Tüm bu süreçler insanlığın toplumsal olan süreçlenmesini ortaya koyan sancılı gerekli olgunlaşma ve kendisini geliştirme aşamasıdırlar. Hep bu aşamalarda toplumsal yapı, belirip dağılan, tekrar yön alıp yön veren yapıdır. Tüm aşamalarda, toplumsal işleyiş bu aşamaların ana yol gösterici bel kemiği oluşla, insanoğlunun, öznel nesnellikçe kontrolü altına alınmaktadır.
Kendi üretim teknolojileri seviyesinin muktedirliği ile toplumsal yapı birey ve halkını, yaşam sigortası içine alan bir üretim tüketimler ilişkisi içine girmiştir. Bu muktedirlik kendinden önceki toplumsal oluşumlar içinde yoktur. Zaten her bir sonraki toplumsal aşama, bir öncekinin içinde adım olacakla varsa da, muktedirlik olacakla yoktur.
Her toplumsal aşamada emek vardır ama bu üretimse girişmelerin bugünkü teknolojilerine ilişkin üretim ve paylaşım düzenletilmesi yoktu. Bu neden ile toplumlar çalışamayanına; çalışamayan halk yapılarına da, bugün her tür sunumu yapmaktadır. Bu sunumlar; hemen hemen ayrımsız olacakla yurttaşlara sağlık olarak, ekonomik sağlayışlar olarak sunulur denli bir güç ve yetenektedirler. Ulus devlet, bin yılların dinlenmiş ve demlenmiş emaneti olan toplumsa yapıyı, bir avatar kalıp olacakla adeta birden bire ortaya açıvermişti.
Sınırlarına gelen imparatorluklar, taşıyamayacağı ilişkiler ağı ile hantallaşmıştı. Manifaktürsel gelişme, buğu gücünün sanayide kullanılması, var olan feodal ilişki biçimi ile taşınamazdı. Bir de buna insan öznelliğinin yönetemeyen kısır görüşlü politikaları eklenince imparatorluk ideolojisi ve imparatorluk ilişkiler kendi kesikli sürekliliği içinde iç hantallığının yüzey geriliminden ötürü bölünmeyle (ulus devletlere doğru) parçalanmıştı. Artık egemen söz sahibi din sınıfı ve feodaller olmayıp, yatırımcı kapitalistlerle deneyci pozitivizmdi.
Tarihsel sürecin evriminde, milletleşme ile uluslaşması arsında, koskocaman bir imparatorluk uyruğu olma süreci ve devinişi vardır. İmparatorluk süreci kimi ana karakteristikleri ile bilinmeden siz, ulusu kavrayamazsınız. Milletleşme der çıkarsınız. İçinde insanın hiç temel sağlayışları olmayan giriştiricileri anmadan, din, dil, yurt bağı gibi saçma sapan sosyal, halkçı mızmız tanımlamalarla milleti anlatırsınız.
..
40]Kimi çağdaş eğitim kurumları, toplumsal kurumların yapılaşmaları için gerekli bilimsel çalışmalarını sunamıyorlardı. Bilimsellikte tek anlaşılan şey dindi. Din demek bilimdi. Bilim demek dindi. Binyıllar boyunca bu öğretilmişti. Bu yüzden din adamlarına ilmiye sınıfı deniyordu. İsimlerinden başka ilimle uzaktan yakından bir ilişkileri yoktu. Bu yüzden de, toplum ve toplumun kurumlarının birbiriyle eşgüdümlü olacak şekilde bilimsel teknolojik aktarılacak uygulama desteklenmeleri, hiç de yoktu.
Toplumda, hiçbir laboratuar çalışması yoktu. Madrabazların, hilebazların, hokkabazların ve parende bazların iltifatlarla, rüşvetle yönetici atanmaları vardı. Bunlar yönetime gelince verdikleri rüşveti kat be kat çıkarır olacaklarından yönetim yönetim olmaktan çıkıp, bir geçim bir soygun kapısı olmuştu. Bu ve bunlar gibi diğer birçok nedenler de, Osmanlı'nın bozulmasını kaçınılmaz sona doğru, önlenemez biçimde ivmelendiriyordu.
Yönetim kötüye gittikçe, kötüye gidilişe akıl erdiremez oldukça, yönetim şaşkınlaştıkça, ilmiye sınıfına yani din adamlarına cin çağırma seansları düzenletiyorlardı! İlmiye sınıfı (din adamları sınıfı) da bunu tıynetine uygun biçimde, maal memnuniyetle yapıyorlardı!
Yenileşme gayretiyle ortaya konan ve yeni bir askeri sınıf olan; Nizamı Cedit kuruldu. Yeni düzen adı ile eski ve yeni yapıyı, yan yana konuşlaştıran Nizamı cedit yapılaşması, bir üçüncü Selim harekâtı idi. Kabakçı Mustafa Paşa denen yobaz, ayak takımından biri idi. Hırpani serserilerden oluşan bir güruh takımıyla Kabakçı Mustafa ve yeni çeri ittifakları, Nizami cedit ocağına karşı ayaklandılar.
Bu ayaklanmaların perde gerisinde de ilmiye (din adamları) sınıfı var idi. Yine, 3. Selim'in bir diğer yenileşme (ıslahat) hareketlerinden bir de, yerli malı kullanımını özendirmekti. Bir çeşit, iç üretimin koruması olan yerli malını kullanılması tutumu da, 3. Selim'in aldığı önlemlerden biri olup; çağcıl, konjonktüre ilişkin, merkantilist uygulama (himayeci-korumacı) bir tutumdu.
..
5]Oysa, toplumsal işleyişlerin yapılaşılmasına dek düşünücü, demokrasi içinde hak arayıcı olmanın, katilliği olmazdı. Bir taraf mesai, saat başı ücret, kreş hakkı gibi toplumsal yaşamasal olanın yasal talebi içinde idi. Diğer taraf, toplumsal ilişkileşme argümanı olmayan, halk öznel yaşamı içinde olan geleneklerimiz, göreneklerimiz, büyüğe saygı, ulul emre itaat, din iman deyip, acayip bir vatan millet türü soyut kavramlarla, nereye çeksen oraya gider olan argümansızlığın içinde idiler. İç ve dış işbirlikçiler bu güzelim uyanışın iki kanadını da, o iki kanadın kendi mantıklarının değer anlayışları ölçüsünde, terör ize edeceklerdi. Sömürü gibi şerrin uyanışçı, bilinç edinici hayrından, tekrardan bir şer, terörizmi çıkmıştı.
Egemen öznelce güç, halkı ve onun bilmezliğini iyi yönlendiriyordu! Artık olaylar toplumsal bir demokratik hakların kullanımı olmayıp; okullar, sendikalar, iş yerleri, şehirler, kasaba ve köyler sendendi bendendi gibi ayrışmalara kaymış, süreç; içinde çıkılmaz bir kan davasının kör dövüşüne dönmüştü. Kurtarılmış bölgeler rezaletine dönüşmüştü. Daha doğrusu toplumsal hareketliliğin uyanışına, bu çatıştımacı süreçler baskın olup; toplumsal uyanış sürecini sindirip yıldırıyordu.
