Dilsizlerin Destanı 2 Bir Yürüyüş Eyledi ...

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Dilsizlerin Destanı 2 Bir Yürüyüş Eylediler Çiçekler

1
Keşke ev biraz daha uzak olsa
benim otobüs uçak hızıyla gidiyor

Başında kahverengi bir eşarb olurdu hep. Üç yanı cam kaplı, önü açık olan ve küçücük bir kulübeyi an-dıran otobüs durağının önünde ayakta dikilir dururdu.
Cengiz her sabah işe giderken o kadını mutlaka durakta görürdü. O semte taşınalı üç yıl olmuştu. Ama bu kadını oturarak otobüs beklerken hiç görmemişti daha. Çok erken saatlerde işe gittiğine göre uzaklarda bir yerlerde çalışıyor olmalıydı. Kimdi, neciydi, neden hiç oturmazdı? Değişik bir kişiliği olmalıydı ya da pek çok sosyal sorunları.

Bir gün Mantıvar ile İşçi kadınlar ve sorunları üzerine sohbet ederlerken, Mantıvar;
-Eskiden çalıştığım bir fabrikada senin semtte oturan bir kadın vardı, dedi. Çilekeş mi çilekeş, e-fendi mi efendi, ama yaşamı kan revan içinde olan biri. Kocası beş kuruş etmez, kaytarıcı, kadının sır-tından yaşayan bir asalaktı. Bu zavallı kadın o adama kölece bağlıydı. Son gördüğümde kocası döğmüş olmalı ki, gözleri mosmordu...
Cengiz bu öyküyü duyunca Mantıvar'a otobüs durağındaki ilginç işçi kadını anlattı. Kadının giyimini, kuşamını, boyunu posunu tarif etti.
- Tamı tamına odur, dedi Mantıvar. Benim an-lattığım da aynı kadındır. Sen onu bekle orada tanış ve konuşmaya çalış.
- Evine gitsek daha iyi olur. Otobüs durağında, elin günün içinde, tanımadığı bir erkekle konuşacağını sanmam.
- Evine hiç gidemeyiz. Kocası kadına eziyet eder. Sen ona gazeteci olduğunu, kendisine seni benim yolladığımı söyle. O seninle konuşur o zaman.
- Peki işten saat kaçta çıkıyor? Ve ben kaç civa-rında yakalayabilirim onu durakta?
- Üç buçukta işten çıkar ve sizing oraya dördü yirmi geçe veya dörtbuçukta varır.
Cengiz hemen ertesi gün işlerini ayarlayıp saat dörtten önce gelip durakta beklemeye başladı.
Hava soğuktu. Bıçak gibi kesen, buz gibi don-duran bir yel esiyordu.
Cengizin gözü yolda sürekli otobüsü arıyordu.

Aynı zamanda heyecanlıydı biraz da... Ne olacak diye endişeleniyordu. Ya konuşmak istemezse, ya tersler, küfür felan ederse...?
Sonunda otobüs karşıdan göründü. Bir an nefesi daralıyor gibi oldu Cengizin. Ama çok geçmeden ken-dini toparlayıp, dikildi ayaküstü.
Mübarek otobüsün tekerleri sanki hiç dönmüyor. Mız mız bir gelişi var. Kabız ediyor insanı. Yavaş ya-vaş, ayaklarını sürürcesine yanaşıp, durdu sonunda.
Cengize öyle geldi ki, otobüs durana kadar bir saat zaman geçti aradan. Hemen otobüsün içine, otu- raklara göz attı. Dört beş tane uyuklayan karartı çarptı gözüne. O anda arka kapıdan bir bayan indi. Elinde naylon torbası, basında eşarbı, sarsılarak ve hızlıca yürümeye başladı...
Anlık bir şaşkınlıktan sonra Cengiz de seyirtti ka-dının ardısıra.
Hızlandırılmış bir zaman dilimindesin,
Hızlandırılmış bir beynin emrinde
Koşar adım dönüyor dünya,
Koşar adım yapacaksın işini,
koşar adım konuşacaksın insanlarla...
Yetişip selam verdi.
- Merhaba.
Kadın Cengizin yüzüne sakin ve şüpheci bir ba-kış fırlattı. Cengiz ise hemen başladı kendini kadına anlatmaya.
- Ben ablacığım, falan oğlu filan, felan hanım vardı ya, hani göçmen aile sorunlarını işleyen dizi filmde oyna-yan, onun eşi, hani textil işçileri sendikasının temsil cisi Zeynep hanımın arkadaşı, filan gazetenin haberci-si, işçi sendikalarında...
- Ne istiyorsun, dedi. Kısa kes de, beni yoldan eyleme kardeşim.
- Beni Zeynep yolladı sana, seninle şöyle bir soh-bet etmek istiyorum. Özellikle işyerindeki çalışma ko-şulları ve ev yaşamı üzerine.
- Ne yapacaksın işyerini, ne yapacaksın evi? Hayat dediğin bir acıklı öykü işte. Son sürat geçip gidiyor.
- İyi işte. Sen anlatırsın, bizler de öğrenir,ibret alı- rız bu acıklı öyküden belki.
- Ne ibreti, ne alması... Herkesin hayatı aynı de-ğil mi sanki? Herkes yaşam meşagatı ile koşup dur-muyor mu gece gündüz?
- Duruyor durmasına da...
- Dası da ne peki?
- Herkesin durumu bir ve aynı değil. Çalışan-lar var, oturup yatanlar var. Yorgunlar var, uyku-suzlar var. Uyuyanlar var, uyuşanlar var. Gezip to-zanlar var yedi iklim dört bucakta. Hapsolanlar var ev ve işyeri arasına... Hülasa, var oğlu var.
Onun söylediklerini anladı mı, anlamadı mı belli değildi. Ama, dalar gibi yapıp, sonra başladı ha-fiften konuşmaya. Yüzüne hiç bakmıyordu yanında yürüyen adamın. Başı önünde hep. Eğer yanından ayrılıp gitsen farkına varmayacakmış gibi bir düşünce geliyor insanın aklına.
- Böyle işte, diyor. Gördüğün gibi hergün bu saatte, bu durakta, bu otobüsten iniyorum. Aslında hiç inmek istediğim yok. Keşke yol hiç bitmese. Hep
otobüste olsam...
O an, Cengiz hızlı bir yolculuğa çıktı taaa onbeş yıl gerilere giden... Yolun bitmemesi ve hep otobüs-te olma duygusu alıp onu Malatyanın, Maraşın kar-lı dağlarına, gece yarılarından sonra yalnızca otobüs-lerin geçtiği şehirler arası yollara götürdü. Bitmez tü-kenmez karlı yolların yorgunluklarıyla hep yoldan geçen otobüslerde olup sıcak koltukta uyuma özlem-lerini anımsadı.
- Otobüs yolculuğu sıkıcı ama, dedi Cengiz. Kağnı-lar gibi gidiyor mübarekler. Yarım saatlik yolu iki sa-atte zor alıyorlar. Kağnıdan farkları yalnızca önlerinde onu çekip götüren öküzlerin olmayışı.
Başını hafif çevirip, yanında yürüyen adamın yü-züne baktı.
- Keşke, dedi, senin söylediğin gibi olsalar. Benim otobüs uçak hızıyla gidiyor. Ben işten çıkıyorum, bakı-yorum ki otobüs kapıda hazır bekliyor. Dalıyorum içe-riye, oturuyorum bir koltuğa. Bir uyku bastırıyor beni, bir uyku bastırıyor anlatamam. Gözkapaklarıma sanki bir değirmen taşı bindiriliyor. Çöküyor üzerime koca bir ağırlık. Gözlerim kapanıveriyor o saat. Vücudum pelteleşiyor. Sanki bin parçaya bölünüp, dağılıp, dökü- lüyorum. Bir an kaybediyorum kendimi. Var mıyım, yok muyum bilemiyorum. Ben tam da uykunun derin-liklerine dalarken, bu körolası otobüs raaap diye du-ruyor. Bakıyorum gözlerimin kapağını zorla aralaya-rak. İşte bu durağa gelmişiz... Mecburen inip, hızla eve yöneliyorum. Kocam ya evde bir arkadaşıyla kağıt ve-ya taş oynuyordur ya da kahveye gitmiştir. Eğer evde ise iyi...
- Neden iyi evde olması?
- Sonra söylerim.
- Peki o zaman.
- Eve giriyorum. Her yan sigara dumanından göz gözü görmez olmuş. Her yere leş gibi izmarit kokusu sinmiş. Masanın üstü bulaşık çay bardağı, izmarit do-lu kül tabağı gibi seylerle dolmuş. Yerler sigara külü, çay damlası... Mutfak batmış. Her taraf dağınık, dökük. Koku burnumun direğini kırıyor, duman gözlerimi ya-şartıyor. Farkında olmadan yüzlerimi ekşitiyorum an-laşılan... Arkadaşıyla dedikodu muhabbeti yapmakta olan kocam gözlerini hışım gibi bana dikip, yeyici gibi bakıyor.
- Neden çalışmıyor sizin kocanız?
- O iş hastası. Kendine bir yığın rahatsızlık yaratıp, çalışmaktan kaçıyor.
- Evi toparlıyordunuz.
- Ha evet. Pencereleri açıyorum. Masayı, mutfağı topluyorum. Duş alıp üstümü değiştirmek için odaya gidiyorum. Ben duşa hazırlanırken o bağırıyor;
- Hey kadın! Nerde kaldın! Aç öleceğiz ulan! Gel bize bir yemek yap!
- Mecbursun. Başlıyorsun son sürat çalışmaya.
- Sizin kocanız evde boş oturduğuna göre ev işleri-ni niçin yapmıyor? Niçin yemek pişirmiyor?
- Ev işi yapan erkek de mi var bu dünyada?
- Olmaz olur mu? Avustralyada erkeklerin yarıdan çoğu şu veya bu şekilde ev işi yapıyor.
- Ben öylesini ne gördüm, ne de duydum. Yemek ve ev işi kadının işidir.
- Neyse. Duş alıyordunuz...
- Hayır alamıyorum. Hemen bulaşıkları yıkıyorum. Çöpü toplayıp döküyorum Masayı siliyorum son sürat. Yemeği pişiriyorum son sürat. Servis yapıyorum. On-lar yerken beyefendilerin çaylarını, çerezlerini hazır-lıyorum son sürat. Yeniden bulaşık, yarının yemeğini hazırlama son sürat. Çamaşırları yıkıyorum son sürat. Birazcık çayı mı geciktirdin, adam bağırıyor;
- Hey hanım efendi! Nerde bizim çay? Oynat şu kıçını biraz!
- Gerçekten kocanız evde hiç iş yapmaz mı sizin?
- Sözümü kesme de dinle. Yapmaz. Her iş kadının sırtındadır. Her hizmeti bittikten sonra o yatıyor. Ben kan ter içinde uğraşırken, bu arada gece yarıyı bulu-yor. Çoğu kere duş bile alamadan kanepeye yığılıp ka-lıyorum. Bazan duş altında uyku bastırıyor. Zor yatağa atıyorum kendimi. Tabi bazan yatakta da rahat bıra-kılmamak var. Tam derin uykudayım. Vücut daha din-lenmeden “zırrrrr” diye bir sesle uyanıyorum. Şafak vakti kalkıyorum. Bazan zilin sesi beni uyandırmaya yetmiyor olacak ki geç kalıyorum. Kahvaltı mahvaltı etmeden fırlıyorum sokağa son sürat. Otobüsü kaçır-mamak için koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum... Son sürat, son sürat, son sürat... Otobüsü kaçırdın mı en az işe yarım saat geç kalırsın ve patron bir saatlık ücreti-ni keser.
- Hele şu işyerini anlat birazcık. Nasıl çalışıyor...
- Oraya geldim işte.
- Nereye?
- İşe. Onu anlatıyordum. Gecenin köründe, elekrik ışığı altında iş başlıyor son sürat. Hep elektrik ışığı al-tında çalışıyorum. Yorgun, uykusuz, son sürat. Getir parçaları, dik parçaları, götür parçaları. Getir, dik, gö-tür. Getir, dik, götür... Getir... Dik... Götür... Son sürat...
Son sürat... Son sürat! Kan ter içinde kalıyorum.
Yemek paydosu çalıyor. Yemeği bitirmeden iş baş-lıyor son sürat. Boss bağırıyor: " Hurry up, hurry up! *" Baş dönüyor işin hızından. Kollar uyuşuyor. Tabanlar zonkluyor. Bacaklar karıncalanıyor. Yorgunluk işçinin sırtına kocaman bir dağ gibi gelip oturuyor. Vakit geç-mek diye bir şey bilmiyor hiç. Keşke otobüsteki gibi çabuk geçse... Nerdeee…
- Sonra:
- Sonra yine ev. Ev işleri.. Çamaşır, bulaşık, yemek, temizlik, çay, çerez, kahve, ev hizmetleri son sürat... Eğer kocam evdeyse iyi. Zahmeti birazcık az oluyor. Kahveye gitmişse yandık. Gece yarısından sonra veya
sabaha karşı eve gelir. Sarhoş, sinirli kapıyı tekmeler. Erken uyanıp da anında kapıyı açarsan belki, ama uyanamaz da gecikirsen yiyeceğin küfürün, tokatın hesabı kitabı tutulmaz. Tabi o saatte bir de hizmet et-mek var beyefendiye...
Sustu. Sanki dili dudağı kilitlenmişti. Cengize öyle geldi ki, anlatıp boşalmanın verdiği rahatlıkla beyni bir yerlere yolculuğa çıktı. Ama Cengiz yanılıyordu elbette. Kadın az sonra evde karşılaşacağı ortamı ve yaşamak zorunda kalacağı durumları düşünüyordu. Bu düşünmek bile değildi aslında. Evdeki sorunlar kendiliğinden gelip, o başka bir şeyler düşünürken bile beynini işgal ediyordu.
- Eviniz çok uzakmış durağa. Zor olmuyor mu her sabah, her akşam, yağmurda, çamurda bu kadar yolu yaya olarak gidip gelmek?
- Keşke birazcık daha uzak olsa, dedi başını kal-dırmadan. Eve yaklaştık. Sen artık ayrıl burdan. Yakın komşulardan bir gören eden olmasın…
-Haklısın dedi Cengiz. Çok sağol söyleşiden ötürü.
Ayrılıp, gerisin geri on metre kadar gittikten son-
ra, dönüp ona baktı Cengiz tekrar. O eve doğru adeta seyirtiyordu. Ve bacakları çalıştığı makine gibi işliyor-du… son sürat..

*çabuk ol!

Eylül 1990
Melbourne

2

İşyerinden eve kadar olan zaman
normal dinlenme zamanımdır benim…

Burası Brunswick'te bir fabrika. Fabrikada bazı giysiler üretiliyor her tip insan için. Kadın, çocuk, erkek iç çamaşırları, eşofman, kazak ve günlük basit giyecekler. Bu işyerinde çalışanların çoğunluğu kadın. Mantıvar daha önceki yıllarda burada çalışmış. Cengiz'e ille git, o fabrikadan işçilerin çıkışı sırasında fotoğraf çek dedi. Mantıvarın iş çıkışında fotoğraf çekmesini istemesinin nedeni de ilginçti. Dediğine göre burada işçiler sabahları işyerine birer cengaver gibi giriyorlar, ama akşamınan ceset halinde dışarı çıkıyorlarmış...
Bir Cuma günü iş çıkışına yakın Cengiz fabrikanın yolunu tuttu. Fabrikanın önünden yol geçiyordu. Cengiz gelip ana kapının karşısında durup beklemeye başladı.. Az sonra paydos olacak ve o işçileri resmedecek. İşyerinin önünden geçen yol arabalarla iyice tıkanmış durumda. Bu fırsattan yararlanıp karşıya geçti.

Ve kampana çalmaya başladı.
Az sonra da işçiler kovandan arı oğulu fışkırırcasına dışarıya boşaldılar. Cengiz hemen makinesini çalıştırıp üç- beş tane resim çekti.
Hava güneşli. İçerinin loş ışığından parlak güneşe çıkınca işçilerin gözleri ışık istilasına uğruyordu. Kimi gözlerine gözlük takıyor, kimi gözünü ovalıyor, kimi ise Cengiz gibi gözlerini yarı kapatırcasına kırpıştırarak yoluna devam ediyordu.
Çoğunluk kadın. Gerçekten de Mantıvar haklı galiba. Aşağı- yukarı bütün işçilerde büyük bir yorgunluk ve bitkinlik durumu göze çarpıyordu.
Kimi ayaklarını sürükleyerek, kolları sakık, omuzlar düşük sağa- sola dağılıp gidiyor. Kimi arabasına binip yola girmeye çalışıyor. Ve onlar yola girdikçe yolun tıkanıklığı daha da artıyordu. Kimi de az ilerdeki otobüs durağında beklemeye başlıyordu. Otobüs kırk düğüm olmuş bu trafiği yarıp gelecek de binip eve gidecekler. 'Ölme kuzucuğum yaz gelsin, çayır- çimen bol olur' gibi bir durumdu bu.
Kadının biri işyeri kapısının önünde, duvara yaslanmış öylece bekliyordu. Otuzbeş yaşlarında gösteriyordu. Ayaklarının yerini değiştiriyordu ikide bir. Tedirgin bir duruşu vardı. Gözlerinden, yüzünden, ellerinden, ayaklarından yorgunluk akıyordu. Tabir caizse kadıncağız ceeset gibiydi. Bu otuzbeşlik gibi görünen kadın belki de çok daha gençti. Belki de otuzun altı bir yaştaydı kim bilir? Dışarıda yol kenarlarında oturmak için banklar olmasına karşın neden ayakta duruyordu ve fabrikanın kapısından uzaklaşmıyordu?
Cengiz yavaş yavaş yaklaşıp kadına selam verdi. Verilen selamı aldı kadın. Onu herhalde akşam vardiyasında çalışan biri sandı. Hiç istifini bozmadı.
- Herkes gitti dedi,Cengiz kadına, siz niçin bekliyorsunuz burada?
- Kocamı bekliyorum dedi kadın. O işten çıkıp gelecek. Beni alacak burdan. Sonra yolda kreşten çocuğu alacağız ve eve gideceğiz.
Demek ki kadını orada ayakta bekleten kocanın buyruğuydu.
- Kocanız burada çalışmıyor mu sizin?
- Yok. O başka bir işte çalışıyor.
- Kocanız ne zaman işten çıkıyor?
- Bir saat sonra.
- İstiyorsanız sizi evinize bırakabilirim. Burada ayak üstü bir saat beklemek gerçekten çok zor bir iştir.
Bu öneri üzerine gözlerini yorgun kaşlarının altından sanki zorla kaldırarak Cengiz'e baktı. Ve hemen geri indirdi gözlerini. Bu bakış saniyenin onda biri kadar ya sürdü, ya sürmedi.
- Siz buranın işçisi değil misiniz?
- Hayır, değilim. Ben işsizim ve iş sormak için geldim buraya.
- Bu saatte iş sorulur mu? Sabahleyin geleceksin iş sormaya.
Cengiz'e inanmaz bir hali vardı. Onu inandırması gerekiyordu attığı yalana.
- Sabahları gelemiyorum. Eşim işe gidiyor erkenden. Ben evde çocuğa bakıyorum. Öğleden sonra eşim işten geliyor. Çocuk ve ev bakımını o
devralıyor. Hem ben sabahları çalışamam. Akşam vardiyasında iş arıyorum.
Çocuk bakma işi ilgisini çekti anlaşılan, ama in midir, cin midir, nerden ve nasıl yanına damlayıverdiğini anlamadığı bu esrarengiz adama
da pek inanmışa benzemiyordu. Göz ucuyla süzüyordu Cengiz kadının durumunu.
- Ne güzel, dedi. Çocuk bakan erkekler de var ha...
- Olmaz olur mu? Yaşam dayatıyor. Mecbursun kendi çocuğuna bakmaya.
Ve tekrar sordu.
- Kaç yaşında çocuk?
- Bebek dedi Cengiz. Daha dört aylık.
Susuyordu yalnızca. Hiç bir söz etmiyor, hiç bir hareket ve davranış göstermiyordu.
Kısa bir suskunluktan sonra Cengiz tekrar sordu.
- Kocanızı bekleyeceksiniz değil mi?
- Evet. Yardım teklifinize teşekkürler. Bir başkasıyla asla gidemem eve. Kocam beni bulamazsa burada, kötü sonuçlar doğar sonra aramızda.
- Peki. Fabrikanızda işler nasıl? Yorucu mu? İşyerinde baskı var mı işçilerin üzerinde? Kaç yıldır burada çalışıyorsun? İşçi atıyorlar mı fabrikadan? İş dışındaki zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz?
Cengiz, sorduğu sorular karşısında kadının bunalıp yanıt vermeyeceği korkusuna kapılmak üzereydi ki, o bir hatip gibi başladı konuşmaya.
- Alıştırdın mı kendini makinanın temposuna, sen de bir makina gibi çalışıyorsun. Altı yıldır burada çalışıyorum ben. Şu ana kadar işten atma

olmadı. Ama bir söylenti dolaşıyor ortalıkta. İşçi çıkartılacakmış diye. Patron işyerindeki temsilcileri vasıtasıyla işçileri sıkıştırmayı hızlandırdı. En ufak bir şeyde işten atılmayla tehdit ediliyoruz. Baskı işyerlerinde her zaman vardır. Burada çalışmak zaten büyük bir işkence. Sabahın köründen akşamın körüne kadar dur durak yok. Çalış... Çalış... Çalış..! Boslar, formenler başımızda azrail kesiliyorlar. Laf atıyorlar
sululuk yapıyorlar, hakaret ediyorlar, küfrediyorlar… İşler çok hızlı. Vücudunun her uzvu harap oluyor. Ezilip, büzülüyor. Sanki her gün bir ton dayak yiyorsun.
- Az önce laf atmalardan söz ettiniz. Doğru mu? Oluyor mu gerçekten?
- Olmuyor da ben size yalan söylüyorum.
- Özür dilerim onu demek istememiştim.
- Oluyor elbet. Bunu en çok formenler*, mühendisler,boslar** yapıyorlar. Bazıları işçiyi çağırırken adını sanını söylemiyor. Islık çalıyor. Sanki bir köpeği çağırır gibi. Parmak işareti yapıyor. Parmaklarıyla edepsiz şeyler yansıtıyorlar. Bazıları laubali sözler ediyor. Hey beautiful***, hey darling**** gibi. Ve hep 'fack'lı***** konuşuyorlar.
Bir defasında bir formen bana da aynı bir şey söyledi. Adamın üstüne yürüdüm ve dedim ki ona, 'pis of'****** dedim. Defolup gitti. Artık bana takılamıyor. Ama bana mesai de vermez oldu. Mesaim olsaydı burada böyle ayakta beklemezdim. Mesai bitimi kocamın iş paydosuna denk geliyor.

- Niçin mesai yapıyorsunuz? O kadar uzun çalışma sizi daha çok yıpratmıyor mu? Üstelik ev işleri de var.
- Ne yapacaksın peki? Burada, böyle, ayakta bekleyeceksin. Mesai yaparsan, bari üç beş dolar daha fazla kazanırsın. Herkes mesai için biribirini yiyor fabrikada. Sürekli mesai almak için boslara hediye verenler bile var. Ev işleri zaten bir baş belası. Mesai yapsan da, yapmasan da ev işlerini mecburi yapacaksın. Ben sana bir şey deyim mi? Evde ne kadar çok zamanın olursa ev işleri de o kadar artıyor ve o kadar daha çok yoruluyorsun. Benim en çok yorulduğum günler Cumartesi ve Pazar günleridir.
- Neden o öyle?
- Çünkü pek çok iş o günlere kalıyor. Çamaşır, ütü, evin genel temizliği, camların silinmesi, bahçenin temizlenmesi, pazar alış verişi... Çalış dur... çalış dur... çalış dur! Evin içinde dört dönüyorum. Akşam eve gelince oturup dinlenme yok. İşyerinden eve kadar olan zaman dinlenme zamanım benim.
Keşke kadıncağız eve otobüsle gitse, diye düşündü Cengiz. Birazcık fazla dinlenme zamanı olurdu.
- Yolda çocuğu alıyoruz kreşten. Kreşlerin bakımı hiç iyi değil. Çocukları çok zaman hiç iyi temizlemiyorlar. Bir yığın kart kız çocuk bakımında çalışıyor. Anne olmayan ne anlar o işten... Çocuk beni görür görmez başlıyor 'hoppa, hoppa' diye kucak istemeye. Zaten kollarım çalışmaktan uyuşmuş.
- Eve geliyorsunuz. Kocanız ev işlerini paylaşmıyor mu sizinle?
- Eve gelince kocam duşunu alır, üstünü değişir. Ben hemen yemek hazırlığına koyulurum. Yemek pişe dursun. Çocuğu banyo eder, sütünü hazırlar ağzına veririm. O sütünü emedursun, pişen yemeği masaya indiririm. Yemeği yeriz. Kocam televizyon başına geçer. Gazete okur. Ya da derneğe gider. Bana 'sen de gel' der ama ev işleri duruyor, gidemem ki.
O gider. Ben başlarım çalışmaya. Önce bulaşığa girişirim. Bulaşık biter, başlarım etrafı toplayıp temizlemeye. Temizlik biter, başlarım
yarının azıklarını hazırlamaya. Azık biter, çocuğu değiştirir uyuturum.
O uyur, çocuğun ertesi gün için gerekli giysi, bez ve yiyeceğini çantasına yerleştiririm.
Vakit kurşun gibi hızla geçip gider. Ben üzerimi ya değiştiririm, ya değiştiremem. Kafam 'küt' diye düşer yere. Gece kocam gelir uyanırım. Çocuk ikide bir ağlar uyanırım. Yarım saat uykulu, bir saat uyanık ederim
sabahı. Kalkar kahvaltı hazırlarım. Sersem gibi yürürüm mutfağa. Bazan kafamı, gözümü kapıya veya duvara vurduğum olur. Kaşım patlar, gözüm morarır. Görenler ' yine kocasından dayak yemiş' diye düşünürler...
- Yemez misiniz gerçekten?
- Hayır!
- Anlattığınızdan kocanızın pek olgun bir erkek olmadığını, tam bir kazak erkek olabileceğini çıkardım ben.
Gözleri dumanlanır gibi oldu kadının. Cengizin yüzüne baktı dağınık ve hedefsiz gözlerle. Gözünün akı elasına karışmış gibiydi.Bakıyor ama
görmüyordu. Yavaş yavaş buğulu gözlerini yere indirdi.
- Hayır kocam beni hiç dövmez, dedi titrek bir sesle.
- Hoşça kal, deyip uzaklaştı Cengiz.

*bölüm şefi **ustabaşı ***güzel ****sevgili *****facking’in genel hali(cinsel eylem)
******defol

Mart 1991 Melbourne


3

günlük işlerin hızından başım dönüyor benim
sohbetin tam kıvamında gitmek olur mu hiç?

Tam bir hafta geçti aradan. Telefon gelmedi Mantıvar'dan. Cengiz de telefon edemiyordu. Neden edemiyordu? Onu da bilemiyordu. Bir garip duygu vardı Cengiz'in yüreğinin çok derinliklerinde. Onu rahatsız etmekten sakınma yahut korkma duygusuydu bu...
İşler de çok yoğunlaşmıştı o günlerde. İnsanlar harıl harıl ev yapıyorlardı. Faizler sürekli düşüyor, ya da bilinçli olarak düşürülüyordu. Ekonomide gözle görülür bir canlanma vardı. Herkes evini yapıp, bitirme gayretine düşmüştü. Şehrin içi dışı her yön inşaata kesti.

İşler çok yoğun... Cengiz çalışıyor çalışmasına da... Eli işte, aklı Mantıvar'da.. Durmadan telefon geliyor... Hep inşaatçılardan... Araba trafiğinden yola gitme, telefon trafiğinden iş yapma olanağı yok... İşçi arkadaşlarına dedi ki;
- Gençler, işler size emanet. Ben gidiyorum. Akşama belki görüşürüz,
belki değil.
Nereye gidecekti? Hiç. Kendisi de bilmiyordu nereye gideceğini. Hedefsiz sürdü arabasını. Belki tesadüfen, belki de çok sık gelip gittiğinden olacak kendini boya mağazasının önünde buldu. Alacağı bir şeyler olabilir mi diye yokladı belleğini, yoktu alması gerekli hiç bir malzeme. Yine de mağazaya girdi. Mağaza çalışanları boyacılara servis yapıyorlardı. Arka bölüme girip kendine bir kahve yaptı. Cengiz kahvesini içerken ofiste öğle yemeğini yeyip servise başlayan James ile göz göze geldiler. James selam verdi. Bir isteğinin olup olmadığını sordu. Çamaşır deterjanı istedi Cengiz. Ucuz olsun diye beş torba birden aldı. Fiat üzerine iyi bir pazarlık yaptı James ile. Bu kadar çamaşır deterjanını ne yapacaktı? Kendilerine bir torbası hemen hemen bir yıl yeterdi. Olsundu. Böyle ucuza başka yerde bulunmazdı bu mal. Birini Lami'ye verirdi. Fukara kadıncağız varsın kullansındı. O kadar emeği geçiyordu bir torba deterjan çok sayılmazdı. Birisi de Mantıvar içindi. Diğerleri de evde dursundu. Bozulmaz çürümez bir madde. Deterjan gibi malın olsun...
James deterjanları Cengiz'in minibüsüne yükledikten sonra işinin
başına döndü. Cengiz arabayı çalıştırıp sürdü. Süper markete uğrayacaktı, baktı park yerleri sıkışık, vazgeçti. Süper marketin ardından dolanıp, gidip Woodland Parkta oturdu. Gölekteki kuşlarla birleştirdi gözlerini. Beyni kuşlarla yüzüyor, oynaşıyor, gidip geliyordu...İyice dalmıştı...
- Düt düüüt! Düt düüüt!
Mesaj geldi telefonuna. Hiç mesaj gelmezdi ona oysa.
Açıp mesajı okudu. Mantıvar'dan geliyordu.
" Merhaba. Yarın sabah saat onda benim evde ol. Komşuyla konuşacağız.
Unutma."
İçinde hafif bir kabarma oldu. Kollarınınhavalandığını sandı. Suya dalıp kuşlarla kucaklaşma geçti yüreğinden...
Sabah saat onda... Mantıvar'da...
Hiç unutulur muydu?
O geceyi yarı uykulu, yarı uyanık geçirdi Cengiz. Yatak ortağı televizyon başında bir hayli uyuduktan sonra pantolon ve kazağıyla yatağa uzanmış, yorganı da tepikleyip atmıştı üzerlerinden. Şafak söküyordu. Kuşlar yoğun bir muhabbet şarkısına başlamışlardı. Uykuya son dalışında epeyce kestirmişti anlaşılan. Üşüyerek uyandı. Yanındaki çok derin bir uykudaydı. Kucaklayıp, alıp götürsen bir yerlere, uyanacağa pek benzemiyordu. Kalktı. Kadının pantolon ve kazağını çıkartıp soydu. Üzerini yorganla örttü. Ruhu bile duymadı gerçekten...
Mutfağa geçip, her günkü gibi çayını hazırlayıp kahvaltısını etti. Zaman geçmiyordu. Mutfaktan salona geçti. Bölge gazetesine göz attı. Gazete ilan, renkli ev ve araba reklamlarıyla doldurulmuştu. Ev satış fiatları amma da artıyordu durmadan.
Zaman geçmezdi evde saat on'u bekleyerek. Kalkıp sürdü arabasını en yakın iş yerine. İşçiler yeni geliyorlardı daha. Onlarla iş üzerine birşeyler konuştuktan sonra, ikinci iş yerine gidip Lami'yi görmesi ve kadının ücretini ödemesi gerektiğini anımsadı. Oraya vardığında Lami yalnızdı ve fırtına gibi dalmıştı işe.
- Yavaş dedi,Cengiz. Yavaş... yavaş.
Lami Cengiz'i görünce okkalı bir küfür savurdu. Onun küfrüne karşılık Cengiz güldü her zamanki gibi.
- Bastard (alçak herif) dedi Lami. Nerelerdesin kaç zamandır. İşi hiç kontrol ettiğin yok. Ben olmasam burda seninkiler günde üç saat çalışıp
sekiz saatlik üçretlerini alacaklar senden. Abdi dün öğleyin gitti ve bugün de gelmedi.
- Peki başka kimse yok mu?
- Kel var. Bugün geldi. Dışarıda çalışıyor.
- Kel dün de burada çalışacaktı.
- Nah! dedi Lami, çirkin bir el işareti yaparak.
- Üzülme dedi Cengiz Lami'ye. Sen tek başına yetersin her şeye. Çünkü sen süper bir kadınsın...
Lami'nin öfkesini yatıştırıp, ücretini ödeyip, deterjanı da verdikten sonra, Kel'e hiç uğramadan tuttu Mantıvar'ın evinin yolunu...
Yarım saat öncesinden oradaydı. Arabada beklese miydi acaba, yoksa doğruca kapıyı mı çalsaydı?
Deterjan torbasının birisini eline alıp, pek kuvvetli olmayanbir cesaretle korka korka kapıyı çaldı.
Onun evine ilk kez geliyordu. Nasıl yaşıyordu bu esrarengiz kız? Eşi ve çocukları var mıydı? Yoksa yapayalnız bir garip bekar mıydı?
Açıldı kapı, girdi Cengiz içeri.
- Günaydın.
- Günaydın.
Mantıvar;
- O elindeki torba nedir hemşehrim dedi Cengiz'e.
- Çamaşır deterjanı. Yolda gelirken bizim boya mağazasından aldım. Boyacılara çok ucuza veriyorlar. Hem de vergi indiriminde kullanıyoruz ona verdiğimiz parayı. Benim gibi kaba saba birisi arkadaşına böyle bir
hediye getirir ancak.
Mantıvar koyverdi kahkahayı.
- Çok sağ ol hemşehrim. Bu bana en az bir yıl yeter. Bundan iyi hediye can sağlığıdır.
- Ne zaman komşuyla görüşeceğiz?
- Çay içelim ve öyle gidelim.
- Tamam hemşehrim, içelim.
Mantıvar çayı toplumun çoğunluğunun yaptığı gibi İngiliz usulü sıcak suya poşetleri sallayarak yaptı.
Evi tek katlı, küçük bir evdi. Küçük bir mutfağı vardı. Mantıvar içeride ayakkabıyla dolaşıyordu. Ama etraf
tertemizdi. Görünüşe bakılırsa yalnız yaşıyordu. Etraftaki eşyalardan evde çocuk yaşamadığı kesindi. Herhangi bir başka erkek cinsinden ev ortağı belirtisi de yoktu. Olsa olsa kadın ortağı olabilirdi bu kızın.
Çaylarını bisküvitle içip çıktılar. İkiyüz metre ya gittiler, ya gitmediler Mantıvar bir evin kapısını çaldı. Kadın yan bahçeden çıkıp geldi. Kapıyı açtı soluk soluğa. Eni boyuna yakın cinsinden biriydi.
- Oooo... dedi. Hoş geldiniz. Hoş geldiniz.
-" Hoş bulduk" deyip geçip oturdular.
- Ben dedi ev sahibi kadın, şu çamaşırları sereyim de geleyim.
Dışarı çıktı. Evde iki tane çocuk vardı. İkisi de oğlan. Yaşları iki ile dört arasında gösteriyordu. Etraf darmadağınıktı. Oyuncaklar saçılmıştı ortalığa. Televizyon açıktı. Mutfakta epeyce bulaşık göze çarpıyordu.
Cengiz evi göz muayenesinden geçirirken Mantıvar çocuklarla oyuna dalmıştı. Hallerinden birbirlerini tanıdıkları anlaşılıyordu. Ve aynı zamanda Mantıvar'la çocukların biribirlerini çok sevdikleri... Mantıvar'ın derinden bir sevgiyle çocukların oyununa katıldığı hemen göze çarpıyordu. Onun kadın ortağı da olamazdı.
Evin içini taramayı bitirince, bu kez dışarıya yöneldi Cengiz'in gözleri. Küçük bahçe düzensiz bir
durumdaydı. Bir kaç tane bakımsız gül fidanı vardı ve uzamış çimenler.Hepsi okadar...
Kadıncağız inleye, tıslaya çamaşırları ipe takıp, çamaşır sepetini de alıp geldi.
- Eeee, dedi bu kez. Nasılsınız bakayım.
- İyiyiz dedi Mantıvar.
- Size bir çay yapayım?
- Biz şimdi içip geldik abla.
- O zaman birer Nes Cafe?
Mantıvar'la Cengiz bakıştılar.
- Tamam dedi Cengiz.
Kahveleri yapıp getirdi. İçmeye başladılar. Yanında bol yağlı cinsinden kuru yemiş de geldi tabi. Tabaklar dolusu. Fındık, yer fıstığı, badem, ceviz, makademia ve de kuru üzüm. Fincanların her biri koca bir su tası kadardı.
Mantıvar söze girdi. Cengiz'i gösterip,
- Arkadaşım dedi- koduyu çok sever. Kendisinin dedi- koduya ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben de tutup kolundan sana getirdim.
- Ben de severim. Ama dedi- kodu denmez ona. Muhabbet denir.
Cengiz;
- Zeynep benimle alay etmek için öyle söylüyor. Ben sizinle bir söyleşi yapmak istiyorum.
- Nasıl yani? Söyleşiyoruz işte ya.
- Böyle havadan sudan, gelişigüzel değil. Ben soracağım size, siz de anlatacaksınız bize.
- Olur. Ne soracaksınız?
- Siz çalışmıyor musunuz, bir işte felan?
- Görmüyor musun çalışıyorum ya.
Mantıvar gülümseyerek Cengiz'e bir göz attı.
- Özür dilerim. Evde ne iş yapıyorsunuz?
- Evde iş mi yok? Ev işi biter mi hiç? İşin hızından her gün başım dönüyor benim. Başım dönüyor... Oturup bir Nes Cafe bile içemiyorum doyasıya. Oturup bir video kaset bile seyredemiyorum canıma sinerek.
- Ne kasetlerine bakıyorsunuz bu günlerde?
- Mariana vardı, ona bakıyordum. Ama rahatça, ağız tadıyla bakacak zaman yok ki.
- Vallahi ben evde hiç duramam. Bir gün evde kalınca avarelikten uyuz oluyorum.
Kadın bulanık bir gözle Cengiz'in gölerinin içine baktı. Onu iyice süzdü. Sen zaten uyuzun teki olmasan böyle sorular sormazdın, der gibi
bir hali vardı.
- Sen kadın ol da evdeki işleri gör dedi. Sabah kalkıyorum ben. Kahvaltıyı hazırlayıp, herifi uyandırıyorum ben. İşe giderken kapıyı açıp, ayakkabısını silip önüne veriyorum ben. Herif işe gittikten sonra odayı toplayıp, yatağı düzeltiyorum ben. Sonra gidip bir Nes Cafe içem diyorum. Ben onu yapıp iki yudum ya alıyorum ya almıyorum bu kez çocuklar uyanıyor. Altlarını temizleyip giydiriyorum ben. Karınlarını doyuruyorum ben. Odalarını toplayıp, kardeşime söyleyim, kirlileri makinaya koyuyorum ben. Kardeşime söyleyim, deterjanı döküyor makinayı çalıştırıyorum ben. Sonra bulaşıkları yıkıyorum ben. Sonra evi süpürüyorum ben. Eğil kalk, eğil kalk, eğil kalk... Belim bacağım kırılıyor. Boğazım kuruyor. Bir Nes Cafe içmeye vakit kalmıyor. Çamaşır yıkanıyor. Götürüp asıyorum ben. Çamaşır kuruyor toplayıp getiriyorum ben. Evde işten çok ne var. Çalış dur.. çalış dur.. çalış dur!
- Bugün erkenden bitirdiniz herhalde, dedi Mantıvar.
- Yok. Onlar dünden kalmaydı. Bugünküleri koymadım makinaya daha.
- Haydi koy da gel, dedi Cengiz.
- Olur mu Zeynep deyip, Mantıvar'a baktı.
- Olur dedi Mantıvar.
Gitti odalardan bir sepet çamaşır toplayıp çamaşırhaneye götürdü. Makinaya koyup, deterjanlayıp, makinayı da çalıştırıp geldi. Yerine oturup elini kahvesine götürdü. İçmek istedi. İrkildi. Fincanda kahve kalmamıştı herhalde.
- Size bir Nes Cafe daha yapayım.?
- Hayır istemeyiz dedi ikisi birden.
- Sen anlatmana devam et dedi Mantıvar.
-......kardeşe söyleyim. Çocuklarla uğraşmak apayrı bir eziyet. Oyuncakları döküp dağıtıyorlar, kırıp bozuyorlar. Oyuncak dayanmıyor hiç. Kavga ediyorlar. Üstlerini kirletiyorlar. Altlarını kirletiyorlar. Temizle, giydir, doyur. Yine kirletiyorlar. Temizle, giydir, doyur... Temizle, giy...
- Başka ne var, ne yok?
- Daha ne olsun ki?
- Başka işler belki?
- İşin hızından başım dönüyor benim. Akşama yemek hazırlığı. Herif işten gelecek. Ekmek teknemiz o. Hizmetini iyi yapmalıyız değil mi? Banyo
edecek. Havlusunu, çamaşırlarını hazırlayacaksın. Yemeğini vereceksin. Çayını, kahvesini hazırlayacaksın.
Eli yine kahve tasına gitti. Bu kadının dili azıcık dursa eli kahve tasına gidiyordu hep.
- Size bir Nes Cafe yapam mı?
- Sağ ol dedi Cengiz. Biz kalkacağız.
- Nereye? Olur mu hiç öyle şey? Sen lafı aç. Sonra da ben tam sohbetin kıvamına girecekken bırak git. Bir kahve daha.?
Mantıvar atıldı.
- Ben yapayım. Sen sohbeti sürdür abla.
- Ne diyordum?
- Herife hizmet ediyordun, akşamleyin, işten geldiğinde.
- Haa. Kardeşime söyleyim, herifi doyuruyorum. Sırada çocuklar var.
Onların yemeklerini de yedirdikten sonra, herifin çayını demliyorum. Çay demlenedursun, çocukları yıkamaya geliyor sıra. Bu kez onları çimdiriyorum, giydiriyorum ve yatırıyorum. Çocukları uyutmak bir başka işkence. Olmayıp uyumuyorlar. Masal anlatıyorum, şarkı söylüyorm, nazlana nazlana zoraki uyuyorlar....
Mantıvar kahveleri getirdi. Cengiz ve kendisine yarım doldurmuştu kahveyi. Ev sahibinin koca fincanıysa slime kahve doluydu.
Kahveden büyük bir yudum aldıktan sonra başladı anlatmaya.
- Oh bee. Dilim dudağım yeşerdi. Nefesim açıldı. Ne diyordum?
- Çocuklardaydın, dedi Cengiz.
- Haa, evet. Çocukları yatırıyorum. Çocuklardan sonra çamaşırları toplayıp makinaya koyuyorum. Ondan sonra bulaşıkları yıkıyorum. Ondan sonra herifimin yarınki azığını hazırlıyorum... İşin hızından başım dönüyor.
- Sonra?
- Sonra iki dakika Marianayı seyredeyim deyip videoyu açıyorum. Uyku bastırıyor koltukta. Yarı uykulu, yarı uyanık izliyorum birazcık.
- Ondan sonra?
- Ondan sonra uyuyup kalıyorum koltukta. Video boşa oynuyor tabi. Bazan herif beni kaldırıp yatağa götürüyor geceyarısı. Sabaha yine iş var. Sabahın köründe.
Başını kaldırıp duvardaki saate baktı keskin bir gözle.
- Eyvah! diye bir çığlık attı.
- Ne oldu abla?
- Ben geciktim Zeynep kardeş. Çamaşırları asıp yemek hazırlamam lazımdı.
- Tamam, dedi Mantıvar. Sen çamaşırları as, yemeğe başla. Biz de kalkalım.
- Bu olmadı ama. Sohbetimiz yarım kaldı. Gene beklerim.
Mantıvar ve Cengiz hemen ayağa fırladılar. Yemek yapmaktan vaz geçer diye korkuyorlardı. Alelacele attılar dışarıya kendilerini...

