Dökülmüş Sevdaların Kırıklığında Oyalanı ...

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Dökülmüş Sevdaların Kırıklığında Oyalanıyordum.

Güçlülük duyguları beynimde dolaştıkça, sarhoş düşüncelerle kayboluyordu acizlik bakışlarında...
Her şeyin bir öncesi olduğu gibi, sonraları da oluyordu...
Çoğu zaman, beklenmeyenler, sonraları olanlardı ki şaşkınlık ve acizlik yaratan...

Özenle ve özlemle başlayan sevgi, sonraları kusmalara ulaştıkça, kırk duvar üstüne yıkılırcasına hayıflanmalar çıkıyordu ortaya...
Kurban olunacak sevgi var mıydı veya hayatını ve tüm geleceğini bağlayarak adanmış sevgi var mıydı?
Hep var kabul edilirdi önceleri ve hep sonsuz sevgiye ulaşılacak sanılırdı. Yanılgı burada başlıyordu, oysa...
İnanmışlığın ardına gizlenen acı beklentisizlikleri ortaya çıkınca, şaşkınlıklar ve ufuğa doğru ağlayışlar, hep bu anlarda başlıyordu...

Özlemlerin ardına gizlenen hep sevinçlerdi oysa...

Ama ne kadarı kaldı elimizde... Kaybolan sevinçlerin ardından ne zamana kadar ağladık ve bu hayıflanmalar, acizliğe dönüştükçe, kendimizi ne kadar güçlü hissettik, en ağrımıza giden, “sen benim gücümsün “ dediğimizdeki yanılgılarımız, şaşkınlığımız değil miydi?
“Sen benim gücümsün” demek aslında güçsüzlüğümüz müydü?

Boşluğun girdabı olur muydu? Boşluk aslında beynimizde kıvrandığımız siyah anlar değil miydi?
Siyah anlar, dediğimiz beyin girdaplarında savrulmamız değil miydi?

Kim kime tutkun değildi, en çok sevgide?
Tutkunluk, bir teslimiyet miydi?
Bu teslimiyet, güven duygusunu bahane ederek hangi olguların işareti sonucunda oluşuyordu?
Sevgideki bağımlılık sevgiye köleleşme miydi?
Değer miydi oysa değerli miydi demek en değerlimiz mi oluyordu?
Kaç kere tekrarladık sevgideki bakışları kastederek, eşin yok, benzerin olamaz sen benim son şansımsın diye...
Doğru mu yapıyorduk, doğruysa sonundaki hüsran niye?

Aramak ve aranmanın ardındaki istek bağımlılık mıydı sevmeye? Peki neden ters köşeye yaslanıyorduk ayrılıklarda?

Unutmak isteyip de unutamamak nasıl bir duyguydu ki sonucu hep “sen olsaydın bu kadar çileyi yaşayamazdım” demek, varlığı çilelere atıyorsa özlenenin yokluğu nasıl hazmedilebilirdi?

Ölümü özlemek, kaçışların en büyüğü değil miydi?
Oysa hayatımızın büyük bir kesiti kaçış zamanları ile geçmiyor muydu? Kaçış anlık kurtuluşlar sanılsa da, esas vurgun devamında değil miydi, her darbeyi karşılasak da baş edemediklerimizle nereye kadar kaçacaktık?
Aslında tüm kaçışlar bir boşluk ertesindeki güçsüzlüğümüz ve de acizliğimiz değil miydi?
Denemek mi gerekirdi, hakim olduğumuz gücü sonuna kadar, kime karşı, neye karşı olacaktı bu güç denemeleri, en çok sen değerlisin bende dediğimiz, benzerin yok benim için sen en önemlisin dediğimize karşı mı olacaktı bu güç denememiz?

Tüm şaşkınlıklarımın üstüne basan bir sen yokluğuydu belki de bunlar...
Oysa sen en çok özlediğim oldun ve oluyorsun her şeye rağmen sevgili...
Her şeye rağmen...