Ne vatan işgaldeydi, ne din iman elden gitmişti. Ne de din, iman ve vatan kurtarılmış oluyordu. Ne de sömürülen kesimlerin ve emekçilerin beklediği devrimler ve hak edişler, genel yansıma ile ele geçiriliyordu. Emekler sömürülüyor, vatanın asıl kurtarıcıları olan, toplum yapılaşması olan, silahlı güç; resmi jandarma polis gibi kolluk silahlı güç ve sivil sılahlı güç, orada öylece durup duruyorlardı. Çünkü vatanın işgali söz konusu değildi. Bu bir sanrı idi. Merkezi otorite taraflara ayrılmış, provakasyonlar içine girmişti. Toplumsal yapının, kendi çelişkisini aşabilmesine; yapının meşruiyeti içinde yapının kendi olacaklarıyla dahi, izin vermiyordu. Ortam tam bir kaosun hercü merci idi.
Hal bu ki sömürü, ücret, demokrasi, grev bağımsızlık diyen kitlelerin seslendikleri karşı muhatabı, kendilerine karşı olan, halk kitlelerinin kendisi değildi! Aksine, ülkenin haksız kazanç elde ettiklerini düşündükleri, karaborsacı, vurguncu simsarları, işverenleri, işbirlikçileri ve dış egemen güçlerle, yerli feodalizme karşı oluşan bir dirençti bu.
Halk hiçte bu hareketin karşısında görülen bir olgu ya da olay değil iken, egemen güçlerin bu muhataplık rolünü, bir kesim halk üslenir olmuştu! Bilmesinler ilik etkisinde kalmış olan halk, karşı muhataplığı da din, iman adına üslenmişti! Asıl muhatapları meydanda olmayıp, yalancı muhataplar meydanı doldurmuştu. Böylece anarşi ortaya çıkmıştı. İdeoloji terörizme indirgenmişti. Egemenler rahatlıkla el ovuşturabilirlerdi.
..
39]Müslüman ahalisinin esastan ve çok yaygın ticaret ağı olmayan yapının büyümesi ve gelişmesi de olmuyordu. Bu yüzden güzüde kırsal kesim halkı, bu güne değin emeğini hep sevap niyetine bağışlar olmanın öznellik sevinsenmesi içinde tutuldu. Bu anlayışlarla bu günkü yoksulluk ve yoksunluğu yaşatılır olmuştur. Sevapçı, tasaddukçu benimsetmelerin abartılması ile emeği sevaba göre önemser olmamanın, yaygın bir erdemci davranış olması, ortaya çıkmıştı. Toplum aşırı erdemden sönük eşmişti.
Bu körelme de emeği, ekonomik değer olarak bilmemeyi süreçlemiştir. Yüzde seksenlik kırsal kesim üretimi, bir kendisine yetenlikti. Kendisine yeter olmanın ve vergi verir olmanın dışında ticarete bir etken ve dönüşümcülük olaraktan Müslüman ahali genelde katılamamıştır. Ve bu tutum; kırsal kesim emeğinin, ekonomik servetleşmesini ve ekonominin diğer alanlarındaki servetleşmesine birikimlere dönüştürülmesini, bilmemeye götürmüştür. Sonuçta halk; ' Bir lokma emek, bir lokma hırka' mantık yaşantılaşmasına büründürülmüştür. Bu bürünmenin oyalamacı faziletleri ile günler geçirtilmiştir.
Halkın tüm ekonomik bilgisi bu: ' Bir lokma emek, bir lokma hırka' sözü içindedir. Biriktirme ve ekonomik olayları ticaretle dönüştürme, çerçilik boyutunu aşmayan boyutuyla kırsal kesim müslim ahali içinde, ticaret erbabı hemen hiç çıkamamıştır. Kazan kaldırmalar günlük,'âdeti vaka'dan idi.
Bu ve benzeri diğer olgu ve olaylara dek belirmelerin sıkıntıları toplumun her boyutuna eklenen kaosunul yapı içine türlü şekilde, kazan kaldırma biçiminde, yapı içindeki olumsuz direnişleri hazırladı. Bunlara karşı olacak olumlu karşı direnişleri de, yine yapı içindeki ilmiye(din) sınıfına dek, bu baskıcı odaklar etkisi ile sindirlip sesiz kalmağa biçimlendiler. Bu dinin güzide peygamberi, ticaret dahi yapmış olsa, artık sistem içinde bir şey ifade etmiyordu. Söylemler halk içinde tutumlaşılmıştı.
Ahaliyi pasifiz eden bütün inançsal olumsuzluklar, halkın hizmetini aldığı camiden bunun böyle söyleşilir olmasından değildir. Daha çok, üst ilmiye (din adamları) sınıfının saray entrikalı, gerici, sınıf çıkarları egemenlikli, söylemler geliştirmiş olmalarındandı. Üstelik bir de buna din adamlarının kendini güncel olanlarla yetiştiremez oluşunun, kısırlık çıkarsamalarını da eklemişlerdi.
..
Maden ocağına girdiğiniz zaman, imanınız; iman gücünüz, bir para etmez. Nasıl davranacağınızı ocak şartları belirler. Siz de bu şartları okur, öznel bilincinizle özel bağıntılı şartları o yerin yönergesi haline getirip davranırsınız.
Ha keza bir arabaya bindiğiniz zaman yine arabanın kendi dinamikleriyle, arabanın etkileşimde olduğu çevre girişmesinin dinamikleri, sizin nasıl davranmanız gerektiğini belirlerler. Meleklerin kanat sayısını bilmeniz, meleğe iman etmeniz, büyücülük yapan cinler bilginiz bu tür özel bağıntılar içinde solda sıfır kalır. İman gücünüz özel bağıntılı şartlar içinde şaşar.
Demek istemem şu. Din iman sosyal alanlı özel hayatın işidir. Toplum; özel bağıntılı üreten ilişkiler alanıdırlar. Özne olandan gayrı nesne olanın bağıntısıdır. Üretim işi özne nesnel süreçler girişmesidir. Siz nesnel olanı okuyup, öznel anlamalar ve anlatımların kuralı haline getirişle, bu yasallığı üretimlerin özel bağıntılı alanında işlerlisisiniz.
Yani din ve dini imanınız üretim alanının bir fonksiyonu değildir. Dinler, bir ucuyla özel bağıntı alanı kurallaşası olmayıp; akıl freninden kurtulmuş düşünmenin düşünmesi oluşla bir aksediştirler. Bu nedenle iman zaten toplumsal dokunun içinde olmazıyla laiklikti efor, tam anlamıyla “din işini devlet işinden ayıran bir kategorize de olamazlar.
Sanki din toplumun; ocaktan çalışma işiyle, deniz altında çalışmalı özel bağıntılı işinin kurallarını birbirine göre kategorize etme gibi toplumda kategorize edilen bir şey de değildir laiklik. Yani laiklikti süreç, toplumun bir unsuruymuş ta, bu unsurları toplum içinde kendi yerli yerine oturtma gibi bir şey de değildir.
..
Bu üçlü yapının alanı belirgince belli olmayınca, gelişen toplumsal yapı, sorunları bilinip anlaşılmayıp, cevap verilemez olunca, bunalımlar kaçınılmaz oluyordu. Bu dönemde dinsel şiddet, baskı artıyordu. Zamanla bu dinsel gücü elinde tutan kral rahipler, dinsel anlamalarla toplumu düzenlemeyi sürdürür oldular. Gelişmiş din anlayışında bu halifelik olarak, göksel egemenliğin saltanatı olarak devam etti. Bu evrim, zaman içinde, somut koşulların topluma inançsal çözüm gibi sokulması ile inançların halk ve toplum üzerinde muktedir oluşunu artırıyordu ki, bu din adamları sınıfını ve egemenliklerini kat kat yaygınlaştırdı. Baskı otorite olup çıktı. Bu zorlanış laikleşme ve hoşgörü tutumlarını da yapılaştırışın başlangıcı olacaktı.