Ekim 1991 Melbourne

4

başım hep önüme eğiliyor
yaptığım işe göre biçimlendi bedenim.

Sohbet ettikleri kadınların anlattıkları ağır çalışma ve yaşam koşulları Mantıvar'ın ruh sağlığnı iyice etkilemeye başladı. Çok duyarlı ve duygusal olduğundan olacak, kadınlar anlatırken ya da Cengiz onsuz yaptığı sohbetleri kendisine okuyunca nerdeyse ağlayacak duruma gelmeye başladı.
Bir gün dedi ki:
- Cino ben artık bu ev ve fabrika kölelerini dinlemek istemiyorum.
Hiç mi bir insanca yaşayan kadın yok bu emek dünyasında. Moralim çökmeye başladı artık. Bunlar ancak bize dil dökmesini biliyor. Bir de köle gibi çalışmasını...

Düşündü Cengiz. Mantıvar yok oluyordu. Ne yapmalıydı. Düşünürken haftalar önce Newroz gecesinde tanıştığı ve onu evlerine davet eden genç
çift geldi aklına.
- Mantıvar, dedi başını büyük bir icatta bulunmuş alim edasıyla kaldırarak..
- Ne var?
- Ben geçenlerde, bir gecede, birileriyle tanıştım. Benden kitap ve dergi satın aldılar. Fabrika işçisiymiş ikisi de. Oldukça aydın insanlara benziyorlardı. Beni evlerine davet ettiler ama ben zamansızlıktan ötürü bugüne dek gidemedim. Onlara birlikte gitsek ve onlarla da aynı konular üzerine sohbet etsek nasıl olur.?
Mantıvar Cengizin sorusuna hemen yanıt vermedi. Düşündü biraz. Yüzüne merak ve bıkkınlık arası bir anlam yüklenmişti.
- Ne zaman?
- Yarın.
- Tamam.
Cengiz'in içinde bir sevinç bombası patladı. Ama dışına yansıtamadı bunu. Mantıvarı kaybetmenin çok kötü olacağını bildiği halde. Oysa Mantıvar onun ilham perisiydi. Onsuz ne yapabilirdi Cengiz. Dilsizlerin dilini, kapıların kilidini onunla açıyordu çünkü....
Genç karı kocaya o akşam telefon edip, ertesi akşam için randevu aldı. Evleri biraz uzaktı Cengiz ve Mantıva'rın oturdukları semtlere. Ama yolları kalabalık sayılmazdı. Mebourne'un dış semtlerinden birisinde oturuyorlardı.
Ertesi günün akşamı Cengiz Mantıvar'ı da alıp birlikte düştüler yola. Konuk olacakları ailenin evine vardıklarında karanlık basmıştı. Kapıyı çaldılar. Kapı açıldı. Karşılarında genç bir işçi bayan vardı.
- Merhaba dedi Cengiz.
- Merhabalar.
- Arkadaşım Zeynep, diye Mantıvar'ı tanıştırdı ev sahibine. Memnun Olduğunu söyledi bayan. Konukları içeri buyur etti ve geçip oturdular. Kadınlık içgüdüsüyle olacak, Mantıvar evin çeki düzenini kısa bir an içinde şöyle bir süzdü. Ev sahibi ikisinin de elini sıktı, üstelik Mantıvarla yanak yanağa öpüştü. Toplumun genelinde artık pek hoş karşılanmayan böylesi kadın kadına veya erkek erkeğe öpüşmeler Türkiyeli toplumda henüz yerinde sayıyordu.
Ev sahibi çay ya da kahve ne arzu ettiklerini sordu. “Farketmez” diye yanıtladı onu Mantıvar.
- Siz ne içerseniz biz de aynısını içeriz.
Kadın, mutfakta bulaşık yıkamakta olduğu tabak seslerinden anlaşılan kocasına seslendi.
- Canım çaydanlığı ocağa koyar mısın lütfen.
Kürtlerin çayı hep memleket geleneğince demleyip içtiklerini düşünen Cengiz, fırsat bu fırsatır deyip takıldı bayana.
- Bu evin patronu sizsiniz herhalde.
- Hayır dedi ev sahibi bayan, ne ben, ne de eşim. Bizde patron ve hizmetçi yok. İkimiz de gönlümüzün patronu, ekmeğimizin işçisiyiz.
- Oh beee! diye gürledi Mantıvar ve kollarını iki yana açarak dağlar gibi iri, deryalar kadar geniş bir nefes aldı.
- Kusura bakmayın, dedi kadın. Etraf dağınık dökük. Biz de yeni geldik dışarıdan.
- Ne münasebet, diye geldi Mantıvar’ın yanıtı. Evinizin tertip ve düzeni içeri girer girmez içimi aydınlattı. Ve ekledi hemen ardından sorusunu.
- İşyeri uzak mı evinize?
- Epeyce var. Trafik belasına yakalanmazsan arabayla 45 dakika sürüyor. Ama gecikir de trafiğin yoğun olduğu zamana kalırsan bir buçuk saati boylayabilirsin.
- Akşamları trafik her yerde sıkışıktır. Nasıl geliyorsunuz eve?

Trafikten söz açılınca kadının yüz hatları geriliyor gibi geldi Cengiz'e. Sinirlerinde gerilmeler, gözünde seyrimeler başladı.
- Trafik dedi kadın, kör olsun o trafik. İnsanın sinir sistemini alt üst ediyor. Ruh sağlığını bozuyor. Sinir, stres, küfür... trafiğin güzel marifetleridir bunlar...
- Toplumsal ulaşım yok ki dedi Mantıvar. Olmayınca da trafik diye başlı başına koca bir bela musallat oldu insanlığa. Trafiğin yarattığı sağlıksal sorunlar ilerde insanlığı epeyce uğraştıracak sanırım. Her şey
araba tekellerinin çıkarına göre düzenleniyor. İstatistiklere göre her aileye ortalama üç tane araba düşüyor. Bu demektir ki, nerdeyse insan
sayısı kadar araba var Avustralya'da.
- İş çıkışı zor oluyor, dedi kadın. İşe giderken erken çıkıyoruz evden. Nispeten rahat gidiyoruz. Ama akşam üstü... Tüm yollar tıkalı. Bir
de kaza oldu mu? Yandın artık. Polis gelecek, rapor tutacak. Ambulans gelecek belki, belki itfaiye bile... Bekle dur ki, yol açılsın. Açılsa ne yazar ki? Adım başı bir trafik lambası. Vücut uyuşuyor, beyin felç oluyor.
- Direksiyon başında uyumuyor musunuz, dedi Mantıvar.
Kadın gülümsedi.
- Ben arabayı sürmüyorum.
- Ben bazan uyurum, diye atıldı Cengiz.
Garipseyerek yüzüne baktılar Cengiz'in. O devam etti.
- Bol bol hayal kurarım araba sürerken. Şiir yazarım bazan. Bazan tartışırım yüksek sesle birileriyle...
- Eee, dedi mutfak görevini yeni bitirip oturma odasına gelen erkek ev sahibi.
-Yaşıyorsun ama, nasıl oluyor bu iş?
- Benimkine sen yaşamak mı diyorsun?
Cengiz'in anlattıklarına yüksek sesle gülerek yanıt verdiler. Mantıvar dahil tabi. Şaka yaptığını ya da
palavra attığını sanıyorlardı. Ama bunlar oluyordu gerçekten.
Kadın kocasını Mantıvar'la tanıştırdı. Hal ve hatır sorgulamasından sonra Cengiz sözü ele geçirip dedi ki erkek ev sahibine.
- Nasıl, ev köleliği hoşunuza gidiyor mu? Mutfak işlerini becerebiliyor musun?
Hafif gülümseyerek yanıtlamaya başladı adam.
- Bu bizim işimiz. Mutfak toplumun ortak işi olmadığı sürece bu işi aile bireylerinden birisi yapacaktır.
- Niçin kadın yapacaktır, demiyorsunuz?
Bu ara kadın çay servisi yaptı. Fındık, fıstık, leblebi vs.li bir ziyafete buyur etti herkesi. Hem şöyleşideydiler, hem de demleniyorlardı tavşan kanı çay ve çerezlerle.
Adam devam etti anlatmaya.
- Genellikle ve yüzde doksan bu işi kadınlar yapıyor elbette. Ama dışarıda çalışanların yalnızca yüzde onu kadınlardan oluşmuyor. Toplumun,
üretim ve hizmet sektöründeki işgücünün yarısından fazlası kadındır. Kadınlar gün be gün daha yoğun olarak üretime katılıyorlar.
- Sizce bunun nedenleri nedir, diye sordu Mantıvar.
- Sebep şu ki, sistem sürekli bunalım yaşıyor. Sermaye ekonomisi bunalımsız olamıyor. Çıkış yolu bulamıyor. Aşırı üretimin yarattığı pazar tıkanıklığı sistemi felç ediyor. Mallar yığılıp kalıyor. Üretim geriliyor veya duruyor. İşten atmalar başlıyor. İş sahipleri daha önce çalıştırdıkları kıdemli, pahalı işçileri bir yolunu bulup dışarı atıyor. Onların yerine yeni ve ucuz işgücü getiriyor. Bunlar da genellikle kadınlar oluyor.
- Kadınlara ayrı ve düşük ücret ödeniyor mu daha?
- Elbette. İki şekilde yapıyorlar bunu. Birincisi, bazı işleri basit ve ucuz işçilik katagorisinde gösterip buralara kadınları yerleştiriyorlar. Oysa iş aynı iştir. Hiç de basit ve kolay değildir. İkincisi kıdemli işçileri atıp yerine yeni kadın işçiyi koyarak işi ucuza kapatıyorlar. Her yeni işçi düşük ücretle işe alınıyor.
- İkiniz de aynı işte mi çalışıyorsunuz, diye sordu bu kez Mantıvar.
Kadın yanıtladı onu.
- Evet ikimiz de aynı işyerinde çalışıyoruz. Eşim üretimde, ben paketlemede.İkimiz de bant sistemindeyiz. Ama üçretlerimiz aynı değil. Benimki daha az.
Bayandan özür dileyip araya girdi Cengiz.
- Biz sizinle işyeri ve aynı zamanda evdeki yaşamınız, günün zorlukları, karı- koca arası ilişkiler üzerine söyleşmek istiyorduk. Örneğin ev işlerini nasıl paylaşıyorsunuz? Yardımlaşma nasıl oluyor? Sosyal etkinlikleriniz var mı?
Bayan;
- Bu düzen insanın sıkıp suyunu çıkartıyor. Zaman öyle kıymetli ki, her dakikasını iyi değerlendirmezsen insanın yaşamı alt üst oluyor. Geceden kalkıp yola düşüyoruz. İşyeri epeyce uzakta. Bereket arabamız var. Fakat şu düzenin pisliği bir beş değil ki. Trafik sorunundan dolayı insan çoğu kez sinir krizi geçiriyor. Çalıştığımız alan birbirine çok yakın. Bir arada sayılırız. Eşim üretimde, ben paketlemedeyim. Dur durak yok. 8 saat motor gibi gürül gürül çalışıyoruz. Kapalı bir yerdesin. Sabit bir noktada başın önünde dikilip duruyorsun sabahtan akşama kadar. Yıllardır aynı işi yapa yapa robotlaşmışız. Gözlerin kapalı sal elini işe. Bedenim yaptığım işe uygun yeni bir şekil aldı. Hep başım önümde yürüyorum, başım önümde oturuyorum. Kaburgalarım ve ve omurgalarım öne doğru eğilip büküldüler gibi geliyor bana.
Erkek;
- En zor şey, aynı hareketi durup dinlenmeden hergün binlerce kez tekrarlamaktır. Fabrikada, bandın karşısına dikilip geçen malları saymak,
inşaatta beton karmaktan çok daha yıpratıcıdır.
- İşten atmayla tehdit ediliyor musunuz dedi Mantıvar?
- Sistemin işleyiş tarzı böyle. Fabrikada işçinin üzerinde her zaman işten atılma baskısı vardır. İşçilerin her biri bir ayrı ülkeden. Dilleri
ve kültürleri ayrı. Ortak hareket edebilme olanakları çok kısıtlı. İşçilerin birbirini anlayabildikleri ortak bir dilleri yok. İşler, çat-pat İngilizceyle yürütülemiyor. Bu yüzden örgütsüzlük ve bilinçsizlik hat safhada. Patron mesai veriyor itirazsız yapıyorlar. Daha çok mesai isteyenler bile çıkıyor.
- Siz mesai yapmıyor musunuz?
Mantıvar'ın sorusunu bayan yanıtlıyor.
- Yapmıyoruz. Mesai işçiyi daha çok ezme, sömürme aracı olduğu gibi, en çok da işçileri toplumsal etkinlikten alıkoyma, hatta okumasını, gezmesini, arkadaşlarıyla eğlenmesini engelleme aracıdır. Mesai insanı dış dünyadan kopartıyor. Toplumsal etkinliklerden yalıtlıyor. Ev ve işyerine hapsediyor. Biz dinlenmeye, toplumsal etkinliklere katılmaya çalışıyoruz.
Mantıvar bir soru daha sordu bayan işçiye.
- Ev işlerini nasıl hallediyorsunuz?
- Eve gelince duşumuzu alıp, üstümüzü değiştirdikten sonra örneğin
ben yemek yaparken eşim başka bir şeyler yapıyor. Yemekten sonra yorgunluk çayını içip gazete, kitap gibi şeyler okuyoruz. Toplumsal etkinlik varsa ona katılıyoruz. Bazan arkadaşları ziyarete gidiyoruz. Bizde şu senin, o benim gibi şekilci bir iş bölümü yoktur. Birimiz yemekteyken, ötekimiz temizliktedir. Ya da ikimiz bahçedeyiz. Ev işinde biribirimizi kollamazsak, mutlaka birimiz birimizi toplumsal alandan dışlamış oluruz. Ezilen kadının yerine erkeği geçirerek, kadını özgürlüğe kavuşturamayız...

Mayıs 1992 Melbourne

5

temizlik güzel bir şey de,
ama her gün banyo yapılmaz ki…


Biz Avustralyalıyız. Ne bir milletteniz, ne bir dinden, mezhepten. Ne bir kültür ve gelenekten, ne bir talim ve terbiyeden.Biz Avustralyalıyız. Binbir çeşit insan soyunun örneklerinden oluşmuş bir toplumuz. Renk renk çiçek bahçesiyiz. Güzel kokarız, acı kokarız, buruk kokarız... Akız, karayız, sarı, kızıl, pembe ve mor açarız... Kangurular, koalalar gibi yumuşak huylu, otobur; dingo ve Tasmanya Şeytanı gibi yırtıcı ve etoburuz...
Biz Avustralyalıyız. Ülkemiz, sokaklarımız, evlerimiz tertemizdir. Ama üstümüz başımız birazcık paspal dolaşırız çarşı- pazarda... Rahatız da ondan olsa gerek.
Her toplumdan insanlarız dedik ya, her çeşitten de insanlarız hani. Kimimiz evin eşiğini günde üç vakit sabunlarız, kimimiz bulaşıkları haftada bir yıkarız...
İşi ev boyamak olduğundan, her toplumsal guruptan insanla karşılaşıyordu Cengiz. Evleri boyarken bu insanların pek çok özelliklerini de öğreniyordu tabi. Ortadoğu insanının sonradan görmüşünün hali vakti iyice olanlarının kadınları kazancının yarıdan çoğunu elbise ve ayakkabıya yatırır. Dolaplarının içi bit pazarı gibidir mübareklerin...Akdeniz insanları genellikle evin içine ayakkabıyla girmez. Temizlikte titizdir. Batı Avrupa kökenliler rahattır ve biraz da pasaklı... Asyalıların mutfağı balık ve sarmısak kokar hep...
Kiminin yatağının altı küflenir aldırış etmez. Kiminin evini örümcek ağları kaplar hiç rahatını bozmaz örümceklerin. Bizim karıncalarımız da zalimdir ha... Her tarafa saldırırlar. Eve yel girmez ama karınca girer.
Yeter ki bir tatlı kokusu alsınlar. Sıcak ülkede yaşıyoruz ve pek sıcak varlıklarız çünkü...
Bir gün bir telefon geldi Cengiz ustaya. Telefondaki adam kendini tanıtıp, kendisinin de yapı işleri yaptığını, önümüzdeki zamanda yapacağı
işleri Cengiz'e boyatmak istediğini belirtip dedi ki;
- Ben oturduğum evden yakında ayrılacağım. Salon, mutfak ve girişin tavan ve duvarlarında küçük bozukluklar vardı. Alçı işlerini bir arkadaşa yaptırdım. Boyanması gerekiyor. Alçıcı arkadaş seni önerdi ve telefonunu verdi.
- Sonra?
- Gidip, eve bakıp, bana bir fiat verir misin?
- Tüm salon, mutfak ve girişin tavan ve duvarları iki kat boyanacak mı?
- Tavanlar bir kat, duvarlar iki kat.
- Evin büyüklüğü ne kadar?
- Eski devlet evi.
İşin tutarını söyledi Cengiz.
- Ne zaman yapabilirsin?
- Cuma günü.
- Tamam.
- Adresinizi verir misiniz?
- 27 Adore sokak Sunshine.
- O gün evde olacak mısınız?
- Hayır. Ama karım hergün evdedir. Ben ona söylerim cuma günü geleceğinizi.
Cumaya iki gün vardı. Bu iki gün içinde elindeki işi bitirmesi gerekiyordu Cengiz ustanın. O günlerde hep eski evlerde çalışıyordu. İşleri başlayıp çabukça bitirmek gerekiyordu. Bir gün çalışıp ikinci gün boşlayamazdı. Evin içi birbirine karışır. Toz, boya, eşyalar... Üstelik de insanlar yaşıyor içinde. Zor iş kısacası. Bir an önce bitirmekten başka çare yok. Uzun çalışıyordu bundan ötürü. Hergün 10- 12 saat çalıştığı oluyordu.
Cumaya yetişmek için son hızla daldı işe. Sabah sekizde başlıyor, akşam altıya kadar dur, durak yok. Çalış ha çalış. Sonunda işi bitirip, Cuma sabahı saat sekizde verilen adresteki evin kapısını tıklattı.
Kapı açılmadı. Kapı önünde ayakkabılar vardı.
Duvar diplerine yel toz ve kum yığmıştı. Ağaç yaprakları ayakkabıların içine girmişti. Tel kapı ve girişin tavanları örümcek ağlarıyla iyice sarılmıştı. insanın
aklına ilk gelen şey bu evde en az üç aydır kimsenin oturmadığıydı. Yanlış kapı mı çalıyordu yoksa? Adresi kontrol etti, doğruydu adres. İçinden evin boş olduğuna dair kuvvetli bir inanç yükseliyordu ve bu inanca uyarak kapıyı yeniden hızlı hızlı çaldı. Az sonra geceliği üzerinde, gözleri uykulu ve çapaklı, güzelce bir bayan kapıyı açtı.
- Günaydın, dedi Cengiz. Ben boyacı Cino. Beyiniz size söylemiş olmalı bugün geleceğimi. Salon, mutfak ve girişi boyayacağım.
- Haaa. Buyurun içeriye. Siz çalışın. Ben yatacağım.
Girip odasına kapıyı kapattı. Cengiz kaldı bir başına mutfak, giriş ve salonun ortasında. Kapının iç tarafı da aynen toz topraktı. Salona girdi. Perdeleri araladı. Ağır bir koku burnunun direğini baltayla kesmeye başladı. Pencereleri açtı. Camlar hepten nemli ve örümcekliydi. Salonda bir sehpa vardı. Sehpanın bir ucunda, içinde yağ ile yumurta pişirilmiş boş bir bulaşık tava duruyordu, yerde aynı yemeğin bulaşığı bir kaşık. Sehpanın öte ucunda bir tek kadın ayakkabısı ve az ilerisinde de kirletilmiş fabrikasyon bir çocuk bezi vardı. Bez sıkıca bağlanmıştı. Bulaşık tava, kaşık ve beze karıncalar üşüşmüştü.
Gözü mutfağa kaydı. Mutfak tepeleme bulaşık doluydu.
Yerleri bezle kapatıp başladı çalışmaya. Küçük boya kovasını merdivene astı. Koşar adım
çalışıyordu. Fırçayı kılıç gibi sallıyordu köşelere. Her iki fıça sallayışın birinde mutlaka boyayı derin nefesle kokluyordu. Mübarek akrilik boya hiç kokmuyordu ki. Nerde kaldın ulan! Kokusundan sıcakta zehirleneyazdığı ve her zaman nefret ettiği yağlı boya. Nerde kaldın? Ama bu feryat boşuna. Bugün, bu işte yağlı boya kullanılmayacak. Yandın oğlum boyacı Cino... Her yarım saatte bir, en azından her saat başı beş dakika teneffüse çıkmazsan, senin ölün çıkar bugün bu evden...
Bir saat geçmedi bile. Tavan köşelerini fırçalayıp attı kendini dışarıya.
Girdi geri içeriye. Verdi ağzını, burnunu boya kovasına. Derin derin çekip boyanın kokusunu ciğerlerine başladı rulolamaya. Tavan kısa sürdü
saat onda bitirip, attı kendini dışarıya yeniden.
Geri içeriye girdiğinde evin güzel hanımı kalkmış mutfakta birşeylerle meşguldü. Hemen duvarları fırçalamaya koyuldu. Önce alt tarafları fırçalıyordu. Ütsler daha kurumamştı. Kış günü, hava soğuk, duvarlar nemli, boya nasıl kurusun? Ama her taraf karınca dolu... Cengiz iyi bir belaya çatmış da haberi yok. Şu evden bir sıyrılsaydı, bu adamın işini, mişini istemeyecekti bir daha.
Güzel ev hanımı ustayı bir de kahvaltıya buyur etmez mi... Yandın vallahi şimdi. O hiç yalan söylemeyi, hele hele anında bir bahane uydurmayı hiç beceremezdi. Ne yapsa acaba? Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş. Hemen aklına geliverdi işte.
- Sağ olun hanım efendi. Ben şimdi dışarıda kahvaltımı yaptım geldim.
Üstelik iş çok. Benimse kaybedecek hiç vaktim yok.
Daldı işe son sürat yeniden. Güzel bayan kahvaltısını yaptı. Cengizle sohbet etmek ister gibi bir hali var. "Başka bir şeyler de istemese bari" diye geçirdi içinden Cengiz. Sürekli laf aralıyor, ordan burdan. Havadan, sudan. Memleketini sordu Cengize.
- Türkiyeliyim.
- Adınız ne?
- Bana Cengiz ya da Moğol derler.
- Neden Moğol derler?
- O soydan geliyorum da onun için.
- Felan sıvacıyı tanıyor musunuz?
- Tanırım ama pek sohbetim olmaz. Sevmediğim bir tiptir.
- O adam benim evimi, yuvamı yıkacaktı.
- Nasıl yani?
- O adam benim kocamın arkadaşıdır. Burada evliydi ve çocukları vardı.
- Evet.
- Meğer kendi memleketinde de evliymiş pezevenk herif.
- Eeee?
Cengiz ona hiç bakmıyor, son hızla çalışıyordu. O ise Cengiz'in ardında dolaşıyordu. Anlaşılan kadıncağız dedi- koduya iyice susamış.
Öğle yemeği teklif etmese bari. Öğle yemeğinin bahanesini o an kolayca buldu bile. İlk kat boyayı vurduktan sonra boya dükkanına gidip maske
alacaktı. Aynı zamanda karnını da doyuracatı.
- Buradakileri bırakıp gitmiş, eski memleketindeki karısı ve çocuklarını getirmeye. Oraya varınca kadın ve çocuklar bunu siktiretmişler. Geri dönüp gelmiş. Bu kez de buradaki kadın almamış eve. Seninki kalmış sokakta.
- İyi olmuş.
- İyi olmuş olmasına da, kabak benim başımda patladı. Benim akılsız kocam aldı bunu eve getirdi. Bizde kalsın biraz dedi. Parası pulu yok.
Bir iki iş yapar ve parasıyla kendine ev kiralar. Bir şeycik demedim. Sen olsan ne derdin? İnsanlık olsun diye eve aldık elin adamını. Sen olsan ne yapardın?
Cengiz'den hiç ses çıkmıyordu. İşe vermişti kendini. Boyayı koklarken fırçayı burnuna sürdü Cengiz. Burnu iyice boyaya battı. Cebinden bez çıkartıp burnunu temizledi.
- Adamın eve hiç bir katkısı olmadığı gibi, bir yığın ziyanı oluyor. Çok su kullanıyor. Çok elektrik kullanıyor.
- Nasıl yapıyor bu ziyanı?
- Adam her gün banyo yapıyor. Banyodan sonra saçlarını makineyle kurutuyor. Pantolon, gömlek ütülüyor.
- Eeee?
- Kardeşim temizlik iyi bir şey de, her gün banyo yapılmaz ki... Saç kurutulmaz ki... Ütü yapılmaz ki...
-Yaaa... Vay ziyankar herif vay!
- Öyle işte kardeş.
Bu ara Cengiz fırçalamayı bitirip ruloya başladı.
Boyayı ciğerlerine derin derin çekti yine.
- Kardeş bir kahve içer miydiniz?
-Hayır kardeşim ben ne kahve, ne çay hiç bir şey içmem.
- Ya ne içersiniz?
- Bazan su içerim. Ama şu an hiç isteğim yok.
Cengizden hiç bir istek gelmeyince o eski sohbete geri döndü.
- Baktım olmayacak. Herifi çağırdım. Dedim ki:
- Ya bu adam evden gider, ya da ben giderim. Derhal gönder onu. Yoksa kavga çıkartırım.
- Nasıl yapayım. Evden adam kovulur mu, diye sızlandı kocam.
- Kovulur.
Benimki hala yüzüme bakıyordu aptal aptal.
- Josef, diye bağırdım yüksek sesle... Al arkadaşını ve hemen terket benim evimi!
Adam anladı durumu hemen çekip gitti.
Duvarı kesmek uzun sürdü. Teneffüsü geciktiği için ciğerlerinde
tıkanmalar, sıkışmalar olduğunu hissetti Cengiz.
- Burası soğuk olmadı mı? Pencereleri kapatayım diyorum.
- Olmaz. Boya kokusu eve siner pencereyi kapatırsak. Üstelik de boya kurumaz. Sen sobayı da yak en iyisi. Hem ev ısınır, hem de boya çabuk kurur.
- Neden, diye itiraz etti. Pencere açıkken soba yanar mı?
- Yanar diye üsteledi Cengiz. Boyanın kuruması için hava akımı gerek.
İnandı Cengiz'in anlattığı palavraya, yaktı sobayı. Çok geçmedi Cengiz de rulo işini bitirdi. O sobanın başına çömeldi. Cengiz hemen tüydü dışarı.
- Benim boya dükkanına gitmem gerek. Bütün boya ve malzemeyi olduğu gibi bırakıyorum. Pencere açık, soba yanar olacak. Ben bir saat sonra gelirim. Tamam mı?
- Tamam.
Ev sahibi güzel bayana talimatı verdikten sonra atladı arabaya Cengiz, sürdü boya dükkanına. Bir kahve yapıp içti. Bir daha... Maske alıp çıktı. Pizzacıda karnını doyurdu. Üstüne bir de kahve. Tamam. Bugünlük yeter..
Mantıvar'a telefon etti işyerine geri dönerken.
- Bugün bir şahane bayanla tanıştım. Eğer akşama sağ çıkarsam sana ballandıra ballandıra anlatırım. Böylesi yeryüzünde daha hiç görülmemiştir. Eğer sağ kurtulamazsam mezar taşıma "sekte-i pislikten öldü" diye yazarsın.
Telefonun öte ucunda kahkaha attı Mantıvar. İşyerinde olmalıydı. Mantıvar'ın kahkahasına iştirak edenlerinkiyle makina gürültüleri birbirine karıştı telefonda.
- Çok meraklandırdın beni dedi Mantıvar. Bu hazin öyküyü en kısa zamanda dinlemek istiyorum.
- Belki yarın akşam uğrarım sana. Olmazsa Pazara görüşürüz. Tabi eğer bu evden sağ kurtulursam.
Mantıvar tekrar koyverdi kahkahayı. Kahkaha bitmeden Cengiz telefonu kapattı. Otobana girmesi gerekiyordu. Telefonda konuşarak girmek insana
ölüm getirebilirdi.
Aradan bir değil, iki saate yakın zaman geçmişti. Geri geldi zoraki. Adımlarının biri ileri, ikisi geri gidiyordu. Boya daha kurumamıştı.Ama başladı ikinci katı vurmaya. Boya nasıl kurusun ki. Duvarlar hava
almaya almaya, nemi çeke çeke iyice ıslaklığa doymuşlar. Pencere pervazları küf tutmuş. Üstelik hava da soğuk...
Dedi ki, kendi kendine. Oğlum ne yap et bu işi bugün bitir. Başladı boyayı yaş yaş vurmaya. Sıvadı duvarları boyayla iyice. En az, fazladan beş- altı litre boyası gitti. Bu ise epeyce bir para tutuyordu. Başka çare mi var? Bu eve bir daha gelmek insana daha pahalıya mal olabilirdi. Maskeyi takmıştı burnuna... Ev sahibi yatak odasından mı, yoksa tuvaletten mi bilemiyordu, ama bir yerlerden çıkıp geldi ve Cengiz’i incelemeye başladı.
- O burnundaki nedir?
- Maske.
- Niçin taktın onu?
- Boya kokusu rahatsız etti, çok pis kokuyor mübarek.
- Haaa... Ama ben pek boya kokusu almadım...
-....................
Hava nerdeyse kararmak üzere. Boyamayı bitirip, malzemeyi topladı Cengiz usta. Duvarı son bir kez daha kontrolden geçirdi. Bu onun çalışma ilkesiydi. Duvarda bir yer kapanmamıştı. Orayı bir daha boyadı. “Eğer ev sahipleri iş bitmemiş diye zorluk çıkartmazlarsa, çok şanslıyım”diye geçirdi aklından.
Parasını istedi utana, sıkıla. Tüm isteme işlerinde olduğu gibi çalışıp hak ettiği parayı istemekte de zorlanmıştı yaşam boyu.
- Kocam verecek dedi bayan.
Kocasına telefon etti Cengiz. Pazara evde olacağını, gelip almasını söyledi adam Cengiz'e. Yükledi eşyaları kaçar gibi ayrıldı sokaktan.
Yolda telefon geldi. Karısı arıyordu. “Misafirler gelmiş. Nerde kalmışmış... Gece olmuşmuş... Bu saate kadar çalışılırmıymış...” Bilmiyor ki adamcağız ne halde.
Eve geldi. Doğru banyoya girip, temizlenip, giyinip misafir odasına daldı. Karısının iş arkadaşı Şadiya ve eşi muhasebeci Cebbar gelmişlerdi.
Selamlaşıp, hal hatır sorduktan sonra Cebbar;
- Nerde çalıştın bugün diye sormaz mı?
Ne dese acaba? Çalıştığı adamın adını söylese mi? “Olmaz, tanışıyor olabilirler” diye düşündü. Yalnızca sokağın, semtin adını ve adamın işini söyledi. Cebbar düşündü biraz.
- Adore sokakta bir duvarcının evini boyadın ha, dedi.
- Evet.
Dönüp, mutfakta çay demlemekte olan Cengiz'in karısına seslendi Cebbar;
- Yenge çabuk yoğurt yetiştir! Senin herif bu dünyadan göçüp gidecek yoksa! ...



Ağustos 2005 Bangkok

6

hiç kimse kadına iş vermez yapım alanında
peki ama sen neden fazla para veriyorsun bana

Merdivene çıkmış evin su oluklarını boyuyordu. Ev yeni yapılmıştı ve ilk kez boyanıyordu. Ayağında sentetik siyah bezden yapılma bir eşofman vardı. Eşofmanın dizinin üstü yukarıdan aşağıya doğru yırtılmıştı. Hafif de olsa soğuk esen yel, pembemsi beyaz tenini kızartmıştı. Soğuk yel yüzünü de soldurmuşa benziyordu. Dudaklarında kesinkes güneş yanığı olan bir kaç tane mor leke vardı. Elinde yüz milimetrelik bir fırça, daldırıp daldırıp boya kovasına sürüyordu sac oluklara.
İşler yoğundu. Cengizin sürekli boyacı gereksinimi vardı. Memleket insanlarının kahrını çekmek olanaklı değildi artık onun için. İşi öğrenmeden, işin hilesini, kendi deyişleriyle puştluğunu öğreniyorlardı. Doğru- dürüst çalışmıyor, insanın canını alıyorlardı. Bundan ötürü öteki ulusal kümelerden işçi edinmeye başladı.
Bu kadın boyacı olabilir miydi? Birazcık seyretti. Eli fırçayı iyi tutuyordu. Solaktı üstelik. Hiç etrafına bakmadan çalışıyordu. İyi ve çalışkan bir işçi olduğu kesindi. Yaşamı boyunca çok yanılmıştı. Ama bu kadının çalışkan, iyi insan ve işçi olduğu konusunda asla... Zaten kısa bir süre sonra yanılmadığı açığa çıkacaktı. Kadınla konuşmaya karar verdi.
- Merhaba boyacı arkadaş!
- Merhaba dedi ve kısa bir bakış fırlattı Cengiz'den tarafa.
- Nasılsınız hanım efendi?
- Ben hanım efendi değilim. Hanım efendi böyle toz ve boya içinde çalışır mı?
- Çalışır, çalışır. Gerçek hanım efendi çalışan kadındır.
- Sağ ol. İyiyim.
- Patronun kim senin?
- Benim patronum yok. Ben boyacı değilim. Bu ev kendi evim ve kendim boyuyorum. Ama azıcık anlıyorum bu işten.
- Azıcık değil, sen tam anlıyorsun bu işten. Seni izledim. Fırçayı iyi kullanıyorsun.
- Farkındaydım beni izlediğinin.
- Evi yalnız mı boyuyorsun?
- Evet. İçerisini bitirdim. Bak bakalım iyi olmuş mu?
Cengiz girip baktı içeriye. Gerçekten güzel bitirilmişti. Bu kadın onun ustalarıdan daha iyi iş yapacağa benziyordu. Rulo iyi çekilmişti. Kesmeler hiç de kötü değildi.
Dışarı çıktı ve dedi ki;
- Sen yalan söylüyorsun herhalde.
- Hayır. Yalan değilim. Ben boyadım.
- Senin boyadığına inandım. Ama sen boyacı olmadığını söyledin.
Bu doğru değil. Sen biliyorsun bu işi.
Boyacı kadın Cengiz'e yanıt vermedi.
- Boyam yetmedi, dedi. Garajın tavanını bitiremedim. Bana bir- iki litre boya verir misin?
- Elbette. Niçin olmasın? Ama bende öyle küçük boya tenekeleri olmaz.

Cengiz gidip minübüsten bir teneke getirdi.
- Al sana yarım teneke boya. İçinde dokuz- on litre boya vardır. İstediğin kadar kullan, artarsa gerisini getir...
- Kaç para?
- Parasız.
- Olmaz.
- Olur.
- Olmaz. Ben kabul etmem.
Çattık deliye, diye geçirdi Cengiz içinden.
- Kaç para?
- Yarın bir saat bana yardım edersin.
- Tamam. Oldu o zaman.
İş teklifi edeyim diye düşündü sonra. Nasıl olsa işçiye ihtiyacı vardı. Eğer kabul ederse çok iyi olacaktı. Gerçi kadınların yapı işinde çalışması zordu. Bazıları kadın işçiyi çalıştırtmak istemiyordu. Kadınlar da yapı işine soğuk bakıyordu. Üstelik yapı işi çok zordu. Kadın bedeninin dayanmasına uygun değildi.
- Benimle çalışır mısın?
- Şaka yapma.
- Hayır, ciddi söylüyorum. Şaka değil.
- Kadına hiç kimse yapı işi vermez ki...
- Boş ver kimseyi. Ben veririm. Ben daha önce de iki tane bayan çalıştırdım. Hiç sorun olmadı.
- Tamam.
- Yarın sabah arka sokakta olacağım. Saat sekizde oraya gel ve işe başla.
Adını bile sormadı Cengiz kadına. Acele gitmesi gerekiyordu. Sürdü hemen, son sürat...
Ertesi gün iş yerine geldiğinde o yoktu. Jack'a sordu.
- Bir kadın gelecekti buraya.
Jack Cengiz'in yüzüne bir tuhaf baktı. Kadının burada işi ne, der gibiydi.
- Hayır, kimse gelmedi.
Çıkıp evine gitti. Onun eviyle Cengiz'in işinin arası 200 metre ancak vardı. Kapıyı çaldı. İki dakika sonra kadın kapıyı açtı. Pijamaları daha üzerindeydi.
- Seni tembel kadın, dedi. Niçin işe gelmedin?
- Sen gerçekten bana iş mi veriyorsun?
- Adınız ne sizin?
- Lami.
- Benimki de Cino.
Dedi ki Lami'ye;
- Bak Lami. Ben yalan konuşmam. İnsanlarla alay etmem. Ciddi şaka hiç yapmam. Ben sana iş veriyorum. Gel, çalış, göreyim işini.
- Ben bedava çalışmam.
- Elbette bedava çalışmayacaksın. Ben paranı ödeyeceğim senin. Kimse bedava çalışmaz. Bedava insan çalıştırılmaz.
- Ama benim doktor randevum var bugün. Sana ancak iki saat yardım edebilirim. Dün ben senin şaka yaptığını sanmıştım.
Lami işe geldi. Fırçayı eline alıp, başladı çerçeveleri astarlamaya.
Hızlıydı. Birazcık ustalaşmaya ihtiyacı vardı yalnızca. O iki saat demişti, ama tam üç saat çalıştı. Bir otuzluk vermeyi kararlaştırdı Cengiz.
- Patron ben gidiyorum.
- Tamam Lami.
- Paramı isterim.
- Tabi. Kaç para?
- Boya borcumu düştükten sonra 10 dolar.
Duraksadı Cengiz. Ağzından "olmaz" sözü çıktı. Sinirlendi Lami.
- Ben 10 dolardan aşağısını almam.
- Ama 10 dolar çok az. Ben sana 30 dolar vermek istiyorum.
Yine olmazlandı. Sonunda Cengiz zorla şerle 20 doları Laminin eline
sıkıştırdı.
Ve dedi ki;
- Yarın işe gel.
- Olur, dedi Lami. Ama tam gün için 50 dolar isterim.
8 saat 50 dolara kimse çalışmazdı. Eli işten kaçan, günde beş paralık iş yapmayan, iş öğrenmek için gelen gençler bile 60- 70 dolar isterlerken, Lami işi biliyordu, hızlı çalışıyordu ve 50 dolar istiyordu. Bu işte bir gariplik olmalıydı, ama ne? Lami ile tartışmak da zordu. Sonunda onu onaylamak kalıyordu yalnızca Cengiz'e...
- Tamam.
Lami çalışmaya başladı.İşler iyi gidiyordu. Bir hafta bitti. Beş günlük ücretini öderken Cengiz'in içi bu komik ücreti ödemeyi kaldırmadı, 50 dolar fazla koydu paraların arasına. Lami parayı alıp saydı. Cengizin gözü ondaydı. Bakalım tepkisi ne olacak. Suratı asıldı Lami'nin. Yüzünü çirkinleştirerek Cengiz'e bakıp;
- Bu nedir, dedi.
- Ne nedir Lami?
- Niçin bana fazla para veriyorsun?
Elliliği Cengiz'e doğru fırlattı. Çattım deliye diye düşündü Cengiz. Sinirini alt- üst etmişti bu manyakça davranış. Herkes üç- beş dolarcık daha fazla koparmak isterken, bu kadın verileni kabul etmeyip geri çeviriyordu. Olacak iş miydi şimdi bu?
- Lami dedi Cengiz. Bazı günler uzağa gidiyoruz. Çok benzin yakıyor senin araban. Ben 50 doları sana benzin parası verdim. Lütfen al o parayı.
- Sen öteki işçilerinin benzin paralarını ödüyor musun?
- Hayır ödemiyorum.
- Öyleyse niçin bana ödüyorsun?
- Lami, öteki işçilerin ücretleri seninkinden çok yüksek de ondan.
- Ama sen bana nakit ödüyorsun. Nakit ödemek zor ve riskli bir iş. Ben o elliliği almam.
Lami bu. Söz dinletmek olanaksız. Çok ilginç bir kadın. Kendi malzemesini hiç kimseye kullandırtmıyor. İki sent etmez bir eşyasını alsan " O benim mülküm, sen onu kullanamazsın " diye kavga çıkartıyor. Kullandığı araçların tümü Cengiz'e ait olmasına karşın ona bile vermiyor. Ne çok bencil biri diye düşünesi geliyor insanın. Bir fırça için kavga yapılır mı? Ötekiler malzemeleri öyle hor kullanıyorlar ki, araç- gereç almaktan usanıyordu Cengiz usta.. Ama Lami kendine verilene sahip çıkıyor, onları koruyor, temiz tutuyordu. Aslında bencillik değildi onunki, yoksulluk duygusunun yarattığı bir tepkiydi belki de. Bencil kişi verilen parayı geri çevirir miydi?
Lami'nin bir başka özelliği daha vardı. İşe tam zamanında, hatta zamanından önce başlıyordu. Eğer bir sorun olur, işi önceden bırakmak zorunda kalırsa telefon edip söylüyor ve ekliyordu. Şu kadar saat ücretimi kes. Öteki çalışanlar iki saat önceden kaçar ve tam gündelik alırlardı çoğu kez.
Altı aydan fazla bir zaman günde 50 dolara çalıştı Lami. Artık uzak yerlere gidince fazladan benzin parası da istemeye başlamıştı. Bol bol şaka yapıyordu. Onun şakaları genellikle göbekten aşağı şakalardı. Bu şakalardan Jack rahatsızlanıyordu. Bazıları da hoşlanıyordu. Sonraları herkes onun şakalarına iyice alıştı.
Lami hem çok dindardı, hem de çok küfürbazdı. Şakadan küfrettiği gibi, çok kızınca da ciddi küfürler savurmaktan hiç çekinmezdi. Bir keresinde Cengiz'e çok kızmış olacak ki, telefon edip " seni elime geçirirsem şa'pacağım ulan" diye bağırdı.
Dindardı ama, tüm şaka ve küfürleri de tertemizdi. Her cuma oruç tutardı. Cengiz ilk bu kadında rastlıyordu böylesi oruç tutma işine. Her
toplumdan katolik birilerine sordu. Hiç kimse cuma günü oruç tutmuyordu. Hiç kimse böyle bir oruçtan haberdar değildi. Lami katolikti. Onun inancına göre onunla duygusal ilişki yapacak olan erkek mutlaka katolik olmak zorundaydı. Bir de Lami'nin milliyetinden....
Altı ay sonra Cengiz;
- Bak Lami, sen herhalde beni tanıdın. Ben hiç kimseye kötü niyet beslemem.Seni çok sevdim. Anam gibi, ablam gibi sevdim. Sen çok iyi bir insansın. Bazan cadalozluk yapsan, sık sık küfretsen de benim inancım böyle. Senin bir problemin var. Onu saklama. Anlat bana. Paraya sıkışırsan bana söyle sana borç vereyim. Yavaş yavaş çalışır ödersin. Bugünden sonra da sana her gün için 10 dolar zam veriyorum. Uzak yerlere gidersen de her gün için 10 dolar benzin parası. Tamam mı?
Lami hüzünlendi birazcık, dalar gibi oldu.
- Ben dedi, tanrının çok sevdiği bir insan olduğuma inandım.
- Nasıl inandın?
- Öyle olmasaydım, tanrı seni bana rastlatmazdı.
Tanrı beni seninle tanıştırdı.
- Bizi tanrı değil, iş tanıştırdı Lami.
- Hayır hayır öyle deme. Sen inanmıyorsun ama ben inanıyorum. Sen bana iş verdin. Çok iyi davrandın. Benden hiç bir şey beklemedin. Tanrının en sevgili kulu ben olabilirim.
- Birncisi dedi Cengiz Lami'ye, tanrı seni kendine inanmayan biriyle tanıştırmaz. İkincisi, ben senden yalnızca iş bekledim ve sen bana beklediğimden çok fazlasını verdin. Ben işçimden başka bir şey beklemem.
- Anladım zaten dedi Lami. Fakat her insan senin gibi değil. Ben çok insan gördüm, bir dilim ekmeğe beni satın almak isteyen...
Ve Lami başladı anlatmaya. İçin için ağlıyor olmalıydı ki, sesi karıncalanıyor, yüzü hüzünleniyordu.
- Benim kocam da boyacıydı. Ama ben boya yapmayı ondan öğrenmedim. Kocam öldükten sonra başkalarıyla çalışarak öğrendim.
Kocam benden 17 yaş büyüktü. Çok iyi insandı. Ama günün birinde bir trafik kazası geçirdi. Kötürüm kaldı. Sakatlığın verdiği acılarla yaşarken, bu kez de ruh sağlığı bozuldu. Çalışamama, yoksulluk, sakatlık onu bunalıma itti. Dengesiz, dirliksiz, dışlıksız kötü bir insana dönüştü. Zorla hastaneye yatırdım. Biraz iyileşti. Ama çok geçmeden bu kez de lösemiye yakalandı. Tekrar hastaneye yatırdım. Ömrümün yarısı evle hastane arasında gidip gelmekle geçti benim.
Üç tane çocuk var. Birisi kucağımda. ikisi yeni okula başladılar.
- Sonra?
- Sonra çok geçmedi kocam öldü. Ben yirmi altı yaşımda, üç çocuklu genç bir dul olarak kalakaldım bu yamyam insanların ortasında tek başıma.
Herkes yararlanmak istiyor. Bir tanış petrolcü vardı. Ordan param olmazsa borca petrol alıyor ve haftalığım gelince ödüyordum. Bir gün bu tanış petrolcüye borcumu öderken dedi ki bana, bundan sonra para ödeme petrol için, ben sana bakarım.
- Ne demek istiyorsun, dedim?
- Benimle arada bir görüşürsen dedi, sana yardım ederim. Yardıma gereksinimin var. Çocukların var. Üstelik genç ve güzelsin.......
Daha ne söyledi bilmiyorum. Beynim dönmüş. Parayı suratına fırlattım. Ben satın alabileceğin biri değilim diye bağırarak attım kendimi dışarı. Ve bir daha, o petrol istasyonuna, asla uğramadım.
Resmen bir işte çalışamıyordum. Üç tane çocuk var. Birisi daha bebek üstelik. Dulluk maaşım yetmiyordu.
Arada bir iş yapmam gerekiyordu ama bulamıyordum. Böylesi işler ancak kendi toplumunda bulunabilirdi.
- Bulsan işi yapabilecek miydin kucağındaki bebekle?
- Orasını hiç düşünmedim.
- Sizin toplum yardım etmedi mi sana?
- Toplum yardım edeceğine ezmek istedi. Ezdi de...
Ben inanıyorum ki, sen tanrının en iyi kulusun. Ve tanrı beni çok seviyor. Sen ister inan, ister inanma...
Lami sustu. Onunla uzun yıllar zaman zaman birlikte çalıştı Cengiz. Tüm borçlarını ödedi. Her altı ayda bir, zorla-şerle ücretini yükseltti.Cengize kardeşi gibi, cocuğu gibi bakardı. Yemeğe çağırırdı. Masaj yapardı. Sürekli onun iyiliğini söylerdi.
Bir gün canı sıkıldı Cengiz'in. Lami'nin kendini pohpohladığı kanısına
vardı.
- Lami dedi. Asıl iyi olan sensin. Sen iyi olmasaydın, ben de sana karşı iyi olmazdım.
- Hayır, dedi. Ben biliyorum ki, sen, sana iyi davranmayanlara bile iyi davranıyorsun. Ben niçin senden 50 dolardan fazla para istemedim günlük ücret olarak biliyor musun?
- Akılsızlığından olmalı.
- Hayır. Ben bundan sonra 20 dolar zam istiyorum, verir misin?
- Olur.
- Demek ki akılsız değilim. Beni 5 dolarlık petrole kullanmak isteyenleri bildiğim için senin petrol için verdiğin 10 dolarları hep geri çevirdim. Senin de onlar gibi düşünebileceğin vardı aklımda. Şimdi artık
biliyorum ve kesinkes eminim ki, senin aklından öyle şeyler geçmez. Ben seni çok iyi anladım. Ve ben sana bir öykü anlatayım da ibret al. Ve 50 doların az bir para olmadığını, benim için çok yüksek bir ücret olduğunu anla.
Ben o acılı, perişan, yoksul yaşamın içinde yıllarca kıvranıp durdum. Temizlik işleri yaptım bazan,