Uzun zaman oldu sevgili seni görmeyeli... Uzun yıllar oldu belki de...
Hâlâ unutamadıklarımın içinde ön sıradasın meraklanmalarımda... Hem de en ön sıradasın...
İlk defa yazıyorum bu meraklanmamın olgusunu...
Nedenini ben de anlayamıyorum, sense hiç bilmiyorsun, neden ve niçinleri art arda sıraladığımda aslında ben de anlamıyorum. Ama biliyorum yanlışlardayım. Hem de yanlışlarımın tümünü düşüncelerimde toplayarak en ulaşılmaz çarelerle yanlışlardayım...

Biliyorum kendime haksızlık ediyorum, biliyorum kendi kendime işkence çektiriyorum, belki de cezalandırıyorum kendimi... Ama iyi oluyor, böylesine acımasız düşüncelere seni sığdırınca asla sana acımıyorum, asla kendime de acımıyorum, oysa sen üzülmeyesin diye nefes almalarımı bile sakındığım zamanların intikamını şimdi sana nefreti kusmakla alıyorum...
Nefreti kusmak inan beden yırtılmalarımdan da koyu ve derin...

Bağışlanacak zamanların merhametine sığındığımız günlerin varlık savaşımından yenik düşülmesidir ki bunlar en çok
Seni hazlandıranlardır. Çünkü sen beni hep mutluluklardan uzak tuttukça, ben kendi kendime hesaplaşıyordum.
Hesap hatalarımdı bunlar, sevginin karşısında öksüzleştikçe ki en güçsüz olduğum zamanlardı...
Ve sen beni hep güçsüz olduğum zamanlarda vururdun. İşte canımın en çok yandığı zamanlardı ki bunlar en çok senin haz aldığın zamanlarındı...
Ben sana verdiklerimle güçsüzleştikçe sen güçlendin...

Kıskanılmayacak bir hayat yaşıyordum oysa. Herkeslerimin içinde, herkesim olmayan bir hayatım olduğunu benden başka kimse bilemezdi. Sadece teklik savaşı verirken, yalnızlık maskesini yüzümdeki kısık tebessümlerle saklıyordum... her şeyin bir bahanesi vardı, kendimce içimi acıtanlar, kanatanlar, burkanlar, beni acizleştirenlerin kısık gülücüğü bile yapışmıyordu yüzüme...

En çok sevmekle, en çok sevilmek arasında boğuluyordum...
Farkındasızlıklar can yakan melodilerle içimde saklanıyordu... Duyarlılığımı kaybetmiş gibi boşu boşuna yaşıyor, kendime ait olmasını istediğim her şeyi kendimden sakınıyordum. Beni mutluluğa götürecek bir karartı bile olamazdı. Hepsi birer bahaneydi ve ben bu bahanelerin gerçekliğine inanıyordum.

Dökülmüş sevdaların kırıklığında oyalanıyordum, kendimce...

Yanıla yanıla gelmiştim an zamanlarına...
Her şeye, her kese rağmen, bedenim her güne rağmen gittikçe güçsüzleşiyordu...
Kendimi güçlü sandıkça, için için eriyordu bedenim oysa... Fark edemiyordum bile, her an, an be an, içimde hep bir tel, birkaç tel kopuyormuş gibi gözlerim kararıyordu.
Kendimi güçlü sandıkça boşalıyordu içim... Boşaldıkça anlamsız halsizliklerimin içinde kendimi güçlü ve hırslı sanıyordum... Bu kör bir cesaretti aslında, dermansızlığın verdiği can havli bir ataklık sürtünüyordu bana, benle...
Belki de en güçlü olduğumuzu sandığımız anlardı acizleşip, zavallılaştığım anlar...

Her şeye, her kese ve her olguya rağmen an be an, güçsüzleştiğimin bile farkına varamıyordum... İşte bu anlardı hep sen yokluğunun verdiği dermansız şaşkınlıklar ve acizleşen iç benlik...
Ben sana benimle bile yetemiyordum, belki de yettiğimi sanıyordum...
Oysa birbirimize güçtük ve birbirimizle güçlüydük...
Seni kıskanmıyorum, kendimi kıskanmıyorum, sadece senli geçen zamanların bu günkü anlamsızlığına hayıflanıyorum...
Boşuna harcanmış an zamanlarının değer yitirişine hayıflanıyorum ve gözlerine baktığım anlarını kendimden sakınarak kıskanıyorum...
Anlam yüklü bakışların anlamını çözmeye uğraştığım zamanları kıskanıyorum...

