Dışından Haliç Şiiri - Şenol Denizci

Şenol Denizci
49

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Dışından Haliç

“Adamın kirpiğinde ne zamandır oturan yaşlı bilge, anlattı uzun uzun...”

Bir yerden başlamak gerekiyordu. Aşağıdan bir yerden, serzenişle başladı adam.

(Ayaklarımda çimento külçeler, akmıyor adresine nehirlerim
Ve yitip gidiyor sularda sözler, yitiriliyor içimde güncelerim)

İnce bir duman yükseldi topraktan. Öyle ince, öyle hazani, öyle davetkar… Çingeneler kavallarıyla yağmurlar yağdırdılar toprağa, Romanya’dan, İspanya’dan… (Bu sefer bilmeden değildi, ve bu sefer bilerek, bir ıslıkla da çalınsa aynı ezgi, peşinden gidecekti) Dayanamadı adam toprağın çağrısına (ve ezgisine kavalların) . Kalktı, aldı ceketini kapının arkasından. Toprak nerenin toprağıydı, sormadı…

Ya balıklar, ya balıklar! … (mavi denizlerden mavi leğenlere)

En uzun kalemlerden, en uzun yaşamlardan damıtılmış özdü anlatılan. Özün çekirdeğinde cilveleşiyordu anlar. Gelip gitmeleri bundandı. Tıpkı / dalgalar gibi, en az / dalgalar kadar nazlıydı.

(Yakınından bakılmayan, bakılsa da görülmeyen,
Ve tam zamanlı kanayan, ve kanaması dinmeyen)

Ölüm, asi / kuş kanatlarıyla konardı omzuna / inanırdı adam.
(…)
Gözü aç makinelerin sesleri ayırt ediliyordu çınarların çığlığından… Kırılan kalemlerin karşıt çığlıklarıyla titriyordu duvarlar.
(Oysa ne güzel dururdu, o kadının gür dallarında sonsuz yapraklar, ve yalanda olsa şiirler, rüzgarın ağzından)

Bir anne daha eksiliyordu yaşamdan, içimin bakır bakracından; anaç gözlerinde hiçbir eğreti bakış taşımayan, ama gizlemeyen korkularını da… Adam birkaç saatte birkaç asır birden yaşlandı.
Yabancıladı gördüklerini, çünkü yüreğinin çivi yazılarında ki anlamları kimse çevirmemişti ona, anlatmamıştı dilince… (Sahi niye kimse anlatmamıştı? Bir kişi çevirebilirdi orada yazanları, o da, olmadı.)

Nice öyküleri ve yaşamları hatmetmişti, defalarca… Gözbebeklerine eşzamanlı işlemişti korkuyu ve cesareti tanıklıklarında. Gözünün önündeydi hala bombalanmış sokaklarda dağılan et parçaları ve buna rağmen umutlu insanlar…

(Kimdi biraz önce gelip, derinimde ateş yakan,
Tırnak izleri bırakan, sonra susup giden kimdi) ?

Gidilmemiş topraklara en uzun ağıtlarını yaktı adam. Çünkü baştan ayağa çıplak bir yürekti. Aynı anda birçok yerde atabilirdi. Tüm kılcal damarlarını duyumsuyordu yaşamın. O kadar ki her an, her yerde, üstelik tıbbi hiçbir sebep yokken ölebilirdi.

Tüm bunlar olup biterken, şarkılar söylüyordu dilini bilmediği bir “günebakan, papatyalarla”. Dilini bilmese de olurdu, güzel şarkılardı kulağını ışıtan. Kulağı sese mi aç’tı ne? Kulağını ses’e açtı. Ne zaman bir davet almıştı en son? (Hatırlamadı)

Bir davet vardı, bir davet!

(Hala hızla atıyorken, yokluğunun kalbi bende,
Misafir ağırlıyorsun, tek odalı loş gecende)

Adam hazırdı yalanlara kanmaya. Şarkılar öyle güzel, öyle davetkardı ki, tekrar çıkarıp ceketini, girdi ardına bakmadan serin sulara.
(Bırakabilseydi umudu aramayı şarkıların peşinde, terlemeden koşmayı öğrenecekti belki de) .

Ak bir dağın yamacında, bir kara yoldu aslında bilinmezlik gizemi. “Bilmek” fakirliği arzuhal tanımıyordu. O yoksullukta “fukaranın maruzatı” olamazdı. İnançlarını astı ceketinden boşalan yere.

Artık ardına bakmayı da istemiyordu. Öyle ki, geçmiş bir nükleer saldırıya uğramış gibiydi… Öyle ki; artık uzun yıllar bu topraklarda ölü doğardı çocuklar ve toprak sonsuz kısırlığını susardı bereket beklentilerine, anlamıştı.

(Pencerelerim uykusuz, sabahlarımsa karanlık,
Sofralarım bütün mutsuz, bütün umutlarım anlık)

-Oysa bir küçük bir beklentim vardı benim de elbet, dedi kadına: -Durmak zor, bilirim senin yosunlu taşında. Yine de dururdum, yeter ki kapalı kapılar gibi olmasaydı yüzümüz. (!) Sen, mayası tutmuş göldün. Aklının adımlarında ışıyordu içimin hücreleri. Kusurlarımı örtüp enginliğinle, beni anlasaydın ya…

(Önce içimizi yıkayan yağmur sonra soyunup dışımızı da yıkıyor. “Hani bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey” oysa her şey bitiyordu, bir insanı sevmekten başlayarak.)

Kirpiğindeydi hala, aksakallı bilge; Bir elinde kan revan Mezopotamya, diğerinde sükunet zehri akıtan Mevlevi sessizliği, daha bitmemişti anlatacakları, adam bıraktı, tutunmadı, dinlemedi. (…)

Anne sesleri, akşam ezanıyla dolaşırdı sokakları. Çocukları toplarlardı telaşla, imamlardan hızlı, imanlardan güçlü pencerelerinde… Çocuklar isteksiz (mutlak yarım bırakmışlık hissiyle) , evlerinde. Bir gün yitirilince o çağrı, (yitirilen sokak mı çağrı mı anlamadan) umutlar isimsiz ülkelere devrildi.

Bu sefer de Haliç bırakmadı adamın yakasını. Adam çıkarıp ceketini bıraktı, kahverengi bir Anadolu hüznüne, üzerinde çocukların halayları vardı. Kleopatra kapının az ötesinde, bir şelale kıyısındaydı, kolay ceketini son kez bıraktığında… Görülecek ne varsa görülmüştü, yarım kalmamıştı hiçbir hesap.

Şimdi; herkes kendi yaprağını, herkes kendi toprağına…
Sessiz, aktı...

29 Şubat – 02 Mart 2004

Şenol Denizci
Kayıt Tarihi : 2.3.2004 11:43:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Gülay Yıldız
    Gülay Yıldız

    Bu yaptığınızın tam adı ne bilmiyorum ama çok keyifli bir yazıydı. Başarılı bana göre. çok sevdim... Tebrikler Gülay Yıldız

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Şenol Denizci