bazan arkadaşlardan borç alarak çocukları
büyüttüm. Çocukların ilk ikisi ortaya, üçüncüsü ilk okula başlayınca ben de çalışmak için zaman bulabildim. Çocuklar büyüdükçe masrafları da artıyordu. İş bulmam gerekiyordu. Bu ara iyi insanlardan ciddi evlilik teklifleri de aldım. Ama yapmadım. Çocuklarıma kötü davranabilirlerdi. Çocuklar beni kıskanır huzursuz olabilirlerdi. Kısacası evlenme olanaklarını da bir köşeye attım. Çocuklarıma hem ana, hem de baba olmalıydım.
Bizim memleketli tanış bir bayan vardı. Kocası bürolarda temizlik işi yapıyordu. Bunlar önceleri karı- koca çalışıyorlardı. Sonra adam temizliğini yaptığı yerlerin boya işlerini de almaya başladı. İşi büyüttüler. Bu kadın bana kendileriyle çalışmamı önerdi. Çok sevindim. Ben dulluk maaşı aldığımdan ötürü resmen çalışamıyordum. Çalışırsam devlet maaşımı kesiyordu. Onun için nakit parayla çalışmak zorundaydım. Ben boya işini orada öğrendim. O adam aldığı işleri karısıyla bana yaptırıyordu. Tam altı gün çalışıyordum. Bana 100 dolar ödüyordu.
- Gündelik 100 dolar nakit çok iyi paradır.
- Gündelik değil, altı günlük.
Cengiz'in içi cız etti.
- Ne alçak adammış o öyle.
Lami Cengiz'in yüzüne baktı. Sorgular gibi bir hali vardı.
- Günlük 50 dolar dedi, çok büyük paraydı benim için. Çok büyük
para....

Temmuz 2005 Bangkok

7

anadan üryan bırakıp
zorla attılar beni sokağa,
iki kişilik bir dünyada
yaşamaya mecbur kaldım
o karanlık günden sona!

Koca fabrikada yapayalnız birisiydi. Her gün istisnasız işe gelirdi. Hiç geç kaldığını bilen yoktu. Gerekli olunca, bir şey sorma gereği duyunca, ya da başkaları bir şeyler sorunca konuşurdu. Onların dışında eli ve aklı hep yaptığı işteydi. Ben fabrikaya geldiğimde beni onun yanına verdiler. Çalıştığı bölümün her işini biliyordu ama usta
başı o değil bir başkasıydı. Ve üstelik ustabaşı işte ondan çok daha acemiydi. Sıkışınca ona soruyordu. Denilebilir ki, ustabaşı ağa, Hatice de onun rehberiydi.
İşe girişimin ilk günü onunla tanıştık. O bana işi gösteriyordu.
- Merhaba dedi İngilizce.
- Merhaba.
- Benim adım Hatice.
- Benimki de Zeynep.
- Türk asıllı mısın?
- Evet.
- Ben İngilizceyi iyi konuşamıyorum. Türkçe konuşarak daha iyi anlaşabiliriz.
- Olur, öyle yapalım.
Başladık o günden sonra anadilimizle konuşmaya. Ama Hatice işle ilgili
şeylerin dışında ne bir şey sordu, ne de söyledi. Bir bilmeceydi bu kadın. İşe gelir sessiz sedasız çalışırdı tıpkı bir makina gibi. Makina gibi de denmez onunkine. Makina ses çıkararak çalışır, en azından gürültü yapar. Hatice makineden de sessiz birisiydi. İnsanlar hakkında, yaşam hakkında, iş hakkında ne düşünür, ne eder belli değildi. Evi barkı, ailesi nasıldır kimse bilmezdi. İşyerlerinde herkes kendine yakın bulduklarıyla muhabbet eder, dertleşir ve hatta dedi kodu yapar. Ama bizim Hatice abla tüm bunlardan uzaktı. Abla diyorum ama, belki de yaşı benden gençti. Kendimle kıyaslıyordum onun görünüşünü sık sık. Benden yaşlı gözüküyordu. Ama onda anlayamadığım bir çok genç olma durumunun belirtileri de vardı. Belki de benden daha genç bir kadındı da çabuk yıpranmıştı. Hayır onunki yıpranmışlığa benzemiyordu pek. Ruhsal bir yaşlanmaydı büyük olasılıkla. Kocasının zulmü mü vardı acaba üzerinde?
Hatice bilmecesi beni rahatsız etmeye başladı Cino. Kadınla konuşmak istiyorum ama bir türlü olmuyor. Ben ona bazan sorular soruyorum. Bu sorular genellikle iş hakkında. O kısa yanıt veriyor. Bazan özel sorular da soruyorum ama o hoşuna gitmeyeni sağır İsmet misali duymazlıktan geliyor. Ben de üzerine varamıyorum fazlaca. Bir ara onun bana açılmasını sağlamak için, ona kendimden bahsetmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim bu düşüncemden. Vakti gelmeyince bülbül ötmez ata sözü geldi aklıma.
Birgün Onu evime davet ettim.
- Hatice abla.
Hatice yalnızca başını kaldırıp yüzüme baktı. Boyu benden kısaydı. Hafif kilolu, oldukça biçimli, tam ölçüde bir bedeni vardı. Çok da güzeldi.
-Hatice abla bu Cumartesi benim doğum günüm. Ben bu memlekette hiç kimsesi olmayan bir kadınım. Tek başıma yaşıyorum. Hiç arkadaşım yok. Eğer olanaklıysa evime buyur. Ben pasta yapacağım. Birlikte yeriz ve beni yalnız bırakmazsın.
- Gelmezsem pastayı kimle bölüşeceksin peki.
- Kuşlara vereceğim abla. Ben gerçekten bu dünyada tek başına biriyim. Ne olur beni kırma ve gel.
Hatice kaldırdı başını Cino can, gözlerime baktı da baktı. Yüz hatlarımı süzdü de süzdü. Sonra bana sarıldı ve sessizce ağladı. Başını defalarca oynatarak tamam işareti yaptı. Cuma günü iş çıkışında adresimi yazıp verdim. Evim iş yerimize çok uzak değildi. Ama yine de nasıl geleceğini tarif ettim. O ise arabayla geleceğini bildirdi. Demek Hatice'nin arabası da vardı. Buna daha çok sevindim.
O akşam alış verişe çıktım. Normal ihtiyaçların dışında pasta malzemeleri satın aldım. Akşamdan kremalı havuç pastası yaptım. Fırında peynirli poğaça ve ıspanaklı- kıymalı börek yaptım. Evi temizledim. Ertesi sabah onbirde Hatice çıkıp geldi. Yanında bir de

sekiz- on yaşlarında gösteren kız çocuğu vardı. O da bir şeyler yapmış getirmişti. Cino, ben o kız çocuğunu görünce birhoş oldum. Unuttum nerede ve kimlerle ve ne için bulunduğumu. Beynim küçük kızın gözlerinde, yüzünde, elinde, gövdesinde, sesinde, nefesinde... Düş desem düş değil, hayal desem hayal değil, anlaması ve anlatması zor bir durumdu benimki. Hatice birşeyler söyledi. Hiç anlamlandıramadım kadının sözlerini. Dönüp etrafıma bakındım kimsecikler yoktu kız çocuğundan başka. Her yönde onu görüyordum. Hatice abla koluma yapışıp sarsmış beni sürekli. Ben bir yerlere koştuğumu, gökte kanat çırparak uçtuğumu düşlüyordum o an. Birileri tutup kollarımı bağlamak istiyorlardı. Beni aşağılara çekiyordu. Yüzüme bir sille indi. Ayıktım. Önce Hatice ablayı kucakladım, sonra kız çocuğunu. Kız benden biraz rahatsız olunca bıraktım. Fazlaca sıkıştırmışım kollarımda tazeyi..
- Özür dilerim Hatice abla dedim. Hoş geldin. Bu kelebek senin kızın değil mi?
- Evet benim kızım. Benim dünyam sadece o ve kendimden ibaret. İki kişilik nüfusu olan bir dünya.
- Bundan sonra üç kişilik olsun o dünya. Beni de kabul eyle kendi dünyana ablacığım.
- Ettim merak etme. Eğer etmeseydim bu gün sana gelmezdim.
- Berhüdar ol, deyip bir daha sarıldım Hatice ablaya.
Oturduk. Çay yaptım. Her şeyimizi masaya indirdik. Hatice ablanın kelebek kızı da bizimle birlikte çayla yedi yiyecekleri.
Adını sordum."Teyze benim adım Kelebek" demez mi? Güle güle öldüm. Ben Hatice ablaya " bu kelebek senin kızın değil mi? "diye sorduğumda kızın adını gerçekten bilmiyordum. Onu bir yavru kelebeğe benzettiğim için öyle söylemiştim.
O gün akşama kadar bizde kaldık. Bol bol sohbet ettik. İşyeri hakkında konuştuk. Yalnızlık hakkında konuştuk. Hatice de benim gibi yalnızdı. Hayır onun iki kişilik bir dünyası vardı. On yıldır Avustralya'da yaşıyordu. Aslen Ankara Elmadağlıydı. Buraya nişanlanıp gelmişti. Kelebek kız o nişanlılık ilişkisinden kalmaydı.
Beni kendi dünyasının nüfusuna kabul etmesine karşın arada açıklık bulundurduğunu sezinledim o gün. Haksız da sayılmazdı. Daha ilk günden tüm yaşam serüvenini getirip benim evime boşaltacak değildi herhalde. Onun bana daha iyi açılması için gelecek sohbetlere gereksinim vardı. Ben kendim hakkında işin kenar ve köşelerinden teğet geçerek epeyce bir şeyler anlattım ona o gün.
Devam eden günlerde hem işyerinde, hem de hafta sonlarında biribirimize misafir olarak muhabbeti geliştirdik. Arkadaşlığımız iyice pekişti. Hele de benimle Kelebek'in arkadaşlığına diyecek yoktu doğrusu. Benim Kelebek'i görünce kendimden geçmem, kızına karşı aşırı düşkünlüğüm Hatice ablanın " sana kızını göstermiyorlar değil mi? " sorusunu sormasına neden oldu. Ben ona kendimden bahsederken " ben de buraya evlenip geldim" demiştim.
- Hayır Hatice abla dedim. Benim kızım felan yok.
- Kıza karşı derin bir sevgi ve özlemin var da, onun için o soruyu sordum.
- Benim çocuğum olmadı hiç. Çocuğum olmadığı için evlendiğim erkek
benden ayrıldı. Yeniden evlendi.
- Peki yeni karısından çocuk yapabildi mi?
- Bilmiyorum abla. Ayrıldıktan sonra ben Melbourne'a taşındım. Onlar Adelaide'da oturuyorlardı.
Bu sohbet sırasında Hatice abla kendiliğinden başladı anlatmaya.
- Kusura bakma Zeynep dedi önce. Başını ağrıtırsam özürümü kabul et. Benim maceram berbat bir maceradır. Dinleyebilirsen anlatayım sana.
- Ne münasebet ablacığım. Canla başla ve zevkle dinlerim seni.
- Anlatacaklarım zevk vermez, acı verir.Belki hüngür hüngür ağlarsın, belki de miden bulanır kusarsın.
- Biz acılarla yaşıyoruz gece ve gündüz ablacığım. Sen başla. Ben dinliyorum.
- Ben köyde doğup büyüdüm. Elmadağ'ın bir köyünde. Buraya gelmeden
iki yıl önce de Ankara'ya taşındık. Babam Aktepe'de bir gecekondu satın aldı. Köydeki ev ve araziyi kelepir bir fiatla sattı. Tekelde işe başladı. Ben evin büyük çocuğuydum. Sen okumuş, bilgili bir kadınsın. Ben orta okulu ancak bitirebildim. Evin ikinci kadınıydım. Ev işlerinde anamın yardımcısı yani. Bizim memleketimizin örf ve adetlerini bilir misin? Biz içe kapalı, düşüncesini söylemekten korkan, kalbini dostuna açmayı, eşine sevgilim demeyi, hatta bebeğini bile sevmeyi ayıp sayan bir kültürle yetiştirildik.
Yoksulduk. Beni görmeye Avustralya'da oturan birisinin geldiğini duyunca zafer kazanmışa dönmüştüm. Oysa benim kayıtsız şartsız nişanlanarak, ardına düşüp buralara kadar geldiğim adam hiç de ilgi çekici birisi değildi. Kütük gibi kısa ve kalın birisiydi. Tabi ben o zaman işin insani tarafını hiç akıl bile edemiyordum. Evleneceğim adamın duygu ve düşünceleri nasıldı. İyi bir kişiliği var mıydı? Yoksa kötü huyları olan birisi miydi? Yoksulluğun gözü kör olsun.
- Yani yoksul olmasaydınız o adamla evlenmez miydiniz?
- Evlenmezdim elbette. Buraya gelmek için, evliliği ve onunla yaşamayı kabul ettim. Oğlan annesiyle geldi. Ben olur verdikten sonra tekrar gelip babam ve anama açtılar konuyu.
- Yani seni babandan istediler.
- Evet. Ve onlar da verdiler. Nişan yaptık. Bizimkiler küçük bir parti düzenlediler. Dini nikah kıydık ve sonra da gerekli evraklar konsolosluğa verildi. Üç ay sonra da geldik. Biz Ankara'da nişanlanırken Avustralya'da düğün yapacaklarını söylemişlerdi. Ama ben geldikten sonra hiç düğünün sözünü etmediler. Resmi nikahımızı da kıymadılar. Dirliksiz, düzensiz bir aile olduklarını hemen anladım. Evde kaynana bir ağaydı,oğul bir başka ağa. Kayınbaba kişiliğini bulamamış birisiydi. Evde söver sayardı yalnızca. Onu hiç kimse dikkate almazdı. Kimse kimseye ne sevgi gösteriyordu, ne de saygı. Ben şaşırıp kaldım. Kocam olacak herif gece
benimle yatıyor, öğleye dek uyuyor, öğleden sonra da çıkıp gidiyordu. Ben işe gittiğini sanıyordum. Sonra öğrendim ki, bizim adam ömründe işyerlerine selam vermemiş birisiymiş. Kahveye gidiyormuş hergün işe gider gibi. Annesi oğluna toz kondurtmazdı. Onun bir dediğini iki etmezdi. Vay talihsiz başım.
- Başka çocukları yok muydu bunların?
- Üç tane kızları vardı. Evlenmiş ayrılmıştı iki tanesi. Birisi daha kocasıyla oturuyordu. Kocasıyla oturanı hiç görmedim. Annesiyle konuşmuyormuş. Ötekileri de beni görmeye geldiklerinde görmüştüm. Orada üç aya yakın kaldım. Bir daha onlar da uğramadılar.
Kaynana üzerimde kraliyet kurmak istiyordu. Oğlu benden fahişelerde gördüğü ilişkileri yapmamı bekliyordu. Zaten pısırık ve cesaretsiz yetiştirilmişim. Git gide iyice sindim. Sonuçta evin içinde bir sığıntı, bir yabancıydım. Fahişe cilvelerini reddedince adam beni odadan dışarıya attı. Gece yarısı evde bir patırtı gürültü koptu. Ben utancımdan ellerimle yüzümü kapatıp pustum bir köşeye. "Burada ne oluyor" diye kaynana girdi araya. Yine kıral edası takınmıştı. " Bunu hemen sabah geri memleketine yollamalıyız" dedi oğlu. "Bu benimle sevişmiyor ve sevişmeyi de bilmiyor." Kadın gelip saçlarımı kayramasıyla beni sürüyerek salonun ortasına getirdi."Kancık seni" dedi. "Soykanı oğlumdan mı esirgiyorsun. Ben ona yarın yeni bir zevce bulurum." Karnıma şiddetli bir tepik salladı. Sancıdan nefesim kesildi. Yerde kıvrandım. Oysa üç aylık hamileydim. Bunu onlar da biliyorlardı. Sonra ana-oğul üzerimdeki geceliği yırtıp attılar, takılarımı çıkardılar ve beni sürüyerek dışarıya bıraktılar.
Kapıda yalvardım yakardım fayda yok. Kış günü. Dişlerim takır takır birbirini dövüyor. İki ev ötemizde bir Türk komşu vardı. Çaresiz gidip
kapılarını çaldım. Gecenin yarısı. Adam kapıyı açıp beni anadan üryan ve diş şakırtılarımla görünce hemen geri içeriye kaçtı. Az sonra karısı çıktı dışarı, beni eve aldı.
Sobayı yaktılar. Kadın üzerime çamaşır ve pijama verdi. Olayı olduğu gibi anlattım. Anlatınca da sinirlerim iyice boşaldı hüngür hüngür ağladım. Geceyi orada geçirdim. Yarın ev sahipleri gidip konuştular. " Valizini hazırladık. O hemen memleketine, babasının evine geri dönecek " demişler. Ev sahiplarim zorla bir takım giyecek ve ayakkabımı alıp bana getirebildiler.
Ertesi gün akşamın karanlığında kaynana ve oğlu beni komşudan alıp, bindirdiler arabaya hava alanına götürdüler. Çantamı uçak idaresine
teslim edip üzerine İstanbul etiketi yapıştırdılar. Kaçmayı düşündüm. Ama nereye kaçacaktım. Tek kelime İngilizce bilmiyordum. Derdimi kime,
nasıl anlatacaktım. Mecburen bindim uçağa. Uçakta ne yedim, ne içtim, ne uyudum. Çarşafı yüzüme kapatıp ağladım yolculuk boyunca. Memlekete vardığımda gözlerim şiş ve kıpkırmızıydı.
İstanbul'da indik. Ben Ankara'ya nasıl gidecektim? Beş kuruş param yoktu. Olsa bile eve gidebilir miydim? Ne diyecektim anama- babama o gebe
halimle? Doğruca polise gittim. Dilimin döndüğünce durumu anlattım. Polisler bana hiç bir yardımlarının olamayacağını belirttiler. Ağlayıp yalvardım. Her yerde kötüler olduğu gibi iyiler de vardır. Komiser benim polislere yakarışımın üzerine geldi. Durumu sordu. Bir polis benim anlattıklarımla hiç ilgisi olmayan bir şeyler söyleyince, komisere kendi durumumu anlattım. Adamcağız dinledi. Pasaportuma, vizeme baktı.
- Kızım seni Avustralya konsolosluğuna götürelim. Onlara durumu
açıklayalım. Onlar seni geri Avustralyaya yollayabilirler. Ya da babanla konuşup seni ailene götürürler, dedi.
Ailemin çok tutucu olduğunu ve beni bu gebe halimle aile çatısı altına geri almayacağını söyledim komisere. Konsolosluğa bu durumu anlatmalarını istedim.
Hatice abla anlatırken benim yüz hatlarım gerilip duruyormuş. Dişlerimi sıkıyormuşum. Tabi ben kendimin farkında değilim. Konunun derin etkisine girmişim. Ağlamak kusmak yok. Belki kadıncağıza bu acıları çektirenler elime geçseler onların üzerine öfkemi kusardım.
- Sıkma canını Zeynep dedi Hatice. Şimdi burdayım ve gördüğün gibi iyiyim.
- Elimde değil ablacığım dedim. Böylesi alçaklıkları duyunca her birini yakalayıp gırtlaklarını sıkasım geliyor içimden.
- Bana niçin abla diyorsun ki?
- Benden büyük olduğundan ve sana saygı duyduğumdan diyorum.
- Ama benim yaşım senden küçük.
- Farketmez. Sen benim hep Hatice ablam olarak kalacaksın.
Hatice çay demledi, kendi yaptığı kurabiyelerle atıştırıyoruz. Kelebek kendi odasında resim yapıyor. Sulu boya ve desen. Usta bir ressam gibi
kullanıyor suluboyayı. O kadar mı güzel resim yapılır? Daha önceleri nedense sulu boya resimler pek ilgimi çekmezdi benim. Kelebek'in resimlerine aşık oldum. Desenleri ise soyutlama stiline yakındı. Kelebek kızın mavi gökte beyaz bulutlar arasında başı bebek, gövdesi kuş olan "beyaz melek" adlı resmini satınalmak istedim. Annesi de kendi de para almak istemedi. Ben de parasız almayacağımı kesinlikle ortaya koydum. Sonunda zorla şerle Kelebek kızın kumbarasına bir yirmilik sıkıştırdım. Eğer yapabilirsek kelebek kızın resimlerini sergilemek istiyorum.
Asıl konuya geçelim. Çay faslı bitince Hatice ablaya sordum.
- Avustralya'ya geri nasıl geldiniz?
- Ben o gece hava alanı polis merkezinde sabahladım. Komiser öğleye doğru geldi. Beni arabasına alıp konsolosluğa götürdü. Orada birileriyle
görüştü. Sonra konsolosluktan bir yetkili kişi bizimle görüştü. Tercümanla ona hem komiser ve hem de ben durumu anlattık. Konsolosluk yetkilisi tercümanlık yapan Türk görevliyle bir hayli konuştuktan sonra bana;
- Babanı çağırıp ona senet karşılığında seni teslim edeceğiz, dedi. Eğer gelmez veya kabul etmezse geri Avustralyaya yollayacağız.
Evin adresini ve telefon numarasını verdim. Onlar verdiğim bilgileri Ankara konsolosluğuna verdiler. Ben İstanbul'da konsolosluktayım. Gidebileceğim hiç bir yerim ve kullanacak param yok. Konsoloslukta bir odada koltuklarda yatıp kalkıyorum. Tüm ihtiyaçlarımı onlar karşılıyor. Bereket mevsim yaz.
Yirmi günden fazla kaldım orada. Babam olayı duyunca Avustralyadakilere telefon etmiş. Babama benim ahlaksız olduğumu, öylesi birisinin kendi ailelerine yakışmayacağını söylemişler. Bunun üzerine babam konsolosluğa "benim Hatice adında, şu andan itibaren bir kızım yok. Eğer evime gelirse kesinlikle öldüreceğim onu " diye bir not yazıp yollamış.
Konsolosluk Avustralyadakileri aradı. Konsolosluğa ise,”kendilerinin benim ülkeye geri dönüşümden haberlerinin olmadığını, evden gizlice kaçtığımı” bildirmişler.
- Neden öyle yalan ifade veriyorlar?
- Benim suçlu olduğumu kanıtlamak istiyorlar güya. Bunun üzerine konsolosluk görevlisi beni yeniden sorgulamaya tuttu. Görevliye benim hiç
paramın olmadığını, biletimi acele olarak onların aldığını, bunlara karşılık olarak da üzerime giydiğim çeket ve pantolonumu ve takılarımı dahi aldıklarını, valizime yalnızca bir eski battaniye ile bir pijama koyduklarını, iç çamaşırlarımı bile aldıklarını ve benim bir aya yakındır komşunun verdiği tek iç çamaşırıyla yaşamaya çalıştığımı açıkladım. Onların yalan söylediklerini, benim böyle hamile olarak babamın evine gelemeyeceğimi bildiğimi, gelirsem o evden ölümün çıkacağını, bunlardan ötürü de benim kaçıp Türkiyeye gelmemin saçmalık olacağını söyledim. Tercümanlık yapan adamcağız sağ olsun gerekli yardımı yaptı. Anlatamadığım şeyleri izah etti.
Şimdi düşünüyorum da onların babama beni karalamaları benim işime
yaradı. Babam o bildirimi vermeseydi beni ona teslim ederlerdi büyük ihtimal ve belkide ocağımız toptan sönerdi.
- Sonuç nasıl gelişti?
- Bir ay sonra konsolosluk beni geri buraya yolladı.
- Bileti nasıl temin ettin?
- Her şeyi onlar verdiler. Cebime de üç yüz dolar para koydular. Bir mektup yazıp verdiler elime. Mektubu Melbourne hava alanında kontrol görevlisine vermemi söylediler.
Uçağa binip geri geldim Melbourne'a. Hava alanından çıkışta mektubu verdim. Mektubu verdiğim görevli orada beklememi işaret ettikten sonra gidip göçmen bakanlığı görevlisi Sultan adında bir bayan getirdi. Sultan benimle konuştu. Bürosuna gittik. Oradan
bana kalacağım yeri ayarladı. Bir yerlere telefon etti. Daha sonra bir başka bayana teslim etti beni. O da kalacağım yere götürdü. Ertesi gün
yine gelip beni aldı. Sosyal sigortalara kaydettirdi. Bir yerlerden benim için elbise, çamaşır, mutfak ve genel ev gereçleri alıp getirdi. İngilizce kursuna yazdırdı.
Ve ben böylece Avustralyadaki iki kişilik dünyamı inşa etmeye başladım o günden sonra.
- Kelebek babası hakkında hiç bir şey sormadı mı?
- Sormaz olur mu?
- Peki ne yanıt verdiniz ona?
- Çocuğa yalan söylenmez. Yalan aslında hiç kimseye söylenmemeli. Her şeyi olduğu gibi anlattım. Beni dinledi, bana sarılıp sarılıp ağladı. Ve ondan sonra bir daha sormadı.

Aralık 1991 Melbourne
Mantıvar Sarıyar

8
Üç çocuğa bakmaktayım
bu durumda çalışmam olanaksız
devletin yardımıyla da geçinilmiyor
bu pazaryeri artıklarını
ondan dolayı ayıklamaktayım...

Sevgili Gavurdağlı; sana bu yazıyla yaşamın uç örneklerinden bazı görünümler sunmak istiyorum. Bence oldukça düşündürücü durumlardır bu anlatacaklarım. Umarım sana da öyle gelir ve düşünürsün üzerine uzunca ve derinlemesine...
Yeni işim bana, içinde yaşadığımız ülke ve şehre ait yepyeni şeyler öğretti. Karanlıkta gözlerimin önünde yeni pencereler açıldı ve yeni yaşam görünümleriyle yüz yüze geldim. Kafamda bir fırtına koptu. Orada bulunan bazı güzel düşler de bu fırtınanın şiddetiyle yıkılıp yok oldular. Şimdi beynimde bir deprem sonrası yıkıntıları veya kasırgaya uğramış ülke manzarası var.
Biz Avustralyayı nasıl bilirdik? Her ne kadar Kraliçe Elizabeth’in mülkü olsa da bu kocaman adanın, sürekli halkın beynine şırıngalanan ve dışardan bakınca göze çarpan manzarası, insanların güle oynaya, kardeşlik içinde ve cennette yaşar gibi yaşadıkları bir ülkedir. Yaşam düzeyi yüksek, şehirleri tertemiz, insanların karnı tok, sırtı pektir.
Ben de bu ülkeyi hep böyle bilirdim. Ama son işimde perdenin arka tarafından bazı görünümler fikrimi alt üst etti.
Yeni işim karanlığa doğru başlayıp gece yarısına kadar devam etmekteydi. İkinci katta çalışıyordum. Bu bina yapılırken ikinci kat ev olarak tasarlanmış. Çalıştığım yer mutfak. Genişçe bir oda. Üç duvarda penceresi var. Çarşı Pazar ayağımın altında. Her yönü gözetleyebiliyorum buradan. Sebze pazarını,yan tarafdaki dükkanlarla dolu caddeyi ve karşıdaki lokanta ve yiyecek dükkanlarıyla küçücük parkı...
Akşam saat onbiri geçtimi genellikle etraf boşalıyor. Çarşı ve pazarda kimsecikler kalmıyor. İşte bu saatten sonra bize gösterilen güllük ve güzellik içindeki yaşamın arka yüzü görünmeye başlıyor. Çöp varillerinden çürük sebze ayıklayan kadınlar, lokantaların ardından ekmek toplayanlar, parkta veya binaların kuytuluğunda uyuyan ihtiyarlar... Neler yok ki.
Sebze pazarının arka kısmına düşen dar sokakta bir kadın beliriyor. Bundan başkaları da geliyor oraya zaman zaman. Ama bu uzun boylu, hafif ışık altında dolunaylı bir gecede uzun bir selvi kavağı andıran Afrikalı kadın sık sık bu küçücük sokağı ziyaret edenlerden.
Bu sokağa sebze pazarının bozulan, ezilen, çürüyen sebze ve meyve artıkları atılıyor. Burada ağzı açık kocaman çöp bidonları var. Bu kadın hep bu bidonlardan sebze ve meyve ayıklıyor.
Onu ilk kez bir Cuma günü akşamı görmüştüm. Ondan sonraki günlerde karanlıktan sonra dışarıları pencereden kolaçan etmeye başladım. Aşağı-yukarı her iki-üç günde bir gelip çöplerden meyve ve sebze ayıklıyordu.
Bir kaç hafta geçti aradan. Değişen bir şeycik yoktu. Sonunda kalkıp işin başından, kadınla konuşmaya karar verdim. Lokantadan bir naylon torbaya artan ekmeklerden, dilimlenmiş ve yarı kesilmiş biraz ekmek doldurdum. O sokaktan gelip geçen bir insan gibi sallanı sallanı kadına doğru yürüdüm. Yaklaşıp selam verinceye kadar beni farketmedi.
- Merhaba...
Aniden irkildi. Elini yüzüne kapattı. Utanmış olmalıydı. Kendimi tanıttım. Yüzünü açmasını, benden çekinmemesi gerektiğini belirttim. Elini yüzünden çekti ama başını önüne eğdi. Ağlamaya hazır bir ses tonuyla konuştu.
- Ben hırsızlık yapmıyorum.
- Biliyorum. Ben senin ne yaptığını buraya her gelişinde izliyorum. Sana hırsız demedim zaten. Ben karşıdaki lokantada çalışıyorum. Sana Lokantadan ekmek alıp getirdim. Bundan sonra buraya her gelişinde bana uğra sana temiz ve günlük ekmek vereyim. Lokantada yarına kalan ekmekleri çöpe atıyorlar. Sana bazı günler yemek de verebilirim.
Elimdeki ekmek dolu torbayı uzattım. Torbayı aldı kadın. Ekmeği kokladı.
- Çok sağ olun bacım.
- Gel benim işyerine gidip bir kahve içelim ve sana yemek vereyim.
- Çok sağ ol bacım.
Gelmeye çekiniyordu. Bana hayır diyemiyordu ama işyerime gelmekten de korkar gibi bir hali vardı. Israr ettim. Dışarıda beklemesini, benim kendisine bir tabak yemek getireceğimi söyleyip kolundan tuttum ve kapıya kadar benimle ayaklarını sürüyerek geldi. İçeri girmesi için diretmedim. Lokantada artan pilavdan bir plastik kabı doldurdum. Bir başka kaba da salata koydum. Kabların üzerine de naylon geçirip, ikisini bir naylon torbaya koyup getirdim. Kadıncağız yemeği aldı. Bana yeniden teşekkür etti. Gelecek sefere mutlaka bana uğramasını istedim.
-Bak ben her akşam burada yemek hazırlıyorum. Buraya gel. Şu kapıya üç kez vur. Ben yukarıdan iner kapıyı açarım sana. Eğer açmazsam daha hızlı ve yeniden vur. Yukarıda ışık yanıyorsa ben buradayım demektir.
- Sağol bacım.
- Anladın mı benim söylediklerimi?
- Anladım.
- Bana geleceksin değil mi?
- Geleceğim.
- İyi geceler.
- Sağolun bacım.
Zenci kadın yürüdü. Ben hemen yukarı çıkıp, pencereden onun gidişini izlemeye koyuldum. Sebze çürüklerinin atıldığı sokağa girecek miydi acaba? Merak ediyordum. Girdi, ama hiç eğilip doğrulmadan başı önünde yürüyüp gözden kayboldu. Daha önce seçtiği çürüklere gereksinim duymamıştı demekki...
Bir hafta zaman geçti. Kadın gelmedi. Ben hep karşı caddenin arka sokağını izliyorum akşamları. Ama yok, Afrikalı kadın oraya da gelmez oldu. Bu duruma çok üzüldüm. Evini bilsem gidip konuşacağım. Niçin adresini veya telefon numarasını almadım diye hayıflanıyorum kendi kendime. İstesem verir miydi acaba? Belki verirdi. Ama ben akıl edemedim istemeyi. Gözüm pazarın arka sokağında, kulağım kapıda bekliyorum her akşam geç vakte kadar.
İkinci haftaya girdik. Elim işte, aklım zenci arkadaşta. Neden gelmez bu kadın? Benim ona ekmek vermem gururunu mu kırdı acaba? Haftanın ikinci gecesi. Kadın pazarın arka sokağna girdi yan sokaktan. Biraz yürüdü. Sokağın ortasında durdu. Çöp bidonlarına baktı. Benim çalıştığım yapıya baktı. Eğer gelmezse pencereden sesleneceğim. Elimdeki işi bırakıp pencereye yöneldim. Ben camı açmadan kadın yürüdü lokantaya doğru. Hemen aşağı inip kapıyı açtım. Kapının önünde karşılaştık.
Şaşkınlığımdan kendimi unutup, İngilizce yerine Türkçe “Merhaba” deyiverdim. O da “Marhaba” diye karşılık verdi. Elimi uzattım. Elimi tutunca yürüdüm yukarıya... Geldi benimle. Yer gösterdim. Oturdu. Başladık ufak yollu konuşmaya.
- Benim adım Zeynep. Sizinki nedir?
- Benimki de Zainep
- Siz hangi memleketlisiniz Zainep?
- Somali. Siz Arapça konuşuyor musunuz?
- Hayır. Ben Arap değilim. Türkiyeliyim.
- Siz Arapça konuşuyorsunuz sanırım.
- Birazcık.
- Zainep, dedim zenci kadına. Ben akşam yemeğimi yemedim daha. Aşağı inip yemek getirelim ve birlikte yiyelim burada.
Ses etmedi. Yürüdü benimle birlikte. İndik aşağıya. Yeni ne kadar ekmek versa doldurdum torbaya. Yemeklerimizi tabaklara yerleştirdik. Arta kalan ezmelerden bir plastik kase doldurdum. Koca bir naylon kutuya pilav ve kebaplarıda başka bir kaba yerleştirdim. Çıktık yukarı. Oturup yemeğimizi yedik. O fazla yemedi. Nedenini sordum.
- Evde çocuklar aç dedi.Boğazımdan gitmiyor.
Hemen ben de bıraktım yemek yemeyi. Kaba etlerini döner yaptığım tavukları naylon torbaya koydum. Yemekle birlikte kadına verdim.
Tavuklardan çorba ve etli yemekler yapabileceğini belirttim. Sarıldı bana, ağladı. İnip aşağıdan bir torbaya sebze doldurdum, bir şişe de zeytin yağı verdim.
- Zainep sen hemen git ve çocukları doyur. Üç güne kadar geri gel. Ben seninle konuşmak istiyorum. Tamam mı?
Başını salladı tamam anlamında ve ok gibi fırladı.
Onu üçüncü görüşümde daha rahat buldum. Sanki daha da beti benzi yerine gelmiş, güzelleşmiş gibi geldi bana. Daha huzurluydu. Erkenden geldi. Bana yardım etti. İşi çabuk bitirdim. Daha önceden hazırladığım et, tavuk, ekmek, pirinç, patates, soğan ve öteki sebzeleri alıp kendisiyle birlikte evlerine kadar gittim. Önce bu isteğimi belirttim. Hiç itirazlanmadı. Bana kısa sürede ısınmıştı. Hele de adaş oluşumuz onun çok hoşuna gitmişti.
Zainebin evine on dakika kadar yürüdük. Tek yatak odalı bir dairede oturuyordu. Çocuklar odada kalıyordu. Zainep ise salondaki kanepede (çekyat) uyuyordu. Odaya bir ranza koymuştu ve bir de tekli yatak. En büyükleri olan oğlan çocuk üst ranzada, kızlar altta yatıyorlardı. Oğlan yedi, kızlar ise dört ve iki yaşındaydılar.
Eve varınca Zainep yiyecek maddelerini oldukça eski bir görünümü olan küçük buzdolabına yerleştirdi. Çocuklar uyumuşlardı. Mutfakla iç içe olan küçük salondaki tek oturak olan kanepeye oturduk yan yana. Zainep birer sallama çay yaptı. Evi ve mutfağı çok yoksul ama çok da temizdi.Çaylarımızı içerken ben konuşmayı başlattım.
- Çocukların babası nerede?
- Babaları yok!
- Babasız çocuk olur mu Zainep?
- Babaları onların doğmasına yalnızca araç olmuş bir kişiydi. Benimle kaldığı sürece yanımızda bir konuk gibi kaldı. Sonra da iki yıl kadar önce geri memlekete döndü. Orada karşıt aşiretlerce bir çatışmada öldürüldü.
- Aşiretler mi, yoksa karşıt siyasi gruplar mı?
- Sizin siyasi grup olarak bildikleriniz, yani Somalide savaşan güçler aslında aşiret gruplarıdır. Aralarında siyasal fark pek yoktur.
Ama herkes kendini ve savaşı haklı çıkarmak için kendisine siyasi bir kılıf uyduruyor. Ne siyaseti? Hep aşiret hesaplaşmasıdır oradaki kavgalar.
- Siz buraya nasıl geldiniz?
- Mülteci olarak getirdiler bizi.
- Peki hükümet yardım etmiyor mu size?
- Bana dulluk ödeneği veriyorlar, yani işsizlik parası kadar bir şey. Çocuklara da ayda kırkar dolar. Hepsi bu. Nasıl geçineceksin bu parayla? Üç tane çocuğa bakıyorum. Çalışmam olanaksız. Onun için pazaryerinden sebze ayıklıyorum sık sık. Çalışma olanağım olsa bile iş bulmam oldukça zor. Bir mesleğim yok. İngilizcem iyi değil. Üstelik de biz zencilere bu memleketin insanları, özellikle de beyazlar çok soğuk bakıyor. Selam vermiyorlar ve verdiğimiz selamı da çoklukla almıyorlar. Biz kendimizi az da olsa Asyalı toplumun yoğun oturduğu yerlerde daha güvencede görüyoruz. Öyle sanıyorum ki beyazlar iş vermezler bize kolay kolay.
- Ben de beyazım ama.
- Sen beyaz bir meleksin. Bizler gibi mazlum ve garipsin.
- Elbet ırkçı beyazlar çok, ama beyaz insanın hepsi ırkçı değil, hepsi kötü değil, içlerinde çok iyi yardımsever insanlar da vardır. Çalışabilsen iş bulabilirsin. Böyle karamsar düşünme.
- Ama bizi onlar böyle düşünmeye sevk ettiler yüzyıllardır. Topraklarımızı yağmaladılar. Sonra da insanlarımızı birbirine kışkırtıp kırdırıyorlar.
Konuyu değiştirdim. Havadan sudan, çocukların durumundan söyleştik birazcık da. Eve gitmek için izin istedim. Kalkıp kapıyı açtı. Teşekkür etti yeniden. Ben de ona sık sık bana uğramasını tembihledim. Sarılıp ayrıldık.
O günden sonra Zainep bana sık sık uğradı. Her gelişinde yardım ediyordu. Ben de ona gerekli yiyecek maddelerini veriyordum. Epey bir zaman sonra Zainep gelmez oldu. Evine gittim. Evden taşınmıştı. Tam bir ay sonra onu aşağıda yemek siparişi verirken yakaladım.
- Özür dilerim Zeynep, diye söze girdi. Sana uğrayamadım. Maistona taşındım. Oradan yeni ev çıktı. Üç odalı, geniş bir eski ev. Üstelik işe girdim. Bir İtalyan adamın çocuklarına bakıyorum. Kendisi
Banka müdürü. Çok zengin birisi. Güzel üçret veriyor. Çok iyi bir adam. İki kız çocuğu var. Benimkilerle birlikte oynuyorlar. Anneleri geçen yıl
trafik kazasında ölmüş.
Yemeği hazırlanmıştı. Parasını ödedikten sonra bana dönüp;
- Beyazların da iyileri çok dedi.
Kucaklaştık. Beni unutmayacağını söyleyip hızlı hızlı yürüdü...