Darlık zor be sevgili... Darda kalmak çok zor...
Senin dardaki zamanlarındı ki beni bu günkü darlıklarımda bırakan...
İşte o anlardan bu güne gelen yaşamımı kendimden kıskanıyorum...
Söz de, saz da bu günkü buğulu tınısıyla artık dayanma gücümü yitiren etkinliğe ulaştı...
Şarkıların boğukluğu beni tükenmez nefes kısıklıklarına ulaştırıyor, her şarkı sözü içimden upuzun bir şeyler yoluyor...
Dayanılası bir his değil bunlar, koparıp, koparıp bir şeyler yok ediyor benden...

Katlediyorum kendi hislerimi kendimce ama olmuyor.
Boğuluyorum sanki...
Gecelerin dipsiz derin karanlığı içime içime işliyor... kayboluyor ruhun bu derin karalıklarda...
Nerede sahipsiz bakışlarımın koyulaştığı gözler, deyip, veryansın ediyorum yumruklarımı duvarlardaki pütürdeklere...
Sesimle ışığı karanlıklara doğru kovalıyorum...

Işığı kesiyor gözlerim...
Hayaller ve umutlar kırılıyor, benlik savaşının kaybolduğu anlar bunlar, bir güvensizlik başlıyor kendime, bir iç çekiş geçiyor içimden, pişmanlıklara varan bir öz benlik kayboluşu bunlar, bulantılar doluşuyor içime, korkuyorum artık baş edilmez düşüncelerden. Her yokuşun sonu sen varlığına ulaşıyor, baş edemiyorum kendimle, tükenişti belki de bunlar, belki de iç direnç kırılmalarıydı bunlar, belki de özgüvenimi kaybedişlere bir yolculuktu bunlar...

Kulaklarım diyorum, kulaklarım...
Binlerce arının sanki yuvasındaki vızıltılarla titriyor kulak diplerim...
Uğultular, bir başka uğultuya götürüyor beni, sesler, ayrı ayrı tonlardaki sesler, birbiri ile yankılaşıyor, yankılar beynimi
oyuyor... Her ses, her tını, başka başka zamanlardaki beni boğar seslere götürüyor... ayrıştırmak hiçbir şey kazandırmıyor, her sesin anısı, bir acı duvarı, otomobil sesleri klaksonlar, lastik gıcırtıları hep gecelere, yalnız ve senli olduğum gecelerin seslerindeki anılara ulaştırıyor beni... Senin iç çekişlerinle ağlama seslerinin çaresizliğindeki beni düşünüyorum, iç savaş çıkıyor içimde...

Her ağlayış sesi ayrı zamanlardaki senin yakınmalarına götürüyor beni...
Bu günkü çaresizliğim, o günkü çaresizliklerimle örtüşüyor... Ah çekiyorum tekrar, tekrar, pişmanlıklarımın bini bir para, o günlerde hükmedemediğim imkânsızlıklarımı bu günlere getiriyorum, yine çaresizlik ve yine zamansızlık yapışıyor içime...
Her imkânsızlığın ardına hemen zamansızlık yapışıyor...
Kaçakların zamanı hiç yoktur...
Ve olmaz da demiştim sana, kaçaklar kendi zamanlarını kendileri uyarlarlar...
Zamansızlıkları olunca önlerinde kaçaklar kendilerinden bile korkarlar...
Korkak ve zamansız yaşadık hep, ayın dolunay olduğu, hilâl olduğu gecelerin tan vaktine ulaştığı anlara kadar...
Kaçaktık kendi kendimize, kaçak yaşardık kendi kendimizle... Ve sen hep ağlardın bu kaçaklık gecelerinde, bense dişlerimi gıcırdatırdım, çaresiz ve de çaresizliğime...

Dar zamanlarımızın tümüne kaçak zamanlarımızı hep yetiksiz yapıştırdık...

Hiç yetemedik hiçbir şeye ve hiçbir şey yetmedi bizim mutluluğumuza...

Bir başka karanlık geceler,
Bir başka sıcaktı geceler...
Çoğu zaman donduğumuz,
Kış geceleri de bir başkaydı bizde...

