Dışarıda kar, pamuk bahçesi gibi sarmış her yeri. Çocuklar ne zamandır tek bir kristal tanesine hasret kaldıkları karın örttüğü dokuda doyasıya yuvarlanıyor, kartopu oynuyorlar. Çocuk olmak ne güzel şey, diye keyifli bir özlemle onların bu saf hallerini seyrediyorum penceremden. Ben karlarda düşe kalka kayan, sonra yeniden kaymak için yokuşun başına tırmanan çocuklarla içime bahar çiçekleri açtıradurayım; birden çalan kapı zili, sanki yüzüme kazıyor ezgisini. Gözümü bir müddet daha camdan ayıramasam da, bu beklenmeyen zilin meramını anlamak için koridora yöneliyorum mecburen. Kapıyı açıyorum ki; karşı dairemde oturan emekli albay karşımda. Üstünde ütülü bir ceket, kafasında her zamanki siyah fötr şapkası; ancak belden aşağısında paçaları çorapları içine tıkıştırılmış bir halde pantolon içliği ve ayaklarında terliğinden oluşan kostümüyle kapımın önünde duruyor. Ne denir ki şimdi bu durumda. Belli ki acil bir durum var. İçliğine ceketi şapkayı çektiği gibi gelmiş. Şaşkınlığını saklamaya çalışan ve her şey normalmiş gibi bir ses takınarak; “Buyurun” diyorum.
-Oğlunuz…Pencereme kartopu attı.
Bir yandan “Çocuklar dışarıda oynuyorlar, yanlışlık filan olmuştur” demeye çalışırken, bir yandan da bu buluşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla çocuklar bahçede oynuyor ve albayın camları bahçe tarafında değil. “Evet”, diyor “Özellikle sizin oğlunuz benim pencereme kartopu attı.” Albayın durumuna bakılırsa hiç polemiğe girmeden konuyu en kısa şekliyle toparlamak en iyisi:
-Anlıyorum… Geldiğinde, ben konuşurum kendisiyle.
Yay gibi gerilmiş bakışlarında bir sakinleşme belirtisi göremeyince, sesime özellikle abartılı bir hava verip durumun ironisine de parmak basan bir slogan uyduruyorum anında:
-Hiçbir çocuk, hiçbir pencereye bilerek ve isteyerek kartopu atmamalı.
“Hele sizin oğlunuz hiç atmamalı” diyor. “Yöneticinin oğlu böyle şeyler yapmamalı. Terbiyeli olmalı. İnanın çok şaşırdım. Sizin yetiştirdiğiniz çocuk, böyle terbiyesiz olsun.”
İlk önce şaşkınlık, daha sonra komşu hatırına konuyu anlamaya çalışan halim, daldan dala atlayan bu tutum karşısında biçim değiştirip kızgınlığa dönüşüyor. Biraz önce tadı damağımda kalırken içine limon sıkılmış kar seyrime mi yanayım, komik kılığıyla kapıma gelmiş bu adamın kafasında birbirine karıştırdığı konularıyla mı cebelleşeyim. Net bir sesle soruyorum:
-Konunun babasıyla ne ilgisi var? Babası mı attı kartopunu camınıza?
-Hııı, demek öyle…Hem siz söyleyin bakalım yönetici oldunuz da, ne yaptınız bugüne kadar?
Beklemediğim anda çalışmadığım yerden gelen bu soru karşısında afallıyorum. Ve üstüne üstlük anlayamıyorum da soruyu. Çünkü eşim yönetici seçileli- hızlı bir hesap yapıyorum ki-ancak yirmi bir gün olmuş.
-Sadece yirmi bir gündür yönetici. Böylesi bir hesabı sormak için biraz erken değil mi? …
-Erken filan değil efendim. Yöneticiliği aldığı gün işletme defterlerini kontrol etmeliydi. Sonra da dökümlerini çıkarıp bana getirmeliydi. Tam yirmi bir gündür bekliyorum; ne gelen var, ne giden.
Anlaşıldı. Konu öyle konuşarak, karşı tarafı anlamaya çalışarak, bir şeyler izah edilerek çözülecek cinsten değil, konuşma uzadıkça altından başka koku çıkacak.
-Bakın albayım. Öncelikle şunu söylemeliyim ki; ben yönetici değil, yöneticinin eşiyim. Burası da bunların konuşulacağı yer değil. Bu tür sorularınız, meraklarınız varsa bina toplantısı yapıldığında gündeme getirirsiniz. Yanıtlarını da orada alırsınız.
“Ben bugüne dek hiç bir toplantıya katılmadım, bundan sonra da katılmam.” diyerek kükrüyor.
-Eee, o zaman yanıtlarınızı hiç alamayacaksınız demektir.
“Siz böyle yaparsanız, bir daha kapınıza gelmem.” diye tehditler savurmaya başladığında durumun iyice komedi kıvamına geldiğini fark ediyorum.“Elbette”, diyorum gülümseyerek; “Gelmemelisiniz zaten. Her şeyin bir yolu yordamı ve zamanı var. Bu şekilde kapıma gelip bana bu şekilde hesap sormamalısınız.”
Bir anda duralıyor. O bir emekli albay. Ve şimdi konu komşu hepimiz el pençe divan durmalıyız karşısında. Onun bu ülkede ezberi hep böyle işlemiş ve kolay kolay da bozulmamış anlaşılan. “Bu durumda ben de bir daha sizinle konuşmaya gelmeyeceğim demektir.” diye söylenerek kendi kapısına yöneliyor. Tüm bu tatsız konuşmalara rağmen yine de, komşuya saygısızlık olmasın diye kapımı örtmeden, onun kendi evine girmesini beklemeye başlıyorum. Birden bana doğru hamle yapıp, yüksek sesle gürlüyor;
-Çocuğunuz da, bir daha camıma kartopu atmasın efendim! …
Aynur Uluç
Şubat 2006
Kayıt Tarihi : 26.1.2010 22:42:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

bence bahanesiydi camına atilan kartopu...O, sizinle konusmaya gelmisti bana kalırsa,Aynur hanim:)))))keske bu kadar ciddi olmasaydınız:))))))
hani diyorum,yalnızliğımıza dokunan seyler vardır;bu da onlardan biri olmus Albay için...
'hadi biz de kartopu oynamaya gidelim ve komşu camlara atalim onlari' deseydiniz,eminim yapacakti bunu:))))))paçalarını çoraplarının içine tıkistırması belirtisidir bunun diyor; kutluyorum seni bu güzel yazin için..
sevgilerimle,operek...
TÜM YORUMLAR (1)