Toplumsal yapı iyice geliştikçe, dinsel yapı, ayağına pranga oluyor, taşınamaz bir yük arz ediyordu. Çatışmalar yüzyıllar boyu şiddetini artırıyordu. Artık savaşlar alttan alta, nesnel egemenlik savaşları kılığında, ama dinsel görünümlü idi. Dinsel karışma, toplumsal yapıda, nesnel belirlemelerle beraber işletilirken, güya gelişme dinsel anlayışlarla yapılıyor, tanrısal irade ile sağlanıyor, görünüş ve İlizyon yanılması, bakış aldatılması verdi.
Ne var ki gelişme gelenekleri dahi değiştirdiğinden, din ananelerden dönüşü, bir sapıklık ve sapkınlık görerek tam bir karabasan olup çıktı. Çünkü din, çok kere gelenekleri din, inanç olarak benimseyip tutumlaşıyordu. Eğer yeni bir din kuruluyorsa, yeninin yerleşebilmesi için, eski alışma ve alışkanlıkların, geleneklerin, yanlış olduğunu söylüyordu. Tabi kendisi için söylemdi. Eğer kendi gelenek ve uygulama benimsenme olmuş ise; eğer kendisi gelenek olmuş sürüyor ise, her yeniyi bidat ve sapıklık görme eğilimindedir. Bu da onun doğası gereği normal bir seyirdir.
Toplumsal düzen, toplumun üretim güçleri ve üretim ilişkileri ile bu üretimin, haksız paylaşılmasındaki bozukluktan kaynaklanıyorken, çözüm de, tam da burada olacakken, Tanrı buyruklarına uymamanın ahlaksızlaşmanın nedeni ile bu bozulmalar olunuyor sanılıp, öğretilendi. Sorun yapı içinde çıkıyor, yapı sorun oluyor ve yapı çözüm olması gerekirken, ahlaksızlık ve inançlara saygısızlık, tanrı emirlerine uymama, sorun ve çözüm olarak gösteriliyordu. Sorun da, çözüm de, tersten ortaya konuyordu. Hâlbuki ahlaksızlık, üretimin paylaşım bozukluğuna göre artıyorken: Ahlaklı olma, alçak gönüllülükle boyun eğiş olarak tanımlanıyordu. Bu da içinde çıkılmaz bir tevekkül edişti.
Bunun tutumun ilkeleşmesi, sunuluşu, bitmezlik ve tükenmezlikle; bıktırıcı, yararı olmayan kabullenişi uyuşturucu tartışmaları hep sorunu perdeliyordu. Sorunun çözümü gibi gösterilme yanıltmasına sık gidiliyordu. Buda çok büyük, halk ayaklanmalarına neden olup soruna Yüce Tanrı'yı muhatap kılma yanıltma ve yanlışlaşası oluyordu. Muhatap ortada yoktu, ama muhatabın söylediği kabul olunanlar, uygulayıcılarla, halkın ensesinde boza pişirilmesine dönüşüyordu.
..
Mükrime Dilekçinin İnanç Ve Toplumsal Talep 2 yazıma gönderdiği eleştiri
Aşağıdaki Yazı, Sayın Mükrime Dilekçi tarafından 12.04.2008 tarihinde Antolojim sayfasına eleştiri olarak asılmıştır. Bende buna ve diğer eleştirel yazımlarına karşılık 4 cevabi yazıyı bu yazının altında yayınladım.
Öncelikle yazınızın düşünce sancılarını üstlendiğini ve bu sancıyla kaleme alındığını hissettiğimi belirtmeliyim. Ancak sancılarınızı sadece bulunduğunuz yerde çektiğinize ve inanç konusunda yazdığınız bu yazıda inanç kavramını kullanıp inancı kendi yargılarınızla çerçevelediğinize inanıyorum. Bu konuda sağlıklı bir şekilde bir yazı kaleme almak için inanca dair kaç kaynak okuduğunuzu merak ediyor ve yazınızın tezlerini savunmayarak aksine farklı kanatta yer alıyorum.
Bizim dini inançlarımıza göre bir bebeğin kulağına ezan okunur ve hatta maddi imkânlar yeterliyse adak kurban kesilir. Ve hayat, bir bebek için böyle başlar ve aile-çevre etkisiyle farklı çizgilerde devam eder. Elbette ki bu temel, her ailenin benimsediği ve uyguladığı bir durum değildir. Ancak bu, dinin toplumun temelinde yer aldığını değiştirmez. Ve insanlar, dini konuları özel bir çabayla topluma yansıtmaya da çalışmaz. Çünkü zaten din, topluma müdahale eden bir olgudur. İnsanların İslam fıtratı üzerine doğduklarını beyan eden bir dini sadece kişisel boyutta değerlendirmenizi de doğru bulmuyorum. İslam, sadece kişinin kendi içinde yaşanan ve orada olgunluğa ulaşan bir şey değildir. Çünkü İslam, kişiye yönelik emirler getirdiği gibi toplumsal yapıyı kuşatıcı düzenlemeler de getirmiştir.
..
17]Bu tür fevri ve hissi anlayışlar, güncel devlet olmanın, güncel devlete değin kurumlaşma kurallarını bilgi olarak tam ikmal edememenin, bütün yanılgılarını taşımaktadır. Bu yanılgı kişileri inanç ayrımcı olmanın içinde tutar. Bu yüzden kişilerini düz mantık çıkartışlı yapmıştır. Hâlbuki siz, böylesi bir inakçı anlayışla, Kurtuluş Savaşı hareketinin oluşturulması esnasındaki, din adamı alimlerinin olumlu vaazını hiç dinlememiş olup da, öz hareketin içine katılan; dinsiz ya da gayri Müslimlerin var bulunmalarını, bunların bu mücadeleye katılma hareketini, bu tür din eksenli düz mantığınızla, asıl okuyacaksınız?
Bir kutsal hareketi, herkes baktığı yerden tutup anlar ve anlatırsa bu tarih bilinci olur mu? Halkın bir vatan sevgisi, bir kul olma Osmanlı tabiiyeti mantığı, ya da yurttaş olma bilinci tanzimat fermanlarıyla ve birinci ikinci meşrutiyetlerin estirdiği kimi rüzgarlarla ve milliyetçilik akımlarının doruklaşmaları gibi araçların etkilemesi ilen yurttaş olma özgür olma vatandaş olma gibi duymalar ve benimsemeler hiç yok mu da, din alimleri olmasa bu iş kotarılamazdı denmeye getirilmektedir? Din alimleri de, sonuçta yükümlülüğü olan bir yurttaş değiller mi?
Din alimlerinin de bilinçli bir toplum ve bilinçli millet aidiyetliği yok muydu da böle söylenir? Halkımız müslüman olmadan önceki yaşantısı için de yurt savunması bilinci çoktan oluşturmuş, kendi yurtlarını savunmuş, bir çok devletler kurmuştur. Aksine dini inançlar, halkımızın var olan bu bilincinin üzerine oturmuş ve gelişmiş devinmiştir. Yani yurt sevgimiz inancımızdan dolayı değildir. Aksine inançlar zaten var olan yurt sevgimiz üzerine konumlaştırılmıştır.
