler akan yemyeşil bir manzara. O manzaraya ilham veren güzellikti, güzelliği. Elleri, şefkatli bir anne elinden daha şefikti. Kırk yerinden kanayan gönlüme bir dokunması yeterdi, bahar çiçekleri açardı kış ortasında. Yanağında kimsenin, -hatta inan bana, kendisinin bile bilmediği, görmediği gamzesi vardı. Ben gördüm. Ben bildim. O da beni bildi. O da beni sevdi üstelik. Zamansızdı, vakitsizdi, dar vakitti, hiç vakitti, hiç oldu.”

Patlamak için ufacık bir bahane arayan yanardağlara mahsus bir kıvranıştaydı adam. Kıvranıp duruyor; aklından geçenleri susmak için çabaladıkça aklından geçenler dilinden bir bir dökülüyordu. Garson yanılmamıştı ilk hissinde; deliydi herhalde bu adam. Zira bir meczuptan farksız davranıyor, “delirmedim henüz” diye kendi kendini teselli ediyor fakat –biraz önce gizlemeye çalıştığı gözyaşlarıyla olan münakaşayı bırakmış, delirmiş gibi ağlıyordu.

Ani ve keskin bir geçişle ağlamayı bıraktı. “Adın ne senin?” diye sordu, garson olduğunu unutup sanki sırdaşıymış gibi karşısında oturan ve –neredeyse nefes bile almadan hikâyesini dinleyen bu temiz yüzlü delikanlıya.

“Ahmet” dedi garson. “Senin adın ne bey baba?”

“Memnun oldum adaşım” dedi adam.

Adam, tam bir şey daha soracaktı ki sesleri çakıştı. Garson, saniyenin onda biri kadar önce davranıp “Çok mu sevdin?” diye sormuş bulundu. Hoş, sorusunun cevabını yaklaşık yarım saattir –iki büklüm oturduğu tahta iskemlede dinlediklerinden az buçuk tahmin edebiliyordu ama yine de adamı konuşturmak istemişti. Çok mu sevdin?
Yine bir kahkaha attı adam. Başını “hem de nasıl!” manasında iki yana sallarken alt dudağını; pişmanlıklarını, öfkesini, özlemini ve aradan geçen koskoca otuz yılı belli eder gibi ısırıyordu. Hem de nasıl çok sevmişti. Sorusuna herhangi sözlü bir yanıt alamasa da aldığı cevap karşısında, hicap ile azap arasında bir boşluğa düşen garson yerinden kalkmaya yeltendi.
“Otur!” dedi adam. “Hadi şuradan iki çay söyle de içelim. Baksana zaten benden başka kimse yok mekânda. Saat gecenin bilmem kaçı, kimse gelmez artık.”
“Hayatta hiçbir şey için acele etmedim biliyor musun? Bekledim, vaktinin gelmesini bekledim. Hayatta öğrendiğim en büyük gerçek de bu oldu. Yaşar Kemal’in dediği gibi ‘İnsan bir kere birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez.’. Geç kaldım ben de bir defa, birine…

O ana kadar hiçbir şey için hiçbir yere geç kalmamış olan ben; ömrümde ilk defa bir şeye geç kalmıştım ve ondan sonra da artık hiçbir şey için acele etmedim. İlk başlarda “Acaba delirmiş miyimdir?” diye çok sordum kendime ama artık geçti. “İnşallah delirmemişimdir.” diyorum uzun zamandır. Deliler içinde kalmış bir akıllının gözünden, akıllılar içinde kalmış bir delinin hayatını izliyorum nicedir. Kendimi; gündüzleri perdeleri kapatıp evin içine hapsediyor, geceleri ise böyle sokağa zor atıyorum. Yağmurlu havalarda sırılsıklam olup nefes nefese kalana kadar yürüyorum ama günlük güneşlik havalarda şemsiye aramaktan bitap düşüyorum.”

“ –Beybaba üşüdüysen şal getireyim.” dedi garson. Vakit epey geç olmuş saat neredeyse gece yarısına varmıştı. Oturdukları pencere önünden kimi çekirdek çitleyerek, kimi yanındaki çocuğuyla veya eşi-dostuyla yarenlik ederek yürüyen insanlar iyiden iyiye azalmış, üzerine yakamoz düşen denizin kıyısıyla aralarında yalnız iri kayalıklar ve boş bir kaldırım kalmıştı.

