Masmavi önlüğüm vardı.
Beyaz kocaman bazen dantelli bazen de dümdüz kumaştan bir yaka,
Yakamdan hiç düşmezdi.
Çamaşır kolasına batırıp çıkarır kas katı ederdi annem.
Bazen de şekerli suda biraz bekler hafif nemlenince de ütülenirdi.
Çoğu zaman yakamı keser boğazımı sıkar, kıpkırmızı ederdi.
Öyle olsa bile sıkı sıkıya bağlardım durmadan.
Cebimde kolalı küçük bir mendil,
Her sabah uzatırdım parmaklarımı mendilimin üstüne,
Dibinden keserdi annem hep acırdı, uzayana kadar can çekişirdim.
Bir dahakine ben keserdim.
Ama bende parmaklarımı keserdim kanardı.
Mendilim kolalı olduğundan burnum akınca silemezdim.
Acırdı burnum yara olurdu.
Arkadaşım sultan önlüğünün altından zorla çıkardığı kazağının koluna silerdi sümüğünü.
Zamanla bende sildim.
Halada arada sırada silerim ağladığımda.
Yerli malı haftası olurdu.
Bir sürü yiyecekler süslerdi masamızı sınıf peynir kokardı.
Biz peynir kokardık.
Elvan, Erhan, Sultan, Zehra, Serap, Mehmet, Murat, Ben
Ve bir sürü arkadaş sevinçle yerdik.
Kar yağdığı zaman kardan adamı değil de;
Yarın okula nasıl gideceğimizi düşünürdük.
Boyumun üç katı yağardı kar durmadan, bıkmadan.
Elimizde kürekler, ayağımızda naylon içi pelüş çizmeler.
Birde çizmenin içine giydiğimiz naylon torbalar…
Her kar yağdığında hasta düşer iğne vurulurduk.
Hastalığımda en güzeli tarhana çorbasıydı içer iyileşirdim.
Flüt çalmaya bayılırdım.
İlk flütüm;
Çaktırmadan komşunun çocuğundan aldığım müzik aletim oldu.
Çalmıştım ama çalmanın ne demek olduğundan bile haberim yoktu.
Annem geri vermişti bana da anlatmıştı.
Kötü bir şey olduğunu hırsızlığın o zaman anladım.
Ertesi gün benimde oldu hem de mandolinimle birlikte iki müzik aletim vardı artık.
Somyanın altındaki piyano tuşlarına benzer diş diş demirler vardı.
Somyanın altına girer saatlerce iç kısmındaki yukarıda duran dişlere basardım.
Parmaklarım yorulup da beni güçsüz bırakana kadar.
Ağzımla sesler çıkarırdım yanlış tuşa basıp kendime kızardım gerçekmiş gibi…
Dünya ben olduğum için vardı.
Güneş benimle doğardı.
Sulu boya ile makyaj yapardık arkadaşlarımla…
Kuruyunca kaskatı kesilirdi yüzümüz gülerdik.
Hayata hep karşı çıkardım.
Bütün arkadaşlarım çizgi film izlerken, ben Manuella’yı izlerdim.
Pembe dizi merakım o zaman başladı o zaman da bitti.
Atatürk’le evlenirdim kendi kendime
Şahit olurdum, resmini koyardım yanıma,
Evlilik cüzdanımızı bile hazırlardım.
Ondan başka mavi göz, sarı saç sevmedim zaten.
Latife hanımı öğrendiğimde Atatürk’le boşandım.
İlk evliliğim 6 yaşımda olmuştu bir yıl sürdü…
Hayatımın en kötü gününü yaşamıştım aldatılmıştım.
Ama sevmeye devam ettim Atatürk’ü…
Ondan başkada sevdiğim olmadı...
Fırça ile şarkı söylerken babam görmüştü.
Ertesi gün gerçek bir mikrofonum, gerçek ve kocaman bir müzik setimiz olmuştu.
Evimizde eşyamız pek yoktu.
Dört yatak, iki kanepe, buzdolabı, bir de televizyon…
Babaannem geceleri çiş’e kaldırırdı…
Hemen mikrofona ve müzik setine bakardım orada mı diye…
Yavaş yavaş oluyordu her şeyimiz.
Ve her an bir sevinçle uyanacağımın ümidi ile kalkıyordum yataktan.
İlk şiirimi öğretmenime yazdım.
O şiirimin ödül alacağını nerden bilebilirdim.
İkincisini Atatürk’e…
Üçüncüsünü de sevgilime ama hayalimdeki sevgilime.
Küçük çapta bestelerim oldu.
Hepsi ya tuvalette ya da banyoda söylendi
Ve unutuldu gitti.
İlk okumaya geçtiğimde;
Babamın hediye ettiği kitabı büyük bir sevinçle açmıştım.
Ayşegüllü, Cin Âli’li seriler beklerken…
Siyasi ve felsefi içerikli kitaplarla karşılaştım.
Okudum.
Çok ağırdı belki ama okumanın hevesi vardı içimde.
Ayşegül serilerini de komşumuzun kızından okudum.
Ömer Seyfettin’i bir hevesle bitirmiştim sonra.
Öğretmenimin bıyıklarına, saçlarına,
Duruşuna, boyuna, posuna hayrandım.
Çalışkan olmak için adeta yarışıyordum.
Arkadaşlarımdan Kürtçe öğreniyordum biraz biraz
Ama belli etmiyordum öğrendiğimi.
Arkadaşlarımla mermi toplardık.
Kavanozlara koyar kim daha çok toplamış diye bakar birinci seçerdik.
Sonra o boş mermi çekirdekleri ile oyunlar oynardık.
Akşamları olunca kırmızı kırmızı ateşler aydınlatırdı,
Simsiyah gökyüzünü…
Annem karşı köyde düğün oluyor dese de bilirdik düğün olmadığını…
Kardeşimle kucaklaşır, korkardık.
Ertesi gün öğrenirdik arkadaşımızın evini teröristlerin bastığını.
Gözündeki korkuyu görüp ağlardık.
Kıpkırmızı olurdu bazen yüzü, korkusundan işerdi sürekli.
Küçük dünyamıza derin yaralar açardı korkularımız.
Sonra ayrıldık beni ben yapan doğu’dan…
Dünyanın orayla sınırlı olmadığını öğrenmiştim.
Dünyanın, doğu, batı, kuzey ve güney diye neden ayrıldığını
O zaman anladım
Büyük insanlar, şehirler, apartmanlar…
Ve dünya ben olduğum için, arkadaşlarım olduğu için,
Annem babam olduğu için dönmüyordu.
Dünya kendi kendine bir yol tutturmuş dönüyordu.
Olsak da, olmasak da anlamıştım bunu…
Ama anladığımda o kadar çok geç olmuştu ki…
Doğu da çocuk olmak bambaşka bir şeydi.
Duygusallıktı, azimdi, imkânsızlıklar içinde küçük bir imkândı.
Acımasızlıktı, biraz da hırstı ve eziklikti…
En büyük mutluluktu aslında…
Orda yaşam koca şehrin kalabalığından daha güzeldi.
Dağ, taş, toprak bizimdi.
Oyunlar bizimdi…
Ve bir bayrak altında dalgalanan vatan bizimdi.
Kayıt Tarihi : 3.11.2008 13:58:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Filiz Baskın](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/11/03/dogu-da-cocuklugum.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!