20 Nisan 1920 günü Temsil heyetinin bildirgesi 'devlet otoritesi olmanın bilincinde olan' herkesin manen olumlaması gereken bir haldir. Bu bildirge; en tabii, en gerçekçi ve kontrolsüz gücü, kontrol altına alan, kitleleri kazanmak için bir sosyolojik yaklaşımdır. Orada şaşa kalacak bir tavır yoktur. Ve orada, ülkenin gelecekteki inşasına katılacak olan bir inşa olur denli ufacık bir katılma malzemesi de yoktur.
Şunu söylemekle tarih bilinci olan her okurda, anlamlar dönüşülmesinin, kod çözünmeleri yapacağını ve bir anlamalar açkısı oluşturacağı da, pek açıktır. Kurtuluş Savaşı’nı yapanların elinde, meşru bir devletin yasaları ve bunun hukuki kullanımın meşruiyetliği yoktur. Durum en büyük sorunsallarından ve zorluklarından biri de budur; onca yoksunluklara rağmen, siz savaş başlatacaksınız, hem de legal bir hükümete rağmen!
..
Bunun içinde zanaatkârlar ve tüccarlarda vardı. Sasani’lerde Ruhban din adamları dini hizmetlerin yanı sıra, hattatlık, kâtiplik gibi bürokratik işlerde yaparlardı. Yine bu alanda çalışacak elemanları eğitme işini de bu ruhbanlar üslenmişlerdi.
Acemin eski köleci ilişkileri ve geleneksel kabile ittifakları geçerliliği yavaştan ve derinden değişmeye başlamıştı bile. Çöken kabile ilişkileri yapısı içindeki Sasani devletine en büyük destek, Zerdüşti rahip ve din adamlarından geliyordu. Yani Sasani’lerin mevcut dinsel ideolojileri, köleciliğe sırt dönmüştü. Ve mevcut Sasani dini ideolojisi feodalizmi destekliyordu. İslam ideolojisi bunu tam başaramamıştı. Zerdüştilik de, eski Mazdeki dininin Zend Aveta adlı din kitabının, yeni tarz bir yorumlanış biçimi idi.
Göçebe toplumlarla, yerleşik toplumların arasındaki çatışma ve çelişmeleri; eş deyişle eski kölecilikle yeni serf olan köle ve feodal toprak beyi arasındaki çatışmaları, yeni dinsel ideolojisel anlayış bu yorumlarla tanımlanıp, ifade ediyorlardı.
Bu ateş gede anlayış, Mazdeki yapının, iyilik kötülük ikili çatışması felsefesi üzerine oturur. İlk kurucusu bir çoban peygamber olmasına rağmen, zaman değmişti. Şimdi çoban gruplar kötülüğü, çiftçi gruplar iyiliği temsil eder bir dinsel yorumlanmalarla tarif edilir hale gelmişti. Yani toprak sahibi feodaller iyi insanlardı ve iyiliğin temsilcisi idiler. İyi bir müminde iyilikten yana, yani toprak sahibi feodal beylerden yana olmalıydı.
Feodal ittifakların bir ‘şeyhin şahı’ olan İranlı yöneticiler de, Zerdüştilerin bu destek durumlarına hiç de kayıtsız kalamazlardı. Zerdüşti tapınaklardaki sürekli yanan ateş gahlara devamlı ve her tür maddi manevi olanağı sağlarlardı.
..
95] Dünyanın, Dünyadaki günün bilim ve teknolojisine dek, bilgi birikimi ile geliştirilen, bir araştırma ve geliştirmelerine değin giriştirilen ekonomik politik süreçleri vardı. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, liberalizmi ve daha niceleri gibi pek çok sistemsel süreçlerin her biri, zorunlu olaraktan, ayrı ayrı disiplinleri ön görür olan bu kabil anlayışlardı.
Bunlar, bir okur olmanın ve güncel olmanın tutumuylan değil de; geleneklere, göreneklere, inanaçlara değin at gözlüğü ile irdeleniyordu! Okur güncel düzey ve düzlem birikimleri yok sayılıp inanç boyutuna indirilip süzgeç ediliyordu! Böylesi ucube kritizeler eşliğinde kör dövüşü ortaya çıkıyordu.
Bir ekonomik sistemin karşısına, başka bir ekonomik sistemin girişir akıl gücünü çıkartmak yerine, dini çıkartıp, haldeki ekonomik sistemin ve düzenin muhatapları; peygamber, Allah, din, iman gibi sanal söylemler oluyorlardı! Tüm tartışmalar toplumsal bilinç olmak yerine, sonuçta hiçbir şey çıkmayacak olan sosyal gelenekçi kültürün tartışılması oluyordu.
Haldeki sistemi tartışmak yerine, karşısına dini koyup mücadele eder olmak, kimin işine yarıyor ise, bu ülkeye o yapılmıştır ve hala yapılmaktadır da. Bu ülkenin en büyük güçlüğü budur. Bu alanda boy boy ana ve yavru partiler, hep mezattadır. Sırasında tutulmaktalar.
Her durumdu oluşma ve gelişmenin karşısına daima dini kriterler çıkarılmaktadır! Bigbeng gibi akılcı kavrayışlı, izan sarf eder teoriler geliştirilemiyorsa da yobaz, nakillerini ballandıra ballandıra söylüyorlardı softalar! Havanın sıcaklığı, sanki zorunlu bir gereklilikten değil de, din öyle dediği için ölçülmekteydi! Bu bilmezliğin dinsel, nakli altyapıları söylenmekteydi! Uçağı dahi, din ile kaldırıp indirmedeler, çünkü bunlar da, ruhsatını dinden alırdı!
..
Bu hal Tevrat inanırları ile başlamıştır. Bir pagan Sezar iken Konstantin, iktidar olunca güya Hıristiyan birliğini, imparatorluk birliğine çevirmek için, dini toplumsal yaşamın temeline yerleştirdi. İktidar oluşla monoteist anlayış zulmü zirveye taşıdı. Bir kere, erkin gücü, kilise ile imparator arasında paylaşılamadığından, ilk önce, birlik buralardaki çatışmalardan dolayı da sağlanamıyordu.
Başlangıçta pagan Ya da payen Roma'nın, Hıristiyanlara bakışı şöyle idi: Hıristiyanlığa tahammülsüz, hoşgörüsüz, olmalarından ve tek kurtuluşçu anlayışın kendileri olmaları vs. hesabı ile Hıristiyanlara, (dinsizlik aşılıyorlar diye) işkence ve zulüm yaptılar. Konstantin’le birlikte iktidar olan Hıristiyanlık, iktidara geçince payenlere zulüm ve işkence uyguladılar. Adeta tam bir hoşgörüsüzlük abidesi sergilendi. Kendisini mutlak kurtuluşçu din ilan eden Hıristiyanlık, rakipleri öldürerek düşünmekten kurtarıyordu!
Hoşgörüsüzlük bununla kalsa iyi! Ortodokslar sapkınlara zulüm ederlerdi. Alev alev odun yığınları üstünde kadın erkek yakılırdı. Yakılan sapkınlık aslında özgür düşünce idi. Farklı inançtan müminlerle ve aynı inançtan olupta, farklı düşünen müminler, kişisel fikirler yakılıyordu. Nasıl Hıristiyanlığa inanmak özgür düşünce ise, inanmamakta özgür düşünce idi. Ama monoteist anlayış insanları yakıyordu. Hem de kendi mümkünlüğünü sağlamaya muktedir Tanrı adına!