Mayıs 1993 Melbourne
Mantıvar Sarıyar

9

uzun yokuş bir yoldaydım
yürüdüm dizlerim dayandıkça!

Çiğ düşmüştü üzüm bağlarına
serin bir yaz sabahında
işgal birlikleri gibi dalmıştı
ırgatlar tarlalara.
Ellerinde işe özgü bağ makasları
ve içine salkımları doldurdukları
kocaman kovaları vardı...

Bir rastlantı sonucu tanıştıkları Maral'ın çalıştığı bağa gelmişlerdi.

Aslında bir yaz tatili yapmaktı amaçları. Geçen zaman içinde iyice kaynaşmışlar, aralarında sıkı dostluk ve sağlam yoldaşlık bağları oluşmuştu. Bir gün sohbet sırasında söz nasıl olduysa tatile varıp dayandı. İkisi de uzun yıllar bir kısacık tatil bile yapamamışlardı. Tatile çıkmaya karar verdiler.
Mantıvarın bir aylık yaz izni vardı. Cengiz berbat bir iş ilişkisi içindeydi. Serbest çalışıyordu. İşin sahibi kendisiydi. Bu yüzden tatil matil aklına bile gelmiyordu. Oysa etrafındaki insanlar ve arkadaşları zaman zaman tatile çıkıyorlardı. Cengiz ise hep iş peşinde koşturup duruyordu. Artık canına tak demişti. Ne olursa olsun işleri iki haftalığına paydos etmeye karar verdi.
Peki ama nereye gideceklerdi? Cengizin aklına tatil denince deniz sahilleri geliyordu. Etrafta tatil yapanlar da hep denize gidiyorlardı. Güney pasifik kıyılarında ya da Güney Avustralya yolu üzerindeki
şirin beldelerin birisinde bir cottage (evcik) kiralayıp bol bol denize
girmek ve bol bol orman gezisi yapmak.. Cengizin tatilden anladığı bunlardı.
Ama Mantıvar dünyaya hep fabrika bacasından ya da çiftlik kapısından
bakmalıydı ki ilginç bir tatil önerisinde bulundu. Viktorya dışında, Murray nehri üzerinde tarımcılığın çok geliştiği, her ülkeden göçmenlerin bulunduğu, bağlık- bahçelik bir kasabaya tatile gitmeyi gündeme getirdi. Mantıvarın anlattığına göre orası oldukça ilginç bir beldeydi. Orada kendi geldiğin ülkeni, gençlik yıllarını yaşayıp tazelerdin. Her şey otantik bir yapıdaydı. Nehirde yüzen evler vardı kiralayıp hem gezer, hem yer- içer yatardın... Sonra balık tutma tutkusu olanlar balık avlardı. Her yer bağ- bahçeydi. Tarım işçileriyle sohbet eder, onların öykülerini yazabilirlerdi...
İşe bak sen...
Cengiz Mantıvara yer sorununu sorduğunda Mantıvar güldü. Bir çadırcık
ve arabanın yeterli olduğunu söyledi. Orada ırmak boyunca serbest yerler
çoktu. Çadırlarını kurar geceyi geçirirlerdi. Daha da olmazsa arabada uyurlardı.
Bu düşünce Cengizin de aklına yattı.
Bir sabah erken çıktılar yola. Arabaya su, meyve, çerez gibi şeyler
koydular bolca. Kubbe çadırlarıyla iki küçük çamaşır dolu çantalarını,
uyku tulumlarını Fotoğraf makinası ve kitaplarını...Ağrı kesici hapları
ve traş takımı ve diş bakımı araçlarını... Her şey tamamdı.
Hangi yoldan gideceklerdi? Western Şosesinden mi, yoksa kıyı şeridinden mi? Cengize iş kalsaydı direk Western Şosesinden basıp gaza gidecekti. Ama Mantıvar kıyı şeridinden gitmenin apayrı bir dünyayı gezip görmek olduğunu söyledi.
Kıyı şeridi gerçekten çok güzeldi ve bir o kadar da zikzaklı. Geelong'u geçip de, kısa süren çiftliklerle dolu dalgalı arazileri bırakınca gerilerde, sahil boyu ilerlemeye başladı yol, kıvrıla büküle ve döne done...
Bir yanları
öfkeli ve dalgalı okyanustu
kabarıp köpüren,
ve hırçın bir cengaver gibi kıyıları döven.
Öte taraf yemyeşil bir yamaçtı
yamaçta paraşütçüler
henüz hezarfen Ahmet efendiyi anımsatıyorlardı.
Uçup uçurum başından bir acayip uçurtmaylan
konuyorlardı kumsallara
ince uzun bacaklarıyla
pelikan kuşlarını andıran.

Ve kıvrıla kıvrıla
akıp giden yolun duraklarında
yaşamın sefasını sürüyordu
elek üstü bir gurubu toplumun...
Yarım saat mola verdiler ihtiyaç gidermek için
geçince yerleşim alanlarını Lorne'nun.
Girince içine
koaladan başka kimsenin dokunmadığı
okaliptüs ormanının...
Sonra
düştüler yeniden yollara.
Döne döne tepeleri,
İne çıka koyaklardan,
Dağlarda okaliptüs
dalgalarda iyot
yollarda asfalt
plajlarda güneş yağı kokusu.
Dalgalar ve doğa
sıcak ve rüzgar,
ve ormanları aşıp
uçurum başlarından
kar köpükleri gibi
denize dökülen küçücük su...

Otwayı geçtikten sonra Mantıvar geçti direksiyona. Yavaş yol alıyorlardı sahil boyunca. Her yerde olduğu gibi burda da, hele de bugünlerde, hele de tatil zamanı, her dönemece bir leş kargası yerleştirmişti arabasını. Tatil bitip eve geri döndüklerinde öğrendiler ki, bol bol ceza yemişler o gün. Cezaların parasını Cengiz kendisi ödedi. Kabul etmedi Mantıvar'ın bölüşme teklifini. Kayıp puanları paylaştılar aralarında daha sonra.
Yola gidince Mantıvar'la gideceksin. Yediyüz kilometreyi yetmiş kilometre gibi geçirir gidersin.Arabayı bazan Cengiz kullandı Mantıvar
dinlendi, bazan Mantıvar kullandı Cengiz dinlendi. İkindi üzeri girdiler kasabaya. Gerçekten de burası bağlık- bahçelik şirin bir cennet köşesiydi. Kasabanın genel görünümü çöl ortasında kocaman bir vahayı andırıyordu.
Kasabayı önce arabayla şöyle bir kolaçan ettiler. Hafta sonuydu ve herkes alışverişteydi. Üstelik o akşam kasabada hasat festivali başlıyordu.Yalnızca bir tanıdıkları vardı kasabada oturan. Şenyaylalı terekeme Bahadır. Bahadır festival, tatil ve özel günlerde kebabçılık yapıyordu. Normal zamanlarda ise 'salla başını al maaşını' türünden telefon servisinde çalışıyordu. Bahadırı festival alanında buldular. Bir köşeye karavanını yerleştirmiş kebap satıyordu.
Cengiz Bahadırın cep telefonuna telefon etti. Biraz gecikmeyle açtı telefonu Bahadır, herhalde eli işteydi.
- Hello!
- Hello. Kimsiniz?
- Tanımadın mı ulan, koçero...
- Haaaa. Ulan yoğrum Cino ne halt karıştırıyorsun gene loo?
- Hiç.. Seni özledim ve bir arayım dedim, bakalım bizim kıro nasıllar...?
- Nasıl olalım ağam, ellerinden öperiz. İş- güç zamanıdır, sürünüp duruyoruz.
- Nasıl gidiyor kebap satışları? Bakıyorum meydana sermişsin postu. Ne yapacaksın bunca serveti? Yaşamaya bak birazcık da... Sonra kimse sana
madalya vermez esir gibi çalışıp kendilerine miras bıraktın diye...
- Ulan Cino nerdesin sen şu an?
- Melbourne'dayım. Ben de senin gibi kanter içinde çalışıyorum. Hava da çok sıcak bugün aksine. Bunaltıcı, yapış yapış bir havada çalışmak insanı canından bezdiriyor vallahi. Üstelik yağlı boya yapıyorum. Boyanın içindeki neft yağı sıcaktan buharlaşıp gözlerimi ve genzimi yakıyor durmadan
- Peki benim meydanda kebap sattığımı nasıl biliyorsun?
- Bana ayan oluyor. Bilmiyor musun ben ermiş biriyim. Halayın koynunda sık sık yatmasam da, aynı çatı altında yaşıyorum.
Bektaşi asıllı olan Bahadır Cengizin espirisini anlamakta geçikmedi. Cengizin palavrasını da yutmuşa benziyordu. Cengizi kebap yemeye davet
etti.
- İşten güçten elimizi alıp bir yere çıkamıyoruz ki. Nasıl gelelim ta oralara. Yine de insan hali belli olmaz. Eğer kısmetse bir gün gelir bir dürümünü yeriz.
Telefonu kapattıktan sonra kalabalığın içinden geçip karavanın arkasına dolandılar. Kenardan kapıya doğru yanaştılar. Cengiz kendini Mantıvar'ın ardına saklamış, yüzünü Bahadır'ın görme alanının dışına çevirmişti. Mantıvar iki dürüm ısmarladı. Bahadır ısmarıcı alırken Cengiz başını çevirip,
- Babo, birinin soğanı bol olsun, dedi.
Göz göze geldiler. Bahadır donup kaldı bir an. Cengiz'in yüzüne iyice baktı.
- Ulan puşt dedi, beni iyi bir işlettin ha...
Sarıldılar. Hoş- beş, onbeşten sonra karınlarını Bahadır'ın kebabıyla doyurdular. Sonra çektiler arabayı nehir kıyısında bir parka. Yüz metre
kadar ötelerinde bulunan Cafe Loungedan birer sütlü kahve alıp ırmak kıyısındaki sıraya oturup, seyre daldılar alemi. Akşama Bahadır'da olacaklardı.

Marala o akşam Bahadırın evinde rastladılar.
Tarım işçisiydi Maral. Yanında bir de cici bici genç kızı vardı. Mantıvar hemen Maral'a sokuldu. Laf lafı açtı. Derken döndü dolaştı, kadıncağızın yaşam öyküsüne geldi. Her ikisine de ilginç gelmişti Maral ve onun yaşamı. Kısa sürede her ikisi de aynı kanıya vardı. Bu kadının öyküsünü yazmalıydılar.
Maral birazcık anlatınca Mantıvar tekrar soruyordu. Maral anlamıyordu elbette bunun nedenini. Sonunda dayanamadı kadıncağız bu işkenceye, iri parlak gözlerini Mantıvar'a çevirerek ve biraz da kızgınlık karışımıyla sordu:
- Neden tekrar tekrar soruyorsunuz?
- Biz dedi Mantıvar, kadın işçilerin ilginç öykülerini yazmak istiyoruz. Arkadaşım yazardır. Onun için soruyorum. Başka bir niyetimiz yok. Konuyu biraz daha derinleştirmek ve detaylandırmak istiyorum.
- Benim hayatım romanlara sığmaz. Yarın akşam konuğum olun. Ben size anlatayım dilimin döndüğü kadarıyla.
Bu teklife çok sevindiler. Demek Maral'ın güvenini kazanmışlardı. Onun öyküsünü dinleyeceklerdi.
- Çok sağ olun dedi Cengiz. Bizi çok mutlu kıldınız.
- Ama yarın gelemeyiz, dedi Mantıvar Maral'a. Yarın Irmak gezisi
yapacağız. Önceden öyle kararlaştırıp planladık. Öbürgün sabah senin çalıştığın yere gelip resim çekelim. Akşama da evde oluruz. Bol bol konuşuruz..
- Tamam dedi Maral. Çalıştığı yeri tarif etti.
Gece geç vakitte ayrıldılar.Bahadır kendisinde kalmalarını önerdi ama kabul etmediler. Motelde yer ayırtıp parasını ödedikleri yalanını uydurdular.
Sıcaktı. Küçük kasabanın her yeri eğlence ve festival alanına çevrilmişti. Gençler havayi fişekler atıyordu durmadan yıldızlara doğru. Sevgililer sarmaş dolaş geziyorlardı nehir boyu uzanan yollarda. Kimileriyse kondomlu aşk(!) yapıyordu kısa bir an için ağaçların altında. Cengiz ve Mantıvar sürdüler arabalarını nehir boyunca içerilere doğru...
Bir düz alanda durdular. Biraz ötelerinde başka bir- iki çadır daha vardı. Çadırlarını kurup, içini döşedikten sonra yere serdikleri uyku tulumunun üzerine elbiseleriyle ölü gibi uzandılar...
Uyandıklarında güneş hayli yükselmişti. Çadırın içi yanıyordu adeta. Mantıvar ırmağa indi. Elini yüzünü yıkayacaktı. Ama başaramadı. Ardından Cengiz geldi. Elinde sürekli arabada bulundurduğu beyaz küçük plastik kova vardı. Kovayı suya daldırıp çıkardı ve boca etti elini açıp su bekleyen Mantıvarın başına. Mantıvar bir çığlık attı, ardından da bir kahkaha. Kovayla ırmaktan su alarak, belden yukarılarını yıkadılar güzelce. Sonra üstlerini değişip sürdüler kasabaya doğru..
Mantıvar nehir botları ve evi kiralayan bir büroya girdi. Bot yoktu halihazırda. Bir ev kiraladılar bir günlüğüne. Gece bu yüzen evde kalacaklardı. Yarın sabah anahtarı teslim edeceklerdi. Arabayı tam günlük bir parka bırakıp, biraz yiyecek ve içecek alıp yüzen eve yürüdüler. Ev alelade, tahtadan yapılma bir kulübecikti. İçerde bir yatak odası, tuvalet, duş ve oturup dışarıyı izleyecek bir balkoncuk vardı. Yatak odasında bir minik buzdolabı ve bir de çaydanlıkla fincanlar, çay, şeker, kahve... Hepsi o kadar.

Nehir sanki hiç akmıyordu.
Sanırsın ki, nehir değil de uzun ince bir göl üzerindesin.
Nehir boyu üzüm bağları uzanıyordu her iki yanda.
Sıcak iyice bastırmıştı.
Hiç esinti yoktu havada.
Cengiz bakışlarını Mantıvara yollamıştı,
Mantıvar sulara...
Sıcak... rehavet...sular... ve üzüm bağları.
Bir billur mavinin ortasında kuş yuvası gibi yüzen bir ev.
Her yer yemyeşil.
Yeşiller içinde kızıl gül yüzlü bir güzellik...
Bağlar yürüyorlar nehre doğru her iki taraftan.
Geliyorlar,
sarıyorlar nehrin ufkunu...
Kuşatıyorlar ahşap kuş yuvasını.
Yuvada iki hüzünlü kumru...
Üzümler sarı hakikler gibi olgun ve ballı.
Salkım salkım uzanıyorlar önden, yandan.
Salkım salkım sarkıyorlar yuvanın tavanlarından...
Nehirden turuncu, pembe, beyaz nilüferler boy atıyor.
Sarıyorlar yuvayı.
Bir kıvılcım çakıyor gözlerden.
Alev alıyor kuş yuvasındakileri.
Tutuşup yanıyor bedenleri.
Karışıyor birbirine terleri.
Çağlıyor kanları damarlarında,
eriyip kaynaşıyorlar yana yana...
Bir saz sepet içinde bir kundak geliyor
yüze yüze nilüferler arasından.
Uzanıyor elleri sepete doğru.
Yetişemeyip iyice eğiliyor suların üzerine.
Nerdeyse düşecek tutunduğu tahtadan...
Gözleri bulanıyor yavaş yavaş...
Elleri uyuşuyor..
Kayboluyor sis içinde saz sepet.
Nilüferlere karışıp yok oluyor sepetteki ceylan gözlü bebek..
Sonra bir serin el okşuyor yüzlerini.
Başını sarsarak kaldırıyor Mantıvar gözlerini.
Sulardan... Bağlardan...
ve dalıp gittiği uzun yollardan...

O geceyi hülyalar, düşler, hüzünler deryasında yüzerek geçirdiler. Yepyeni bir geceydi onlar için. Dalgalı, çırpıntılı ve yaralı bir yürek duygusundaki atmosferleri, altlarında kıpır kıpır hareket eden bir zeminle birleşince değişik bir yaşam ortamına sürüklenen bir canlı gibi gördüler kendilerini.
Sabaha karşı daldıkları uykudan kuş sesleriyle uyandılar. Kalkıp duş aldılar sırasıyla, yeni üst giyindiler ve kahvelerini içip terkettiler yüzen evi..