“Üşümedim.” dedi adam. “Hem zaten dondurma mevsimi geldi artık. Birazdan 1 Haziran. Haziran dedi mi kendime dondurma ısmarlarım günün daha ilk dakikalarında. Öyle alıştım. Otururum bir kenarda, birkaç şiir okurum, bazen bir şeyler karalarım kafamdaki kâğıtlara. Sonra silerim, okuyan yok henüz yazdıklarımı. Kendim de okumam bir daha, unutuyorum. İnsan unutamadıklarıyla baş edemiyor çoğu zaman. Semer dedim ya az önce, küfe doldukça doluyor. Dizlerinin feri gidiyor, taşıyamıyor, yere yığılıyorsun. Üşümedim. Hem zaten dondurma mevsimi de geldi artık. Tam otuz yıl oldu biliyor musun, görmedim yüzünü. Sesini duymadım hiç. En son, ‘sen hep böyle güzel kalacaksın’ demiştim ve bir daha hiç görmedim. Öyle güzel kalmıştır muhakkak; gözleri hala Cennet, gamzesi hala gizli ve saçındaki beyazlar hala birer hançer gibidir.”
Biraz önce “çok mu sevdin” diye sorduğu için utanan delikanlı bu defa da “üşüdün mü” diye sorduğu için bir mahcubiyet hissetti. İçi yanıyordu adamın ve belli ki bu yangın bu dünyada sönmeyecekti. Öyle ya, tam otuz yıllık bir hikâyenin karanlık, çıkmaz sokaklarında dolaşıyordu ve kendisi henüz yirmili yaşlarının başındaydı.

Vakit neredeyse gece yarısı olmuş, sokaklar-caddeler boşalmış, dondurma mevsimi gelmiş ve hiç tanımadığı bir adamın hiç tanımadığı bir kadına duyduğu yaşlanmış bir hasreti dinliyordu. İlk başlarda “deli herhalde” diye düşündüğü adamın aklı başında bir sevdadan arta kalan canlı bir cenaze olduğunu anlamıştı artık. Kimdi bu kadın, bu hikâyenin başrolü olan ama adamın cümlelerinin tümünde gizli özne kalan bu kadın kimdi? İçilememiş o son kahvenin hatırına mıydı bu iki kâğıt bardak? Birbiri ardına sigara yaktıran mazi, ne kadar efkârlı olabilirdi?

“Buraları bilir misin yoksa yabancı mısın beybaba?” diye sordu delikanlı. Gözlerini, kaldırımın diğer ucunda kayalıkların dibine vuran dalgalara diken adam; uzun süre denizi seyretti. Yalnızca, tasdik eder gibi, başını sallayarak hiç konuşmadan cevap verdi. Peki ama neyi tasdik etmişti? Bilir miydi buraları, yoksa yabancı mıydı?

“Buralı değilim.” diye söze başladı adam. “Ama iyi bilirim buraları. İlk gençliğim burada, bu sokaklarda geçti. Buraya ilk gelişimde şu tepede ‘Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma!’ yazıyordu. O gün bu gündür ne zaman bir deniz görsem hiç şaşırmadım. Sonra gittim buralardan. Arada sırada uğrar oldum. Eskiden limana inerdim buraya geldikçe, neredeyse on yıldır hiç uğramadım. Hoş liman da eskisi gibi değil. Yılda bir defa gelirim buraya, tam bu mevsimde. Bir defasında, bundan birkaç yıl evvel gelememiştim. Zaten gelemezdim de. Ama iyileşir iyileşmez hemen geldim. O sene geç kaldım gelmeye ama zaten bir defa geç kalınca hep geç kalıyorsun” dedi ve bir kahkaha daha attı adam.

Garson anlamıştı adamın kahkahalarının delilikten değil de öfkeden olduğunu. Sinirimden gülüyorum demiyordu adam ama sinirinden gülüyordu. İçindeki özlem, aşk, keder katlanarak büyümüş, tahammül edilemeyecek safhaya gelince de topyekûn bir öfkeye dönüşmüştü.
“ –Tam otuz yıl oldu biliyor musun? Gece gündüz demeden; nefes alıp verebildiğim tüm anlarda durmadan, duraksamadan bir an bile başka bir şey düşünmeden yalnızca onu düşledim. Tüm keşkelerimi yitirdim ilk başta, sonra belkilerle yaşadım uzunca bir süre. Sonrası zaten elbet sığınağı. Elbet bugün, elbet yarın, elbet bir gün… Bir keresinde bir şiir yazmıştım ona, tam on dört kıta. Sürgün diye bir şiirdi, ‘Üflensin artık sur, kopsun kızılca kıyamet’ dedikten biraz zaman sonra ‘Ölene kadar değil sevdam, biz ölsek de bekleriz.’ diye yazmıştım. Elbet; öyle bir sığınaktır işte, insanın kendisi için yarattığı ve tüm beklilerini, tüm ümitlerini tükettiği vakit yaşlı gözlerle sığındığı bir sığınak. Tam otuz yıl sürdü, bak bugün de yine geldim o sığınağa… Bugün de tıpkı geçen otuz yılın her gününde olduğu gibi bir elbete sığındım yine. Maksat hâsıl oldu.”