Katolikler de Protestanları yakıyordu. Bu son iki olay, ilki ortodoksların güya sapkınları! Yakması; katolik ve Protestanların da, bir birini yakması, monoteist anlayışların doğal olarak ikileşip çoklaşması, plürallaşmasıdır. Kendi kendinin, mümin evlatlarını yemesidir. Hoş evladı olmayan anlayışları da, yemesi gerekmiyordu ya...
Her dönemin moderinite akım ve düşünceleri, bir makul seviye ile hoş görü edilerek, moda akım olarak esmeye ve akmaya başlar. Bu modern akımlar (Hıristiyanlık) iyice yer tutunca hantal olur. Hantallaşmaya karşı direnç ve kopuşlar başlar. Böylece hantal zemin haklı olamayınca haksız olacak; kendi zemininde yükselen, yeni akımlar nedeni ile zalim ve zulüm eden olacaktır.
..
5- Bu tipik bir ilk ve orta çağa özgü, Batlamyuscu bir mantıktır. Kendisini evrenin merkezine koyan ve evreni kendi heva, heves ve temayülleri için döndüren bir mantıkdır. Sanki evren sizin bina, zina yapıp yapmamanız, üzerine dönüyordu. Evren baktı ki Dünya da, bir bina zina olayı var; evreni kendi çevrelerinde döndürenlere istinaden; hemencecik kıyametin, yelkenlerini suya koyu verecekti!
Bu sözdeki bina zina ses uyağı da anlamı güçlendiren,tembihi akılda tutturan bir teşbih olmasıyla, kel başa şimşir tarak kabili sözün anlamını düşünmeden, hatırlama ve telaffuz kolaylığı da, kabule yatkın olmayı körükleyebilmektedir.
Kıyametler görece özel bağıntılı olmakla, evrenin orasında, burasında; gezegen ve yıldızlar ve hatta gökadalar odağında bir ölüm doğum şeklinde hep sürecektir. Yine kıyamet görece ve özel bağıntılı olmakla ve özelliğin giderekten genelleşmesinden ötürü de, bir genel kıyamet kaçınılmazdır.
Oysa her yeni düzey ve düzlemler; yeni yeni ilişki biçimi ve yeni yeni biricik olmayan ahlakı ve dinsel edimler hep olurlar. Ve yeni ilişki biçimleri; yeni olan ahlaki, erdemse ve dinsel tutumların da ruhsarı, kaynağıdırlar.
Bir insanın, insan gibi yaşamasının; en öznel devindiricilerinden birisi de inanç ve dinlerdir. Egemen sınıf mahareti ile halkı bu inanç ve dinin içi gereksiz bilmelerle doldurmakla halk, bir bilme ayağından yoksun kılındıkça; inanç ve dinler de gelişememekteler. Böylece inanç ve dinler de efendilerin en çok yararlandığı baskı araç yöntemleri içine ekleniyordular.
..
Roma' da köle emeği azalmaya başladı. Lâtifundiaların köy kent ticareti iyice azalmıştı. Bu, buhranın ayak sesleri idi. Lâtifundialar kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz oldular. Bu neden ile de kalitesizde olsa kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılama yoluna gittiler. Pazar ekonomisi durdu. Roma çatırdamaya başlamıştı.
Feodal toplumun siyasi örgütlenişi, koruyan-korunan ilişkisine dayanan hiyerarşik bir örgütleniştir. Merkezî otorite zayıftır, yerellik görülür. Feodal ekonomi ise, kendi kendine yeterlik üzerine kuruludur. Köylü tarımda bir kısım zamanı kendi için çalışır. Böylece köle
Emeğine göre serfleşme ile verimlilik artmıştır.
Hz. İsa’nın doğduğu çağda Ortadoğu’da, bilge, rahip, müneccim, Rabbi (öğretmen) kişiler peygamber kılığında, birçok insan dolaşıyordu. Aslında Hz. Isa da bunlardan biriydi. Laikliğin belirgin izinin İsa'da olduğu söylenebilir.
İsa'yı isyana teşviklikle tutuklatmak için, Ferisiler bir tuzak soru sorarlar: “”Yukarıda Tanrı dururken, Sezar’a vergi vermek doğru mudur? ”” demişler. İsa bu kurnazlığı sezdiğinden; “”Sezar'a verdiğiniz parayı gösterin”” der. Para üzerindeki rölyef resimi işaretle, “Bu kim? ” der. “”Sezar”” cevabını öğrenince; “”Öyle ise, Sezar'ın hakkını Sezar'a; Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin”” diyerek din ve dünya işini ayırma iradesi belirtmiştir.(Matta-İncil) Bu zemin Hıristiyan teologlarca kilise eğenliğine karşı, akılcılığı savunmada dayanak olmuştur.
Şimdi tekrar, Abbasiler'in somut Toplumsal yasaları, dinden ziyade, Sasani'lerden alıp bürokrasiyi bile, İran'daki Zerdüşti yapılanmanın, Sasani örgütlenmedeki biçimiyle, aynen Abbasi’lere uygulanmıştır.
..
Laiklik, din ve inançların yapı alanlarını belirleyip, bin yılların süren alışkanlığını toplumda ayırmış, ait olduğu yerde, halkta bırakmıştır. Laiklik, inançların halk içinde, özel ve öznelde var oluşunu, gelişmesini, güvenlik tehdidi yapmadığı sürece, hiç karışmayacaktır. Nesnel ilgilenilme gelişemeyen kişilerin, inançsal yönden geliştirilmesi kazanımı benimsenmiştir.
Yeryüzündeki toplumlarda din ve inançlar yönetime ve üretime karışmacı olduğu için, bu karışma akli değil de nakli ve tutarlı olmayan, sınırlarına kadar ürettirmeyen bir oluş olması nedeni ile laiklik vardır.
İnançsal uygulama ilkelerinin, uygulanışından doğan aksamalar, ilkelerin doğma olup tartışılıp karşı gelinemez oluşu nedenle; denetlenemez olması, sorumlu bulunamaz olması ve inançlardan kaynaklı aksamaların düzeltmesine gidişi anlayışla karşılamaz oluşundan nedenle de, laiklik vardır. İnancın yanıldığını söylemek inançtan çıkmakla eş anlamlıdır.
İnançlar ve dinlerler, üretimin ve üretim yapılanışının, yani yapının, içinde olmayışları ve bu yapının sorunu olmayışı, bilinci nedeni ile de, laiklik vardı. Üretimin nedeni olmayan, üretim, kendisi sayesinde olmayan, çözümünde parçası olamazdı. Çözüm de, ondan ötürü onun ilişkilenişi ile olamazdı. Bunun için de, laiklik vardı.
İnançlar halksal yaşamda hoşgörüyü, toplumda da laikliği, tepki olarak ve zorunlu olarak doğurmuştur. Bu bir kusur değil. Bir yaşayışın gelişip serpilmesinin nicelenişidir. Olay olgu ve soyut durumların, gelişme olgunlaşma ilkesidir. Bunlar olmasa inançlarda olmaz.
..