İşte bağlardaydılar bir gün sonra. Maral Cengiz ve Mantıvara işlerin nasıl yapıldığını anlatıyordu. Üzümlerin kesilişi, kovalara dolduruluşu, sonra römorklara yüklenmesi, depoya gidişi, felan filan... Bu üzümler hep marketlik üzümlerdi. Hormonlu, ilaclarla yapay olarak iyice ve erkenden olgunlaştırılmışlardı.
Cengiz bağların genel bir kaç pozunu aldıktan sonra Maral ve kızının ve öteki çalışanların bazılarının çalışırken resimlerini çekti. Resimler
alındıktan sonra Maral evin anahtarını Mantıvara verdi. Mantıvar ve Cengiz bağlardan ayrılıp eve döndüler. Akşam için evde hazırlığa başladılar. Önce evi şöyle bir hafif yollu temizlediler. Gerçi ev zaten temizdi. Akşama yemek pişirdiler. Sonra oturup, neler soralım bu tarm işçisine diye kendi aralarında görüş alış verişinde bulundular.
Maral evde bir kızıyla kalıyordu. Oğulları ayrılmıştı. İlk oğlu zaten hiç kendisiyle olmamıştı. Ayrıldıklarında babasıyla kalmıştı. Kızı Adelaide'da üniversitede okuyordu. Ancak tatillerde beraber olabiliyorlardı. İri ve düzgün bir bedeni vardı Maralın. Saçlarının dip kısmı bembeyaz, uçları simsiyahtı. Uzun olgun bir selviyi andırıyordu endamı. Yüzü hep ciddiydi. Binde bir, o da çok hafif gülümsüyordu. Ama bu gülümseyiş, sanki onun yüzünde yayılıyor, bir çiçek bahçesine dönüşüyor, gözlerini güneşlendiriyordu. Onun dışında dupduru bir kişiliği vardı yalnızca...
Üst- başları toz, kir ve şıra içinde geldiler eve iş bitiminde. Önce temizlenip giyindiler.
Sonra mutfağa daldılar ana- kız birlikte. Ne de olsa evde konukları vardı ve konuklara iyi ev sahipliği yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. En güzel yemekleri pişirip sunmalıydılar.
Yemeklerin yapılıp hazır kendilerini beklediğini görünce şaşırmış olmalı ki:
- Niçin zahmet ettiniz diye eseflendi Maral.
- Ne zahmeti abla dedi Mantıvar. Siz çalışacaksınız sarı sıcağın altında, sonra da gelip eve yemek yapacaksınız, biz de ağalar gibi oturup yiyeceğiz. Olacak iş mi hiç bu?
Çok minnettar olduğunu söyledi Maral. Yemekleri masaya Mantıvarla birlikte indirdiler. Herkes, kocaman cilalı tahta masanın etrafına oturdu. Başladılar yemeye. Sohbete yemek yenip, çay faslına sıra gelince başlayacaklardı. Ama Mantıvar yeni şeyler düşünmüş olmalı ki;
- İşyerinizde çalışma koşulları nasıl, diye bir soru patlattı.
- Gördüğünüz gibi dedi Maral. Şafakla gidip gün batanda geliyoruz. Sinek, sıcak ve vıcık vıcık şıra içinde çalışıyoruz.
- Sendikanız yok mu?
- Yok. İş götürü. Biz kova usulü çalışıyoruz. Doldurduğun kovaya göre para alıyorsun. Onun için üç- beş dolar daha fazla kazanayım diye
yarış atları gibi koşturuyoruz bağların arasında sabahtan akşama kadar.
Mantıvar Marala kova fiatını sordu. Normalde ortalama bir kişinin kaç kova üzüm toplayabileceğini sordu. Sonra kendince bazı hesaplamalar yaptı ve;
- Ucuz dedi. Bu çalışmaya göre bu iş çok ucuz.
- Zeynep - diyerek söze girdi Cengiz- benim bildiğim kadarıyla üzüm toplamanın en kazançlı işi budur. Öteki işler daha da ucuz olsa gerek.
Cengiz bakışlarını Marala çevirdi düşüncesini almak için.
- Doğru dedi Maral. Bu marketlik üzümlerin işçiliği de satış fiatı da yüksek. Turfanda olduğu için her şeyi pahalı. Ama bu işin temiz ve özenli yapılması gerek. Kurutluk ve şaraplık üzümler gibi paldır küldür toplayamazsın bunu. Kurutluk ve şaraplığın kova fiatı ancak bizimkinin yarısı kadardır.
Mantıvarın canı çok sıkılmışa benziyordu bu işe. Neredeydi sözümona memleketteki işçi sendikaları? Niçin tarım işçilerinin çalışma koşullarıyla ilgilenmezlerdi? Onlar daha şu günde kırk yıl öncesinin Çukurova pamuk işçileri gibi çalışıyorlardı.
- Sizin çalışma koşullarınızın Türkiyenin geçici tarım işçilerinin koşullarından farkı yok dedi Marala üzüntülü bir söyleyişle Mantıvar.
- Orasını bilemem Zeynep hanım, diye yanıtladı onu Maral. Ben çocukluğum ve gençliğimde de tarım işçiliği yapmıştım Çukurovada. O günden bugüne biraz daha iyiyiz. Hiç değilse işe araba ile gidip geliyoruz. Evimizde oturuyoruz. Kazancımız da birazcık daha yüksek.
- Hepsi bu, dedi Mantıvar.
İş Mantıvara bırakılsaydı o hep çalıma ve yaşam koşularıyla zamanı dolduracağa benziyordu. Zaman akıp gidiyordu. Oysa Cengiz bu kısa ömrüne
yüzyılların acısını sindirmiş tarım işçisi kadının geçmiş aile ilişkisi ve yaşam öyküsünü öğrenmek için can atıyordu...Ve kısa bir duraksama anında sözü ele geçirip sordu.
- Maral sen şu yaşam öykünü bir anlatsana bize.
- Anlatayım ama bilmem ki nasıl anlatsam.
- Bildiğin gibi. Biz arada bir sorarız sana ona göre anlatırsın.
Maral anlatmaya başlamadan önce kızına çay demlemesini söyledi. Cengiz ve Mantıvar pür dikkat Maralı dinlemeye koyuldular.
- Ben Anadolunun elmalarıyla ünlü, bir kır kasabasının, yolsuz- yolaksız bir köyünde doğdum. Babamın köyde pek malı mülkü yoktu. Nerden
olsun ki. Bizim oralar dağ, tepe, vadi, uçurumdur. Genel olarak bölgede arazi yoktur zaten. Vadide dere kenarında üç- beş evlek yerin varsa durumun iyi sayılır. Elma dikersin, bakliyet ekersin. Beş- on tane de koyun olursa, eh, allah kerim o zaman. Tabi sık sık emeklerinizi sel ziyan etmezse. Bizim doğru- dürüst bir geçimliğimiz yoktu. Köylerimiz köstebek yığını gibi kerpiç ve taştan yapılmış evlerden oluşurdu. Yılın yarısını kar altında yaşardık. Ne zalım soğuk olurdu o memlekette öyle. Bugün bile düşündükçe dişlerimin birbirine vurası geliyor. İliklerim sızlıyor.
Altı yaşındaydım Çukurovaya göçtük.Orada ailecek ırgatlık yapıyorduk. Çapa, karpuz, pamuk toplama, çeltik işleri.... ne bulursak.
- O soğuk memleketten Çukurovaya inince yeni memleketin havasına uyabildiniz mi? Sıcak ve sinek nasıl karşıladı sizleri?
- Biz güzün göçmüştük Çukurovaya. Havalar çok sıcak değildi. Sonra kış geldi. Ne güzel ılıman bir kıştı o. Çok sevmiştik Çukurun kışını. Baharla birlikte güneş yakmaya başladı. Yaz alev gibi çöktü üstümüze... Köyü özlemeye başladık yaz gelince. İlk iki- üç yıl çok zorlandık Çukurun sıcağına dayanmak için, ama daha sonra yavaş yavaş alıştık. Yine de Çukurun sarı sıcağı Uzunyaylanın kışından iyiydi. Sivrisinek biz yayla insanlarını hep perişan edip dururdu. Oranın yerlileri pek önemsemezlerdi sineği. Ama yine de jibinliksiz yatmazlardı. Korkunç olurdu Çukurovanın sivrisineği tek sözle.
İki yıl önce gittim. Gezdim oraları. Her şey değişmiş. Tanıyamadım çocukluk ve gençliğimin geçtiği yerleri. Sinek- minek kalmamış. Bırakın çeltik ekimini, Çukurovaya pamuk bile ekmez olmuşlar.
- Seni okula vermediler mi, diye söze girdi Mantıvar. Cengizin soruları ve bu sorulara karşı verilen yanıtların dişe değer bir yanını görememiş gibi bir anlam vardı gözlerinde.
- Ben orada ilkokulu bitirdim. Çok başarılıydım. Okumak istiyordum. Ama beni orta okula göndermediler. Erkek kardeşimi kasabaya orta okula
verdiler. Bense evde ana mesleğine başladım. Ev işlerine...
- Göndermezler elbette, dedi Mantıvar. Kız çocuğu okuyup da ne
yapacak? Sonunda ev kadını olmayacak mı? Büyüklerimiz hep böyle düşünürlerdi. Boşu boşuna masraf edilir miydi o yoksullukta kaşık düşmanlarına. Hemen bağla başını, sat başlık parasına...
Çok derin bir kin ve hırçınlık seziliyordu Mantıvarın anlatışından. Acayip öfkeli bir ses tonuyla konuşuyordu. Sinirleri hayli gergin olmalıydı. Onu tanımayan biri hemen basardı damgayı, bu kız azgın bir feminist diye. Ama değildi. Feministlerden hiç hoşlanmazdı üstelik.. Onu böyle gerginleştiren kadın cinsi üzerindeki ataerkil baskılar olabilirdi. Mantıvar toplumsal sorunların her konusunda oldukça duyarlı biriydi.
- Sonra?
- Sonra ev işleri, tarım işleri... derken yaşım onbeşe erdi. Bir gün annem dediki: " Seni sözledik. Artık sağa- sola gitmek yok. Köyün içine sık sık çıkmak yok. Yolda- belde etrafına ve ona- buna bakmak yok. İkide bir komşuya gitmek yok. Yolda sekerek yürümek yok..."
- Yaşam dediğin kızlar için yalnızca yoklardan ibarettir, dedi Mantıvar. Onlar için var olanlar sistemin öngördüğü şeylerdir. Açlıktır, baskıdır, acı ve cefadır. Yoksulluk ve eziyettir. Onların yaşamı yaşamanın tam tersidir.
- Çocuktum daha. Beni evlendirdiler onbeş yaşımda. Yeni bir yuva kuracaktım. Evimi yönetecektim. Erimin hizmetini görecektim.
- Yeni ve değişik bir yaşam başladı senin için.
- Başladı başlamasına da... Ben hazır değildim ki. Üstelik büyük
sorumluluk altındaydım. Ev işi, tarla işi, derken başladım koşturmaya.
Ve çok geçmeden de ilk çocuğa gebe kaldım. Gebelik çok zor geldi. Ne yesem kusuyorum. Sıcak, bunaltı, üstelik çalışıyorum. Öte yanda beslenememe. İlk çocukta neler çektim, bir ben bilirim.
- İkinci ve üçüncü nasıldı, sorusunu yöneltti Mantıvar.
- Birinci kadar zahmetli olmadılar. Hele üçüncü daha da rahattı. Beden alışıyor sanırım. İlkinde beden içinde ayrı bir varlık ilk kez oluştuğundan olsa gerek beden zorlanıyor uyum sağlamaya...
Her neyse sonunda çocuk doğdu. Anam olmasa mahvolacağım. Anam yardım ediyor, ama yine de çocuk bakmak ve büyütmek başlı başına ustalık istiyen
bir meslek. Acemilik insanı çok zorluyor. Ben ilk çocuğu ayaklandırmadan ikinciye de gebe kaldım. Oysa daha onyedisindeydim. Geçim sıkıntısı, mal
yok, mülk yok. El kapısında ırgatlıkla geçinmek, ateş çemberinde yaşamak gibi bir şey. Üstelik evlendiğim kişi öyle çalışkan, ekmeğini taştan çıkartan birisi de değil. Çalışsa da eve yararı pek dokunmuyor. Gündüz işte, akşam kahvede.
İkinci çocuk da doğunca ben üretimden elimi eteğimi çekmek zorunda kaldım. Ancak çocuklara bakabiliyor ve ev işlerini yapabiliyorum. Yokluk duymuşsa, Avustralya denilen bir memleketin işçi istediğini öğrenmiş. Bol para veriyorlarmış orada. İki yıl çalıştın mıydı yükünü tutup geliyormuşsun geri memleketine. Elinde çanta dolusu para. Parası da amma kıymetliymiş haaa. İki yıl çalışmayla bir kaç tane mağaza açabilirmişiz.
Benim haberim bile olmadan gidip ailecek yazdırmış bizi. Hiç bir gün bana bir şeycik danışmazdı ki adam.
Bir isteği olursa onu söylerdi o kadar.
- Ne kadar beklediniz Avustralyaya gelmek için?
- Çok geçmeden haber geldi. Bir cuma akşamı bizimki sevinçle döndü kasabadan eve. Avustralya kabul etmiş bizi. Kısa sürede hazırlandık göçe.
Bir kış günü çıktık memleketten. Bir gün otobüs yolculuğundan sonra bindirdiler bizi uçağa. Uçağa binerken ayaklarımızı ve üst-başımızı ilaçladılar. Uçakla havada ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir gece geçti, tekrar gündüze döndü. Bir yerde bizi indirdiler. Bir gün bekledik orada. İkinci gün, akşama doğru yine uçağa bindik. Hava ışıyıp güneş kızararak doğarken bir şehre indik. Sonradan öğrendik, Sydneymiş indiğimiz şehir. Nem, bunaltıcı ve basık bir hava ve sıcak. Kıştan yaza gelmişiz. Şaşırıp kaldık bu işe. Biz ne biliriz dünyanın yarısı yazken, yarısının kış olduğunu.
Yolculuk bizi iyice hırpaladı. Çocukları perişan etti. Hastalandı yavrucaklarım. Bizi bir hostele yerleştirdiler. Hostel dediğin de bir büyükçe oda. Aynısından yanyana bir sürü daha var. Bir de herkesin kullandığı tuvalet, duş ve mutfak var. Bizleri hemen işçi bulma kurumuna kaydettiler. Bir hafta sonra da herife iş verdiler. Ben çocuklara bakıyorum. Doktor ilaç hak vere. Biz dil- diş bilmiyoruz. Ağlamayan bebeye burada da meme vermiyorlarmış meğer.
Bir ay sonra bizimki mızmızlanmaya başladı. İş zormuş. En ağır işleri ona yaptırtıyorlarmış. Dil diş bilmediği için onu eziyorlarmış.
Bir kişinin kazancı yeterli değilmiş. İşyerlerinde kadınlar da çalışıyorlarmış. Mış, mış, mış...
Para yetmiyordu doğru. Gelmeden önceki hayallerimiz hemen sarsıntıya uğramıştı bile. Hostelde bir Türkiyeli bayan çocuklara bakabileceğini söyledi. Kendi çocuklarına da bakıyordu nasıl olsa. Kocası onun dışarıda çalışmasını istemiyordu.
- Niçin diye sordu Mantıvar.
- Kocası bağnaz dinci biriydi. Kadın da kapalıydı. Evde kendi çocuklarına bakarken,başkalarının çocuklarına da bakıp az da olsa para kazanıyordu. Çocuklara gündüzleri bakması için anlaştım kadınla ve işe başladım. Çok zor, çok acıklı, çok düşündürücü bir yaşama dalmıştık. Çocukları komşuya teslim edip, sabahın köründe çıkıyordum evden. Akşam karanlıkta dönüyordum işten eve. Çocuklar perişan. Gece yarılarına kadar onlarla ilgileniyordum. Yol yolak bilmiyorduk. Çocuklar sık sık hastalanıyordu. Araba yok. Konuşamıyoruz. Doktora götürmek bile sorun oluyordu. Her şeyi para biriktirmeye ayarlamıştık. Geri dönüp memleketimizde rahat yaşama hayalimiz vardı ya....
Biraz durumu toparlamaya başlayınca bizimki akşam sefasına başlamaz mı? Kahvecilerle tanışmış, içki içen arkadaşlar bulmuş... Önceleri sabır ettim. Ama o işi ilerletti. Kazancını harçlık etmeye başladı. İş çıkışı
doğru kahveye gidiyor, gece yarısı eve geliyordu. Bir gün patladım. Çıngar çıktı aramızda.
Hır gür içinde üç yıl geçirdikten sonra, Sydneyi terkedip Wollongonga yerleştik. Artık karı- koca iki yıl çalışıp çanta dolusu parayla yurda dönüp rahata erme hayali bizi çoktan terketmişti. Tek çıkar yol burada
tutunmaya çalışmaktı. Yaşam bunu dayatıyordu.
Wollongongda bizimki bir ay içinde kavga yapıp işten kovuldu. Bir başka işe girmeye yanaşmak istemiyor gibi geldi bana. Adamda çalışmaya karşı bir gönülsüzlük vardı. Zorlamamla iş bulup başladı yeniden. Fakat iki ay geçmeden yine işini kaybetti. Bölüm yöneticisine küfretmiş.
Uzun zamandır hiç konuşmayan, ama sık sık notlar alan Cengiz söze girdi.
- Wollongongda çocuk sorununu nasıl çözümlediniz?
- Çocukların büyüğünü okula, küçüğü ise ana okuluna verdim. Akşam vardiyasında bir iş buldum. Gündüz evdeyim, gece işte. Ekmek aslanın ağzında. Çalışmazsan yaşayamazsın. Bizimki biraz daha boş dolaştıktan sonra nasıl olduysa işe girdi. İşi sevmiş olmalı ki, burada epey bir zaman çalıştı. Bu ara kıza gebe kaldım. Doğuma on gün kalana kadar da çalıştım. Kızım doğdu. Eve neşe geldi. Küçük oğlan da okula başladı. Ama yavaş yavaş bizimki de sorun yaratmaya girişti.
- Ne sorunu?
- Ne sorunu olacak, ben doğum yaptım. Fabrikadan üç ay üçretsiz izin alabildim. Biliyorsunuz Avustralyada işçilere paralı doğum izni vermiyorlar. Herif tek çalışıyor. Eşi çalışan birine işsizlik veya herhangi bir ödenek de vermiyorlar. Ekonomik sıkıntıya düştük. O istiyor ki, ben de bir an önce geri işe döneyim.
Üç aylık ücretsiz iznim bitti. Kızı verdim bir bakıcı kadına. Kreşlerde yer yok. Avustralyalı bir kadın. Çocuk bakımcısından başka her şeye benziyor. Bir akşam geldim ki ne göreyim? Çocuğun belden aşağısı pislik içinde yüzmüyor mu? Yavrumun gözleri ağlamaktan
kan çanağı gibi kızarmış. Öfkemden kan beynime sıçramış. Kadınla kavga çıktı aramızda. " Çocuğunu bir daha getirme" dedi. Sanki " getir" dese getirecekmişim gibi. Çocuk bakımı sorun oldu. İşyerinden izin alamıyorum. Arayı, tarayı işyerine epeyce uzakta bir kreşte yer bulabildim. Ama sorun yine çözülmedi. Çocuğu kreşe bırakıp işe yetişinceye kadar çok zaman kaybediyor ve işe hep geç kalıyordum. İşyeri sorun yarattı.
Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor. Şaşırıp kaldım. Ne yapmalıydım bir türlü bir çıkış yolu bulamıyordum. Bir gün Makedonyalı
bir arkadaşa durumu açtım. Tanıdığı birinin evde çocuk baktığını söyledi kadıncağız. Bahsettiği hadının evi de işyerine yakındı. İş çıkışında birlikte uğradık. Teslime adında, Makedonya Arnavutlarından biriydi. Temiz birisine benziyordu. Teslime hızır gibi yetişti imdadıma. Bu kadının adını hep iyilikle andım ömrümce. Kızıma kızı gibi baktı üç yıla yakın.
- Wollongongda ne kadar oturdunuz
- Orada tam dört yıl oturduk. Kızım üç yaşındaydı. Bizim herif işi gücü iyice asıp kumara başladı. Aramızda döğüşsüz, kavgasız gün geçmez oldu. Baktım bu böyle gitmeyecek. Onu arkadaş çevresinden ayırmalıydım. Yeniden göçmeye karar verdim.
- Ayrılmayı düşünmedin mi?
- O zaman henüz düşünemiyordum.
- Bizim kültürümüz bazı noktalarda çok gerici ve tutucudur, dedi Mantıvar. Seni anlıyorum. Benim de başımdan geçti. Ben de epey acısını çektim o tutucu kültürün, senin kadar olmasa da...
- Bize boşanmanın ahlaka uygun olmadığı, ayıp bir iş olduğu öğretildi hep.
- Ama erkek isterse dedi Mantıvar, kadını her an boşayabilir.
- Bizde erkek de kolay kolay boşayamaz. Aile konusunda aleviler toplumun öteki kesimlerinden daha tutucudur. Ben bunları yeni yeni algılıyorum. Aileye bağlılık, ailenin dışa karşı korunması, aile sırlarının devlet sırrı gibi saklanması... daha bir yığın mantıksız, insanlara acıdan başka bir şey yaşatmayan kurallar.
- Azınlık topluluklarında ya da baskı altındaki toplumlarda dışa karşı toplumun varlığını koruyup sürdürme içgüdüsünden ötürü bu tip töre
ve gelenekler vardır. Alevilerinki de bence aynıdır. Baskı altındaki bir toplum kendi üyelerini kendi içine hapsederek koruma altına alıyor. Ama
sonuçta böylelikle ezilen toplumun bireyleri kendi toplumu tarafından da eziliyor.
Mantıvarın bu sosyolojik açıklamasını Maral ve kızının anlayıp anlamadığı güman içindeydi. Onlar reflekssiz dinlediler yalnızca.
- Sonra çocuklar. Çocuklar için ana- baba ayrılığı çok daha zor sonuçlar yaratabilirdi. Başta moral bozukluğu ve ekonomik sıkıntılar çocukları kötü duruma sürükleyebilirdi. Gerçi bizde babanın aileye ekonomik katkısı yok gibi bir şeydi. Ama yine de, dul bir kadının çalışarak toplum içinde ağımsız yaşayabileceği düşüncesi yoktu bende.
- Dul bir kadını herkes rahatsız eder. Yeniden evlenmeye zorunlu bırakırlar.
- Ben buncağız şeyleri bile düşünemedim. Belki de düşünecek zamanım yoktu. Kafayı yemeden bugüne geldiysem, bu, düşünmeye zamanımın olmayışından sanırım. Aklım hep iş, ev, çocuklar ve geçim derdiyle meşgul oldu.
- Peki nereye göçmeyi düşünüyordunuz?
- Viktoriaya. Ama Melbourne’a değil. Gippsland tarafında küçük bir kasabaya yerleştik.
- Orayı seçmenizin özel bir nedeni mi vardı?
- Evet. Orada Türkiyeliler yoktu. Bu bakımdan iyiydi. Bizimkisi kahveyi bırakıp çalışabilirdi.
- Büyük özveri diye söze girdi Mantıvar. Siz hep kocanızı kazanmak, onu kötü alışkanlıklardan kurtarmak için uğraşmışsınız.
- Biraz öyle. Bu konuda hep düşünerek hareket ettim.
- Ama orada iş sahası felan pek yoktur. Böylesi bir yerde adam nasıl çalışıp meşgul olacak ve alışkanlıklarından sıyrılacak ki?
- Orası tarım alanıydı. Düzenli olmasa da sürekli geçici işler vardı. Orada üç yıla yakın kaldık. Zaman zaman tarlalarda çalıştık. İşsizlik ödeneği de alıyorduk. Kendi kendimize yetiyorduk güç bela.
Mantıvar Marala ilginç bir soru yöneltti.
- Şu an da tarım işçiliği yapıyorsunuz. Daha önce Gippslandda da aynısını yapmışsınız. Sizde sanayiden çok tarım işçiliği ruhu ağır basmış. Bunun sebebi ne olabilir sizce?
Maral düşündü biraz. Sorunun özünü yakalayamamıştı. Mantıvardan tekrarlamasını istedi. Mantıvar soruyu basitçe açıklayarak yeniden sordu.
- Vallahi kesin olarak düşünmedim ama, küçük kasaba veya köy yaşamını sevdiğimden olabilir. Ben köyde doğup büyüdüm. Tarım işleri çocukluğumdan
beri yapageldiğim işler. Başka bir sebep herifi eve bağlama, arkadaş çevresinden koparma duygusu olabilir. Bir diğer neden ise, tarım işçiliğinin düzensiz olması ve bunun sonucu olarak bu alandaki insanların sürekli sosyal yardım alması. Bu bizim gibi insanlar için iyi bir durum. Ne bir ailede bir kişinin çalışmasıyla, ne de ailecek işsizlik parasıyla yaşamanın olanağı var. Tarım işlerinde bu ikisinin toplamına yakın kazancı oluyor insanın. Bu ise önemli bir ekonomik avantajdır.
- Bana çok ilginç geldi sizin Gippslanda göçmeniz. Orada hep anglo-sakson asıllılar yaşıyor. Ve çoğunlukla ırkçı insanlar bunlar. Kendilerini Avustralyanın yerlisi, sonradan gelenleri de göçmen diye çağırıyorlar. Asıl yerli halkın varlığını ise...
Maral Cengizin sözünü keserek konuşmasını sürdürdü.
- Oraya getireceğim sözü. Herifler bizim Türk olduğumuzu öğrenince bizden gıcıklanmaya başladılar. Küçücük bir yer. Herkes birbirini tanıyor. Yabancı insan hemen açığa çıkıyor. Çarşıda, yolda, işte bizi gördüklerinde soğuk soğuk bakmaya başladılar. Tabi ki biz de bu durumdan rahatsız olmaya başladık. Bir gün bizimki birahaneye gidiyor. Diyorlar ki " sen buraya giremezsin". Tutup dışarı atmak istiyorlar. Bizimkiyse " Neden giremeyecekmişim" diye inatlaşıyor. Bir yaşlıca adam ayağa kalkıp orada oturanlara "bunlar Geliboluda bizim dedelerimizi öldürenlerdir. Şimdi gelmişler bizim ülkemizde bizim devletimizin parasını yiyorlar..." diyerek ötekileri kışkırtıyor. Eee bizimkinin de milliyetçiliği kabarıyor " ne işiniz vardı lan Geliboluda? " diye dikeliyor. Başlıyor kavga. Bizimkini iyi bir benzetiyorlar ellerine sağlık.
Polise şikayette bulunduk. Polis hepsini arabaya doldurup karakola getirdi. Biz de sandık ki, polis ırkçıların cezalanması için gerekli şeyleri yapacak. Hepsi bir ağızdan ifade verdiler. " Bu adam Avustralya askerine, devletine ve tüm Avustralyalılara küfretti..." Bunun üzerine polis ilgilenmedi bizim şikayetimizle. Onları serbest bıraktı. Bizimkine de "bir daha küfredersen seni mahkemeye verir yurtdışı ettiririz" diye bir tehditte bulundular.
Sonuçta bizimki tutturdu " ben burada durmam, Melbourne'a göçelim" diye. Birahane ve kahveye gitmeyeceğine de söz verdi. Göçüp geldik Melbourne’a. Yarrawillde bir ev kiralayıp yerleştik. Kız büyüyüp okula başladı o yıl. Ben hemen bir konfeksiyon fabrikasında iş buldum. Ben çalışıyorum ama herif işsiz. Bugün iş bulur, yarın iş bulur derken geçip gitti kocaman bir yıl. Konfeksiyon iş kolundaysa ücretler çok düşüktü.
Mantıvar atıldı:
- Çünkü konfeksiyonda hep kadınlar çalışıyor. Ve sermaye sistemi kadınlara daha az üçret ödemeyi öngörüyor. Bu durum dünyanın her yerinde
hemen hemen aynı.
- Devlet ek yardım vermiyor muydu?
- Hayır vermiyordu. Sadece çocuk parası veriyordu.
Çocuk başına ayda otuzyedi dolar. Bu para bir bebeğin aylık bez parası bile değildir. Ekonomik olarak çok sıkıştık. Bir yıl sonra ben de işi bıraktım. Nasıl olsa yoksul yaşıyoruz dedim kendi kendime. Hiç olmazsa haftada fazladan elli dolar için beş gün çalışmam. Oturup evde çocuklarımla ilgilenirim.
O yıl ben işsiz, herif işsiz geçip gitti. Gitti de bizimki de kahveye gitmeye başladı. Hemen yakasına yapıştım. Olur olmaz, anan aşağı- baban yukarı cebelleşe cebelleşe Melbourne'dan göçmeye razı ettim.
- Maşallah dedi Cengiz. Siz tamamen göçebeleştiniz. Yoksa aslınız da yörüklük mü var.
Mantıvar neşesiz bir kahkaha attı.
- Kendin yörük olduğundan herhalde herkesi yörük sanıyorsun.
- Yörük değiliz ama, bu memleket yörükleştirdi bizi, dedi Maral.
- Bence sizi yörükleştiren memleket değil, diye itiraz etti buna Mantıvar. Kocanız sizi konar- göçer hale getirmiş.
- Haklısın, öyle oldu dedi Maral.
- Neyse, bu kez göç nereye?
- Adelaide’a. Çekip geldik. Ben yine iş buldum. Herif işsiz. Bir gıda ambalajlama fabrikasında çalışıyordum. Uğraşa uğraşa herifi de oraya aldırdım. Ama bizimki beş ay bile çalışmadan hastalanmak bahanesiyle işe gitmedi. Bir doktordan rapor da alıp götürmedi ve işten kendini attırdı. O işten ayrılınca ben de ayrıldım. İşi bıraktıktan altı ay sonra fabrikadan tanıştığım bir Kıbrıslı arkadaşla karşılaştım alış-veriş merkezinde.
Halhatır sorduktan sonra çalışıp çalışmadığımı sordu kadın. İşsiz olduğumuzu söyledim. Kıbrıslı dedi ki:”Biz yılbaşından sonra üzüm toplamaya gidiyoruz. İstiyorsanız birlikte gidelim. Biz her yıl gidiyoruz. Parayı nakit ödüyorlar. İş götürü. Ne toplarsan ona göre para alıyorsun." Olur dedim arkadaşa. Akşam herife açtım üzüm fikrini. " Bu mevsimde üzüm mü olurmuş, boşa gidip yorulacağız" felan dedi. Baktım gönülsüz, ikna edemiyeceğim. Üzerine fazla varmadım. Kaldık o yıl. Kıbrıslılar bir buçuk ay sonra döndüler.Karı- koca beş bin dolar kazanmışlar. Sıcakta iyice yanmışlardı. Hallerinden çok çalıştıkları belli oluyordu. Ama beş bin dolar da o tarihte çok iyi bir kazançtı. Ben fabrikada haftalık ikiyüz yirmi dolara çalışıyordum.
Maralın kızı demlediği çayları getirip herkesin önüne bıraktı. Çay gerginleşen sinirleri yumuşatıyor ve uykuya karşı da beyni uyarıyordu. Herkes çayını alıp şekerini karıştırmaya başladı. Mantıvar ve Cengiz şekersiz içiyorlardı. Çaylar içilirken aynı zamanda tuvalet ihtiyaçları da giderilmiş oldu.
Sözü Cengiz başlattı yeniden;
- Sonra?
- Sonra işsizliğe devam ettik. Unutuyordum söylemeyi, bizimki o yıl bir de Araba Kazası Tazminatı işine girişti. Güya arkadaşının arabasındaymış da, yolda kaza olmuş. Herifin beli incinmişmiş...
- Kaza gerçekte olmadı mı dedi Mantıvar?
- Kaza olmuş. Ama bizimki içinde değil. Birisi akıl vermiş, bu da balıklama dalmış işe.
Güya bedavadan para kazanacak.
Tekrar yaz geldi. Bu kez direttim, mutlaka üzüme gideceğiz diye.
- Ben kompocuyum, çalışmam yasak dedi.
Ben anlamam dedim. Gel yanıbaşımızda dur, otur gölgede. Ben çocuklarla çalışırım. Baktı mercimek çok taşlı. Kaçacak bir yön yok. Mecbur kalıp geldi bizimle buraya. Bir ay çalıştık çocuklarla. Sıcak ve sinek perişan etti bizi. Yavrularım dayanamıyorlar. Okulları da açıldı. Dönüp geldik geri. İki binin üzerinde para kazandık çocuklarla.
- Beyefendiniz ne yaptı bu ara, diye sordu Mantıvar.
Gölgede yattı. Altı ay sonra da yaptığı komponun sahte olduğu açığa çıktı. Bizi ele güne karşı rezil ettiği yetmiyormuş gibi, haksızlığa uğradığının, kendini çekemeyenlerin ihpar ettiğinin propagandasını yapıp durdu yıl boyunca. İkinci yıl yine üzüme geldik. Bu kez herif de çalışıyor. Ama ne çalışma o öyle. Sineği bahane ediyor, sıcağı bahane ediyor, belinin ağrısını bahane ediyor... Eli işe bir türlü gitmiyor. Günde yirmi dolar kazanmadı desem yalan değil. Biz çocuklarla çalıştık. O kaytardı yalnızca.
Adelaide'a gelişimizin üçüncü yılında buraya göçmeye karar verdim. Orada nasıl olsa çalışamıyorduk. Hiç olmazsa burada arada bir de olsa çalışabilirdik tarım işlerinde. Düşündüm uzun zaman. Bir başka daha iyi yaşama olanağı yoktu bizler için. Herife fikrimi söyledim. Hiç itiraz etmedi bu kez. Çocuklar zaten göçmenliğe iyice alıştılar. Türkiye, Sydney, Wollongong, Gippsland, Melbourne, Adelaide ve sonunda burası.
- Kaç yıldır buradasınız?
- On yıldır buradayız. Buraya iyice alıştık. Buraya göçüp gelirken de amacımız burada kalmaktı. Çalışıp bir ev almayı hesaplamıştık. Buraya
geldikten sonra külüstür de olsa bir araba almıştık. Bizi işe götürüp getiriyordu. Bir de başımızı sokacağımız eski berki evimiz olursa tamamdı.
- Düzenli iş bulabiliyor muydunuz?
- Düzenli iş olanaksız buralarda. Ama yılın yarısını en azından çalışarak geçirebilirsin. Her mevsimde değişik işler var. Üzüm toplama, çubuk kesme, fasulye, portakal- zeytin toplama... Eğer çalışkan biriysen
her mevsim dolu olursun. Yani olanaklar daha iyi burada diğer yerlerden. Ücretler düşük ama, öte yandan işsizlik ödeneği de alıyorsunuz.
- Çalıştığınız zamanlar işsizlik ödeneğinizi kesmiyorlar mı?
- Normalde keserler. Ama o işin de hileleri var. Bazan ve genellikle parayı nakit alıyorsunuz. Bazan çalıştığın zamanı az gösteriyorsun. Örneğin altı gün çalışıyorsun haftada bir gün çalıştım diye bildirim yapıyorsun veya bazan iki günlük bildirimde bulunuyorsun. Zaten haftada bir günlük kazancından biraz fazla kazanma hakkın var. Eğer iki günlük bildirim yaparsan az bir miktar kesiyorlar. Sözün kısası, buralarda her şey esnek ve bu esneklikten yararlanarak para yapılabilinir, ev alınabilinirdi.
Bizim bu göçer kalkar yaşam tarzımız çocukların geleceği ve eğitimi açısından kötü sonuçlar doğurdu. O şehirden ötekine, ookuldan bu okula derken çocuklar sağlam bir temel tutturamadılar. Biz de ana- baba olarak üzerimize düşeni yerine getiremedik. Ben işten güçten başımı kaldırıp bakamadım bile. Üstelik bu konuda her hangi bir düşünce ve anlayışa da sahip değildim. Babaları ise hiç oralı bile olmadı. Adam evde bile gününü gün eden bir misafir gibi oturdu. Bulduysa yeyip içip yattı. Ben çalıştım o harcadı. Çocuklar okulu onbirinci sınıfta bıraktılar. İşe güce de alıştıramadım doğru dürüst. Oğlan çocukları, babalarını örnek alıyorlar.
- Çukurovaya geri dönmüşsünüz dedi Mantıvar. Burası da sıcak ve kurak. Her yer tarım alanı, tüm işler tarım işi. İşin özeti yine tarım işçisisiniz.
- Öyle oldu Zeynep hanım. Önceleri epeyce çalıştık burada. Biraz ekonomik durumumuz düzelince bir bağ satın aldık. Birinci yıl üzümleri dolu vurdu. Bağcılar sigortadan tazminat aldılar. Bizim bağ sigortasızdı.
Bir yığın banka borcu, gelir sıfır. Sonunda bir yıl daha dayanabildik. Evi de bağı da satıp borçları ödeyebildik. Yine ırgattık. Çalış babam çalış...Birazcık belimizi doğrultacağımız sırada bizimkinin kahvecilik
hastalığı nüksetti. Hergün kahvede pineklemeye başladı. Kahvecinin sonu kumarcılıktır. Çalıştığını kumara veren, içkiye yatıran birinden hiç hayır gelir mi?
- Gelmez elbette.
- Daha ayrılmıyor musun dedi Mantıvar.
- Hayır. Ama bende bir şeyler değişmeye, eski toplumsal düşüncelerimden bazıları yıkılmaya başladı. Adama parayı vermemeye karar verdim. Ama nasıl becerecektim bunu, hiç bir fikre sahip değildim. Yalnızca içimi yakan bir acı, bir öfke bana bu kararı aldırtıyordu. Ben çalışıyordum o götürüp harcıyordu
- O nasıl iş öyle dedi Mantıvar. Duruma öfkelenmiş bir hali vardı. Sen çalışıp kazandığın parayı ona mı teslim ediyordun?
- Elbette. Evin erkeği, reisi odur. Evi ve aileyi o yönetiyor. Bize hep öyle öğrettiler.
Mantıvarın yüzü renkten renge girmeye başladı. Gözleri seyridi. Nefesi daralır gibi oldu. Derin bir soluk alıp tuvalete gitti. Elini yüzünü ıslatıp geri geldiğinde düşünceli ve dalgınca bir hale dönüşmüştü yüz hatları. Uzaklara bir yerlere yolculuğa çıkmış gibi, geçmiş yıllara göçmüş gibi bir hali vardı. Bu anlatılan çok ilkel ve insan onurunu ayak altına alıp bir çul parçası gibi tepeleyen aile ilişkisi dünyasını biraz da olsa karartmışa benziyordu. Gelip koltuğa oturdu. Rahat edemedi. Ayaklarını oturağın üstüne aldı. Bir bacağını baldırının altına çekti, ötekini dizden büküp yere bastı. Gözlerini Marala dikip dinlemeye başladı.
- Adam kahveyi kendine mekan seçtikten sonra onunla tüm ilişkilerimiz bir bir kopmaya başladı. Aramızda duygusal hiç bir bağ kalmadı. Çok zoruma gidiyordu. Sen sarı sıcağın altında sürüne sürüne çalış, para kazan ve bu parayı birisi elinden alıp gitsin. Sen ise sefil bir yaşam sürdür. Ne biçim bir duygu ve düşüncenin ürünüydü bu. Ne biçim bir kültürdü. Ne biçim bir ahlaktı. Anlayamıyordum. İnsan olan biri bunu yapabilir miydi? Başkasının emeğini kumara verebilir miydi? Çoluk çocuğun ekmeğine el konabilir miydi? Peki ben neden emeğimi kumara verdiriyordum? Yirmi yıldır Avustralyadaydık. Yedi yıldır da burada. Bir küçücük evimiz bile yoktu. Bizimle gelenlerin çoğu iki üç tane eve sahipti. Ayrılmak istiyordum, ama korkuyordum, cesaretim kırılıyordu hep. Herkes beni ayıplayacaktı. Ya da ben öyle düşünüyordum. Ne menem bir kültürdü bu bizimkisi. İki ucu pisli bir değnek. Bizim kumarcı parası bitince eve geliyor, cebimde ne bulursa alıp gidiyor, karşı koyamıyordum. Neden karşı koyamıyordum? Korkuyor muydum? Kültürün, törenin gereklerini doğru gördüğüm için miydi? Bilemiyordum...
Bir gün bu sarsılmış dünyamı daha da sarsan bir olay oldu. İşyerinde çavuşla atıştık. Ufak tefek şeyler yüzünden adam bize olmadık laflar etmeye başladı. Dayanamadım. Nasıl olduysa çavuşa karşılık verdim. Ben karşı koyunca bir kaç kadın daha açtı ağzını. Çavuş deliye döndü. Beni tehdit etti. Kadınlarla birlikte üzerine yürüdük. Çavuş kaçtı.
Akşam iş bitiminde işveren muhasebecisi elime bir zarf uzattı ve " Bir daha buraya gelmeyeceksin. Al paranı evine git." dedi.
- Yani işten atıldınız.
- Evet.
- Peki işçileri isyana teşvik etmekten mahkemeye vermediler mi?
- Hayır vermediler.
- O anki moraliniz ve içinde bulunduğunuz atmosferi anlatabilir misiniz?
- Çok korkunç bir atmosfer içine itildim. Moralim sıfır. Çalışıyordum ve çoluk çocuk açtık. Üstüne bir de işsizlik eklenmişti. Yılanla bir arada kalıyordum. Kızımı okutmak istiyordum. Artık en büyük amacım buydu. Benim yaşadıklarımı o yaşamasın da isterse dünya alem batsın. Hiç bir şey umurumda bile değildi. İşten de kovulunca dengemi iyice bozdum.
O işten atıldığım akşam eve geldiğimde bizim haraç alıcısı kapıda bekliyordu. Selam vermeden girdim içeri. O da ardımsıra girip, " bana para lazım, harclığım yok" dedi. Yanıt vermedim. Tekrarladı. Ben yine yanıt vermeyince beni kötü kadınlara benzeten, ahlaksızlığımı belirten sözler söylemeye başladı. Bilincimi yitirmişim o an, çantayı suratına fırlattım. Saldırdı bana. Yüzümü, gözümü morarttı. Çantada ne varsa tümünü alıp gitti. Ardından sövemedim bile alçak herifin. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Küçük oğlum geldi beni teselli etmeye çalıştı. Kızım korkmuştu. O da ağlıyordu.
- Büyük oğlunuz yokmuydu, karşı koymadı mı?
Mantıvarın sorusu Maralı bir tuhaf hale soktu. Gözleri buğulanır gibi oldu. Dalıp gitti bir yerlere. Bir kağıt mendil alıp burnunu sildi. Demek ki şu an Maral için için ağlıyordu. Ama gözlerinde yaş yoktu. O kadar acı ve hakaret dolu olayları anlatırken bu kadar duygulanmamıştı bu kadın. Neydi acaba onu böyle derinden acıtan oğluyla ilgili şey..?
Cengiz Mantıvara baktı. Mantıvarın yüzüne bir tuhaf anlamsızlık oturmuştu. Sorduğu soru için pişman mı olmuştu yoksa? Yoksa Maralın anlattıkları Mantıvarı şaşkınlık alametlerine sokup refleksiz mi bırakmıştı? Cengiz Mantıvara dönüp;
- Bir kahve yapsan ne büyük ikrama geçer, değil mi can dedi.
Mantıvar hemen fırladı. Ne anlayışlı bir kişiydi bu kız böyle. Maral da kalktı. Cengiz banyoya gidip uyku bastıran gözlerini suyla yıkayarak uykuyu birazcık savuşturdu. Banyodan geri döndüğünde mutfakta Mantıvar günlük basit şeyler anlatıyordu Maral’a, kadının moralını yükseltmek için.
- Ne dedi- kodu ediyor bakalım hanım arkadaşlar yine.?
- Senin dedi- kodunu yapıyorduk dedi Maral.
- Sağ olun dedi Cengiz gülerek. Demekki beni konuşmaya değer birisi kabul ediyorsunuz.
- Dedi- koduyu artık kadınlardan çok erkekler yapıyorlar diye laf attı Mantıvar Cengize.
- Başkalarını bilmem ama, dedi Cengiz, ben dedi- koduyu çok severim. Sakın ha açığınızı vermeyin. Gazetede yazarım, dilden dile yayarım....
Hep birlikte güldüler. Ortam iyice canlanıp ısınmıştı. Kahveleri ellerinde salona geri dönüp oturdular. Kahveler içilirken Maral kendiliğinden bıraktığı yerden konuşmayı başlattı.
- Onu kendisine benzetti. Yüreğimin üçte birisi kopup gitti benden. Çam dalı gibi oğlan yaşam dolu olacağına, düzenin bataklıklarında sigara dumanı ve pis hava soluyor. Yani o da babası gibi kahveden çıkmaz oldu.
Amaçsız sürünüyor yeryüzünde. Günü dolduruyor sefilce. Geleceği yok, yarını belli değil...
- Üzülme dedi Mantıvar. Gün gelir anlar hanyayı- konyayı. Yaşamı sever ve ona yapışır. Yarın ne olacağı hiç belli olmaz. Sen kendini, doğurduğu çocuğu elinden alınıp, kaçırılan ve bir daha hiç gösterilmeyen bir anne yerine koy bakalım, neler hissedeceksin.?
- Elbet o dediğin çekilir şey değil. Ama insanın kendi yavrusunun da göz göre göre ziyan olması çok acı bir durum değil mi?
- Çekilir şey değil dediğin şeyi çekenler var hayatta. Hem de tüm acısını, özlemini, ıstırabını kendi içine
hapsederek...
Mantıvar Marala ne anlatmak istiyordu? Özellikle toplumsal olarak geri kalmış veya bağnaz dinciliğin hüküm sürdüğü ülkelerde bazı kadınlar bu acı olayı yaşıyordu. Türkiye de bu sıralamanın içindeydi. Yasalar erkeğin egemenliğine göre düzenlenmişti. Gerekirse kadında ahlaksal kusurlar bulunuyor ve çocuk babaya veriliyordu. Bazı durumlarda annenin çocuğunu görmesi bile engelleniyordu. Ama Mantıvarın anlattığı bu muydu acaba? Bu kız, pek çok sırrı henüz çözülememiş tarih öncesi abidelere ya da uzay cisimlerine benziyordu bazı halleriyle. Bazı durumlarıyla ise, basit, ama bilinçli, çok sıradan bir emekçi kadındı. Maral ondan ne anladı, ne anlamadı bilinmezdi. Ama Cengize Mantıvarın dilinin altında çok şeyler saklı gibi geldi.
Gece iyice ilerlemişti. Maralın kızı çoktan gidip uykuya dalmıştı. Üçünün de gözleri iyice küçülmüştü. vücutları pelteleşmiş, beyinleri mayışmıştı. Uyku yavaş yavaş olanca ağırlığıyla çökmüştü üstlerine.
- Arkadaşlar dedi Cengiz, ben bugün bu sohbeti burada keselim ve yarın devam edelim diyorum. Sizler ne düşünüyorsunuz bu konuda?
- Çok iyi olur dedi Maral. Mantıvar da onu onayladı.
Maral hemen fırlayıp misafirlerine yatak yapmaya girişti.
-Kusura bakmayın sizin yatağınızı odaya, yere sereceğim. Somyemiz yok.
Ama ötekiler,
- Biz yatak istemeyiz, zaten ikimiz bir yatakta da yatmayız, diye ısrarla karşı koydular.
-Neden bir yatakta yatmıyorsunuz diye sordu Maral. Birazcık şaşalamıştı kadıncağız.
-Biz karı-koca değiliz diye söze başladı Mantıvar. Aramızda duygusal bir ilişki yok. Sadece arkadaşız. Belki bu durum da seni şaşırtır ama ilerde anlarsınız anormal bir şey olmadığını bir kadınla bir erkeğin dostane arkadaş olabilmesinin. Ancak kadını bir cinsel araç görenler bu durumu anlamakta zorlanırlar..
- Siz bilirsiniz, dedi Maral. Ev sizin. Nasıl istiyorsanız öyle yapın. İyi geceler.
- Size de.
Sabaha zaten fazla bir vakit kalmamıştı. Yatak yapma işini bir tarafa bırakıp koltuklarda uyudular.
Sol omuzunun ağrısıyla uyandı Cengiz. Yaz günü. Hava sıcaktı. Deri koltukta iyice terlemişti. Ağzının içi acı bir pas bağlamıştı. Genzinde hafif yanma vardı. Saate baktı. Yedibuçuktu. Demekki dörtbuçuk saat uyumuştu. Banyoya girip elini yüzünü yıkadı. Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Maral'ın arabası evin önünde yoktu. Onlar ana kız işe gitmiş olmalıydılar. Mantıvar daha uyumaktaydı. Gidip arabadan yeni çamaşır
ve gömlek getirdi. Tekrar banyoya girip duş aldı. Ardından mutfağa yöneldi. Çaydanlıkta su kaynatıp bir sallama çay yaptı kendine. Gelip koltuğa oturdu. Hem çayını yudumluyor,hem de Mantıvarı seyrediyordu. Mantıvar çok derin bir uykudaydı. Saçları yüzüne dökülüp, sağ yanağını kapatmıştı. Alnı, kulak dipleri ve gıdığı boncuk boncuk terlemişti.
Arada bir gövdesi geriliyor, nefessiz kalır gibi oluyor, gırtlaktan acayip sesler çıkartıyordu. Aslında sesini çıkartamıyor, boğulma durumuna giriyordu.
Gerginleşme, gevşeme, inilti sıklaştı. Bir kabus görüyor olmalıydı ya da vücudunda bir sancı vardı. Yan döndü. Koltuğa bir yumruk savurdu. İsabet ettiremedi. Yumruk boşluğa gitti. İnledi. Cengiz koşup kucakladı Mantıvarı. Alnının ve boynunun terlerini sildi. Eliyle başını ve sırtını okşadı. " Mantıvar! " diye üç- dört kere seslendi. Yeniden sırtını okşadı. Hafifce sarstı. Mantıvar yavaş yavaş sakinleşti, duruldu. Usulca gözlerini açıp Cengizin yüzüne bakmaya başladı. Gözleri donmuş gibi bir noktaya çivilenip kaldı. Sanki cansız bakıyordu.
- Canım ne oldu sana öyle? Kabus felan mı gördün, diye sordu Cengiz.
- Ne yaptım ki?
- Yumruk savurdun etrafa.
Yumuşak bir tonla güldü Mantıvar. Cengize sarıldı iyice. Bir an nefessiz kaldılar. Sonra usulca kalktı duş aldı. Cengizin demlediği adaçayını içtikten sonra;
- Biz de üzüm kesmeye gidelim Maralgilin çalıştığı bağa diye bir öneri getirdi.
Cengiz itiraz edecekken vazgeçti. Belki üzülürdü fikirlerine karşı Çıkılmasından dolayı. Çok duygusal ve kırılgan bir atmosfer içinde görünüyordu kaç gündür. Sadece sormakla yetindi Cengiz.
- Bu saatten sonra mı?
- Evet. Deney olur bize. Bakalım becerebilecek miyiz?
Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra çıktılar evden. Maralın eviyle çalıştığı bağın arası arabayla on beş dakika sürüyordu. Sıcak sis gibi çökmüştü çöl yazıya. Yol boyu bağlar uzanıyordu. Bu bağların çoğunluğu şaraplık ve kurutluk üzüm bağları oldukları için buralarda henüz çalışan kimsecikler yoktu. Yolda milkbara* uğrayıp soğuk meşrubat aldılar Maral ve kızı ile kendilerine. Nehri geçip ilerlediler stablize yoldan. Bağa vardıklarında herkes çalışıyordu. Üzüm kütükleri sıralar halinde dikilmişti. Yükseklikleri yerden bir metre civarındaydı. Sıraların başına kovalar konmuştu. İşçiler üzümleri kesip kovalara dolduruyordu. Sıraların başında biriken kovaları traktörle gelip topluyor ve depolara taşıyorlardı. Maralı ta öte uçta buldular. Elleri makine gibi işliyordu kadının. Kızı daha yavaş çalışıyordu. O ne de olsa işçi değildi. Acaba Mantıvarla Cengiz bu işi becerebilecek miydiler.?
Maral ve kızına meşrubatları verdiler.
- Niçin zahmet ettiniz, dedi Maral. Keşke yatıp uyusaydınız.
İşçiler nasıl yapıyorlardı bu işi? Cengiz hep onları izliyordu. Mantıvar Maralla konuşuyordu. Maral onların üzüm toplama isteğine olmazlandı. Ama Mantıvar ısrar ediyordu. Kendilerine değil, Maralgile toplayacaklardı. Sonunda Maral ikna oldu. Gidip işin sorumlusundan izin aldı. Cengiz ve Mantıvara da birer bıçak ve kova verdi. Üzümleri nasıl keseceklerini gösterdi. Salkımlar zedelenmemeliydi ve kovalara düzgünce konmalıydı. Ve onları ellerini kesmemeleri konusunda yeniden ve yeniden uyardı.
Başladılar çalışmaya. Cengiz Maralın, Mantıvar kızının hattında üzüm topluyordu. Cengiz her yeni şeyde sık sık neden niçin arayan biri
olduğundan Marala sık sık sorular soruyordu. Sonunda Mantıvar dayanamayıp patladı. Cengize;
- Kıldığın namaz ürküttüğün kurbağayı değmez diye çıkıştı. Üzüm keseceğine kadıncağızı avare ediyorsun.
- Zararı yok dedi Maral, sorsun, ben avare olmam.
Mantıvarın eli her işe yatıyordu. İşe başlayalı bir saat bile geçmeden elleri tıkır tıkır işlemeye başlamıştı bile. Cengiz daha ağır aksak ve durup düşünerek üzüm kesmeye çabalıyordu.
Ogün akşama kadar çalıştılar. Cengizin kolları, bacakları ve beli ağrıya kesmişti. Mantıvarda bir şeycikler yoktu. Akşama yine Maralgildeydiler. Birlikte eve geldiler. Cengiz kendini banyoya zor attı. O çıktıktan sonra Mantıvar girdi duşa. Maral ve kızı Maralın yatak odasındaki özel banyoyu kullanıyorlardı. Banyodan sonra Maral yemek hazırlığına başladı. Fırına güveç koydu. Pilav ve salata yaptı. Cengiz kendini külçe gibi getirip koltuğa bıraktı. Mantıvar Cengize bakıp bakıp gülüyordu. Onun bu gülmelerinin nedenini anlamayan Maral, niçin güldüğünü sordu Mantıvara.
- Ne oldu, niçin durmadan gülüyorsunuz?
- Baksana benim işçi arkadaşımın haline. Bir gün çalışınca bir ölüden farkı kalmadı. En iyisi götürüp mezarlığa bırakmalı bunu.
- Ama adam ham, uzun zamandır beden işi yapmamıştır herhalde, dedi Maral. Yazık değil mi, neden mezarlığa bırakacaksın belki karısı ve çocukları vardır.
- Karısı onun için ağlamaz.
Cengiz uzandığı koltuktan doğruldu.
- Birincisi dedi, ben işçiyim ama günüm hep araba sürmekle geçiyor ve bedenim hantallaşmış iyice. İkincisi, değil senin beni mezarlığa bırakmanı, bu sözünü bile duysa seni param parça eder benim karım ve kendisinden başkasının kocasına işkence yapmasına asla izin vermez.
Mantıvar bir kahkaha patlattı bu söz üzerine. Hep birlikte gülüştüler. Yemekler pişirilip masaya getirildi. Yenildi, içildi. O akşam tam bir paşa sofrasındaydılar. Her günkünden çok daha rahat hareket ediyorlardı evde. Ne de olsa üretime katkıları olmuştu. Maral o gün seksen dolarlık fazla iş yapıldığını söyledi. Mantıvar ve Cengize bu parayı vermek istedi. İkisi birden Maralın fikrine karşı çıktılar. Maral ısrar ediyordu. Sonunda baktılar ki Maral ikna olmayacak; Mantıvar uzun bir söyleve başladı.
- Abla, biz kendimizi bu evin birer üyesi gibi görüyoruz. Burada iki gündür istediğimiz gibi yeyip, içip, yatıyoruz. İzin ver bizim de azıcık katkımız olsun yaşamın giderlerine. Senin o parayı ille de ödemek istemen bizi burda istememek gibi bir şey. Bizi evden kovmak gibi bir şey. Elbette sen bunu düşünmüyorsun. Ama sonuç bize öyle geliyor. Sonra biz, zevkle, işçilerin nasıl çalıştıklarını öğrenelim diye çalıştık. Amacımız para kazanmak değildi...
- Sen ne diyorsun dedi Cengize Maral, Mantıvarın sözünü keserek.
- Zeynep ne diyorsa doğrudur. Zaten o seksen doların ancak yirmisini ben kazanmışımdır.
Mantıvar kahkahayı koyverdi yine. Ortalık yatıştı. Kızın demlediği çayları ince belli Paşabahçe bardaklarda içtiler. Ve başladılar yeniden Maralın macerasını dinlemeye.
- Nerde kalmıştık dedi Maral Cengize.
- Sen parayı vermeyince o sana vurmuştu ve paraları zorla alıp gitmişti.
- O olaydan sonra beynimde ve yüreğimde aileye ait ne varsa hepsi yıkıldı. Kendimi sonsuz bir boşlukta hissettim. Bunca uzun yılların sonucu, bunca zahmetin, çalışmanın, didinmenin, acının, çilenin sonucu bir hiçti... Hiç... Tek başıma, bomboş bir ortamda, elim başım bomboş kalakaldım. Sonuç bu mu olmalıydı? Yıkık dünyam daha da yıkıldı.
Bir hafta kendimle savaştım. Düşünüyorum, taşınıyorum, olmayıp bir yol bulamıyorum. İşe gittiğimde bu derece bunalmıyordum. Evde hep düşünüyorum. Aslında düşünemiyorum. Bir düşünce, bir çıkış yolu bulamıyorum.
- Yani kara kara düşünüyorsunuz dedi Mantıvar.
- Evet. Kafayı iyice bozabileceğim geldi aklıma. Ürktüm kendimden. Çıktım dışarı. İşe bakıyorum yeniden. O bağ senin, bu bahçe benim dolaş
babam dolaş. Sonunda bir yerde iş buldum. Başladım tekrar çalışmaya. Ohh be, hayat varmış. Beynimi kemiren çözümsüz düşüncelerden birazcık da olsa
uzaklaştım. Bir hafta çalışıp ücretimi aldım. Biraz alış verş yapıp eve geldim ki........
Durdu. Buzdan yapılma bir sütun gibi dondu gözleri. O an ölü mü diri mi olduğunu ayırtetmek olanaksız gibi bir hale dönüştü.
- Ne oldu eve geldiniz ki?
Mantıvarı duymuyordu. Ses seda kalmamıştı kadının gırtlağında. Mantıvar eliyle omuzundan sarstı.
- Ne oldu Maral abla anlatsana. Evde neyle karşılaştınız?
Maral gözlerini yumuşturdu, başını salladı. Bir şeyleri beyninden uzaklaştırmaya çabaladığını çağrıştırıyordu yüz hatları.
- Haraç alıcısı evde beni beklemiyor mu?
- O güne kadar geçen iki hafta içinde eve hiç gelmemiş miydi
- Gelmemişti. Adamı görünce elim ayağım titremeye başladı.
- Tünekte uyurken aç karganın boynu leşin olduğu tarafa eğilirmiş, dedi Mantıvar.
- Gelirken satın aldığım malzemeyi alıp içeriye yürüdüm. Mutfağa girdim o da ardımsıra girdi. Mutfağın kapısında dikildi. Ters ters yüzüne
baktım. İstiyorum ki yolumdan çekilsin, ama o hiç oralı değil. Karşılıklı dikilip kalmışız. Eliyle para ver işareti yaptı. Anlamazlığa vurdum.
- Paraları istiyorum dedi.
- Ben banka değilim diye yanıtladım. Paraya ihtiyacı olan gidip çalışır. Kahvelerde pineklemez. Çekil önümden benim işim gücüm var.
- Çıkar paraları diye saldırdı.
- Hayır diye bağırmışım. Akıl yokki bende. Mutfaktasın. Bir bıçak çekmeyi bile akıl edememişim. Aramızda itişme ve küfürleşme başladı. Onun küfrüne karşılık bir tükürük savurmuşum. Hemen bir bıçak kapıp gırtlağıma dayadı.
- Ya parayı verirsin orospu dedi, ya da doğrarım seni.
Bir an kararsızlık çöktü üstüme. Beynim döndü... Kızım geldi aklıma sonra. Anasız, desteksiz, perişan, kötü yollarda.... Kanım akmayacaktı kesse bile, eğer kızımı düşünmeseydim o an.
- Tamam dedim ve cüzdanı uzattım.
Önümden çekildi. O paraları sayarken ben yalınayak fırladım dışarıya. Atlamışım arabaya. Asıldım gaza... Sürüyorum bağların toprak yollarında son sürat... Tozu dumana katmışım. Sanıyorum ki, arkamdan yetişip beni boğazlayacak. Oysa arabası yok onun bana yetişemez. Kendimi karakola zor atmışım. Son hızla ve telaş içinde girdim karakola.
Durmadan bağırıyorum "öldürecek", " öldürecek" diye. Bütün polisler üşüştü başıma. " Ne oldu" diye
soruyorlar. "Öldürecek" diyorum sadece... " Çocuklarım" diyorum... Beni oturttular bir koltuğa. Kahve getirdiler. "Sakin ol! " diyorlar durmadan. Adımı, adresimi sordular. Verdim. Birlikte eve gidelim diyorlar durmadan.
- Hayır! dedim. Ben o eve bir daha ölürüm de gitmem.
Bağırıyorum durmadan ve ağlıyorum. Polisler benim aklımı kaçıracağımı sandılar herhalde, beni eve götürmekten vazgeçtiler. İki polis gidip kızımı ve küçük oğlanı alıp geldiler. O geceyi karakolda geçirdik. Ertesi gün bir ev buldular bize. Bir kamyonet ayarlayıp eşyaları getirttiler.
- Burası mı o ev, diye sordu Mantıvar.
- Yok, dedi Maral. Buraya yeni taşındım. Üç yıl çalışıp depozit biriktirdim ve burayı satın aldım…

*mahalle bakkalı

Ağustos 2005 Bangkok


10

Dışarısı oğlanlara serbest
kızlara yasaktı,
bir gece evden kaçtım
ve bir daha dönemedim geriye!

Daha onyedisinde ya var, ya yoktu. Çok hafif dalgalı, açık kumral ve kısa kesilmiş saçları boynunu zar- zor örtüyordu. Kulaklarındaki küpeler ışıldayıp kayboluyorlardı arada bir. Bunlar gümüş veya metal küpeler olmalıydı. Bacaklarına koyu renkli kalın bir eşofman, üstüne de kaba orlondan örülmüş bir kazak giymişti. Ayaklarındaysa ucu çelik kaplamalı ağır bir işçi botu vardı.
Durmadan tuğla ve harç taşıyordu duvarcı ustalarına. İki tane usta duvarcıya bir işçi.. Üstelik bu işçi bir kız çocuğu. Dudakları mosmor olmuştu. Hava sert ve soğuktu. Güz yeni bitmiş, Melbourne sert bir soğukla kışı karşılamıştı.
Cengiz toplu evlerin boya işini almak için gelmişti oraya. Herzaman olduğu gibi randevusuna zamanından önce gitmiş, duvar örenleri izliyordu. Yapı yerinde duvarcılardan başka alçıcılar ve marangozlar da çalışıyordu. Binanın birinde alçı ustası Zaza Ali çarptı Cengizin gözüne. Ayaklarına metal bacakları eklemiş leylek gibi uzun bacaklarıyla merdivene gerek duymadam tavanı alçılıyordu Ali usta... Alanda otuz kadar bina yapımı sürdürülüyordu. Kimisine daha yeni başlanmıştı. Kimiyse nerdeyse boyaya hazır duruma getirilmişti.
Arabadan inip, genç kızın çalıştığı duvarcılara doğru yürüdü. Bunlar Türkiyeden son yıllarda gelen ilticacı olan tuğlacılardı. Duvarcıların elleri makine gibi işliyordu. Ve işçi kız bu hızlı tuğlacılara kanter içinde tuğla ve harç yetiştirmeye çalışıyordu. Tuğlacı Derviş usta bağırdı kıza;
- Heyyy Çimento çiçeği! Harç bitti. Çabuk arabayı doldurup getir.
Bu kez işçi kız tuğla taşımayı bırakıp, az ötesinde duran el arabasını alıp, betoner denilen harç karma makinesine doğru sürdü. Arabayı yanaştırıp, iyice karılmış olan harcı makinenin kontrol kolunu bükerek el arabasına doldurdu. Çamurun içinde arabayı iteklemeye başladı. Duvarcıların kullandıkları el arabaları normal ölçüdekilerden çok daha büyüktür. Kızın elindeki araba da oldukça büyüktü. İçi silme harç doluydu. Araba kızcağızı zorluyordu. Ağır yük altında zorlanarak çalışan eski bir kamyonet motoru gibi eksozdan kaba sesler çıkartarak yol alıyordu.
Cengiz koşup yadım etti kıza. Beraber iteklemeye başladılar arabayı.
- Bırak ustam, o getirir dedi Derviş.
Arabayı ustaların yanına yanaştıran Cengiz yüzünü duvarcılara çevirip;
- Selam ağalar dedi. Yazık değil mi be! Bu tazecik fidanı eziyorsunuz burada çamurun içinde, harç ve tuğlanın altında!
- Acı patlıcanı kırağı çalmaz Cengiz usta, diye seslendi Baki öteden. Onun bedeni acı duymaz pek. Damarlarında kan değil petrol dolaşır onun. Sen
daha tanımıyorsun onu. O taksi Durdanedir. Nice kazma sapı kırılmıştır o tazecik sandığının eksoz borusunda.
Cengiz iyice şaşırdı kız üzerine tuğlacıların konuştuklarına. Bakiyi iyi bir ayıplamayı geçirdi kafasından, ama o anda yapı patronu geldi.Patron Cengizi sesledi. Cengiz, Bakiyi hışlamayı bir başka zamana erteleyip yapı patronuna doğru yürüdü. El sıkışıp selamlaştıktan sonra birlikte hazırlanmakta olan yapıları gezdiler. Yapımcı Cengize yaptığı yapılar ve boyama durumu üzerine genel bilgiler verdi. Cengiz de kendi işi, çalışma yöntemleri, ekipleri ve kullandığı boyalar üzerine bilgi verdi. Fiat üzerinde küçük bir pazarlık yaptıktan sonra anlaştılar. Yapımcı ikircikli de olsa işi biraz ucuza getirdiğini düşünerek "tamam" dedi. Haftaya işe başlanacaktı. Cengiz patronun elini sıkıp ayrıldı.