Adamın kederle karışık hiddetiyle anlattığı hikâyeye kendini iyice kaptıran delikanlı tam bir şey daha soracaktı ki adam kaşlarını “sakın!” der gibi çattı ve konuşmaya devam etti.

Adam; “ –Maksat hasıl oldu. Maksat onu görmek bile değil ki ona kavuşmak olsun. O zaten gelmeyeceğini söyledi. Ne şu telefon çaldı otuz yıldır ne de bana gel dedi. Yalan yok, gelme bile demişliği var ama gel demedi. “Tamam” dedi sadece ve sustu. Tamam dediyse elbetti. Elbet kavuşacak ve bir daha hiç susmayacaktık ama tam otuz yıl oldu işte. Ben bekledim. Her köşe başında, her saatte, her vakitte bekledim. Her mevsimde, yılın üç yüz altmış beşinde, günün yirmi dördünde, akşamın beşinde, gecenin üçünde bekledim, hep bekledim…” derken bir yandan başını avuçlarının arasına almış acı çeker gibi gözlerini sıkıyor, diğer yandan acı çektiği her halinden belli olacak şekilde hüngür hüngür ağlıyordu.

İçinden “Keşke bir kahkaha daha atsa da anlatmaya devam edebilse” diye geçiren garson, bir an adamın buz gibi soğuk, ruh gibi hissiz ve bıçak gibi keskin bakışlarında buldu kendini. Adam bir kahkaha attı ve “Çok şükür, henüz delirmedim” diyerek bir sigara daha yaktı.

Sigarası bitene kadar hiç konuşmadı. Gözlerini denize dikmiş, kendini karşı kayalıklardaki deniz fenerinin yanıp sönen ışığının gece karanlığıyla olan ahenkli dansına kaptırmıştı. Ta ki sigarası bitince kısık bir sesle “Ne güzel yanıp sönüyor değil mi? Sanki çok uzaklardan selam veriyor.” diyebildi. Saat gece yarısını geçmişti. Takvim, Haziran’a dönmüştü.

“Bana bir kalem kağıt getirir misin?” dedi adam. “Bu defa kafamdaki kâğıtlara yazmayayım. Zaten yüküm ağır, daha da yüklenmeyeyim.”

Garson yerinden doğruldu. Kalem kağıt getirmeye giderken bir iki adım sonra geri döndü, adamın omzuna dokunarak bir daha sordu: “Şal getireyim mi?” Adam bu defa kahkaha atmadı, üşümedim demedi.
Tebessüm etti ve “Getir, onu da getir.” dedi.

Garson, çok fazla zaman geçmeden elinde bir kalem, bir defter ve bir de şalla geri döndü. Şalı adamın omuzlarına attı ve tekrar karşısındaki boş iskemleye oturdu. Kalem ve defter hala elindeydi. Adamla göz göze geldiler ve kalemle defteri usulca adamın önüne bıraktı. “Bir çay daha getireyim mi, içelim mi?” diye sordu ama bir cevap alamadı. Adam sanki aradan geçen otuz yılı üç beş dakika ve üç beş kelimeye sığdırmak istermiş gibi bir aceleyle kaleme kâğıda sarıldı. Bu defa acele ediyordu.

Deniz fenerinin ışığı bir yanıp bir sönüyor; kayalıklara vuran dalgaların sesleri gecenin karanlığında adeta bir senfoniyi çağrıştırıyor, garson meraklı gözlerle adamı seyrediyor, masanın üstünde iki kağıt fincanda buz gibi olmuş kahveler öylece bekliyor, kül tablasından taşan sigara külleri rüzgarla sağa sola savruluyor ve adam tüm bu olup bitenlere aldırış etmeden önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. Adam bir ara defteri kapatıp yine uzaklara baktı, bir sigara daha yaktı ve yine hiç konuşmadı. Sigarası bittikten sonra yazamaya devam etti. Yazarken bazen kalemi bırakıp gözlerini –uykudan yeni uyanmış gibi ovuşturuyordu ama esasen gözyaşlarını sildiği anlaşılıyordu.