Romus ve Romulus'ların torunları, yani Roma; dinlerin çeşitliliğine evet diyordu. Sakınılan oluşla bir dinsizliğe de evet diyordular. Sadece dinsizliğin (dinlere saldıran inançların) başarı kazanıp, üste çıkıp, muaffak olmasına hayır diyordular. O çağda, dinsizlik anlayışı, dine inanmamak anlamına gelen sözler değildi. Başka dinlere; ister totemist olsun, ister pagan olsun, ister putperest olsun; ne olursa olsun; başka inançlara tehdit olup, başka inançlara putçu diye saldıranlara “dinsiz” diyordular.
Monoteist anlayışlar, o coğrafyaya egemen olunca, dinsizliğin tanımı, anlamı da değişime uğrayacaktı. Kendi dininde olmamak dinsizlikti! Ancak günümüzde bu vurgunun üzerine ciddiyetle gidilecekti. İlkin Musevi monoteizmi olan (Yahudilikte) kendi dışındakileri hep dinsiz sayıldı. Hıristiyanlıkta kendisi dışını; yıkılması, yakılması gereken bir dinsizlik, sapıklık olarak görüyordu.
Diğer tek tanrı anlayışı olan İslam da bundan müstesna değildi: İslam da aynı şekilde; “İslam’dan gayrı olanları sapıklıkla itham” ediyordu. Oysa ilk totemistler, ironi oluşla putperestler birbirine ve de yeni yeni oluşan din sahiplerine hiç te dinsiz demiyorlardı. Çünkü totemizm, ilk baştan toplumsa yapının epey bir zamanı buyunca, hiç bir zaman din olmadı ve din iddiasında da değildi. Din, sınıflı yapının bileşim ürünüydü.
Yahudilik (Roma'ya göre dinsizlik) bir ırk dini idi. Saldıran bir din idi. İsrail dışındaki topluluklara da Yahudilik (dinsizlik) önerilince, İmparator Severius İmparatorluk ahalisine, Yahudiliği (Dinsizliği) yasaklamıştı. Yani kendisinden başkasını din olarak tanımayan Yahudiliği ve Hıristiyanlığı, Roma kendi mantığı içinde haklı olarak; dinsizlik olarak görüyordu.
Artık Musacı Yahudiler Roma’ya nasıl bakıyorlarsa, Roma da Yahudilere aynı tarzda bakıyorlardı. Yahudilik ve hırıstıyanlık yayılmacı oluşla direçleşip saldırınca, Roma da pagan yayılmacılığı ideolojisini gözetecekti. Moneteizmin kendilerinde bıraktığı izlenimci tutumun aynısını pagan yapı da, Yahudi ve Hırıstıyanlara göstermeğe başlayacaktı. Her iki bakış ta bilenişle aynı minval ve tarz üzerine olacaktılar.
..
Kardeşleşme önce iki, sonrada birçok şehir devletlerinin hiç bilip tanımadığı bir yeni yaşam ve düzenleniş yükümüne sokmuştu. İç evlilik yasaklanmış. A şehri kızlarını B şehrine eş olarak veriyor, B şehri de kızlarını A şehrine eş olarak veriyordu. Bu eviriliş kan kardeşliği idi. Kardeşleşen toplumlar ittifakı ortaya çıkıyordu. Bugünkü bağlamda bir biyolojik kardeşlik değildi.
B şehrindeki tüm kadınlar, A şehrindeki erkeklerin karıları idiler. Doğal olarakta, A daki tüm kadınlar da B şehrindeki erkeklerin karısı oluyordu. B şehrinde doğan bir çocuk, eğer kız ise, ananın gelin geldiği yere A'ya gönderiliyordu. Yani ana yerli, ana soylu oluyordu. Sütannelikler ve sütanne kardeşlikleri oluşuyordu. Yani A toplumuna aitti. Böyle olunca bu kız artık B şehrine göre bir kadındı. Kendileri ile evlenilebilirdi, yani kendisini doğurtan babanın ve baba yerli erkek kardeşin karısı idi. Eğer doğan çocuk oğlan ise kadının gelin geldiği yerde kalıyordu, yani baba soylu idi. B' toplumunun aidi idi.
A şehrindeki insanlar, B şehrindeki insanlarla da kardeş olmuşlardır. Yani böylece iki şehir kardeşleşmiştir. Bu biyolojik kardeşlik değil, ama çok önemli barışa ve toplumsal evirilmeye atılmış çok büyük bir uygarlaşma adımıdır. A ve B kült şehirleri arasında birbirleri ile kan bağı kurmuş kardeşleşilmiştir. Bu ilişkilenişte, bu düzenlenişte, Ahlaki norm yasalar dayı ile yeğen, hala ile yeğen arasında cinsel ilişkiyi yasklıyordu.
A şehrindeki bir erkek B şehrindeki bir kadınla evlendiği zaman aynı zamanda kardeşi ile (kardeşleştiği, biyolojik olmayan) evlenmiştir. O zamanın kardeş kavramı böyle tanımlanıyordu. Aynı ana babadan doğmak bir kardeşlik değildi. Asla bu günkü kardeşin anlamını bildiğimiz gibi değildi. Toplumun bu ilişki biçimi zamanla da değişecekti elbet. Ama Tevrat'ın sayfalarına da, şimdi bizi şaşırtan bir deyişle geçecekti. İbrahim, kardeşim dediği, kardeşi olan Sara ile evli idi. Bu gayet normal ve ahlaki, o günün süren gelenek ve göreneğine uygun bir davranıştı.
Zaten Dumuzi (Habil) de kız kardeşi olan İnanna ile evlenmişti. Enkindum (kabil) da bir başka kız kardeşi iştar ile evlenmişti. Bu toplumsal dönüşüm ve yeniden yeniden düzen ilişkilenişleri, sözlü geleneğin kökeni olmaktan elbet kurtulamayacaktı.
..
Sayın Mükrime Hanım, 4
Siz öncelikle, halk ve toplum kavramını karıştırıyorsunuz bence. Ben yazılarımda, halkın bireylerinin (biyolojik bireylerin) Ya da halktan kişilerin, inanları vardır. Ve de olmalıdır da diyorum. Toplumların, Ya da toplumun inancı yoktur diyorum. Bunun nedenlerinden birincisi de; Her toplumun kendine özgü somut yasallığının oluşudur. İkincisi de; Toplumun birey yanın, inancı vardır. Ama bu da bireyin toplumda gördüğü işle, bire bir bağıntılı da değildir. Toplum ve halk apayrı kavramlardır. Bugün dahi her kesimden nüfusun tahmini % 90'dan fazlası, toplum ve halk kavramlarını aynı anlamda kullanma düşünme yanlışı içindedirler.
Yani, değil inanç; insan bilinci dahi, bu yasalara, uygun olmak zorunda. Yasallığa uygun istekler ve tutumlar ortaya koyamaz iseniz; ne insan bilinci, ne de insan inanmaları, toplumsal üretimde hiç bir şey var edemezler.
Böyle olunca da belirttiğiniz; “”dinimizde kulağa ezan okuma,”” işi halkın ve kişilerinin bir inancıdır. İkinci olarak bunu bana ne diye eleştiri getirdiniz anlayamadım! Ben bunu var veya yok diye eleştirmiş değilim ki. Üçüncü olaraktan da: “”din, topluma müdahale eder”” demişsiniz! Din topluma müdahale etmez. Siz dini, bir eleştiride ahlak olarak tanımladığınıza göre, toplumunda birey bağlamında davranan tüzel bir kişilik olmadığı için, toplumun dini yoktur. Örneğin toplum hırsızlık yapmaz, toplum zina etmez. Bunlar bireysel tutumlardır.