Şimdi tuğlacı ustalarıyla özellikle de Bakiyle
hesaplaşmaya zamanı vardı. Tuğlacılara doğru yürürken yapımcının oldukça pinti birisi olduğunu düşünüyordu. Tüm yapımcılar aynı değil miydi sanki. Beş sente adam değiştirirlerdi. İşleri ustalara daha ucuza satmak için yalan üzerine yalan uydururlardı. Planlarda yapıların yüzölçümlerini bile eksik gösterirlerdi.
Tuğlacıların yanına geldiğinde küçük kız kanter içinde harç ve tuğla yetiştirmeye çalışıyordu Baki ve Derviş ustalara.
- Merhaba Durdane diye söylendi Cengiz. Nasıl gidiyor iş? Malzemeleri rahat yetiştirebiliyor musun ustalarına?
- Benim adım Durdane değil amca. Bu tuğlacılar bana o adı taktı. İş çok ve hızlı. Soluk aldırtmıyor insana.
- Adın ne senin?
- Nihal.
- Ooo, çok güzel adın varmış.
- Kendim de güzel değil miyim?
Cengiz biraz şaşırıp bocaladı hiç ummadığı bu soru karşısında. Ama kendini çabuk toparladı.
- Adın gibi kendin de güzelsin elbette.
Derviş ve Baki kızın bu sözü üzerine hafif birer kahkaha patlattılar. Bu adamların işi gücü kızla gırgır geçmek diye düşündü Cengiz. Kızı hem esir gibi çalıştırıyorlar, hem de kafa buluyorlar.
- Durdane çaydanlığa su doldur. Fişi pirizine sok ve suyu kaynat. Kahvaltı yapacağız.
Emri bildiren Baki'ydi. Ve bilerek "pirizine sok" diyordu.
Nihal hemen elektrikli çaydanlığı kapıp çeşmeye seyirtti. Su doldurup elektrik kutusuna yöneldi. Cengiz duvarcılarla cengi başlatmak için kafasında söyleyeceği sözleri tartıyordu ki;
- İşi aldın mı bari ağbi diye seslendi Derviş.
- Herhalde diye yanıtladı onu Cengiz. Bir terslik olmazsa eğer, bu evlerin yüzlerini ben ağartacağım. Patronunuz amma da cimri bir adama benziyor. Bir dolara pazarlık yapanlardan birisi herhalde.
- Ucuzcudur. Ama sağlam adamdır. Korkmadan işe başlayabilirsin. Sözü sağlamdır. Tükürdüğü tükrüğü yalamaz bir adamdır.
- Sizin işler nasıl? Sürekli bu adama mı işliyorsunuz, yoksa başkalarının da işini yapıyor musunuz?
- Şükür iyiyiz dedi Derviş. Başka işverenlerimiz de var. Başımızı kaşıyacak vakit bulamıyoruz.
- Çalışmanızdan belli oluyor zaten. Elleriniz makine gibi uğunuyor. Koşar adım çalışıyorsunuz. Bu kızcağızı nerden buldunuz?
- Sokaktan aldık, dedi Baki. O tinercinin birisidir. Önüne gelenin altına yatıp bir tiner ya da ot parası kopardı mı keyfine diyecek yoktur.
- Ama siz eziyorsunuz zavallıyı.
- Ağbi eğer sen bizimkine "ezmek" dersen, başkasının yaptığına "düzmek ve büzmek" dersin.
- Başkaları kötülük yapıyor diye biz de kötülük yapamayız. Böylesi bir mantık doğru değildir, insancıl değildir. Siz eziyorsunuz gerçekten kızı. İki tane canavar gibi duvarcıya bu çocuk yaştaki kızın tuğla ve harç yetiştirmesi olacak iş değil bence. Umarım iyi bir ücret veriyorsunuzdur.
- İş belletiyoruz ve iyi de para veriyoruz dedi Derviş.
- Boşverin siz iş öğretmeyi. Öyle bir niyetiniz yok. Olsa bile kızın öğrenmeye vakti var mı? Sonra, bu kızcağız duvarcılık mı yapacak yani yaşamını kazanmak için? Kaç dolar veriyorsunuz?
- Otuz dolar.
Otuz doları duyunca Cengizin tepesi attı. Nihalı harç arabasının altında kolu bacağı kırılmış olarak hayal etti. Can çekişir bir haldeydi. Dişleriyle dudağını ısırarak kanatmıştı. Can hıraş inliyor, etraftan imdat bekliyor ama kimsecikler gelip kurtarmıyordu zavallıyı.
- Nee? Otuz dolar mı? Bre gençler sizde hiç vicdan ve merhamet kalmadı mı? Günah ulan! Bu kızcağızın yaptığı işi hiç bir kişiye yüz dolardan aşağıya yaptırtamazsınız.
- Ağbi ona yüz dolar verirsen, o gider ve o parayla epey bir zaman idare eder ve işe gelmez. İşe düzenli gelmesi için hergün çalışmaya ihtiyaç duyması, yani elinde birikmiş parasının olmaması gerekir.Onun için mantıklı bir ücret veriyoruz biz.
Bu sözler karşısında Cengizin dili tutuldu. Adamların mantığı korkunçtu. Böylesi bir mantığın sahipleriyle tartışmanın bir yarar sağlamayacağı açıktı. Oturup saatlerce tartışabilirdi. Ama bu sadece zaman kaybı olurdu. Baki gibilerinin emeğin kutsallığını, sokaktan da getirilse bir çocuğun değerli ve temiz olduğunu anlaması için daha çok uzun zamana ihtiyaç vardı. Sistem hergün küçük mülk sahibi olma duygusuyla insanların kafalarını bombardıman ediyordu.
Çaydanlık elinde ustalarını bekleyen Nihala,
- Kızım bu gençler bir gün seni öldürürler bu harcın altında. Kendini korumaya çalış. Başın dara düşerse beni ara! dedikten sonra, yaka cebinden kartını çıkartıp kıza verdi. Sonra ötekilere döndü.
- Ezmeyin ulan bu zavallı kızcağızı! deyip oradan uzaklaştı.Sesi acı ve kızgınlık karışımı bir feryat gibiydi.
Duvarcılar Cengizin acıyla karışık öfkeli çıkışına kahkahayla karşılık verdiler.
- Ona bir şeycik olmaz ağbi. O taksi Durdanedir. İstersen sana verelim, her işte kullan. Sırtını giydir, karnını doyur, ot ve tinerini al, atla üstüne gece- gündüz tepe tepe kullan...

***

Tam bir hafta sonra Admiral sokaktaki toplu konutları boyamaya başladı Cengiz. O an elinde beş tane çalışanı vardı yalnızca. Bunların ikisini, Dani ve Lamiyi Hamido Mahirin cangıldaki nerdeyse bir asker kışlası büyüklüğündeki çiftlik evinde görevlendirdi. Samo, Filipinli papazın binasını boyuyordu. Abdi ve Jimyyi yeni işyerine çağırdı. Yeni iş yerinin çok önemli olduğunu düşünmüş ve kendisinin de çoğunlukla bu toplu işlerde bulunmasını planlamıştı. Üç kişiyle işe başladılar. Abdi ve Jimy macunlama, zımpara, temizleme ve pencerelerin kapatılmasını yapacak, kendisi hem bu işleri denetleyecek hem de kapıları sökecekti. Toplu konutlar hızla hazırlanmaktaydı. Dört tane ev birden, bir hafta içerisinde boyama aşamaşına getirilmişti bile. Cengiz elinde bulunan boyacılara bir türlü güvenemiyor, işi yetiştirememe endişesiyle kıvranıp duruyordu.
Abdi, adettenmiş gibi iş yerine yarım saat sonra geldi. Doğru dürüst iş çıkarmamasının yanında bir de işe geç gelmesi yok mu? Cengizi deli etmeye yetiyordu. "Akıllı inşaatçı yanında memleket insanı çalıştırmaz" sözü doğru bir anlayışı mı dile getiriyordu yoksa?

Abdi'nin yanında Nihal da geldi. Abdi gelir gelmez, her zaman olduğu gibi özürüne hemen bir bahane uydurdu. Ama Cengiz Abdi'nin her bahanesinin yalan olduğunu bilirdi.
- Niçin geciktin yine Abdi?
- Ağbi özür dilerim. Şu oruspuyu almak zorunda kaldım da ondan geciktim.
- Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin, diye çıkıştı Cengiz. O nasıl söz öyle. Ayıp değil mi bir genç kıza orospu diye hitabetmek!
- Yalan değilim ağbi. Doğrusu o. Burada tuğlacı Baki ustalarda çalışıyormuş. İki gündür alıp işe getirmemişler.
- Senin görevin başkalarının işçisini mi taşımak, yoksa kendi işine mi bakmak.
- Elbet kendi işime bakmak ağbi. Taşımıyorum. Bugün geldi ki parasını alsın. Bir de eğer istersen sende çalışmak istiyor.
- Gel işine başla! diye kızdı Cengiz. Abdi süklüm püklüm Cengiz'in ardısıra içeriye girdi. Cengiz ne yapması gerektiğini Abdiye anlatıp geri dışarı çıktı. Kendisini dışarıda Nihal bekliyordu.
- Çalışmak istiyorsan hemen işe başla, dedi Nihala.
Nihal Cengizin kendisine iş vermesine çok sevinmiş olmalı ki, yeni ustasına üç kez sağol çekti.
- Nihal, dedi Cengiz, tuğlacıları neden bıraktın?
- Amca onların işleri çok ağır ve zor geliyor bana. Üstelik günde hiç on saattan az çalışmıyorlar. Tabi ki ben de onlarla birlikte on saat çalışmak zorunda kalıyorum. Verdikleri ücret ise çok düşük. Ve daha kötüsü de inşaatta benden başka şeyler istiyorlardı
Ben de tersledim. Ondan ötürü beni işe getirmez oldular. Benim arabam yok, buralara otobüsle felan da gelemezsin. Kaldım evde. Üstelik paramı da vermediler. Onlardan benim paramı alabilir misin bugün?
- Bakalım. Almaya çalışacağım. Ne kadar alacağın var onlarda?
- Yüzelli dolar.
- Kaç günlük işin karşılığı bu para?
- Beş günlük.
Cengizin öfkesi küfre dönüşecekken kendini firenledi. "Yazık" diye geçirdi içinden. Günde on saat çalışma beş değil yedi iş gününden fazla ediyordu ve bu çalışmanın karşılığı yüzelli dolardı. Günlük yirmibir buçuk dolar. Abdi gibi kaytarıcıların bir kaç hafta böylesi tuğlacılarda çalışması çok iyi olurdu herhalde. Yaşamı ve çalışmayı öğrenirlerdi belki.
- Nihal sen benimle gerçekten çalışmak istiyor musun?
- Eğer iş verirsen elbette amca.
- Ama iş olduğu sürece haftada beş gün işe geleceksin. Ve işi öğreneceksin. Sonra da düzenli olarak benimle birlikte çalışacaksın. O zaman iyi bir kazancın olur. Yeni ve düzgün bir yaşama kavuşursun. Bizde herkesin yapabileceği kaba ve basit işçilik yoktur. Bizim işimiz duvarcılarınkine benzemez. Ustalık ister. Duvarcılık gibi ağır değildir. Fazla yormaz seni. Hafif iştir. Ama temiz ve düzgün yapılmak ister bu iş. Kabalığı kaldırmaz.
- Bana kaç para gündelik vereceksiniz amca?
- Biz günde, yemek saatleri de içinde, duvarcılar gibi on saat değil, yedibuçuk saat çalışıyoruz. Ben ilk işe başlayana elli dolar veriyorum. Bu ilk basit işlerin öğrenilmesi dönemi için ödenen ücrettir. Sen işi
ilerlettikçe ve ustalaştıkça, her üç ayda bir on dolar zam yapıyorum. Ama bakarım işte gözün yok. Canla başla çalışmıyorsun ve öğrenmiyorsun, seni işten atarım ve bir daha da işe geri almam. Şimdiden söyleyim. Sonra “beni işten attı” diye gücenme bana.
- Tamam amca. Ben canla, başla çalışırım. Sen kovmadıkça da senden ve işten ayrılmam.
- Güzel bir fikir. Ama yeterli değil. Uslu, disiplinli ve çalışkan olacaksın. Kendini bana kovdurtmayacaksın. Tamam mı? Anlaştık mı?
- Tamam amca. Anlaştık.
Cengiz gidip arabadan Nihal için ıspartula getirdi. Köşe alçısından macun yaptı. Macunun çabucak donmaması için alçıyı limonata ile kardı.
Küçük metal ıspartulayla büyük plastik ıspartulaya bir miktar macun koydu. Çivi deliklerinin nasıl kapatılacağını Nihala gösterdi. Sonra Nihal'a verdi macunu. Kız denedi olmadı. Bir daha,... bir daha,... hayır olmuyor. Cengiz tekrar aldı ıspartulayı eline nasıl yapılacağını anlatarak yeniden yaptı. Sonra ıspartulanın sapını Nihal'ın avucuna yerleştirip, kendi eliyle kızın elini tutarak yaptırdı bir kaç kere üstüste. Nihal yeniden denedi. Bu kez iş tamamdı.
- Önce yavaş yavaş ve temiz yap, dedi Cengiz. Deliklerdeki toz ve bant pisliklerini şu fırçayla - toz fırçasını gösterdi- temizle önce. Macunu sıkıca bastır deliğin üzerine. Deliğin içi iyice dolsun. Tahtaların
üzerinde de fazla macun bırakma. Fazla macun sonra zımpara yaparken seni iyice yorar ve fazla zamanını alır.
Nihal " tamam" deyip işe başladı.
Cengiz kapıları sökerken arada bir gelip Nihal'ı kontrol ediyordu. Kızcağız temiz ama yavaş yapıyordu. Cengiz kapıları sökme işini bitirince geldi Nihal ile birlikte macun yapmaya başladı. Macun yaparken de sohbet etmeyi amaçlıyordu.
- Seni neden kötü adlarla çağırıyorlar Nihal?
- Ne demek istiyorsunuz, anlamadım amca. Benim Türkçem pek iyi değil.
- Özür diliyerek söyleyim. Sana orospu, otçu, sokak karısı felan diye hitabediyorlar da...
- Ha şimdi anladım. Ben onu sana sonra anlatayım. Şimdi uzun zaman alır. Anlatırsam iş yapamam.
- Olur tabi. Ama sonra ne zaman anlatacaksın?
- Sen ne zaman istersen o zaman anlatırım. Hafta sonu bir gün veya bir akşam birlikte oturup uzun uzun konuşabiliriz.
- Çok iyi olur. Hafta sonu konuşalım. Sen devam et macunlamaya. Ben bitişik binadayım. Bir gereksinimin olursa bana söyle.
Cengiz o gün öğleye kadar dört evin kapılarını söktü. Öğle yemeği satın almak için arabaya binip sürdü. Nasıl olduysa kendisini Footscray çarşısında buldu. Beş yıldır hiç uğramamıştı buraya. Oysa yemek almak için çalıştıkları iş yerine çok daha yakın lokantalar vardı. Kendini başka bir yerde sandı. Köşe bucak Çinli ve Vietnamlıların dükkanlarıyla dolmuştu. Beş yıl önce her ulusal kökenden göçmenlerin oluşturduğu bir alışveriş merkezi olduğu ilk bakışta anlaşılan bu çarşı, beş yıl sonra bir Asya kasabasını andırıyordu. Sebze pazarının önündeki küçücük parkımsı yerde Somali, Sudan ve Habeşistan'dan yeni getirilen zenci göçmenler birkmişler çoğunluğu Vietnamlı olan öteki insanlara tepeden bakar gibi bakıyor ve biraz da ayrıksı duruyorlardı. Cengiz sebze marketine girdi. Marketi hızlı bir şekilde kolaçan etti. Yaz meyvelerine göz gezdirdi. Hepsi hormonlu ve üstelik çok pahalıydı. Güzel görünüşlü bir çileği alıp kokladı. Hiç çilek kokusu yoktu. Belki de genetiği değiştirilmişti.
Marketten çıkıp karşıdaki Kafkasya Kebab Evi'nden iki tane karışık döner dürümü ile iki şişe portakal suyu aldı. Lokantaya girince anladı bilinç dışı oraya gelişinin nedenini. Kafkasya Kebap Evi. Mantıvar'ın uzun yıllar kebap yaptığı lokanta. İçini ağır bir acı doldurmaya başladı. Hızla uzaklaştı lokantadan.
Geri geldiğinde Nihal ilk evin macununu bitirmek üzereydi. " Aferin kıza" diye düşündü Cengiz. "Bir haftaya kadar bu kız Abdi'den daha fazla iş çıkartır." Nihal'a işi bırakmasını söyledi.
- Elini yıka da gel. Yemeğimizi yiyip sonra devam ederiz.
- Bitti zaten.
Önce çeşmeye yöneldi kız. Elini yüzünü bol suyla yıkayıp tuvalete girdi. Geri döndüğünde yüzü ekşimişti.
- Ne oldu, senin suratın hiç hoş görünmüyor, dedi Cengiz.
- Tuvalet berbat kirli. Midemi bulandırdı.
- Otur dedi Cengiz. Yemekten sonra ben temizlerim onu. Torbadan kebab dürümleri ve içecekleri çıkardı. Birini Nihal'a verdi, birini kendisi yedi.
Yemek bitince Nihal teşekkür etti Cengiz'e. Cengiz kıza ikinci evin macunlanması işini verip, kendisi de onun tuğlacılardaki parasını almak için ilerdeki binalara doğru yürüdü.
Baki ile Derviş hükümetin meslek öğretme programından iki tane çırak almışlar, çırakları çalıştırmaya çabalıyorlardı. Ama ne çalıştırma. Birisi iki eline birer tuğla alarak sallanı sallanı tuğla taşıyordu. Ötekisiyse betonerde harç yapıyordu güya. Bu durum köylülerin tarlada tor tosunu kara sabana koşup çift sürmeye çalışmasına benziyordu. Derviş etrafına bakınıp duruyordu. Sonunda malayı iskelenin üzerine bırakıp aşağı indi. Harç karmakta olan ince uzun İrlanda asıllı gencin elinden küreği aldı. Hızla betoneri kumla doldurdu. İki kürek çimento ve bir kürek kireç ekleyip hortumla suladı. Dönen makine harcı hemen kardı. Derviş el arabasını harçla doldurup, getirip duvara yanaştırdı.
- Kolay gelsin, dedi Cengiz.
Derviş o an Cengiz'i farketti.
- Sağolasın ağbi. Hiç kolay gelmiyor vallahi.
- Gelmez elbette! Hani Nihal'ı nettiniz?
- Sana verdik ya, dedi Baki.
Sözünden hoşnutsuzluk akıyordu.
- Zavallı kızcağızın canını alıyordunuz be. Hadi, yiğitseniz bunları da o kızcağız kadar çalıştırın bakalım. Hükümet programından alınan çıraklarla iş yürütüldüğü nerde görülmüş? Onlar ancak burda size sıkıntı verir. Yaptıkları iş aldıkları parayı karşılamaz hiç bir zaman.
- Onların ücretlerinin yarısına yakınını hükümet karşılıyor dedi Baki.
- Sen boşversene hükümeti. Bunlara hergün iş vereceksin. İş vermesen de ücretini ödeyeceksin. Hastalık payını, tatil parasını, resmi günleri,
işe geliş gidiş parasını, sigortasını, emekliliğini, malzeme parasını okula gittikleri günlerin parasını ve bilmem neyinin nesi parasını.....ödeyeceksiniz!
- Yok be ağbi dedi Derviş. Eğer dediğin gibi olsa kimse bunları çalıştırmaz.
- Durumu insanlar genellikle bilmiyorlar. Bilseler elbet çalıştırmazlar. Ben denedim de ondan biliyorum. Bunlar işleri bitti mi sizi hemen şikayet ederler. Hükümet çırak merkezi o zaman sizin tüm girdinizi çıktınızı kontrolden geçirir. Ve bir yığın fazladan para ödemek zorunda bırakırlar sizi. Dikkatli olun.
Cengiz Nihal'ın parasını istedi Derviş'ten. Derviş Baki'ye havale etti durumu. Baki nakit vermeleri gerektiğini ama nakitlerinin olmadığını, ancak haftaya nakit para bulabileceklerini, haftaya kadar beklemesini, parayı temin eder etmez kendisinin getireceğini ve buna benzer bir sürü masal anlattı Cengiz'e. Cengiz Baki'yi sakince dinledikten sonra;
- Ustam! dedi, lütfen bana masal anlatma. Ben de yapı çalışanıyım. Para olmaz olur mu hiç? Şu çıraklarınkini de gelecek haftaya mı erteleyeceksin?
- Ağbi onlara çek veriyoruz.
- Tamam. Kıza da çek ver.
- Olur babam. Madem çek istiyor niçin olmasın? Bizim için daha iyi.
Baki duvardan inip arabaya geldi. Çek defterini çıkardı.
- Kimin adına yazacağız? Sizin adınıza mı, yoksa kızın adına mı?
- Hiç kimsenin adına. Nakit çek yazacaksın. Tamam mı?
Baki kıvrandı. Cengiz tarafından tuzağa düşürüldüğü duygusu gelip geçti beyninden. Ama kıvıramadı işi. Mecburen yazdı çeki.
Geri işyerine dönen Cengiz Nihal'a,
- Paranı çek olarak alabildim dedi. Bu akşam bankada bozdurup yarın sana öderim. Harçlığın var mı hiç?
- Yok.
Cebinden bir ellilik çıkartıp kıza uzattı.
- Al bunu bu akşamlık. Yarın hepsini öderim sana.
Gidip tuvaleti temizlemeye başladı. Gerçekten de batmıştı tuvalet. Su yoktu. Kağıt yoktu. Pislik çepere yapışıp kurumuş, üstelik tuvaletin ağzı gazete kağıdıyla doldurulmuştu. Cengiz burnuna bir maske takıp temizliğe başladı. Kovayla su getirip depoyu doldurdu. Bir tahta parçasıyla gazete kağıtlarını ve pisliği söktü. Sonra tekrar tekrar kovayla su getirip tuvaletin içine serperek temizledi.
- Nihal dedi, tuvalet tertemiz oldu. Bundan böyle rahatlıkla kullanabilirsin. Sifona su da doldurdum. Yalnız kağıt arabada. Kağıdı arabadan alıp gideceksin.

O gün iş bitiminde Cengiz Nihal'ı Abdi ile eve yolladı. Abdi'yi tembihledi iyice.
- Yarın sabah bu kızı alıp geleceksin. Bugünkü gibi geç kalmak yok. Akşam dışarı çıkmak, geceyi diskoda geçirmek yok.
Abdi dinler gözüküyordu yalnızca. Bu kez Nihal'a çevirdi Cengiz ağzını.
- Doğru anayın evine gideceksin. Arkadaşlara takılmak yok. Sabah erken kalkıp Abdi ustayı bekleyeceksin kapıda.
Ertesi gün Abdi Nihal'ı alıp geldi. Ama yine gecikmişti. Bu kez bahane otobanda kaza olmasından dolayı yolun kapanmasıydı. Cengiz'in yolla ilgili bir bilgisi olmadığından Abdi'nin bahanesini sineye çekmek zorunda kaldı. Oysa Abdi'nin yüzü " ben yalan söylüyorum" deyip duruyordu.
Cengiz o gün de Nihal'ı kendi denetiminde çalıştırdı. Zımpara yaptırdı gün boyu. Zımparayı çok güzel yapıyordu kız. " Bu kız daha önce zımpara
yapmış bir yerlerde" diye düşündü.
Akşam iş bitiminde Nihal'a parasını ödedi. Yine Abdi'yle anasının evine yolladı. Yine Abdi'yi ve kızı iyice tembihledi. Ama sabahleyin işyerine geldiğinde orada yalnızca Jimy bulunuyordu. Abdi ne gelmiş, ne de Nihal'ı getirmişti. İş başlama saatini Kırk dakika geçiyordu. Bekledi bir çeyrek saat daha. Gelen giden olmadı. Telefon etti Abdiye. Telefon kapalıydı. Bu da Abdi'yle sık sık yaşanan bir durumdu. Mutlaka polis karakolunda sabahlamıştı.
Abdi akşam geç vakit Cengiz'in telefonuna yanıt verdi. Cengiz kızgındı iyice.
- Nerdeydin lan dün gece?
- Ağbi hiç sorma vallahi.
- Ne demek hiç sorma? Elbet soracağım.
- Ağbi karakolda sabahladık da.... öğleden sonra bizi bıraktılar.
- Neden ama?
Cengiz bilirdi Abdi'nin sık sık karakolda sabahlamasının nedenini. Ama yine de sorardı. Disko veya barda kadın için kavga çıkartırlar, sağı
solu kırar dökerler, sonuçta soluğu karakolda alırlardı. Ve genellikle de ertesi gün yüzlerinde yumruk izleri olurdu.
- Ağbi bir puşta uyduk ve bir oruspu için ortalığı dağıttık.
- İyi halt ettiniz. Ulan kaçıncı orospu için kavga çıkarmanız bu? Siz hiç akıllanmayacak mısınız be? Gövdeniz kocaman beyniniz küçücük. Yarın gelirken Nihal'ı unutma. Kızı erkenden al ve işe gel.
- Tamam ağbi.
Ve ertesi, daha ertesi günler Abdi ayaklarını sürüyerek gelip gitti işe. Çıkardığı iş mi? Hak vere! O hiç bir gün aldığı ücreti çıkartamadı. Hep öteki işçilerin sırtından geçindi. Eli yavaştı. Bilerek kendini yormamak için çalışmıyordu. Geceleri diskolarda orospularla geçiriyor, sabah uykusuz işe geliyordu.
Oldukça cahil, ne köylü kalabilmiş, ne şehirli olabilmiş,
Eğitimsiz, bilgisiz, görgüsüz ama kendini bilmişliğe vuran,işi gücü orospuluk, hile, yalan dolan olan, dindar ve milliyetçi görünmeyi de elden bırakmayan birisiydi Abdi.Tamı tamına günümüzün ortalama alt kültürünü üzerinde toplamış, yarı sokak insanıydı.
Haftanın son günü iş bitiminde Cengiz Nihalı Abdiyle anasına yollamadı. Kendi yanına alıp çarşıya götürdü. Nihala ihtiyaçlarını sordu. Nihal pek bir ihtiyacının olmadığını belirtti. Ama Cengiz biliyordu ki, bu kız doğru dürüst giyeceğe sahip değildi. Önce bankadan para çekti. Sonra Nihala bir kot pantolon, spor ayakkabısı, bir kaç tane kazak, alt-üst eşofman ve bolca iç çamaşırı aldı. La Porchetta'da bir büyük acılı pizza yaptırdı.
Birlikte eve geldiler. Evi merakla süzdü Nihal. Bu orta büyüklükte, yeni onarılıp boyanmış ve polişlenmiş tertemiz, meyve ağaçları, güller ve çiçekler içinde pırıl pırıl bir evdi. Tepenin üzerinde, iki sokağın köşesinde, önü vadiye bakan bir yerdeydi. Evin alt katında salon, mutfak, banyo, tuvalet, çamaşırhane, içinde tuvaleti ve duşu olan büyük yatak odasıyla iki küçük yatak odası vardı. Cengiz'in kendi yatak odası ikinci katta, çatının içine oturtulmuş, sonradan ekleme bir bölümdü. İki yanda balkonu vardı. Balkonlardan Melbourne'un yüzde yetmişi kuş bakışı görünüyordu. Odanın içinde tuvalet ve banyo ile bitişikte küçük bir bar ve bir dinlenme ya da çalışma alanı da vardı. Alt kattaki küçük odalara birer tane yatak koymuştu Cengiz. Oğullarım zaman zaman gelir yatarlar diye düşünmüştü. Ama düşüncesi pek gerçekleşmemişti. Büyük oda ise özel bir nedenden ötürü kilitle kapatılmıştı. Bu odanın içini Cengiz hiç kimseye göstermiyordu.
Nihal kir, toz ve terden kokuyordu. Cengiz fazla beklemeden kolundan tutup banyoya götürdü onu. Hemen soyunup yıkanmasını söyledi. Nihal yıkanırken kendisi de ona havlu, çamasır ve eşofman çıkartıp getirdi. Nihalın kadın olduğunu hiç düşünemedi nasılsa. Nihal duşun altındaydı. Renkli camın arkasından çıplak bedeni yağlı boya tablosu gibi görünüyordu. Cengiz içinde sancı gibi keskin bir batış duydu. Kendi durumundan aniden utanç duydu. Getirdiklerini bırakıp hızla geri döndü. Mantıvar gözlerinin önüne gelip dikildi. İçi hüzünleniverdi hemencecik. ”Özür dilerim çiçeğim” diye mırıldandı.
Mantıvarın odasına girip resimleri öpmek geçti aklından, ama hemen ardından vazgeçti bu düşüncesinden. Sonra merdiven basamaklarını hızla tırmandı. Kendi odasına çıkıp duşa girdi. Ve on dakika içinde temizlenip çıktı dışarı. Kendi yatak odasında giyinip geldiğinde Nihal daha üstsüzdü. Salonda havluyla saçlarını kurulamaya çalışıyordu.
- Özür dilerim, dedi Cengiz. Aklıma gelmedi senin saç kurutma sorunun. Çık yukarı. Orada, banyoda saç kurutma makinesi var. Onunla saçlarını kurutuverip gel ve yemeğimizi yiyelim.
Nihal yukarı çıkınca Cengiz bahçeden turp, biber, maydanoz, marul,yeşil soğan, roka ve tere getirip bir yeşil salata yaptı. Pizza ve salatayı masaya indirip yanına da meşrubat getirdi. Nihal ev hanımı gibi sallanı sallanı indi merdiveni. Yemeklerini oturup yediler.
- Salata çok lezzetli olmuş, diye söylendi kız. Annem de yapıyor bu salatadan sık sık, ama pek tadını alamıyorum ben. Malzemeleri nerden satın alıyorsunuz?
- Satın almadım. Bahçeden topladım onları.
Pazarda ve manavlarda satılan sebzelerin hep hormonlu, bayat ve tatsız olduğunu, kendisinin olanaklı oldukça bu pazar malı sebzeleri yememeye çalıştığını ve bahçede bazı şeyleri ürettiğini belirten Cengiz, yemek bittikten sonra;
- Nihal, dedi. Bu akşam oturup sohbet edeceğiz.
- Olur amca, ederiz. Sen nasıl istersen. Ben hazırım. Ama ben bu gece burada kalabilir miyim?
- İstersen kalırsın. Evde yatak bol. İstersen seni geç vakit annene bırakırım. Karar sana bağlı. Nasıl istersen öyle hareket et.
- Yarın işe gidecek miyiz?
- Mecbur değilsin işe gitmeye. Çünkü yarın Cumartesidir. Ama isteyen gidip çalışabilir.
- Sen gidecek misin yarın işe?
- Benim gitmem gerek. Pazartesinden önce iki evin tüm astar ve tavanlarını bitirmeliyim. Bitirmezsem arkadaşlar işsiz kalırlar ve aynı zamanda işler gecikir. İşin gecikmesi hiç iyi olmaz benim için.
- O zaman ben de çalışayım yarın seninle ve bu gece burada kalayım.
- Annene telefon et ve durumu anlat o zaman. Kadın kaygılanmasın.
Nihal annesine telefon etti. O akşam arkadaşında kalacağını, ertesi gün de işe gideceğini, yarın akşama ise kız arkadaşlarıyla dışarı çıkmayı
düşündüklerini, eve gelemezse kaygılanmaması gerektiğini ve daha bir yığın maval anlattı. Cengiz kızın annesiyle konuşmasını sessizce dinledi. Kızın ağzından hep yalan dökülüyordu. Bu duruma oldukça bozuldu. Nihal'ın konuşması bitince onu iyi bir sigaya çekti.
- Annene hep yanlış şeyler anlattın. Böylesi şeyler hiç hoş değil. Her şeyi doğru konuşmalısın. Hele anneye yalan söylemek çok ayıptır. Bana
da yalan söylemeyeceksin. Ben yalan sözü hemen yakalarım. Yalan söylendiğini anında anlarım
- Sana çok yalan söylüyorlar, hiç yakalamıyorsun ama.
- Olur mu öyle şey? Kim söylüyor? Abdi değil mi? Ben hepsinin yalan olduğunu biliyorum. Kendisine de söylüyorum. Seni getirirken yol tıkanmamıştı örneğin. Seni evde beklememişti değil mi?
- Hepsi yalandı.
- Yalan söylersen anlarım. Belki seni bozmamak için yüzüne vurmam yalanını, ama seni hiç sevmem bunu bil. İşime yaramadığın zaman da kovarım işten. Sen gerçekten yarın gece eve dönmeyecek ve kızlarla dışarı mı çıkacaksın?
- Bilmem ki. Belki bir arkadaşa uğrarım. Belki de burada seninle kalırım. Sanmam dışarı çıkayım kız arkadaşlarla.
- Peki niçin annene öyle bilgi verdin?
- Bunlar bizde alışkanlık olmuş amca. Annem de benim eve gelmeyince bunları yaptığımı bilir zaten. Ve bugün o bana iyice inandı.
- Bana hep doğruyu söyleyeceksin. Oldu mu?
- Tamam.
- Söz ver. Eğer yalanını yakalarsam seni gece yarısından sonra dışarı bırakırım. Burası dağ başıdır. Ne tren geçer burdan, ne otobüs. Ne de taksi bulabilirsin buralarda. Dışarıda kalır donar ölürsün, ya da bir canavara yem olursun. Hemen yanıbaşımız orman. Her türlü tehlike vardır buralarda.
Cengiz kızı disipline sokma amacıyla kalkıp birer kahve yapmasını istedi. Nihal yekindi yerinden, mutfağa girdi. Sağa- sola bakındı biraz, ne çaydanlığı
ne de kahveyi bulabildi. Kızı izlemekte olan Cengiz gelip çaydanlığı suyla doldurdu, elektrik düğmesini açtı, su kaynamaya başladı. Kahve kutusunu raftan indirdi. Şekerin ve sütün yerini gösterdi. Su kaynayınca Nihal kahveleri yapıp getirdi.
Kahveleri içerken Cengiz;
- Nihal'cığım dedi, şimdi asıl konuya geçelim. Senin yaşam öykünü dinlemek istiyorum ben. Ama yalan şeyler anlatmak yok. Her şeyi olduğu gibi anlatacaksın. Kısa kesmeyeceksin, uzun uzun anlatacaksın. Anlıyor musun ne demek istediğimi?
- Evet anladım.
- Kaç yaşındasın sen?
- Onyedi yaşındayım.
- Annenle baban beraber mi yaşıyorlar, yoksa ayrıldılar mı?
- Ayrılar mıydı, beraberler miydi ben de pek bilmiyordum eskiden. Babam bazan eve gelir üç- beş gün kalıp gider ve dönmezdi en az iki- üç hafta. Nerde kalır, ne iş yapar kimse bilmezdi. Ama sanarım bir başka karısı vardı ve onunla yaşıyordu. Şu an tamamen ayrılar. Annem yalnız kalınca beni eve kabul etti zaten.
- Annen ve babanın senden başka çocukları var mı?
- Benim bir de ağbim var. İnşaatta çalışıyor. Fayansçı. Bir arkadaşıyla ortak iş alıp yapıyorlar.
- Sen neden ağbinle birlikte çalışmıyorsun?
- Ağbim bana iş vermez amca.
- Niçin ama?
- Çünkü o beni sokak kızı, fahişe olarak görüyor.
- Ağbin bile sana öyle baktığına göre sende hoş olmayan bir şeyler olmalı. Nedir senin bu serüvenin mahiyeti?
- Ben onüç yaşımda kötü yollara düşen biriyim amca. Şimdi yavaş yavaş kendime çeki- düzen vermeye çabalıyorum. Bundan dolayı anamın evine geri döndüm. Anamla birlikte yaşamaya çalışıyorum. Tabi bu çok zorluyor beni. Kendi kendimle savaş halindeyim. Düzenli ve normal bir yaşam kurmak istiyorum kendime bir taraftan, bir taraftan daha sokaktayım. Sokakla ev arasında bocalıyorum. Aslında sokağı terketmeye kararlıyım. Ama bu çabamda zayıfım hayli. Dayanağa ihtiyacım var. Destek almam gerekiyor çevremden. Ama çevrem beni sokakta görmek istiyor. Geri sokağa çekiyor.
- Nasıl oldu da sokağa düştün?
- Boş ver be amca. Uzun hikaye.
- Nihal'cığım biz seninle anlaştık ama değil mi? Herşeyi anlatacaksın bana. Olduğu gibi. Gerçek nasılsa öyle anlatacaksın. Gerçekleri anlatmak
ayıp değildir. Aynı olayları senin gibi pek çok genç kız yaşamaktadır. Sen yalnız değilsin ki. Böylesi bir duruma düşmek senin suçun da sayılmamalı aslında. İçinde yaşadığımız düzenin bir suçudur bu. Ve üstelik iyi olmamakla birlikte ben bu durumu bir yanıyla olağan karşılıyorum ve seni ayıplamıyorum. Senin çevren gibi ben seni orospu görmüyorum. Bana göre sen sokak kızı da değilsin. Bir işçi kızsın. Yaşamını alnının teriyle kazanmaya çalışan birisin. Tertemiz bir kalbin var. Taze bir fidansın bana göre. Ve sen yeni bir yaşam yaratmada bana dayanabilirsin. Sen beni dinleyip, akıllı davrandıkça benim her türlü desteğimi alabilirsin.
Cengizin açıklaması Nihala moral ve destek verdi. Kızcağız yanında bir yaşıtı gibi kendiyle arkadaşlık kurmaya çalışan ve bir baba gibi kendine sahip çıkan bu adamcağıza iyice güven besleyip yakınlaşmaya
başladı.
- Ağbim benden üç yaş büyüktü. O onüç- ondört yaşlarına gelince arkadaşlarıyla beraber şehir merkezine, simenaya, eğlence yerlerine gitmeye başladı. Ardından ben de yetiştim. Ben onüç yaşına bastığımda ağbimin kız arkadaşı bile vardı. Ben de dışarı çıkmak, alışveriş merkezlerine, sinemaya, ağbim gibi onsekiz yaş altı eğlence yerlerine gitmek isteyince kıyamet koptu bizim evde.
Annem ve babam ağbime bir şey demiyorlardı. Ben sanıyordum ki, ona nasıl davranıyorlarsa bana da aynı şekilde davranırlar. Ben de onların çocuğu değil miydim. Ama hiç bir şey, sandığım gibi olmadı. Beni şiddetle azarladılar. Kızdılar, bağırıp çağırdılar... Ve yasak koydular.
Ağbim gidiyor, bir şey olmuyor, ben neden gidemem diye diretiyordum. Onun erkek olduğunu, erkeklerin gidebileceğini, benim kız olduğumu ve kızların gidemeyeceğini söylüyorlardı durmadan.
- Baban ve annen çok dindar kişiler miydi?
- Ne dindarı be amca! Anam ne oruç tutardı, ne namaz kılardı, ne de dinle ilgili bir şey yapardı. Babam da öyle. Üstelik babam her tür dine uymayan işleri de zaman zaman yapan biriydi. Ama iş benim özgürlüğüme gelince dindar kesiliyorlardı.
- Toplumun kültür ve töresi böyle Nihalcığım. Toplum içinde egemen cins erkektir. Erkekler düzenin elverdiği oranda özgürdürler. Ama kadın cinsi dünyamıza egemen olan bu eşitsizlik sisteminde erkeklere denk bir özgürlükten yoksundur. Bunu düzen böyle tutmakta, toplumda var olan bu cinsel ayrımdan yararlanmaktadır. Dinler, töreler, gelenekler hep kadının bu ikinci sınıf durumunu pekiştirmeye çalışmaktadır. Dinin etkin güç olduğu yerlerde kadın eve ve kara çarşafa hapsedilmektedir. Sokakta görmüyor musun koyu müslümanların kadınları nasıl bir ucubeye çevirdiklerini. Yazın bunaltıcı sıcağında kendileri kısa gömlek ve pantolonla dolaşırken kadınları uzun pardesülerin ve kalın kara başörtüsünün içine soktuklarını...
- Ben ne dinden, ne de töreden anlarım amca. Babam ve anam ne derlerse desinler, bir kulağımdan girip, öteki kulağımdan çıkıyordu. Anlamıyordum bir türlü, neden ağbime dışarı serbest de bana yasaktı?
Onlar bana dışarı çıkma yasağı koydukça, bende dışarıya çıkma isteği artıyordu sürekli. Dövüyorlar, sövüyorlar, nafile. Hiç bir baskı beni isteğimden döndüremiyordu. Bir Cuma günü okuldan çıktıktan sonra eve gitmedim. Arkadaşlarla çarşıya takıldım. Geç vakit beni buldular. Ben onları biraz tehdit etmek istemiştim. Ama tehdit bana döndü. Eve hapsedildim. Okula da gönderilmez oldum. Gerçi gözümde okul felan yoktu. Ve bir gece evden kaçtım. Kaçış o kaçış. Bir daha da geri dönemedim.
- Nasıl başardın kaçmayı? Birileri yardım mı etti sana?
- Aklıma okuldan bir erkek arkadaşın telefon numarasını aramak geldi. Annem duşa girmişti. Telefon ettim arkadaşa. Durumumu anlattım. Yardım edeceğini söyledi. Karanlık bastıktan sonra, yatsıya doğru arkadaş bir arabayla geldi. Ben pencereden çıkıp kaçtım.
- Arkadaşın araba kullanabiliyor muydu?
- O kullanmıyordu. Bir başka tanıdığının arabasıyla gelmişlerdi. Yirmibeş - otuz yaşlarında gösteren, cılız, kısa boylu birisiydi bu. McDonald alıp yedik. Arabayla dolaştık bir müddet. Sonra arkadaşı evine bıraktı arabalı adam. Ben onunla kaldım. O beni alıp bir eve götürdü. Gittiğimiz evde bir yığın kızlı oğlanlı genç vardı. Bira içtik. Sigara verdiler. Sigara beni bir tuhaflaştırdı. Başım dönmeye başladı. Herşey bana kocaman görünüyordu. Kendimi baş aşağı oturur görüyordum. Sonrasını anımsamıyorum.
Ertesi gün, öğleden sonra uyandım. Şiddetli bir başağrısı vardı. Midem bulanıyordu. Vücudumun her yeri kırılmış gibi sızlıyordu. Külotum kan içindeydi. Kan kurumuş eteğimin kılları külota yapışmıştı. Tuvalete gittim tutunarak. Tuvaletimi yaparken büyük bir acı duydum. Sidik organımı yakıyordu. Yarı baygın, yarı bitkin salona gelip oturdum. Akşamki kızlardan birisi de salondaydı. Olup biteni ona anlattım....
- Sen daha kuşsun kızım dedi.
Bir çay getirdi iki yudum aldım. Canım istemiyordu. Sigara verdi. Çektim bir kere başım dönmeye başladı.
Böyle başladı işte. Akşama beni oraya getiren adam geldi. Yine bindik arabaya bir başka eve gittik.Ve ben iki hafta o evde, o adamın yatağında kaldım. Ve ota alıştım orada. Kendisi mobilyacıda çalışıyordu. İki hafta sonra apar topar beni tanıdığı bir başka mobilyacıya teslim etti. Mobilyacı bana işyerinde bir yatacak yer hazırladı. O işyerinde kalmaya başladım. Orada çalıştırıyorlar ve orada yatıyordum.