Hiç doyamadık kısa zamanın,
Kaçak yaşamlarına...
Hiç yaşayamadık belki de,
Tam istediklerimizi...

Ama dar zamanlarda bir dünya isteğimiz de,
Hep olura bizimle ulaştı...
Belki yetindik,
Belki de yetinmeyip daha dahalarını istedik.

Hep elde edemediklerimize ağlardın sen...
Ve ben de seninle hep gizli gizli ağlardım...

Ucuz yaşadık çok pahalı hayatı biz...

Konaklayamadık hiç mor ışıklı,
Ayrı dünyaymış gibi görünen konukluklarda...

Hayat zorladıkça ucuz konuk olduk bu dünyaya...
Ama gülebildik, ama sevebildik, unutulamaz denilen sevgiye de ulaştık,
Belki de farkında olamadan...

Sen değerliydin hem de, üst değerliydin bende ve kaçaklığı kopara kopara alıp yaşıyorduk....
Biz sevmelerin riyasız zamanlarını yaşarken, dünyada bir masal yolculuğu yapıyorduk belki de...
Her şey adil sevgi üstüne kurulmuştu. Hakça... Ve yetiklikçe sevmek... Sever gibi, sevmek gibi, çok sevmek gibi, sonsuza taşınacak bir sevginin içinde yaşarken mutluyduk biz...

Hiç zorlanmadık biz bizde, hiç zorlamadık biz birbirimizi, kafamızın estiği gibi özgürce sevdik dedik birbirimize ve ne istersek aldık ve de ne istenirse verdik biz hayat adına birbirimize...
Belki de bu günlere taşıyamadığımız sevgide, biz her istediğimize ulaştık, saygıda, saygınlıkta, saygın sevgide durabilmenin hazzını yaşarken de biz mutluyduk...
Zordu sevgide saygın kalmak, zordu kaçaklıktaki kovalamaca ile baş etmemiz ama biz zorlu yüreklere sahiptik ve zor şartlarda,zor kararlarla zorluğu aşıyorduk...

Sen sevmeyi bildiğini ve verilmesi gereken emek olduğunu söylerken, ben baş eğiyor ve o emek benim için de geçerli diyordum...
Bu günlerde, bu düşüncelerle yaşarken, acaba verdiğimiz emek, hak ettiğimiz kadar değil miydi, sorusuna cevap bulmak belki de çok güçtü ve geçersizdi artık...
Yüzlerce kez “ben cidden bu kadar çok seviyor musun derken bile sesim titreyerek çıkan, kafamda tasarladığım cümleleri söyleyemeden, sadece “evettt” derdim, bilirsin sevgili bilirsin, sen de bu “yetmez” derken uzun bir sessizlik başlardı...
Şimdilerde kulaklarımda uğuldaşan sesler arasında, o sessizliği özlüyorum...
Dokunmadığım, avucumda olmayan hiçbir şey benim değildi aslında... Hiçbir sahiplenme duygusu da bana ait olamazdı... Çoğu zaman da bu sahiplenme duygusundan da şüphe eder olmuştum...

Her an, her saniye gidecekmişsin gibi içimde siyah ve öksüzleşmiş hisler peydahlaşıyordu...
Gidecek diyordum, muhakka gidecek ve hiçbir zaman gidişlere geri dönüşler için bir kabulleniş olmazdı içimde...
Her bana gelişin, gidişinin zamanını erkene alıyormuş gibi hislerle savaşır olmuştum. İçimde hep sana baktığım anlarda “ne zaman gideceksin artık uzatma, bu gidişini bekleyişleri mi” derken bakardım yüzüne son nefesinde seni bir kez daha görebilsem düşüncelerimle...
Her an o kapı ardında sen oldukça kapanabilirdi ve her kapanan kapı sesi, senin gidişindeki ürpertileri uyandırırdı içimden. Biliyordum ansızın ve beklenmeyen bir zaman boşluğunda bana geldiğin gibi ansızın o kapıyı kapatıp çekip gideceksin. Ve ben, O kapanan kapının ardında kaldıkça artık hiçbir zaman o kapı açılmayacaktı beraber olduğumuz O evde...