Din bireye, kişilere özneye yönelik dolaysı ile aynı inanç gruplarına ve halkın bu inanan gruplarına müdahale eder. Halkın bu inanan grupları da, bu inançlarını doya doya yaşarlar. Bu paragrafınız tamamen akıl ve bilim dışı ve inakçıdır. Beni ilgilendirmez. Sadece beni ilgileyen kısımdaki bağlamda kargaşayı göstermem yeterli bence!
..
Temel adım, yurdun savunulması için milli mücadele yapmaktır. Bu herkesin vakıf olup, etrafında genel ekseriyetle kenetlendikleri, meşruti bir haldi. Bu amaç etrafında; dinlisi de, dinsizi de ve kimi azınlıklar da örgütlenecekti. Ancak bu tutkunun güncel değerlerle eksen edilmesi çok önemliydi.
Gazinin çevresindeki heyetten olan kişilerin, Gazi Hareketi çevresinde oldukları zaman dahi 'geleceği planlar olma' ve bir 'ulus yaratma' bilinçleri hiç yoktur. Gazi'nin, askeri deha konum sıfat özelliğine inanarak, Gazi'nin çevresinde, padişahı ve saltanatı kurtarmak için mücadele gönüllüsü oldukları pek açıktır. Bunu Rauf Orbay’ın ve heyetinin, Padişsh Vahdettin karşısındaki bir kabul sırasında, padişaha sunduğu bağlılıklarını deklere eden söyleminde de, bu durumu apaçık görmek olasıdır.
Bu tür fevri ve hissi anlayışlar, devlet olamanın, devletin kurumlaşma kurallarını bilgi olarak tam ikmal edememenin, bütün yanılgılarını taşımaktadır. Bu yanılgı kişileri inanç ayrımcı tutar. Bu yüzden kişileri düz mantık çıkartışlı yapmıştır. Hâlbuki siz, böylesi bir inakçı anlayışla, Kurtuluş Savaşı oluşturulması esnasındaki, din adamı alimlerinin vaazını hiç dinlememiş olup da, öz hareketin içine katılan; dinsiz yâ da gayri Müslimlerin bulunmasını, bunların bu mücadeleye katılma hareketini, nasıl okuyacaksınız?
Bir kutsal hareketi, herkes baktığı yerden tutup anlar ve anlatırsa bu tarih bilinci olur mu? Halkın bir vatan sevgisi, bir kul olma Osmanlı tabiiyeti mantığı, ya da yurttaş olma bilinci yok mu da, din alimleri olmasa bu iş kotarılamazdı denmeye getirilmektedir? Din alimleri de, sonuçta yükümlülüğü olan bir yurttaş değiller mi? Din alimlerinin bilinçli bir toplum ve millet aidiyetliği yok muydu da böle söylenir? Halkımız müslüman olmadan öncede yurt savynması bilinci oluşturmuş, yurtlarını savunmuş devletler kurmuştur. İnançlar, halkımızın var olan bu bilincinin üzerine oturmuştur. Yani yurt sevgimiz inancımızdan dolayı değildir. Aksine inançlar zaten var olan yurt sevgimiz üzerine konumlaşmıştır.
20 Nisan 1920 günü Temsil heyetinin bildirgesi “devlet otoritesi olmanın bilincinde olan” herkesin manen olumlaması gereken bir haldir. Bu bildirge; en tabii, en gerçekçi ve kontrolsüz gücü, kontrol altına alan, kitleleri kazanmak için bir sosyolojik yaklaşımdır. Orada şaşa kalacak bir tavır yoktur. Ve orada, ülkenin gelecekteki inşasına katılacak bir inşa olur ufacık bir katılma malzemesi de yoktur.
..
3]Şiirdeki, şiir boyunca süren, ironiyi görmezden gelip, şiire değin eleştiri konuyu, din ve cami eksenine çekiştirip, insanlar düşüncesinde hassas olanın konumuna oturtulmaktadır. Bu türden haller, bu tür çalışmayı, ziyan okumaktır. Kendi kendimizi paralize etmenin, uyuşturulmanın, inandırılmışlığımızla yüzleşip, kendimizden ürkmektir. İçerik şiir çalışmanın işlenişinde, bu tür hassaslığı hedef alan konu hiç yoktu. Hiç söz konusu da olmadı. Düşünmedim bile. Ama bu vesile ile ben de bu konudaki fikrimi belirteyim. Çünkü bu türcü sığ anlamalar, ileride karşı devrim olacak bir yanılsamaca olmaktadırlar!
Siz eğer bu türden din cemaat söyleyiş eksenli bakışlarlan, özgürlüğümüzü ve kurulan cumhuriyetimizi ve dahi bağımsızlığımızın felsefesini; kendi gayesi kendinde odaklı nesnel bir eksenleşme olaraktan göremezseniz yanılırsınız. Yani Kurtuluş savaşını siz, rotasız ve direksiyonsuz bir süreç gibi görürsünüz. Direksiyonsuz süreci bir araba gibi düşünürsek; arabanın tekeri, aksı, şaftı, rotilleri vesairesi taşıtı bir yere doğru götürürdü. Ama nereye giderdi?
Sonuçta arabanın işleyişi için uygunsuz olacağı bir yere doğru araba, dereye giderdi. Ya da, ileride; kitlelerin gayesi olacak yoldan, çıkardı. Hedefsiz bir sürükleniş olurdu. Direnişlerin; vatan vaazlarının; komutanların tutumlarının; böylesi rotasızlıkla, kontrolsüzlükle, her kafadan bir sesle; bir hareketin gideceği hiçbir yer yoktur.
Görülmektedir ki bu tür, din iman eksenli, dünyayı tek tip at gözlüğü ile gören bilinçsiz söylemldirler. Bu tür eylemlerin, bir kendilik olacaklı çekimleşme alanı olmadığını söylemektir. İkinci olaraktan da, bu tür eylemler odak eksenli olsalar bile, kendi amacını ve gayesini taşıyamayacak bir keşmekeş olurdu. Gibibisinden anlamalar çıkarmak olasıdır.
Böylesine rotasız hareketler, fevri ve akim kalmaya mahkûmdu. Hareketin yönetimsiz işlemesi, bu gibi örgüleşmede, kendiliğinden hiç bir işe yaramazdı. Ancak böylesi bir girişme, kurucu iradenin konuya yoğunlaşıp özekleşmesiyledir ki, süreç belirgin olacaktır. İleride bu kurucu iradenin ortaya çıkışına değinilecek.
..
Sistem akdi içinde “kendisine göre olanı” buyuran vardı, bunu buyrulana göre yerine getireni, vardı. Kendisine göre söyleyen vardı. Bunu söyleyene göre anlayan vardı. Kendisine göre iradesi olan vardı, bu iradeye göre ram olan (tevekkül eden) vardı. Kendisine göre sözleşme ortaya koyan vardı. Hiç bir itirazsız sözleşmeye evet diyenle beraber iki taraf vardı vs.
Mamon, kendisini anlatan dinin nüvesini oluşturmuştu. Ortamın koşullarına göre nüve iradesini tadat edip; öğütlemek te dinlerin işiydi. Din bu tarz gelenekleşme gören ekleşme oluşuyla bir güç kullanımıydı. Mamon müktesebatla öğretinin İlk aşaması; gelenekleşen dindi.