Bir yandan olup bitenlere bir türlü aklım yatmıyor, kendi durumuma inanamıyordum. Öte yandan her şey yolundan çıkmıştı. Çıkmıştı ya, ben yine de anlayamıyordum ne yapmam gerektiğini. Tek bildiğim eve dönemeyeceğimdi.
- O seni düşüren adam niçin kendisiyle kalmanı istemedi?
- İstemiyordu. Sonradan anladım. O evli biriymiş. Karısı ve çocuklarını tatile yollamış. Karısı gelmeden bir kaç gün önce de beni mobilyacıya teslim etti. O işyerinde tinere alıştırdılar beni. Mobilyacı. Tinerle oluşan tüp boyalar gayet çok orada. Teneke teneke saf tiner de var. Her akşam atölyede yapayalnızım. Çekip tineri ciğerlerime, vurup kafayı yatıyorum. Başta işyeri sahibi olmak üzere, orada çalışanlar hep kullanmaya başladılar beni. Bana temizlik ve zımpara işleri yaptırtıyorlardı. Bazan ben zımpara yaparken bile eşofmanımı indirip arkama geçiyordu birisi. Ot ve tiner alışkanlığı var. Canım sürekli istiyor. Onlar da bu durumu biliyor. İsteğimi verip, istediklerini yapıyorlardı. Bu durum bir hayli zaman, bir yıla yakın devam etti sanırım.
- Kaç yaşında kaçmıştın evden?
- Onüç yaşımda.
- Seni kullananlar senin gibi çocuklar değillerdi herhalde. Evli- barklı, işyerleri olan kocaman adamlardı. Kim bilir belki de senin kadar kızları bile vardı. Nasıl yapabiliyorlardı bunu? !
- Herkes yapar... Sen de yapmaz mısın?
- Ben mi?
- Evet sen...
- Deli misin kız sen? Ya da beni insan görünümlü başka biri mi sandın?
- Tüm bu adamlar insandan sayılmıyor mu? İnsanlık bu değil mi? Başka bir insanlık mı var sence? Herkes kendi avantajını bir başkasına karşı kullanıyor. Parayı, işi, otu, alışkanlıkları... Beni tuğlacılar bile kullanmak istediler. Hem de işyerinde. Olmaz deyip reddedince de işe getirmediler. İşte, al sana insanlık...
Nihal'ın sözleri Cengiz'in iyice canını sıkmıştı. Üstelik de derin bir acı vermişti adama. Bu daha çocuk sayılacak yaştaki kızcağızın insanlığa bakışı, onun insan görünümlü sıradan yaratıklardan aldığı, öğrendiği, özümlediği sonuçlardı. "Ne acı bir insanlık öğretisi" diye düşünen Cengiz, Nihal'a kendini anlatmayı, kendisinin insanlığı nasıl anladığını açıkça belirtmeyi zorunlu gördü.
- Nihal, diye söze girdi. Her insan bir değildir. İnsan gibi insanlar olduğu gibi,- hayvanlardan özür dileyerek söylüyorum bunu- hayvandan daha çok hayvan olan insanlar da vardır. Duvarcıların yaptıkları da çok kötü bir şeydir. İnsan işçisinden yalnızca iş beklemeli. İnsanların seks ilişkisi özgür bir ortamda ve gönüllü olursa insanlara mutluluk verir. Patronluk gücünü kullanmak da esrar, tiner ve benzeri gibi uyuşturucu olanağını bağımlı olan kişiye silah olarak kullanmak gibi bir şeydir bence. Gerçek insan, kendi elindeki olanak ve üstünlüğü zayıf olanların zararına kullanmaz. Bilakis zayıf olanlara yardımcı olur. Kendini böylelerine kullandırma. Otu, tineri, alkolü ve her neyse, uyuşturucu şeyleri bırakır, kendi ekonomini kendin yaratırsan, başkasının seni kullanma olanağını yok edersin. O zaman özgür bir kişi olursun. Ve canın seks istediği zaman sevdiğin biriyle, seni seven, sana insanca değer veren biriyle, gönüllü olarak, sevişerek yaparsın bu işi...
- O insanların hiç birisi beni sevmediler aslında. Ne kucakladılar, ne öptüler, ne okşadılar, ne de kokladılar. Sadece kendilerini boşalttılar bende.
- Diline niçin metal taktırdın?
- Bir keresinde bir adam benim dilimi emmişti. Çok hoşuma gitmişti o emilme. Onun için, o emilme tadını almak için taktırdım.
- Metal emilme tadı vermez ama.
- Vermiyor. Ama dilimde bir yabancı madde duyunca ben o emilmeyi anımsıyorum. Bu durum beni mutlu ediyor.
- Emilmeyi sürdüremez miydin zaman zaman? Metal sağlıklı bir şey değil ve sadece seni kandırarak avutan bir şey olduğu için de hoş sayılmaz.
- Oğlanlar beni öpmüyorlar.
- Yalan söylüyorsun yine.
- Değil amca. Söylediğim yalan değil.
- Senin gibi güzel bir kızı nasıl öpmezler ben bu durumu anlayamıyorum.
- Öpmüyorlar işte.
- Nasıl insanlar bunlar? Burada mı doğup büyümüşler? Kaç yaşlarındalar? Ne iş yaparlar? Eğitim durumları nasıl?
- Bizim ilişkili olduğumuz erkekler başta bahsettiğim, beni düşüren insanlar sınıfından erkekler hep. Çoğunlukla yeni göçmen ve yaşamları düzensiz insanlar. Bazıları çalışıyor, bazıları işsiz... Bazıları evli, bazıları bekar... Yaşları yirmi- otuz arasında olanlar çoğunlukta. Genellikle köylerden gelmiş insanlar. Burada doğanlar da var ama çok değiller.
- Ne diye öpmüyorlar?
- Seni herkes öpüyor... Sen temiz değilsin... Herkesin altına yatan biri öpülmez... Sende hastalık olabilir... Buna benzer şeyler söylüyorlar hep.
- Seninle seks yapıyorlar ama. Eğer hastalık varsa cinsel organlardan bulaşır. Eğer pislenme olursa cinsel organlarında olur... Öpüşmekle aids ve zührevi hastalıklar bulaşmaz ki.
- Sahi doğru mu senin bu anlattıkların?
- Doğru elbette kızım. Senin düşüp kalktığın insanlar kimlerdir bilmem ama, anladığım kadarıyla çok cahil, bilgisiz, ilkel kültür ve inanca sahip herifler bunların hepsi. Kişi seks yaptığı insanı öpüp okşamaz mı? Ben biriyle seks yaparken, onun tüm hassas yerlerini öper, okşarım. Güzel sözler söylerim. Seks öncesi sevişme olmazsa seks tatlı olmaz. İnsani olmaz. Hayvanların çiftleşmesi gibi bir şey olur.
- Demekki beni hayvan gibi kullandı bu eşşek oğlu eşşek herifler.
Nihal'ın kızgınlığı ve küfrü hoşuna gitti Cengiz'in. Bu kızgınlık ona göre kızın uyanmasının, kendi kendinin farkına varmasının başlangıcıydı. Gözlerinin önünden Abdi ve benzeri zır cahil ve ukala sokak kültürünün unsurları geçti. Sürünerek kazandıkları parayı ota veya alkole verip böylesi sorunlu kızları kullanıyorlardı. Sürüngenlik ne kadar da çoğalmıştı bu memlekette böyle. Sokaklar serseri dolup taşıyordu.
- Ne kadar kaldın o işyerinde?
- Bir yıla yakın kaldım sanırım.
- Sana ücret veriyorlar mıydı peki?
- Vermiyorlardı. Bazan, az bir şey harçlık veriyorlardı.
- Ne kadar örneğin?
- Haftada bir- iki defa, beş- on dolar.
- Oradan nasıl ayrıldın?
- Onların bir tanıdığı, bir müşterileri, oraya bazan gelip giden biri aracılığıyla ayrıldım. O adam genç biriydi. Benim durumumu biliyordu. Birgün kendisiyle yaşamamı teklif etti bana. Hemen kabul ettim. Atölyede çok bunalmıştım. Kendimi hapiste sanmaya başlamıştım. Bir akşam üzeri gelip beni aldı. Patrona hiç görünmeden çekip gittik. Beni evine götürdü. Bana ot alıyordu. Bazan gezmeye çıkıyorduk. Bu durum benim hoşuma gitti. Daha iyi bir yaşamdı.
- Nasıl bozuldu peki bu iyi yaşam?
- Bir- iki ay sonra o herif eve bazı gençleri çağırmaya başladı. Bana gençlerle yatmamı söyledi. Önce sorun etmedim. Nasıl olsa alışıktım böylesi durumlara. Ama giderek gelenler çoğaldı. Yaşlı- başlı adamlar da gelmeye başladı. Kimi organını emdirmek istiyordu, kimi anal seks yapmak istiyordu. Birgün patladım, kavga çıkardım biriyle. Arkadaşım araya girdi. O adamların isteğini yapmamı istiyordu. Ben yapmamakta direttim.
- Sonuç nasıl bitti?
- Arkadaş açıkladı durumu. Meğer adam beni satıyormuş parayla. "Aptallık yapma" dedi. " Bu işi
yapmazsan nasıl geçiniriz? " Bu durumu öğrenince ben pazarlığa başladım. Paranın yarısının benim olmasını istedim. Anlaştık. O adam getiriyor, ben de gelenlerin işini görüyordum. İlk zaman bir miktar para verdi bana,ama daha sonra giderek paramın üzerine yattı. Paramı vermeyince kavga çıktı aramızda. Kendisini polise şikayet edeceğimi söyledim. Bunun üzerine gırtlağıma sarıldı. "Ya hiç kimseye birşey demezsin ya da seni öldürürüm" diye beni korkuttu. O gece korkumdan hemen oradan ayrıldım. Geceyi parkta gecirdim. Bir kalacak yer bulamayınca ertesi gün polise gittim.
- Polis yakalamadı mı o herifi?
- Polise işin iç yüzünü söylemedim. Polis aileme haber verdi. Ama babam bana sahip çıkmadı. Polis de beni ıslah evine gönderdi. Orada bir yıl kadar kaldım. Islah evinde tineri bıraktırdılar.
- Otu bırakmadın mı?
- Otu da bırakmıştım ama, buldukça bazan çekiyorum.
- Nasıl ve nereden buluyorsun otu?
- Arkadaşlar getiriyorlar. Ben bilmiyorum nereden satın aldıklarını.
- Kim bu arkadaşların? Ne iş yapıyorlar?
- Bir sürü arkadaş. Kızlı oğlanlı. Hangisini söyleyim ki sana. Abdi ve kardeşi de onlardan…Erkeklerin kimisi işsiz, kimiyse bir yerlerde çalışıyor. Kızlar ise hep benim gibileri.
- Yani evden kaçmış, ota, tinere alıştırılmış çocuklar....
- Evet ama, ben çocuk değilim.
- Çocuk değilsin de nesin peki?
- Kadınım.
- Belki şu an bedenin kadındır ama, onsekiz yaşının altındaki kişiler yasal olarak çocukturlar.
- Ben onsekizin altında değil içindeyim.
- Sen onyedi yaşında olduğunu söyledin ama.
- Onyediyi bitirdim, onsekizin içindeyim.
Cengiz Nihal'ın gözlerinin merkezine kaydırdı bakışlarını. Acaba doğru mu söylüyordu, yoksa atıyor muydu? Kıpırtısız öylece bakıştılar bir süre. Kızın yalan söylediğine dair bir ip ucu yakalayamayan Cengiz kalkıp mutfağa girdi. Mutfaktan bir tabak içinde karışık meyve getirdi. Elma ve mandalina soyup Nihal'ın önüne koydu. Gidip elektrikli çaydanlığı suyla doldurup fişi pirize soktu. Geri gelip bir dilim mandalina attı ağzına. Genzi yanıyordu. “Nezleolacağım herhalde” diye düşündü. Nihal ise koca bir muzu yarıya kadar soymuş ağzından dışarı çıkarmadan yiyordu.
- Doğru mu anlattın olayı, yoksa işin içine yalan- dolan şeyler mi kattın?
- Yalan söylemedim, diyerek ayağa kalkan Nihal gelip Cengiz'e sarılacaktı ki elinde bıcakla elma soyan Cengiz Nihal'ı yakaladı.
- Yapma öyle şey! Ben senin amcan sayılırım.
- Ne olur amcam sayılırsan? Ben seni kucaklayamaz mıyım?
Nihal'ın gerçek sevgiye hasret kalarak büyümüş biri olduğunu düşünen Cengiz, onu yanındaki sandalyaya oturttu. Bir koluyla sarıp başını bağrına bastırdı. Saçlarını oksadı. Nihal şaşkınlık içinde kalmıştı. Bu adamı olmayıp aklı almıyordu. Hep geçmişte tanıdığı, Cengiz'e öyküsünü anlatırken utanarak atladığı bir yığın yaşlı başlı erkek gözlerinin önüne geliyordu.
Cengiz'i de onlar gibi düşlüyor ve şu an kendini yatakta bu gizemli adamla çırılçıplak eylemlilik içinde hayal ediyordu.
- Sen şu an devletin mi, yoksa annenin mi koruması altındasın?
- Senin kolunun altındayım.
- Onu sormadım ama ben. Kimin korumasındasın?
- Hiç birisinin de korumasında değilim. Ben çocukluk çağından çıktım dedim y asana. Babam annemden ayrıldıktan sonra annemin yanına taşındım. Önce sordum anneme " gelebilir miyim" diye. Ben annemin de babam ve ağbim gibi beni yürekten silip attığını düşünüyordum. Ama yine de bir duygu beni sormaya zorladı. Annem hiç düşünmeden " gel" dedi. Bunun üzerine annemin yanına taşındım.
- Anne yüreği, dedi Cengiz. Ne olursa olsun dayanamaz. Mutlaka kanar hep yavrusu için.
- Babanı görmüyorsun değil mi?
- Hayır! Ne babamı, ne de ağbimi.
- Belki birgün onlar da seni kabullenir, bağırlarına basarlar, belli mi olur?
- Sanmıyorum dediğin gibi yapacaklarını. Babam sevgi- mevgi bilmeyen birisidir. Bilse de sevmez. Çocuğuna sevgi göstermeyi ayıp sayar.
- Gelecek için düşüncelerin ne? Annenle birlikte mi yaşamayı planlıyorsun hep? Yoksa başka planların mı var?
- İlk olarak ciddi bir iş öğrenip meslek sahibi olmak ve kendi yaşamımı kendim kazanmak istiyorum. Şimdilik planım anneyle kalmak ama, bu nereye kadar gider bilmiyorum. Kadın belki yeniden bir aile kurar. Benim annem genç bir kadın. Daha otuzyedisinde biri. Eğer rast getirebilirsem yüreği temiz, beni olduğum gibi kabul edecek olgun yaşta bir erkekle sıcak bir yuva kurmak istiyorum.
- Bu işte, yani eş bulmada acele etme dedi Cengiz.
- Zaten şu an yok. Kimse bana ciddi yaklaşmıyor ki. Beni hep süprüntü, fahişe felan görüyorlar.
- Sen boşver onlara. O insanlardan kim sana yaklaşırsa tıpkı tuğlacılara yaptığın gibi terslemelisin hep. Sen beni dinle yalnızca. Ot içmeyi bırakacaksın. Eski arkadaşlarına takılmayacaksın.
- Ama ben çok sıkılıyorum. Bunalıyorum. Yalnızlık çekiyorum. Şu an canım ot istiyor, eğlendirici, gevşetici, beni bende uzaklaştırıcı birşeyler istiyor...
- Başka şeylerle bunları karşılayabilirsin. Gezilere çıkarak, spor yaparak, kitap okuyarak, resim yaparak... Ama yanında bulunduğun kişiler temiz insanlar olmalı. Otçu, tinerci, diskocu, seni kullanmak isteyen orospu erkekler ve kızlardan uzak durmalısın.
- Sen benimle olur, beni korursan.... dedi Nihal.
Bu sözü söylerken tedirgince bir havaya bürünmüştü yüzü. Gerçekten kendini koruyup kollayacak olan birine gereksinimden ve bunu istemekte duyduğu eziklikten miydi bu durum yoksa başka türlü bir yaklaşım niyetiyle söylediği, karşısındakinin anlayıp kızacağını düşündüğü için mi tedirgindi. Ceniz pek karar veremedi bu duruma, üstelik üzerinde de pek düşünmedi.
- Ben seni kollarım hep. Yeterki sen beni iyi dinle. Sana iş öğretirim. Birlikte çalışırız. Kendi ekonomini kurarsın. Seninle spor yaparız. Arada bir kır gezisine çıkarız. Sinemaya gideriz. Yapı işleri kadınlar için pek iyi değil ama yine de en iyisi bizim işimiz. Yapı işi zor ve yıpratıcı. Kadın bedeni güçlü değildir. Zor dayanır yapı işine.
- Ben güçlüyüm amca! dedi Nihal. Pazularını gösterdi Cengiz'e.
Cengiz kızın bileğini tutup yokladı. Gerçekten pazuları kuvvetliydi. Kasları sertti. Belki masaj yapılırsa gevşeyip rahatlayacağını ve ot isteği gibi
şeylerin zayıflayacağını düşündü Cengiz. Kızın stres içinde olduğu kesindi.
- Tamam dedi. Sen kuvvetlisin gerçekten. Ama sinir ve kasların çok gerginleşmiş. Koltuğa yüzüstü uzan da sana bir masaj yapayım.
Nihal hemen uzandı. Cengiz kollar ve omuzlardan başlayıp ayak altına kadar masaj yaptı. Tam bir saat süren masajın sonunda Nihal uyuyup kalmıştı.
Cengiz önce gidip, alt kattaki iki küçük odadan sol taraftakine girdi. Yatağın üzerindeki yorganı yana çekti. Sonra gelip,yerde ölü gibi yatan genç kızı omuz ve kalçadan tutarak kollarına alıp,götürdü. Yatağa hafifçe indirip yorganla üzerini örtüp çıktı.
Çaydanlıkta kaynayan su yeniden soğmuştu. Saate baktı Cengiz. Gece yarısına geliyordu. Yeniden su kaynatıp çay içme fikrini bırakıp yatmaya karar verdi. Erken kalkıp işe gideceklerdi. Üst kata, kendi odasına çıkıp üzerini değiştirip yatağa girdi.
Nihalın macerası geldi gözlerinin önüne. Sermaye sisteminin milyonluk şehirlerin varoşlarına yığdığı yoksul, işsiz, eğitimsiz yığınlar arasında binlerce Nihal dolaşıyordu.

***

Kuş sesleriyle uyanan Cengiz hemen yataktan fırladı. Üzerine işe gidip geldiği pantolon ve çeketi geçirip aşağıya indi. Çaydanlığın fişini pirize takıp elini yüzünü yıkayıp mutfağa geri geldi. Nihal görünürde yoktu. Usulca Nihal'ın odasının kapısını açtı. Nihal bir bacağını yorgandan dışarı atmış, yastığı kollarının arasına almış uyuyordu. Cengiz gidip kızın saçlarını karıştırdı. Elinden tutup,sırtüstü dönderdi.
- Nihal... Nihal... Uyan artık, işe gideceğiz. Geç kalıyoruz. Haydi kalk bebeğim.
Nihal sarsılarak uyandı. Gözlerini ovdu. Gidip duş almasını söyledi Cengiz. Hemen duşa girip geldi kızcağız. O geldiğinde Cengiz çayla kahvaltıya başlamıştı. Bir çay da Nihala yaptı. Kızın önüne petek ve beyaz peynir getirdi.
Kahvaltıdan sonra birlikte işe gittiler. Nihal Cengize geçen gece çok derin bir uyku uyuduğunu, tüm bedenini pamuk gibi yumuşak ve hafif hissettiğini söyledi. Ne zaman ve nasıl uykuya daldığını sordu ustasına. Demek anımsamıyordu geçen akşamı. Ustasının masaj yapmasını ve masaj yapılırken uyumasını unutmuştu demek.
O gün işyerinde Nihalı pek yormadı Cengiz. Sadece kendisine yardım ettirdi. Geç vakit döndüler eve. Herkes kendi banyosuna girip duşunu aldı.
Cengiz Nihal'a;
- Ben çok yoruldum bugün dedi. Evden bir yere çıkmayı hiç canım istemiyor. Ama sen annene gitmek istiyorsan seni bırakabilirim.
- Gitmem gerekli mi?
- Onu ben bilmem Nihal, sen bilirsin. Burada kalman benim için bir sorun değil. Ama burada benimle sıkılıyorsan ve anneni özlemişsen seni annene bırakayım. Olmazsa burada kalırsın yarın gideriz.
- Yarın gidelim.
- Oldu. O zaman annene telefon et. Yarın öğleye doğru geleceğini söyle.
Nihal telefon etti annesine. Cengiz'in elleri yemek hazırlarken, kulakları pusuya yatmış kızı dinliyordu. Acaba yine yalan- dolan şeyler mi anlatacaktı? Kızcağız hiç de yalan yanlış seyler söylemedi bu kez. Annesine bu akşam gelmeyeceğini, gündüz çalıştığını, ustasının evinde olduğunu ve ustasının yorgunluğunu anlatıp, yarın öğleye doğru ustasıyla geleceğini belirtti. Cengiz'in çok hoşuna gitti bu anlatış. Gerçeği söyleyip yalandan kaçınması onun iyi bir yönelim içinde olduğunu kanıtlıyordu.
- Bu akşam da bir masaj hakkettin Nihal, dedi Cengiz. Annene yalan söylemedin. Gel bana yardım et. Yemek yapalım kendimize.
Nihal gelip Cengiz'in yanağına bir öpücük kondurdu. Cengiz pilav, fırında tavuk ve çoban salatası olarak düşünmüştü akşam yemeğini. Fırına tavuğu koydu. Nihal pilavlık pirinci kavuruyordu. Kendisi salata hazırlamaya başladı. Cengiz salatayı hazırlamıştı. Nihal pilavın suyunu koyup ateşi iyice kıstı. Tencerenin kapağını kapattı.
- Nihal'cığım, dedi Cengiz. Hafta sonları çamaşır ve temizlik günüdür. Yemek pişene kadar çamaşırları makineye koyalım. Ne kadar yıkanacak çamaşırın varsa toplayıp getir.
Kendisi de yukarı çıkıp bir haftadır yığılan iç çamaşırlarını, pijama ve çoraplarını getirdi. Nihal'ın pek bir şeyi yoktu. Yalnızca iki günlük değişikliği. Hep birlikte makinaya boca ettiler çamaşırları. Cengiz tek bir yıkama ayarı biliyordu. Lami'den öğrenmişti onu da. Nihal'a çamaşırları makinada nasıl yıkayacağını anlatmaya başlamıştı ki;
- Biliyorum ben dedi kız. Anlatmana gerek yok. Annemin makinası da bunun aynısı. Bu ayar normal bir yıkama ayarı. Şurası yünlüler içindir.
Şurası da sentetik kumaşları yıkama ayarıdır.
- Sağ ol dedi Cengiz. Sen bana öğrettin bak. Ben yalnızca bu ayarda yıkıyordum her şeyi ve bir yığın kazak ve gömleği bozdum yıkarken.
- Sıkıntı etme, bundan sonra ben yıkarım çamaşırları hep.
Nihal evin kadını, yaşam ortağı gibi konuşuyordu. Cengiz rahatsız oldu bu cümleden. Ama rahatsızlığını belirtmedi. Aklına, bu, pislik içine itilmiş çiçeği pislikten kurtarmayı koymuştu. Kızı uyarırsa belki kız kendinden uzaklaşmayı düşünürdü. Uzaklaşmasa bile güveni sarsılır, belki de kendisini itilmiş sayardı.
Çamaşır yıkanadursun onlar yemeklerini yeyip çaylarını içtiler.
- Amca dedi Nihal, senin kolların keçeleşmiştir bugün. Uzat kollarını da bir masaj yapayım. Dinlensinler...
- Omuzlarıma da isterim, dedi Cengiz.
Nihal kollar, omuzlar, eller, parmaklar, ayaklar derken Cengizin nerdeyse tüm bedenini elden geçirdi. O bitirince Cengiz başladı masaja. Nihalın sinir ve kasları her gün birazcık daha yumuşuyordu. Yine masaj altında uyuklamaya başlamıştı. Cengiz masajı bıraktı. Nihal'ı kaldırıp yatağına göderdi. Kendisi çamaşırları verandanın altına serip, bir de kahve yapıp yukarıya odasına çıktı. Pencerenin perdesini açıp Melbourne'un ışıklarına bir göz attı. Şehrin üzerini ince bir sis tabakası kaplamıştı. Işıklar parlaklığını kaybetmiş çok uzak bir galaksinin görünümünü andırıyorlardı. Gökte yıldızlar irileşmişti. Gece buzlanacağa benziyordu. Buzlanmasa bile sabahleyin kırağı düşerdi.
Cengiz kahvesini yavaş yavaş içip bitirdi. Bulaşık fincanı mutfağa bıraktı. Nihal'ın kapısı açıktı. Ne yapıyor diye gelip yokladı. Nihal çoktan uykunun derinliklerine dalmıştı. Kızın odasının kapısını kapattı. Sobanın ayarını da her zamanki gibi kısıp, odasına çıkıp yatağına uzandı.
Yorgunluktan kuş seslerinin uyandıramadığı Cengizi Polis helikopterinin çirkin gürültüsü uyandırdı. Daha güneş bile doğmamıştı. Hava ayazdı. Hafif bir yel esiyordu, ama yel değil sanki zehir... Keskin bir soğuk egemenliği altına almıştı sabahı. Polis vadi boyunca ormanlık alanın üzerinde dolanıp duruyordu. Bir hırsız mı kovalıyorlardı acaba? Polisin hırsızı pek kovalamayacağını düşündü Cengiz. Belki bir hükümlü kaçmıştı hapisten, belki de politik bir davaydı. Bir ilticacı ya da turist kovalama ihtimalleri daha büyüktü. Yoksa bu denli önemsenmezdi olaylar.
Uykusunu bölen polise sunturlu bir küfür savurdu Cengiz. Gidip sobanın ayarını yükseltti. Bir kahve yaptı. Kahvesini yudumlayarak geri odasına çıktı. Yine geceki gibi pencerenin önüne oturup güneşin doğuşunu seyre daldı. Güneş olmasa yaşam da olmazdı. Birgün gelecek güneş kendi kendini tüketip sönecek diye düşündü. O zaman dünyamız boşlukta serseri bir mayın gibi dolaşıp dururdu. Belki de gider bir başka gök cismine bindirir dağılır, o gök cismiyle birleşik yeni bir gök cismi oluşurdu. Güneş söndüğünde tüm canlılar bir anda ölecekti. Ne hazin bir manzara... Eskilerin güneşe tapması bu günün hayali tanrılara tapan insanlarınınkinden daha mantıklı geldi Cengize. Güneş yaşamın, var olmanın, üremenin birincil etmeniydi. Ona göre Aborjinilerin inanış şekli, Avrupalıdan daha bilimseldi. İnsanlık bazı noktalarda ve özellikle inanışta bir adım ileri iki adım geri mi gidiyordu ne?
Mutfaktan gelen sesle ayıktı dalıp gittiği düşüncelerden. Kahvesi de elinde soğmuştu. Kahveden bir yudum aldı. Hazlanmadı. Aşağıya indi.
Nihal kahvaltı hazırlamıştı. Sıcak ve buharı tüten yeşil çaydan üstüste iki yudum aldıktan sonra oturup kahvaltıya başladı.
Kahvaltıdan sonra duş alıp giyindiler ve Nihal'ın annesinin evine gittiler. Yolda Cengiz Akşamdan hazırlayıp cebine yerleştirdiği Nihalın bir haftalık parasını nakit olarak ödedi. Parayı saymadan cebine koyan Nihalı da uyardı.
- Parayı yerde bulsan bile saymadan cebine koyma bir daha.
- Ne olur ki?
- Belki ben eksik ödemişimdir. Belki kaybedersin bir kısmını ve sonra benim eksik ödediğimi düşünürsün. En iyisi saymak.
- Ben insanlar hakkında kötü şeyler düşünmem. Hele senin hakkında hiç düşünemem. Sen eksik ödemezsin.
- Belli olmaz. Sen yine de beni dinle paranı say. Cebinde nekadar paranın olduğunu bilmemek iyi bir şey değildir.Eğer annen ihtiyaç duyarsa kadına yardım et. Senin şu an paraya fazla ihtiyacın olmaz.
Nihal parasını cebinden çıkartıp saydı.
- A, aaa, sen tamamını ödemişsin bana. Benim için aldığın giyeceklerin parasını kesmemişsin.
- Onları ben aldım sana. Uslu olur, beni dinler ve yaşama sarılırsan sana daha çok şeyler alırım. Ama delilik yapar, eski arkadaşlarına uyar yeniden serseriliğe başlarsan benden hiç bir yardım göremezsin. Ve hepsinin parasını alırım senden geri...
- Korkma, diye başını Cengize çevirdi Nihal. Bundan böyle hızla değişeceğim. Eski Nihalı mezara göndereceğim. Bu konuda sana ve kendime söz verdim. Şu önümüzdeki kavşaktan sola dön ve üçüncü kapının önünde dur.
Cengiz arabayı bildirilen yerde park etti. Nihal kapıyı çaldı. Annesi açtı. Gerçekten de çok genç ve güzel bir kadındı annesi. Cengiz hayret etti bu kadının yaşlı başlı oğul ve kızının olmasına.
- Buyrun dedi Cengiz'e kadın.
Girip oturdular. Küçücük bir saloncuk ve bu salonla bitişik bir mutfakcıktı tüm oturma alanı. İki çiftli eski koltuk vardı salonda, bir de yuvarlak küçük yemek masaıyla dört sandalye.Nihal ustasını annesiyle tanıştırdı. Kadın Cengiz'e dolaylı olarak geçmişi, işi, evi ve barkı hakkında epeyce soru yöneltti. Cengiz genişce yanıtladı her soruyu. Hatta daha da ileri gidip kadının merakını giderici açıklamalar yaptı.
Nihal'ın annesinin demlediği çayı üçü birlikte sohbet ederek içtiler. Kadın yemek hazırlayacaktı ki, Cengiz yemeği dışarda yeme önerisi getirdi. Birlikte Coburg'a indiler. Yeni açılan, pek müşterisi olmayan, ama temiz ve leziz yemekler yapılan Akdeniz restorantda akşam yemeğini yediler.
Yemek sonrası üç tane de taze pide satın aldı Cengiz lokantadan. İkisini Nihal ve annesi, ötekini de kendisi için. Anne ve kızını evlerine geri getirdi.
Kadın hemen arabadan inip kapıyı açtı. Nihal inme işini yavaştan alıyordu. Cengiz dönüp Nihal’a bakınca, kız ertesi gün işe nasıl geleceğini sordu Cengiz'e. Cengiz gülümsedi. Sorunun amacını anlamıştı. Nihal kendisiyle geri dönmek istiyordu.
- Annenle konuş, dedi Cengiz. Eğer sorun yoksa benimle birlikte gel.
- Olur deyip içeri girdi kız.
Kız içeriye girdikten kısa bir sure sonra kapı yeniden açıldı ve Nihalın annesi göründü kapıda bu kez.
- Cengiz bey siz de girin, bir kahve için lütfen dedi kadın.
Cengiz de içeri girdi. Kadın bir köpüklü Türk kahvesi yapıp getirdi. Nihal yoktu oturma odasında. Herhalde yatak odasında çamaşır ve elbiselerini topluyordu. Kahveyi Cengiz'e ikram ettikten sonra kadın da yatak odasına gitti. Yarım saat kadar zaman geçtikten sonra anne- kız çıkıp geldiler.
- Nihal seninle kalmak ve seninle çalışmak istiyor,
dedi kadın. Başka türlü düzenli işe gelip gidemeyeceğini söylüyor. Bu kızın başından
kötü olaylar geçti. Ben sizi tanımıyorum, ama kızımın anlattığına göre çok iyi bir insansınız. Size güveniyorum. Onu eski yaşamından kurtarırsanız ve bir iş sahibi ederseniz ömür boyu size minnettar kalacağım.
- Kaygı etmeyin siz, dedi Cengiz. Ben onunla her yönüyle ilgileniyorum. Benim elimden hiç bir yere kaçamaz. Göreceksiniz üç- beş ay sonra onu. Gerçek bir kişi olacak. İşinde gücünde, ekmeğini kazanan, sağlıklı gerçek bir aile ferdi olacak.
Nihal annesiyle öpüşerek ayrıldı evden. Kadın yeniden ve yeniden teşekkür etti Cengize. Tekrar evine buyur etti. Kızın valizini bagaja yerleştiren Cengiz ise, kadına,tanışmaktan duyduğu hoşnutluğu belirtti.

*****

Nihal, Cengiz'in evine taşındıktan sonra bir daha annesinin evine geri dönmedi. Hafta sonları bile bir şeyler bahane edip gitmiyordu. Yalnızca annesiyle telefonlaşıyordu. Yoğun çalışmalardan hiç bıkmıyordu. Anlaşılan o ki, işi çok sevmişti. Hızla öğrenmeye başladı. Hafta sonu ev işleri yapıyordu genellikle. Evi temizliyor, çamaşır yıkıyor, bahçeyle uğraşıyor, sebzeleri çapalıyor, çimleri biçiyor, ağaçları ve çiçekleri suluyordu. Ayrıca Cengiz'le birlikte yürüyüş yapıyorlar, alış verişe çıkıyorlardı.
Cengiz Nihal'a düzenli masaj yaptı, jimnastik yaptırdı. Yaşamı, toplumu, çalışıp üretmenin erdemlerini, toplumun sorunlarını yeri geldikçe uzun uzun anlattı. Zaman zaman şiir ve öyküler okudu. Onda okuma alışkanlığı yarattı az da olsa.
İki- üç ay içerisinde, işleri iyice ilerleten Nihal, artık nerdeyse iyi bir fırça ustası olmuştu. Abdi'nin yaptığı işin çok fazlasını yapmaya başladı. Giderayak da işin her dalında yetkinleşip ustalaştı.
Düzenli çalışma, spor, temiz havada yürüyüş ve masaj Nihal'ın ot isteğini yavaş yavaş yok etti. Eski arkadaş çevresini hiç anmadı ve aramadı bir daha. Annesini bile unutuyordu zaman zaman. Sonuçta, Cengizin zorlamasıyla annesine telefon eder duruma geldi. Bu arada şoförlük sınavlarına girip sürücü belgesini aldı. Artık Cengize muhtaç olmadan işe ve istediği yere gidebiliyordu. Cengiz bankada yeni bir otomatik hesap açtırdı Nihal için. Kızın tüm paralarını eksiksiz olarak orada toplamaya başladı.

****

Cumartesi sabahıydı. Dışarıda kudurmuş bir fırtına vardı. Cengiz erkenden fırladı yatağından. Apar topar giyindi. Aşağıya inip mutfaktan iki parça biskuvitle küçük karton kutulardaki elma sularından birini alıp yürüdü. Zihninde bir şey unuttuğu kuşkusu vardı.Kapıdan çıkınca aklına geldi. Nihala haber vermeden gitmesi iyi olmazdı. Nihal uyanınca Cengizi evde bulmayınca belki korkar, kaygılanabilirdi. Geri gelip yavaşça kızın kapısını açıp baktı. Kız derin bir uykudaydı. Akşam ona “yarın işe gitmeyeceğiz” demişti. Kısa bir an Nihalı seyretti. Çok dingin, rahat ve mutlu bir insan yüzüydü yatakta uyuyan. Kıyamadı uyandırmaya. Geri gelip bir not yazıp yemek masasına bıraktı.
Arabayı doğru boya dükkanına sürdü. Boyacılar işyerine varmadan kendisi istenilen boyayı da alıp varmalıydı. Eğer geç kalırsa adamlar geri eve giderlerdi. Bir önceki gün unutmuştu gerekli malzemeyi işyerine bırakmayı. Dükkan daha açılmadan vardı. Bekledi birazcık. İlk müşteri kendisiydi. Gerekli boyayı alıp, saniye kaybetmeden koştu arabaya, boyayı yan kapıdan içeri bırakıp aceleyle sürdü. İşyeri hayli uzaktı. Ama yollar da tenhaydı ve Cengiz çok yerde hız sınırını aşarak gidiyordu.
Fırtına ormanlık alanda daha heybetliydi. Korkunç bir uğultu oluşuyor, ağaçların dalları eğilip bükülüyor, daha gençlik çağını yaşayan bahar yaprakları dallardan koparak yerlerde birikip kalan kuru güz yapraklarıyla birlikte havalara savrulup, uzaklaşıp gidiyorlardı biryerlere. Cengiz işyerine ulaştığında boyacılar orada yoktu. Bekledi yarım saat. Kimse gelmedi. Samoyu aradı. Telefon çalıyor ama Samo açmıyordu telefonu. Üst üste iki-üç kere telefon ettikten sonra zorla uyandırabildi Samoyu.
-Günaydın!
-Günaydın diyebildi karşıdaki. Sesi uyku sersemi birinin sesiydi.
-İşe gelmiyor musun? Ben iş yerinde seni bekliyorum.
- Malzeme yok.
-Getirdim malzemeyi. Haydi kalk ve çabuk gel.
- Tamam. Dışarı bakayım bir, hava nasıl?
-Havadan sana ne kardeşim, sen içeride çalışacaksın.
- Hava fırtınalı ve yağmur başladı. Vallahi yolda benim araba devrilir, bu yel alır götürür arabayı, ben geri yatıyorum. Malzemeyi oraya bırakıver. Pazartesi gelir boyarım…
Cengizin sinir sistemi altüst oldu bu durumdan dolayı. “Gecenin köründe kalkıp geleceksin, binbir zahmetle “ diye söylendi kendi kendine. “Ve işçi beyefendi sıcak yatağında uykusunu uyumaya devam edecek. İş kalacak yine haftaya. Geçen hafta da aynısı olmuştu” diye terbiyeli bir küfür savurdu ortalığa.
Malzemeleri oraya bırakıp binanın kapı ve pencerelerini control ettikten sonra geri döndü. Fırtına yağmura çevirmeye başlamıştı. Hume oto yolu yağlı ve kaygandı. Dikkatlice sol hattan sürdü arabasını. Melbourne hava alanı çevresi ve şehrin tüm batı tarafı yoğun kara bulutlarla kaplanmıştı. Bazı uçaklar inmeye çalışıyor, ama inmeyi başaramayıp geri yükselip Adalaide veya Sydney taraflarına doğru yöneliyorlardı.
Cengiz bu çok yoğun yağmur ve fırtına dalgasına girme riskini göze alamadı. Nihalın anasına uğramaya karar verdi. Nihalın anasının evi, o anda kendinin durabileceği en yakın mevziydi.
Arabayı parkedip koşar adım kendini evin giriş kapısının önündeki duldalığa attı. Arabayla kapı boşluğu ancak beş metreydi, ama bu kadarcık yolu koşana kadar yarı yarıya ıslanmıştı Cengiz. Yavaşça kapıya vurdu parmaklarının eklem yeriyle. Durup bekledi, yeniden vurdu. Az sonra kapının ardına gelen ev sahibi kadın;
-Kimdir! diye seslendi.
-Benim, boyacı Cengiz.
Kapı açıldı, Cengiz içeriye girdi. Fakat kadının atmosferini hiç beğenmedi. Daha önceki geldiğindeki gibi sıcak bir tavır göstermedi kadın bu sefer. Dil ucuyla “buyrun” dedi Cengize. Cengiz rahatsız ettiğini düşünerek ayağa kalktı geri.
-Özür dilerim, dedi. Evde misafiriniz var herhalde. Ben sonra uğrayım. Şiddetli yağmurdan ötürü gelmiştim zaten buraya.
- Yok dedi kadın. Ben yalnızım, senden de rahatsız olmadım.
- Duruşunuz biraz soğuk ve kırgın geldi bana. Tekrar söylüyorum, eğer rahatsız edici bir durum varsa söyleyin. Ben gücenmem, hatamın yüzüme söylenmesinden de memnun kalırım.
-Lütfen oturun, çay yapayım size ve birazcık konuşalım baş başa.
Cengiz oturdu. Kadın çay demlemeye başladı. Çay demlenirken Cengize sordu.
-Nihalı nettin?
- Bir şey etmedim. Nihal evde. Ben işten geliyorum. Sabah erkenden evden çıktım. Buraya gelmeyi dönüşte akıl edebildim. Ben gelirken o uyuyordu.
- Nihal neden gelmez oldu bana?
- Vallahi ben bilmiyorum neden gelmiyor. Ben sürekli söylüyorum ama o hiç gelmek istemedi. Seninle sürekli telefonlaşıyor. Sorsana niçin bana gelmiyorsun diye.
- Soruyorum ama o akla uygun bir şeycik demiyor.
- Ne söylüyor bana da dermisiniz.
- Zamanım yok diyor. Ne yapıyor o evde hafta sonları?
- Ev işleri yapıyor. Çamaşır, temizlik, alışveriş, bahçe işleri... Spor yapıyor bazan, yürüyüşe çıkıyor.
- Senin evin kadını oldu desene...
Cengiz aniden irkildi. Kadının son söylediği söz, ne anlama geliyordu? “Senin evin kadını oldu desene” Bunun anlamı, açıkça “benim kızımı kendine yar ettin” demekti.
-Lütfen! diye yüksek sesle söze girdi Cengiz. Benim ev işi yaptıracak hizmetçiye de, koynuma alacak sevgiliye de gereksinimim yok şu an. Kendi ev işlerimi yapmasını biliyorum ve bu güne kadar nasıl yaptıysam bundan sonra da öyle yaparım. Öteki duruma gelince; ben bin yıl da yaşasam sevgisini ve özlemini yüreğimden atamayacağım bir kadını kaybettim ve onun acı ve özlemiyle yanmaktayım biteviye. Nihalla aramda duygusal hiç bir şey yok. O belki düşünmüş olabilir benim hakkımda, ama ben kesinlikle düşünmüş değilim.
Kadın bardaklara çay doldurup getirdi. Cengizin canı sıkılmıştı. Eli çaya zor gidiyordu. Kadın hemen anladı. Durumu düzeltmeyi düşündü.
-Gücendiniz sözüme dedi. Ama ben onu kötü bir şey olarak düşünüp söylemedim. O seni seviyorsa ve sen de onu münasip görüyorsan kendine niçin olmasın ki?
- Şunu apaçık belirtiyim ki, ben hiç hazır değilim öylesi durumlara. Ve sana bir önerim var. Kalk birlikte gidelim. Nihal ile konuş her şeyi. Hem uzun zamandır özlemişsindir. Ben de rahatlayım böylelikle.
- Olur, gidelim.
Tekrar çay dolduracaktı, ama Cengiz istemedi. Çay bulaşıklarını yıkayan kadın, gidip odasında soyunup giyindi. Birlikte çıktılar. Yağmur kesileli bir saata yakın olmuştu ama daha yolların bazı yerleri gölek gibi su doluydu.
Kapıyı açan nihal annesiyle burun buruna gelince şaşırdı. Yana çekildi, kadın içeriye girdi. Sarılıp öpüştüler. Nihal onları doğru yemek masasına götürdü. Pişirdiği yemekleri servis yaptı. Birlikte hafif ve biraz da soğukça bir sohbet eşliğinde yemeklerini yediler.
Yemekten sonra Cengiz ana kızı başbaşa bırakmak için “Dernekte toplantım var. Biraz geç gelebilirim. Akşam yemeğine gecikirsem beni beklemeyin ” deyip ayrıldı.
Cengiz gerçekte toplantıya gitmedi. Eski arkadaşı Bozatlı Heydoyu ziyaret etti. Uzun zamandır görüşmüyorlardı. Oturup sohbet ettiler, politik dedikodular yaptılar her zamanki gibi. Vakit geçip gitti.
Cengiz gittikten sonra Nihal annesiyle kısa süreli havadan sudan söyleştikten sonra, anne kızını muhabbet kıvamında tatlı bir sorgulamaya tabi tuttu.
-Nasıl geçiyor günlerin, yine arkadaşlarınla dışarıya çıkıp ot içiyor musun?
Nihal sadece gülmekle yetindi bu soru karşısında.
-Yanıt versene dedi kadın. Niçin gülüyorsun. Ben ciddi soruyorum. Gülecek ne var bunda?
- Anne sen bilmiyor musun ben otu da, o arkadaşları da o geşmiş yılları da unuttum. Ben çalışıyorum. İşimde gücümdeyim. Evimdeyim.
- Burası senin evin mi de “evimdeyim” diyorsun.
-Benim evim sayılır. Ben burda yaşıyorum. Senin yaşadığın yerin de sahibi sen değilsin ama orası senin evin. Burası da benim evim. Hafta içi çalışıyorum, hafta sonları da ev işleriyle uğraşıyorum. Sana gelmeye zamanım yok diyorum ama sen inanmıyorsun herhalde.
- Ben yalnızca senin durumunu merak ediyorum. Eviniz hayli büyük herhalde? Bana gezdirmeyecek misin evi?
Nihal evi annesine gezdirdi. Kapısı kilitli odaya sıra gelince;
-Bu odayı,dedi Cengiz hep kitli tutuyor ve odanın içinde ne var ne yok hiç kimseye bilgi vermiyor. Ben de hiç sormadım, ama sorsam da bana odayı göstermeyeceğini biliyorum.
- Ev gerçekten büyükmüş. Bunu temizlemek ve hergün ev işlerini yapmak ciddi zaman alır.
- Ev işlerini hep bana yaptırmıyor Cengiz, genellikle kendi de yapıyor.
- Desene sana kıyamıyor veya seni çok seviyor. Adamcağızı iyice kendine bağladın mı yoksa?
-Nerden çıkarıyorsun bunları?
- Eve kendi evin gibi bağlandığına göre adama da bağlanmış olmalısın... Adama sordum yok diyor ama, insanlar hiç belli olmaz. Belki benden saklıyordur.
- Anne, o adam yalan söyleyemez. Hiç bir şeyi de içinde gizleyemez. O bana değil, ben ona bağlandım. Onun yanından üç adım uzaklaşmak bile istemiyorum.
-Adamın her şeyi var, seni de severse ne ala, bundan sonrası düğün bayram.
-Ben hiç bir şey istemiyorum anne, yalnızca Cengiz ile birlikte yaşamak istiyorum. O benim dünyamı değiştirdi kökten. O beni çok seviyor ama yalnızca genç bir arkadaş gibi. Bir insan gibi... Benim kendisine olan tutkumu seziyor sanırım, ama bir şey demiyor. Ben sabırlı olacağım ve bekleyeceğim.
-Kızım bu adam hayli yaşlı ama orasını da düşündün mü? Sonra el gün laf eder.
- Etsinler. Beni hiç ilgilendirmiyor. Yaşlı ve olgun olması beni ona daha çok bağlıyor.
- Ama adam senin baban yaşında.
- Boş ver babamı. Ne hayrını gördün de anıyorsun onu. Ben istiyorum ki onda eş ve baba sevgisini birlikte yaşayayım.
Nihal annesini çarşıya götürdü. Otomatikten para çekti. Bir kaç parça giyecek aldı annesine ve bir miktar da harçlık verdi.
Cengiz eve geri geldiğinde geç olmuştu. Nihal ve annesiyse yemeklerini yememiş kendisini bekliyorlardı.
Nihal;
-Annem gitmek istiyor dedi. Ben bu gece burada kalmasını söyledim ama...
Cengiz beklemedi Nihal sözünü bitirsin
-Ben de istiyorum ki, annem burada hep bizimle kalsın.
- Çok sağ ol Cengiz bey diye mırıldanırcasına konuştu kadın. Senin huzurunu bozanlar bir hayli var. Bir de beni ekleme başına bela. Ben kendi fakirhanemde mutluyum. Ve sabah kahvaltısına misafirim gelecek. Onun için akşamdan evde olmalıyım. Beni eve bırakıverirseniz mutlu kalırım.
Cengiz ve Nihal geç vakit anneyi Dallastaki evine bırakıp geri döndüler.
-Anneyle konuştunuz mu Nihal?
-Konuştuk.
- Neler sordu sana?
-Sana sorduklarını bana da sordu.
- Ne yanıt verdin peki?
-Gerçek neyse onu söyledim. Ama senin söylediklerinden fazla bir şey daha belirttim.
-Sen nerden biliyorsun benim ne dediğimi annene?
- O anlattı hepsini.
- Peki senin fazlalık dediğin nedir?
- Hep seninle olmak. Seninle yaşamak...
Cengiz sustu. Düşüncelere daldı. Başında allı bir belanın dönmeye başladığını sezinledi. Ne yapsa, ne dese, ne konuşsa... Hiç bir umar yol görünmedi gözüne, hiç bir söz gelmedi diline. Susup kaldı. Nihal söylediklerine gelecek tepkiyi bekleme tedirginliği içindeydi. Diken üstünde oturur gibi rahatsızdı.
Eve geldiler. Cengiz doğruca yatak odasına yürüdü. Nihal ortada kazık gibi dikilip kalmıştı. Geri gelip kızın başını tutup bağrına yasladı.
-İyi uykular bebeğim, dedi. Düşünme öyle olur-olmaz şeyleri. Ve üzme kendini durup dururken....