Her an, her nefes sonrası bunları düşündükçe, yanımda oturmana rağmen, içimden “hadi ver O kararı ve ne zaman gideceğini de söyleme,geldiğin gibi ansızın, güneşin tam battığı zamandaki ışık boşluğu gibi öylece çek git, karanlıklarına doğru,” derdim sana “ansızın, ve de sessizce, gelişindeki gibi sessizlikler olsun, gelişindeki gibi gizemler oluşsun, gelişindeki gibi bütün kuşlar sussun ve gelişindeki gibi, hep karanlıklar oluşsun, gizemli gidişin ardından” demek isterdim sana...

Hiçbir zaman dur gitme, bu gizemin içine başka gölgeler, başka kahramanların öyküleri başlar, bizim öykümüz sessizlikte kaybolur, dünyam kararır, sesine muhtaç olurum demezdim sana hiçbir an demezdim...
Vedasız gidişlerin şarkılarına da özlem duymazdım, senden gelecek bir sese de muhtaç olmazdı kulaklarım, hep bilirim en çok vedasız gidişler vurgun üstüne vurgunlarla geçerdi kalandaki son nefes almalara...
Kal demek giden için belki de bir gurur verirdi ama kalanda bu gurursuzlukla yaşayamazdı...

Sevmelere dar kaçaklık zamanlarında ulaşmış beden, gidenden sonraki kalmalarla belki de daha darlıklara ulaşırdı ama bilirdi gitmek isteyene dur demek son çare yalvarışları bile değildi...
Her şey bir oldu bitti ile başlayıp, beklenmeyen ve beklenilemeyecek anlarda son bulurdu, belki ama hayatın tüm çıkıntıları da bu olguyla da bitmeyecekti...

Her şeyin olmuşuna bırakılan yılları başlıyordu belki de...
Biliyorsun ruhum sıkılıyor...
Biliyorsun canım yanıyor...
Ateşlere atlamak istiyorum,
Biliyorsun...
Ve
Yokluklara,
Yokluğuna alışacak,
Bir bedeni hazırlıyorum,
Hayatın kalan kısmına...

Işıkla, ışıksızlık arasındaki fark,
Gibidir
Aslında,
Belki de kalandaki duygular...

Hep sorardın bana,
Aşkta sonsuzluk var mı diye,
Yavaş yavaş,
Bu soruya alışıyordu bedenim...

Oysa aşkta,
Oysa sevgide sonsuzluk yoktu...
Şimdilerde bu cümle ille yoğunlaşıyor beynim...

Aşkta sevgide sonsuzluk yokmuş, sevgili... Bu sadece bir yazgıydı, belki de her şey olmuşuna, oluruna kadarmış sevgideki an zamanları...
Baktığım dağın yamacına doğru bir martı kanat çırpıyor, eminim ki o da teklik savaşımında...
Bu itekaka götürmeye çalıştığımız sevgimizin artık devam etmeyeceğini anlamıştım. İşte vedasız gidişinin elvedanın yerine hoş kal diyerek, gidişinin artık tutulamamazlığını anlamıştım... Ve her merhaba bir gün muhakkak bir hoşça kal denmemiş gidişlere uzuyordu...

Artık her şeyin sensiz başlama zamanları yaşanıyordu. Ve önü alınamaz gidişe dur demek de çok zor olguydu...
Artık her şey sensiz oluruna bir yaşama çıkıyordu... Her gidenin ardında, kalanda da, gidende de aynı boşluk vardır, sevgili, bunu sen de bilirsin, yaşıyoruz çünkü, arada kalanlar, sadece avuntular olurdu di mi?

Çandarlı...Deniz köy...

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 25.8.2011 10:59:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Çandarlı ve Deniz Köy koylarında kayboluşların sert ve derin kareleriydi bunlar...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • İsmet Tabakçıoğlu
    İsmet Tabakçıoğlu

    Arada kalanlar can acıtmıyorsa!!!

    Cevap Yaz
  • Fatma Avcı
    Fatma Avcı

    gidişler gelişler gibi sesizce olmaz...bütün gidişler gürültülüdür..çünkü ardında bir virane bırakır....kutlarım üstad...+10 ant..

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Mustafa Yılmaz 4