Mamon'du aşama içinde meşru kılınan ilk şey; mülk sahipliği ve mülkün kullanım tasarrufu da dinin kullandığı güçtü. Dinde gelenek, görenek kılınan tutumlar, takım erkli gücün kullanımı olmakla; rahatsızlığın kaynağıydı.
Takım erkinin, kendine göre olan geleneği, göreneği içinde, olup bitenleri çökeltme yaptırır olan bir sedimantasyon işlevi vardı. Bu bağlamla din; gelenek görenek olmanın dışında böyle bir mana değildi.
Köleci müktesebatın gelenek görenek özlü öğütçü çekim alanı içinde; açık açık görünmekle rahatsızlık kaynağı olan ve rahatsızlığın asıl muhatabı olan takım erki, alan içinde yavaş yavaş çekildi. Alan içinde boşaltılan somut takım erkinin yerine, onun yerini dolduran mamondu anlamanın ezoterikti anlatımlı olan manası; yavaş yavaş geleneğin içine kondu.
..
42]Dini öğrenmeyi, yabancı lisan içinde tutarak, kendisine anlaşılmaması için yabancı kılınmıştı ki halk hiç travmadan kurtulmasın diye. Bu yüzden halk, o dinde yoktu, bu vardı; o uydurma, bu sahih gibi hikaye ve aldatmalarla inancının kendisinden kendisine olacak olan, iç çözümlemesini, hiç yapamazlar. Bu yüzden halkın, dinindeki bilmezlikleriyle olan çelişkilerinden ötürü ikide birden düzeltmelere gidilir! Halkın inanççı tutumları için yok olacak onlar, öyle değil de böyleydi, diyerekten şaşırtan açıklamaların travmasıyla halkı, kıpırdayamaz yapmışlardır.
Bu süreçlerin böyle olması için, yine ilmiye (din adamları) sınıfı ve kalemiye (idari-yönetici) sınıflarının işbirlikçi çıkarları söz konusudur. Halkın bilmezliği, onların tabiri ile ‘sürü’ olmaları; daima ilmiye-dini ve kalemiye sınıfının al gülüm ver gülüm işbirliği ilen, güdülür. Halkı her tür yenileşmeye karşı durur hale getirirler. Halkı, kendilerinden gelecek bir çift sözün eylemine, hazır durumda bekletilirler.
Gelişmeyi engelleyip, her tür sivil katılım inisiyatifini yarattırmazlardı. Yönetim anlayışları tam bir sürü çoban ilişkili anlayışıdır. Bu türden güdülme ile şartlanmış halktan da çağdaş bilimsel anlayışların çıkmayacağı çok çok açıktı.
Her nedense bu iki sınıf kalemiye ve ilmiye sınıfları, askeri yapıya ve askeri yapıdaki vaki gelişmelere pek ses etmiyordular. Sanki, kalemiye ve ilmiye ve yeniçeri ocağı arasında bir ittifak varmış gibi idi! Kalemiye de kimi erbaptan ileri görüşlü kişiler tarafından yapılan askeri alandaki yenileşmelere, Yeni çerilerin ikide bir ayaklanma başlatmalarına adata kimi kalemiye ve kimi ilmiyeci kişiler, seyirci gibi idiler.
Yine de zorunlulukla ve her nedense, askeri alan açılımlarına cevaz verir tutumlara da giriyorlardı. Bu dahi, gelecekteki Türk devrimlerinin öncü rolünü, seyfiye (ordu) sınıfı üzerine yıkan, zorunlu bir tarihi misyondur.
..
Özgür düşüncenin (dine karşı düşüncenin) utkusu 1940'lı yıllara değin ancak sürer. Bu sürecin bozucusu, siyasetini bir Yahudi düşmanlığı ve ırkçılık söylem üzerine oturtan Hitler ordusunun Fransa'yı işgali ile bu dengeler bozulur.
Devir, Fransa Hükümetinin yapamayacakları karşısında, örneğin çetin bir bağımsızlık örgütlenmesi ve savaşım vermek yerine, yapacaklarını önemsetir, bir şeyler yapıyor görünmek için sosyal süreçle oluşan kazanımları geri budamak olacaktı.
Öğretmenleri mason ve Yahudi olmakla suçlayıp, Fransız öğretim birliğini, Öğretmenler sendikasını ve Halk eğitimi federasyonunu; tıpkı bizdeki köy enstitülerini kapatış gibi, aynı 1940 -1950 süreci içinde, aynı onyıllık zaman süreci bağlamında, sudan bahane ve gerekçe ile kapatır olacaktı. Bizdeki güya bir komünist, dinsizlik işi idi. Fransa'da da, o anda ırkçı bir işgal söz konusu idi. Öyle ise yapacak göz boyama ve uyutma işleri de hâkim düşüncenin zihniyetine uygun olmalıydı. Yahudilik damgası!
Yahudilik yaftası, muarızların anlına çalınmalı idi. Bu tür karalama Amerika'nın günümüzde dahi tüm Dünya'da uyguladığı, ajan kışkırtıcı bir tutum olan Mc Carthycilik, tüm az gelişmiş ülkelerde, o ülkelerin, içini karıştıran, siyasal iktidarlarına boyun eğdiren, bir anarşik durumun körükleyicisi olacak, sağ sol ayrışmaların dillerine sloganlar tutuşturacaktı.
Mac Caricilik Amerika Birleşik Devletlerinde öcü yaratmanın sinsiliğidir. Eğer bir şeyler yapamıyorsan, bir şeyler saklıyorsan, tehdit algılatarak insanları mücadele ettirerek insanların siyasete ilgisini soğutup siyasetin yaptığını gözlerden kaçındıran suçlama eylemidir. Bu yaratılan suç kominizimdir! Suçlanmakta komünistliktir! Geniş bilgisiz yığınlar varken bu çok kolay oluyordu.
..
Bu yazım, Kurtuluş Savaşı Öncesi Sırası Sonrası Durumlar isimli; 'Kurtuluşun Felsefesi' yazı dizimin içindeki bir bölümdür.
Kurtuluşun felsefesini, sadece bir bağımsızlık savaşı olacakla anlamak ve algılatmak, ancak cahil bir aydın zavallılığıdır.
Kurtuluş savaşı acil bir durum oluşla öne çıkıp düşman işgalinin herkeste yarattığı infiali seslenilme düzlemine hitap eden bir ortak konsensüstü durum olma nedeniyle; hemen yanında bir ikinci asıl meselede saltanata karşı verilecek olan egemenlik savaşıydı. Bağımsızlık savaşı, saltanata karşı mücadelenin hem kendisiydi; hem kıvılcımı oluşla, gecikmiş bir tarihsel zorunluluğu, bu fırsat duruma; bilinçli bir denk düşürmeydi.
Saltanata karşı verilecek egemenlik savaşı fikri ve siyasi oluşumu 19 yüz yıl da zaten Osmanlı içinde oluşmuştu. Bu oluşum, yayılabileceği kadar aydın ve etkin çevre içine yayılan bir sınırlılık olmaktan öte, gidememişti.
Bu oluşumun sınırlı ve akim kalması tarihsel süreç bağlamında vakti gelmiş bir süreç olmamasından kaynaklı haksız oluşundan ötürü değildi. Aksine, Osmanlı halk kitlelerinin; güncel dünya akışıyla beraber güncel sürece şekil veren ve güncel süreci belirleme meşruti muktedirlikten yoksun oluşuyla, halkın sürece uzak olmasından doğan büyük bir sorundu.
..