“En parlak yıldız sence hangisi?” diyerek lacivert gökyüzüne baktı bir anda. “Kahvenin şekeri ortanın bir tık üstünde olmalı. Nerdesin diyenin hiç mi suçu yok? Sen sus ikimiz dinleyelim. Herkesin ve her şeyin mümkün olduğu bir evren var mı? Acaba kaç deniz feneri var? Karton çantaya hapsedilince müebbet sayılıyormuş…” diye kendi kendine anlamsız ve bütünsüz cümleler mırıldandı.
“Hadi, bize iki dondurma getir de yiyelim. Mevsimi geldi nasılsa, hem vakit de geç oldu. Maksat hasıl oldu, gelmedi. Gelmeyeceğini biliyorum diye beklemeyecek miydim sanki? Sen bize iki dondurma getir delikanlı, sonra da ben ufaktan kaçayım.” dedi ve garsonun yüzüne içten bir tebessümle baktı.

Garson yerinden bir kere daha kalktı, dondurma getirmek için tezgaha yöneldi.

Adam biraz önce yazdığı şiiri bir kere daha açtı. Okudu.

“Şimdi artık vaktidir, yolculuğun…
Islanıp bir yağmur altında,
Göğe bakarak.
Ağlayarak.
Uzayıp giden kaldırımlarda,
Uzayıp gitmenin vaktidir.
Göğe bakarak.
Ki en heybetlisidir dilde kalanı;
Sözlerin.
Şimdi artık vaktidir, susmanın.
Vedasıdır bu satırlar kalemin kâğıda,
Dile lâl, gönle hazan vaktidir.
Ardında bırakıp hayalleri, umutları bir bir yakıp…
Alev alev…
Kor kor, kül olmanın vaktidir.
Şimdi artık vaktidir, yanmanın…
Darmadağın,
Dertli türküler yakarak!”
…..

Kafiyesiz bir şiir yazmıştı adam. Ne yazdığını, kime yazdığını, nasıl yazdığını kendisi ve yazdığı dâhil hiç kimse anlamayacaktı. Aceleyle bir sigara daha yaktı. Yine acele ediyordu. Derin bir nefes çekip karşısında duran boş iskemleye uzatarak “İçmez misin?” diye sordu. Kimse yoktu, yalnızdı. Maksat hâsıl olmuştu. Cebinden çıkardığı birkaç parça şeyi, kolundan çıkardığı saatini ve parmağından çıkardığı siyah yüzüğü masanın üzerine bıraktı.

Cebinden birkaç deniz kabuğu, irili ufaklı birkaç taş, solmuş ve kenarları yıpranmış bir fotoğraf, üzerinde bir şeyler yazan kağıt parçaları ve bir miktar para çıkmıştı. Parayı, kağıt fincanların birinin altına bıraktı. Bıraktığı para; otuz yıldır beklediği ama içemediği o tüm kahvelerin ücretini ödemeye yetebilecek kadar çoktu. Kolundan çıkardığı saati masaya bırakmadan son bir defa saate baktı. Saat 00.42, takvim Haziran, günlerden Pazar ve mevsim Dondurma Mevsimiydi.

Belinden çıkardığı silahını çenesinin altına dayadı. Tam karşısında çok uzakta yanıp sönen deniz fenerine gülümsedi. Göğe baktı. Dondurma mevsimiydi. Göğe baktı. Gökte; gökteki en parlak yıldızla göz göze geldi. Ve tetiği çekti! Kafasının içindeki kağıtlara yazdığı her neydi bilinmez ama masada kalan defterde yazan şiiri kafiyesizdi. Ve isimsiz.

Öldü. Yalnızca üç beş dakika sonra olay yerine gelen ambulansın yanıp sönen mavi-kırmızı ışıklarına veda bile edemeyecek kadar hızlı bir ölümdü bu. Yıllar yılı yaşanmış, her anı bin ömür gibi uzun ve her anı bin ecel gibi acı bir hüznün keşkesiydi bu ölüm.

Öldü.

Çizgili Mavi
Kayıt Tarihi : 25.3.2024 13:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Saat 12:06 Kol kola...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Çizgili Mavi