***

İşleri öğrenip, neyin, ne zaman, nasıl yapılacağını kavradıktan sonra eski çalışanlarla Nihal'ın arasında, özellikle de Abdi ve Jimy ile sorunlar patlak vermeye başladı. Nihal'ın sürekli toplu konutlarda çalışmasını bu adamlar istemiyorlardı. Sürekli kızla dalaşıyorlar, çirkin laflar ediyorlar, Nihalı kavgaya kışkırtıyorlardı. Tüm amaçları işlerin geciktirilmesiydi.Ve Cengizin işyerine uğramadığı bir gün Abdi telefon edip iki saat önce işten ayrıldığını, rahatsız olduğunu ve doktora gittiğini bildirdi. Abdi hiç bir zaman böyle bir şey yapmazdı. Fırsat bulursa işi günün yarısında bırakır, eğer yakalanmazsa tüm gün çalışmış gösterirdi kendisini. Cengiz defalarca yakalamıştı Abdiyi. Abdinin telefon edip bildirmesinin bir nedeni olmalıydı?
Cengiz Lami'ye telefon etti. Çok yorgun olduğunu, işyerine kadar gelmeye üşendiğini, gelirken Nihalı da getirmesini istedi. Durumdan kuşkulanmıştı. Hem Lamiye hem de Nihala soracaktı. Abdinin işten ayrılınca Cengize telefon etmesinin nedenini. Kadınlar gelince içeri buyur etti Lamiyi. Lami ise,
- Bir yığın işim var Cino dedi, hemen gideceğim.
- Tamam. Yine git. Ama sana bir soru sormak istiyorum. Soruma yanıt ver.
- Buyur.
- İşyerinde ne oldu bugün?
- Nihala sor bu soruyu, o daha iyi anlatır sana.
- Nihala soracağım elbette. Ama senin de görüşünü almak istiyorum.
- Cino, Abdi ve Jimy işi aksatıyorlar resmen. Sürekli bu kıza çatıyorlar. İşi erken bırakıp gidiyorlar. Bugün Nihal karşı koydu. Durumu sana şikayet edeceğini söyledi. Deli oldular. Kızı tehdit ettiler. Abdi saat birde, öteki de ikide işi bırakıp gittiler.
- Tamam dedi Cengiz. Sağ ol. Yarın sabah işyerinde görüşmek üzere.
Lami gittikten sonra Cengiz içeri girdi. Nihal duştaydı. O duşunu alırken Cengiz yemeği masaya indirdi. Çaydanlığın fişini takıp suyu kaynamaya bıraktı. Jimy ve Abdi gibi erkek ustaları, yüksek ücretli boyacıları ve bir de Lami ve Nihal gibi ucuz işgücü kaynağı bayanları düşündü. Kendi kendini ayıpladı. Ne rezil bir iş ilişkisi içindeydi böyle. Lami bu iki erkeğin yaptığı işi tek başına yapan bir yaşlı kadındı. Nihal ise daha yeni, bir genç kız, çıraktı. Ve bu çırak bile Abdi'nin iki katı iş çıkartıyordu.
Nihal banyodan döndü. Üzerini giyinip, saçını kurutmadan üzerindeki bornozla oturdu sofraya. Çok açlık ve yorgunluk duyuyordu. Yemek bittikten sonra Cengiz çay yaptı kıza. Birlikte içtiler. Ve Cengiz aynı soruyu Nihal'a da sordu.
- İşyerinde bugün ne olay oldu Nihal?
- Kavga yaptım Jimy ve Abdi ile.
- Neden ama bebeğim?
- Çalışmıyorlar. İşi aksatıyorlar. " Bu ücrete yapılan iş fazla bile", " Biz çalışıyoruz parayı Cino topluyor", " Bizim emeğimizden gaspettiği paralarla genç orospularla yaşıyor" gibi laflar ediyorlar. Sen olmadığın zamanlar işi erken bırakıyorlar hep. Ben de karşı koydum. Yaptıklarını sana söyleyeceğimi bildirdim onlara.
- Bundan dolayı seni istemiyorlar iş yerinde.
- Evet.
Ertesi gün ikisiyle de tek tek görüştü Cengiz. Herşeyi yalanlıyorlardı. Tüm çalışanları bir araya getirdi. İşlerin aksadığını, ilerlemediğini belirtti. Jimy kabahati hemen kadınlara ve özellikle de Nihal'a yüklemeye kalkışınca;
- O bir çırak dedi Cengiz. Sen ustasın yirmi iki dolar saat üçreti alıyorsun. Yaptığın işi gösterir misin bana?
- Bütün işleri biz yapıyoruz diye söze girdi Abdi.
Lami;
- Abdi sen akşama dek uyukluyorsun iş yerinde...
Nihal;
- İşi hep erken bırakıyorsunuz Cengiz'in olmadığı zamanlar.
- Buyrun dedi Cengiz. Bu insanları ben öğütlemiyorum. Gerçekten bir çırak kadar iş çıkarmayan usta kişi utanmalı kendisinden. Bundan böyle herkese ayrı ayrı iş vereceğim. Bakalım göreceğiz kim ne yapıyor? Ve aldığı ücreti hakketmeyenler hemen kendilerine başka yerde iş arayacaklar.
İş yerinin havası buza kesti. Cengiz herkese ayrı ayrı yapacağı işleri söyledi.
Ertesi gün için de Abdi'yi başka bir işe görevlendirdi. Tek başına çalışacağını, yapması gereken iş miktarını ve her şeyi belirttikten sonra, bu kadar iş çıkarmadığı takdirde kendisine bir daha iş vermeyeceğini söyledi. İkinci gün de Jimy'yi ayrı bir işe verdi.
Eski ustalarıyla Cengiz arasında aynı zamanda bir sinir savaşı da başlamış durumdaydı. Herkesin sinirleri gerilmişti. Ama her iki taraf da taşmamaya, alttan almaya, ilk patlayan olmamaya çabalıyordu.
Cengiz bu iki eski boyacının yakında işi bırakacagını, olmazsa kendinin onları kovmak zorunda kalacağını düşünüyor, yeni işçi bulmaya çalışıyordu. Abdi ve Jimynin en sıkışık zamanda işi bırakacaklarını veya yavaşlatacaklarını iyi biliyordu. Kendi iş durumunu gözden geçirdi. Pek sıkışık değildi o an. Toplu konutların üçte ikisi bitmişti. Öteki işler ise perakende işlerdi. Yine de bir işçi bulmalıydı. İşçi bulma kurumuna gidip eleman istedi. Tamam dediler. "Sana yarın yollarız bir tanesini. İyi ustadır." Ama yarın kimse gelmedi. Cengiz telefonla durumu bildirdi. Bir başka görevli geldi telefona. O da ertesi gün bir başkasını yollayacağını söyledi. Ne gelen oldu ne de giden. Duruma iyice sinirlenen Cengiz kalkıp yeniden kuruma gitti.Durumu enine boyuna görevli kişiye anlattı. Aynı zamanda kurumu iyi bir eleştirdi. Kurum elemanları her zaman yaptıkları gibi özür-nazır edip bir başkasını yollayacaklarını belirttiler. Ertesi gün gönderilen kişi geldi. Çalışmak istemediğini, kendisinin nakit parayla işler yaptığını, ama işsizlik ödeneği de almak için işçi bulma kurumuna yazıldığını belirtip gitti.
Üç gün sonra Abdi işe gelmedi. Cengiz akşama dek telefonla aradı. Yanıt alamadı. İkinci gün ise hasta olduğunu bahane edip gelmedi. Üçüncü gün Abdi geldi fakat Jimy yoktu.
Cengiz adamlarının hilesini anlayınca onları toplu konutlara geri getirdi. Ötekilere Lami ve Dani'yi yolladı. Belki de Abdi ve Jimy amaçlarına ulaşmışlardı. Geri eski iş yerine gelmişlerdi. Cengiz ise orada onları daha iyi kontrol edebileceğini düşlüyordu. Ama düşlemek başka şeydi, gerçek ise bambaşka şey...

***

Çok geçmeden İşsizlik Ödeneği Merkezi Cengiz'i telefonla arayıp Nihal'ı sordu. Cengiz hemen anladı durumu. Karşı tarafa, Nihal'ın kendi işyerine gelip zaman zaman iş öğrenmek için bedava çalıştığını, bazan harçlık verdiğini fakat üçret ödemediğini bildirdi. Ama karşı taraf ertesi güne Nihal'ı da alıp merkeze gelmesini bildirdi.
Cengiz Nihal'a nakit ödeme yapıyordu ve Nihal işsizlik kurumundan da ödenek almaktaydı. Akşam evde konuyu Nihal'a açtı.
- Birisi beni ihbar etmiştir dedi Nihal.
- Sanmam diye yanıtladı onu Cengiz. Kim yapacak ki?
- Senin işçilerden birisi yapmıştır ve senin telefonunu da o vermiştir. İhbarcı bizim hakkımızda detaylı bilgiye sahip. Kesin bilgiler vermiştir ki yetkililer direk bizi merkeze çağırıyorlar.
- Şaştım ben bu işe. Kim yapar bunu?
- Abdi veya Jimy olamaz mı?
- Bilmiyorum. Ben bir insanı suç üstü yakalamadıkça suçlu sayamam.
Yarın sen onlara iki aya yakındır gelip çalıştığını, ama ücret almadığını, benim sana yalnızca hafta sonları bazan yirmi,bazan elli, bazan otuz dolar gibi harçlıklar verdiğimi söyle. Ben bugün telefonda öyle söyledim.
Cengiz ertesi sabah tüm işyerlerini Nihal ile birlikte dolaşıp gereksinimleri karşıladıktan sonra İşsizlik Ödeneği Merkezine gittiler.İşsizlik Ödeneği Merkezi Cengiz'i ve Nihal'ı bir saat sorguya çekti. Cengiz'in günlük defterini, banka çek defterini didik didik incelediler.
- Sen bu kıza nakit ödüyorsun diye iddia etti yönetici.
- Hayır ben hiç kimseye nakit ödemiyorum. Çünkü nakit param yok. Hiç kimse bana nakit ödemiyor. Ben biliyorum ki çek aldığım paralardan nakit ödeyince ben daha çok vergi öderim. Onun için işçilerime hep çekle ödeme yapmak benim için kazançlıdır.
- Peki bu kıza niçin ödeme yapmıyorsun? Bu suç değil mi?
- O kız iş öğrenmek istediğini, ücret istemediğini bildirdi bana. Ben de öğretiyorum. Önümüzdeki ayın başında, yani iki hafta sonra işe başlatacağım onu. İşe başlayınca ücretini de ödeyeceğim. Çünkü işi azıcık bellemiş durumda şu an.
- Kaç para olacak kızın ücreti?
- Altı dolar saat başı.
Görevli bu kez Nihal'ı sorguya çekti.
- Sigara içiyor musun?
- Hayır.
- Uyuşturucu kullanıyor musun?
- Hayır!
- Nerde oturuyorsun?
- Annemin evinde.
- Annen çalışıyor mu?
- Hayır.
- Annene kira ödüyormusun?
- Kira ödemiyorum ama kira ve markete katkı yapıyorum.
- Ne kadar ödüyorsun annene?
- Düzensiz. Bazan ayda dörtyüz, bazam üç yüz.
- İşe nasıl gidiyorsun?
- Otobüs ve trenle.
Görevli bir yığın hesap kitap yaptıktan sonra aybaşından itibaren kurumun kendisine her hafta yüz dolar ödeyeceğini belirtti. Cengize de teşekkür etti verdiği bilgilerden ve Nihalı işe almasından ötürü.
Acıkmışlardı. Çarşıya yürüdüler. Cengiz Çin veya Japon yemeği yemek istiyordu. Nihala ne yemek istediğini sordu. Nihalın yanıtı da aynıydı. Japon yemek bölümünün şefi olan, dükkanın adından dolayı ona taktıkları lakabıyla “ bayan Sashi” beş metre öteden çaktı hoşgeldini Cengize. Artık başka yere gidemezlerdi. Sashinin yemeklerini yediler o gün.
Çarşıyı şöyle bir kolaçan ettiler. Ucuz eşofman üstü buldular bir markette. Cengiz iki tane kendisine, iki tane Nihala ve iki tane de Lamiye eşofman üstü ile Nihala bir yazlık gocuk satın aldı. Fazla dolaşmadan çarşıdan ayrıldılar.
Toplu konutlara vardıklarında saat ikiydi. Samo bir binanın su oluklarını boyuyordu. Jimy ve Abdi binanın birinde oturmuşlar sigara üstüne sigara içip biribirlerine laf yetiştiriyorlardı. Cengiz sessizce içeri girip;
- Kolay gelsin beyler dedi.
- Sağ ol ağbi. Bugün yemeğe geç oturduk da...
Abdi bu yalanı söylerken Jimy apartopar kalkıp işe
başladı. Yerde on kadar izmarit vardı. En az bir buçuk saattir bu gevezeler demek ki oturup laflıyorlardı.
- Bırak yalanı diye kızdı Cengiz. Bir daha yakalarsam en az üç saatlik ücretiniz kesilir bilmiş olun. Burası çiftlik değil yeyip içip karın doyunca gölgeye yatıp gevişlenmek için.
Sonraki günlerde Cengiz işyerlerini sıkı bir denetime aldı. Genel olarak toplu konutlarda bulunuyor ve bizzat çalışıyordu. Nihal da hep oradaydı. Öteki işlerin gereksinimini karşılamak için ayrıldığında Nihalı tembihliyordu çalışanları kotrol etmesi için. Tüm çabasına karşın kendisinin işin başında olmadığı günlerde işler pek yürümüyordu. Oysa işin bitirilme zamanı nerdeyse sona ermek üzereydi. Cengiz içinse işi zamanında ve iş sahibini memnun ederek bitirmek çok önemliydi...


***

Cengiz, Lami ile Daninin çalıştığı yere vardığında ortamı huzursuz buldu. Dani bir köşede, Lami ise öteki köşede çalışıyordu. Ortalığa ölü toprağı serpilmiş gibi bir hava oluşmuştu işyerinde. Birbirleriyle kavga etmiş olacakları geldi Cengizin aklına. Genellikle Dany müzik dinleyerek çalışıyordu. Radyoyu veya teybi açıyor, ayarını iyice yükseltiyordu. Lami ise gürültüyü hiç sevmeyen biriydi ve aralarında zaman zaman bu konudan ötürü sürtüşme çıkıyordu. Bu iki iyi elemanın arasında böyle bir kavga durumu hiç hoş olmazdı. Önce Lamiye sordu.
- Ne oldu burda? Bu Sessizlik niye?
- Ben burda çalışmak istemiyorum Cino, karşılığını verdi Lami.
- Lütfen ama. Şu sıkışık durumda böyle şey yapmayalım.
- Başkasını getir. Ben yarın gelmiyorum buraya.
- Dani! diye seslendi Cengiz.
- Ben bir şey yapmadım, dedi Dani. Builder (yapı patronu) ile döğüştü.
- Neden ama?
- Cino ben anlamadım. Kendi dillerinde tartıştılar.
- Lami, anlat bakalım nedir bu durum?
- Bu Hırvat patron beni görünce Hırvatça küfretti bana ve sana. Ben de anladığımı belirtip karşılık verdim. Kavga çıktı aramızda. Bu alçağın Hırvat olduğunu bilseydim zaten ben bu işte çalışmazdım.
- Neden ama canım? Niçin küfrediyor?
- İşyerinde kadın çalışırsa işlerin kötü gideceğine, kadının uğursuzluk getireceğine inanıyor.
- Ne saçma şey dedi Cengiz. Böylesini de yeni duyuyorum. Üstelik bir Avrupa ülkesinin insanı. Çok garip.
- Hırvatlar genellikle böyle inanışa sahip dedi Lami. Hepsi değil ama, çokları oldukça ilkel düşünceli insanlar. Beni Arnavut Bayramın işine ver bundan sonra.
Cengiz işyerinin gereksinim ve sorunlarını konuştuktan sonra, işçilere işe devam etmelerini, kendisinin Hırvat yapımcıyı bulup sorunu çözeceğini belirterek ayrıldı.
Hırvat yapımcı beşyüz metre ilerde yeni yapımına başladığı evi kontrol ediyordu. Marangozlarla bir şeyler tartışmaktaydı. Cengiz az geride durup bekledi. Marangozlarla konuşmasını bitirince söze girdi hemen.
- Günaydın Yuri.
- İyi günler Cino.
- İş yerinde söz dalaşı olmuş bu sabah. Sorun nedir söyler misin?
- Sorun senin işyerine bıraktığın kancıktır.
- Sözünü tartarak konuş Yuri, diye bağırdı Cengiz. Kancık değil, bayan. Saygı değer bir anne. Temiz ve dürüst bir işçi kadın. İşin sorumlusu benim. Eğer işte sorun varsa benimle tartış, işçimle değil.
- Ben işyerimde bayan işçi istemiyorum.
- Ben senin isteğine göre işçi getiremem. İşi beğenmezsen farklı bir şey. Benim işçilerim içinse senin tercih yapma hakkın yoktur. Eğer bundan sonra sorun yaratacaksan ben işi hemen şimdi bırakıyorum.
Cengiz çabucak yürüdü oradan. Ortada kazık gibi kalan Yuri bağırdı ardından:
- Tamam. Bu işi bitir. Ötekiler için konuşuruz sonra yeniden.
İş yerine geri dönen Cengiz Yuri ile yaptığı tartışmayı ve işin bitirilmesi için anlaştıklarını belirtti. Lami için kancık dediğini söylemedi tabi. Lami söze girecekti. Cengiz onun ne diyeceğini düşünerek hemen susturdu.
- Yarın toplu konutlara gel.
Cengiz o sabah toplu konutlardan ayrılınca Jimy Nihala İşsizlik kurumuyla geçen günkü görüşmenin sonucunu sordu. Sorunun altında bir kafa bulma, kızı kızdırma amacı hemen sırıtıyordu. Nihal ise bunu anlamayıp, sakin sakin anlattı.
- İyi geçti, dedi. Burada çalıştığımı belirttim. Ücretimi de beyan ettim. İşsizlik ödeneğimde yeni düzenleme yaptılar. Bundan sonra haftada yüz dolar ödeyecekler.
Başka da bir şey olmadı. Beni işe alıp iş öğrettiği için Cengiz ustaya da teşekkür ettiler.
Bu açıklama üzerine bozulmuşa benziyorlardı. Bu kez Abdi sordu kıza.
- Nerden öğrenmişler acaba senin burada çalıştığını?
- Bilmiyorum, dedi Nihal. Herhalde oruspunun biri ihbar etmiştir.
- Oruspu iyi insandır ihbar etmez dedi Abdi, kısa bir duraklamadan sonra ve sırıttı.
- Adamların kötü niyetini anlayan Nihal;
- Siz işinize baksanıza diye konuyu değiştirdi.
- Sen bizim patronomuz değilsin ve bize karışamazsın karşılığını verdi Jimy.
- Sen eskiden oruspuyken ne kadar iyiydin, dedi Abdi. Şimdi bırak kadınlığı insanlıktan çıktın.
- Eeee, dedi Nihal ve merdivenden aşağı indi. Nasıl olmamı istiyorsun?
- Eskisi gibi. Yine çıkalım akşamları. Neşemizi bulup felekten gece çalalım. Bu ihtiyar herifin altına yatmaktan ne zevk alıyorsun allah aşkına. Yaşama geri dön. Dumanı çek, bizim gibi genç ve kuvvetli erkeklerin altına yat.
Bir anda tüm sinirleri gerildi Niha'ın. Geçmiş günler bir film gibi son hızla gelip geçti gözlerinin önünden. Kendine ot çektirip sonra da edepsizce kullanmaları... Kan beynine sıçradı. Yat sözü ağzından çıkar çıkmaz Abdi'nin burnundan kan fışkırdı. Kanlı ve salyalı bir diş düştü ağzından ve başı dönüp yığıldı yere. Jimy Nihal'ın üzerine yürümeye kalkışınca, Nihal alüminyum rulo sapını kapıp, gerisin geri iki adım gidip, sırtını merdiven boşluğuna yanaştırarak döğüş pozisyonu aldı. Abdi yerde sürünüyordu. Nihal'a saldırmayı göze alamayan Jimy Abdi'yi kucaklayıp arabaya götürdü. Kovayla su getirip yüzünü, ağız ve burnunu yıkadı. Tuvalet kağıdıyla burun deliklerini iyice tıkadı. Sonra yavaş yavaş arabanın arka koltuklarına uzattı ve işyerinden Abdi'nin arabasıyla uzaklaştılar.
Cengiz yolda Mc Donalddan kendisine ve Nihala öğle yemeği için hamburger satın aldı. Toplu konutlara vardığında ilk Samo ile karşılaştı. Samo minibüsünün yan kapısını açmış, oturarak yemek yiyordu. Selam verdi. Hal hatır sordu. Samo'nun keyfinin yerinde olmadığı anlaşılıyordu konuşmalarından. Ötekilerin nerede olduğu sorusuna ise;
- Nihal duvar boyuyor son blokta dedi. Ötekilerden de haberim yok.
Samo'nun haberi olmaz olur muydu hiç? İşyerinde bir olay olduğu kokusunu hemen alan Cengiz dışarıları bir gözden geçirdi. Ortada ne Abdi'nin ve ne de Jimy'nin arabası vardı. Sakin sakin Nihal'ın olduğu binaya yürüdü. Yine içeriye sessizce süzüldü. Nihal koca bir rulo ile duvarları boyuyordu. Kanter içinde kalmıştı. Cengiz, elindeki içinde hamburger olan naylon torbayı boya tenekesinin üzerine bırakıp öksürdü. Öksürükle arkasına dönüp bakan Nihal Cengizi görür görmez ruloyu bıraktığı gibi koşup ustasının boynuna atıldı. Yüzü, saçları, kolları ve tüm bedeni ter içindeydi. Sinirleri gergin, ruhsal olarak da çok tedirgindi. Kendisini kovalayan birinden kaçıp da kendisini koruyacak birine sığınmış gibi sarıldı Cengize. Cengiz de sıkıca sarıldı Nihala. Kızın sırtını ve saçlarını okşadı. Üç- beş dakika öyle kaldılar. Sonra Cengiz kızın başını ellerinin içine alıp terli yanağı ve burnundan öptü. Ve gözlerini Nihalın gözbebeklerine dikerek uzunca baktı.
- Neler oldu burada bugün bebeğim?
- Onurumu kırıcı sözler ettiler. Beni eski yaşama dönmeye, kendileriyle yatmaya davet ettiler. Çok özür dilerim. Kendimi kaybetmişim. Salladım iki yumruk, bir dişiyle birlikte yığılıp kaldı yere. Ve sonra defolup gittiler...
- Hangi elinle vurdun?
- İkisiyle de.
Cengiz Nihalın ellerini elinin içine alıp, defalarca öpüp okşadı.
- Hep böyle yiğit ol emi! Kendini ezdirme. Alnın açık olsun her daim. Sokak züppeleri de anlasınlar hanyayı konyayı.
Ve Nihal başını ustasının bağrına bastırıp kollarıyla sıkıca sarıldı yeniden…

***

Yeni işçi bulma fikrinden vazgeçen Cengiz, o günden sonra sarıldı işe. Bir hafta içinde iki kadınla tüm evlerin iç kısmını bitirdi. Dışarıları Samo'ya götürü vermişti. Dışarıları control etti.Samo da iki güne kadar bitirebilirdi. Cengiz'in sırtından bir karlı dağ kalkmıştı sanki. İşi bitirince kendini kuş gibi özgür, tüy gibi hafif duyumsadı. Lamiye çıkartıp fazladan ikiyüz dolar verdi. Hafta sonu çocuklarıyla lokantaya gitmesi için.
Nihal altı ayı tamamladı. Bütün işleri aşağı-yukarı tamamen öğrenmişti. Bitiş işlemlerini bile öğretti Cengiz ona. Nihalın hesabında o güne kadar sekizbin küsür dolar birikmişti. Nihal İşsizlik kurumuna telefon edip kendisine verilen yardımı kesmelerini söyledi.
Çok hızlı bir değişim geçirmişti son aylarda. Eski sokak çocuğundan hiç bir iz kalmamıştı onda artık. Az ve öz konuşan, yaşının çok üstünde olgun, sevimli ve şefkatli bir kadın olup çıkmıştı. Evin tüm işlerini kendiliğinden üzerine almış ve giderek de tamamen evin yöneticisi durumuna gelmişti. Cengiz işi oluruna bırakmışa benziyordu. Nihal doğal olarak evin kadını durumundaydı artık. Olgun davranış ve çalışkanlığıyla Cengizi iyice etki alanına çekmişe benziyordu.
Gün be gün Cengiz kendisini ona daha yakın duyumsamaya başladı. Tehlikeli bir duygu gelişiyordu yüreğinde Nihala karşı. Nihal Cengizin yüreğindeki Mantıvarın yerine yerleşmeye mi çalışıyordu? Olabilirdi. Her vesileyle Cengize olan ilgisini belli ediyordu. Böylesi bir durum kötü mü olurdu acaba? Düşünecekti bu durumu Cengiz uzun uzadıya ve günlerce. Gözünün perdelerine Nihalın sureti yerleşmişti. Ama Mantıvarın anısı? Yüreğinden onu yok edebilir miydi? Sonra Nihal kendinin kızı yaşındaydı. Onunla birlikte yaşamak yakışık alır mıydı? Yakışık alsa bile toplum nasıl değerlendirirdi bu durumu? Toplumun yargı ve baskısı öteden beri ağır bir güçtü Cengizin zihninde. Oysa toplum çoktan dedi-koduya başlamıştı. Bundan yalnızca Cengizin haberi yoktu.
Cengiz durumu enine boyuna günlerce düşünüyor ama bir türlü sorunu çözemiyordu. Yüreğini koca bir çelişki kaplamıştı. Nihalı kendinden uzaklaştırmak istiyor, fakat bu fikrine yüreğinden koca bir ses dur diyordu. Ona yaklaştıkça Mantıvar gelip gözünün önüne dikiliyordu. Bir kaç hafta bu gelgit içinde sürüklendi. İki arada, bir derede kalmıştı. Yaşam yeniden zehirle mayalanıyordu. Ama ne olursa olsun bu çelişki yumağını çözmeliydi mutlaka. Sonunda Nihalı tatlı sözlerle kendinden uzaklaştırmayı denemeye karar verdi. Eğer kız giderse, onun ardından da tıpkı Mantıvarın ardından ağladığı gibi uzun uzun, günlerce ağlayacak, ama "geri dön" demeyecekti. Bu düşüncesini kıza nasıl söyleyeceğini planlıyor, fakat bir türlü yaşama geçiremiyordu. Çok müşkül ve içinden çıkılmaz bir durumdu Cengiz için... Ve bir akşam tatlı tatlı muhabbet ederlerken damdan düşercesine konuya girdi.
- Bebeğim artık işi öğrendin. Yeterli paran da var. İstiyorsan başka yerlerde, daha yüksek ücretli yeni işler bulabilirsin. İstiyorsan sana araba alalım. İstediğin yerde kal. Buraya hapis olma benimle... Şu an ekonomik olarak da, sosyal olarak da özgürsün. Yaşamı biliyorsun. Kendine yeni bir yaşam kurmanın yollarına bakma zamanın geldi.
Bu açıklama karşısında afallayan Nihal, çok üzülmüşe benziyordu. Titrek bir sesle ustasına sordu:
- Benim seninle çalışmamı ve seninle aynı evde yaşamamı istemiyor musun?
- Hayır o başka. O ayrı bir konu. Belki sen benimle sıkılırsın. Daha özgür bir yaşam özlersin belki. Belki daha kazançlı işlerde çalışmak istersin. Belki bazan annende kalmak istersin. Ne bileyim, belki başka şeyler yapma planların vardır. Kendine bir aile kurmak istersin...
- Sen beni gerçekten kendinden uzaklaştırmak istiyorsun, diye ağlamaya başladı Nihal.
Kızın gözlerinden yanağına doğru kayıp inen yaşları görünce Cengiz'in yüreğine bir top ateş düştü. Yaptığına derin bir pişmanlık duydu. Nihal'ı kucaklayıp bağrına bastı.
- Bebeğim benim, dedi. Çok özür dilerim sana acı verdiğim için. Sen nasıl istiyorsan öyle yap! Ne istiyorsan onu yap! Ama ağlama ne olur!
- Ben para da, araba da istemem dedi Nihal. Ben sadece seninle birlikte olmayı, birlikte çalışıp yaşamayı istiyorum.
-“Benden sana yar olmaz-bebeğim- aklını başına devşir”
- Olur, hem de en iyisi olur.
- Ama ben çok yaşlıyım senden.
- Olsun! Hiç önemi yok! Benim için daha iyi. Ben gençlerden çok gıcık oluyorum zaten.
- Üstelik üzerimizde toplumsal baskı var. Bizi toplum dışlamaya çalışır. Hatta gücü yeterse ezer.
- Toplum benim umurumda bile değil. Hangi toplum ezecekse ezsin. Bugüne kadar ezebildiği kadar ezdi zaten. Daha nemizi ezecek? Toplum arkamızdan küfreder, dedi-kodu yapar, bizi görünce de dostluk gösterir. Toplum geniş. Biz her toplumda yaşayabiliriz.
Nihal'ın doğru söylediğini düşünüyordu Cengiz. Ama yine de açık bir yanıt vermedi kıza. İşi karanlıkta bırakıp konuyu değiştirdi. Yalnızca Nihal'ın ıslak gözlerini öpüp üzülmemesini söyledi.

***

Gengiz toplu konutları teslim etti. Öteki perakende işler de bitmişti. Aralık ayının ortası gelmeden memleketi, özellikle de yapım sektörünü tatil havası sarmıştı. Yaz sıcakları giderek artıyordu. İş sahipleri Christmas piknikleri yapıyorlardı durmadan. Cengiz Nihal ile birlikte üç pikniğe katıldıktan sonra piknikler sıkıcı gelmeye başladı. Sıradaki iki tane, yıl sonu partisinine gitmeyi iptal edip, kısa bir tatile gitmeye karar verdi. Nihala bir sürpriz olurdu tatil. Ne kadar tanıtım broşürü varsa evde, hepsini açıp uygun yerlerde motel ya da cottage(kotıc-evcik) aradı. Hep doluydu sorduğu yerler. Umutsuzca Otwayda bir motele daha sordu. İptal edilmiş bir yer buldu. Odayı bir haftalığına kiraladı.
Bir hafta sonra zaten noel bayramı başlıyordu. Cengiz akşamdan çantasına yedek giysi ve çamaşırlarını yerleştirdi. Henüz Nihala karşı duygusal ilişki sorununda ikircikli olmasına karşın, kitaplıktaki özel zulada sakladığı takıları indirip,çantasının içindeki zula cebine koydu. Sabah olunca Nihal'a bir şey söylemeden kızı da arabaya alıp, Geelong yoluna girip bastı gaza. Werribee'yi geçince Nihal durumdan kuşkulanıp sordu.
- Nereye gidiyoruz böyle?
- Gezmeye. Ne sanmıştın?
- Ben iş görüşmeye felan gittiğimizi sanmıştım.
- Şimdi iş değil dinlenme zamanı.
- Ne zaman geri döneceğiz?
- Belki beş gün, belki de yedi gün sonra.
- Ama hiç giysi almadık yanımıza.
- Ben aldım kendiminkileri.
- Fakat bana söylemedin. Ben kirli mi dolaşacağım bir hafta boyunca?
- Benim bebeğim hiç bir zaman kirlenmez, diye yanıtladı Nihal'ı Cengiz ve tutup yanagından öptü.
Gittikleri yerler Nihal için hep yeni yerlerdi. Etrafı sürekli gözetleyerek gidiyordu. Avalon hava alanını geçerken meydandaki kocaman beş- altı tane uçak merağını uyandırdı.
- Burası nere? Ben hiç duymamıştım bu hava alanını.
- Burası dedi Cengiz, Avalon. Bu hava alanı uçakların beklemesi, onarım vs. bir de acil iniş için kullanılıyor. O gördüğün uçaklar tamir için buradalar.
Cengiz kırdı direksiyonu, ana yoldan çıkıp şehir merkezine girdi. Konuşa konuşa Geelong' a kadar gelmişlerdi.
Sahil yolunda yavaş yavaş ilerlediler. İlk boş buldukları yere arabalarını park ettiler. Buralarda park bulmak şans olayıydı.
Arabayı parkettikten sonra, Cengiz Nihal'ı belinden tutup sahil tarafında köşedeki Cafe-Luncha götürdü. Evden aç karnına çıkmışlardı. Kahvaltılarını burada yaptılar. Dışarıya oturdular. Serin bir meltem esiyordu. Martılar denizin üzerinde uçuşuyor, arada bir su yüzeyine veya kıyıya çığlıklar atarak dalış yapıyorlardı. Taze yosun ve iyot kokuyordu deniz.
- Bizim kahvaltılar daha güzel oluyor dedi Nihal.
- Her insan alıştığı şeyleri beğenir.
- Doğru değil mi yani benim söylediğim?
- Bize göre doğru. Ama bir başka memleketin insanına göre doğru olmaya bilir. Bir çok ülkenin kahvaltı kültürü yok zaten. Pek çok Asya ülkesinde kahvaltı yerine yemek yerler. Normal öğle ya da akşam yemeği gibi yemek. Avrupa ülkelerinin çoğunda kahvaltı çok daha basittir. Kahve veya çayla, ya da bir başka içecekle iki parça bisküit, kızarmış bir dilim ekmek, bir parça kuru pasta vb. şeyler yenir.
- Bizim kahvaltı kültürümüz gerçekten zengin ve kahvaltılarımız da lezizdir.
- Kahvaltıyı benim bebeğim hazırlarsa daha da leziz olur.
Cengizin şakasına güldü Nihal. O gülünce Cengiz'in gözlerine bir belirsiz anın kıvılcımı vurup geçti. Bir an irkilir gibi oldu. Hiç bir şey anımsayamadı, belleği anlamlandıramadı bu durumu. Kahvaltıyı bitirip
çıktılar. Yine eli Nihalın belindeydi. Karşı kaldırıma geçip, konfeksiyon mağazaları ve butikleri gezmeye başladılar. Cengiz Nihal için elvan çeşit, rengarenk, oyalı ve ipekli iç çamaşırları, gecelikler, elbiseler, eteklikler, tişörtler, ayakkabılar, çantalar, pantolonlar, çoraplar ve şapkalar satın aldı. Tıka-basa doldurulmuş koca iki çantayı getirip arabanın arka koltuklarına bıraktılar. Alışveriş bittikten sonra tekrar arabaya binip yola düştüler.
Nihal bir tuhaf ortama sürüklenmiş gibi bir görünüm içindeydi. Aklından çeşitli olasılıklar geçiriyordu. Cengizin kendisiyle yaşam arkadaşlığı istemini kabul ettiğini düşlüyor, bunun üzerine renkli hayaller bina ediyor ama ortada açık bir söz olmadığından hayali kırılıyordu. Olmayıp düşlerinin hiç birisine olasılık veremeyip kafasından siliyor, ama yeniden o olasılıkları düşünüyordu.
Kızdaki gerilim ve gelgitleri sezinleyen Cengiz, uzanıp Nihalı yanağından öptü yine. Saçını kokladı derinlemesine. Nihal heyecanlı görünüyordu.
- Bebeğim, biz şimdi sahil boyu testere ağzı gibi kıvrıla kıvrıla giden bir yola gireceğiz. Düşüncelerini at kafandan, denizi ve doğayı seyret. Merak ettiğin şeyler olursa bana sor. Gideceğimiz yer bir saattan fazla, iki saata yakın bir yoldur.
- Tamam, deyip o da bir dudak aldı Cengizden. Ormanlık alanda uygun bir yer görünce durursan iyi olur.
Hava sıcaklamıştı. Ala bulutlu bir ilkyaz günüydü. Nihal ya sıcaklamış üstünü değiştirecekti, ya da su dökecekti. Yolboylarında küçük çiftliklerde tek tük çalışanlar göze çarpıyordu. Yedi yıl önce araba sürmüştü son defa bu yolda Cengiz. Yine yanında güzel bir bayan vardı. O günleri anımsayınca içini koyu bir hüzün kapladı. Mantıvar ile Nihalı karşılaştırdı. Nihal altı ay içinde öl dese ölecek gibi kendine bağlanmıştı. İyi bir insan olmuştu. Geçmişteki kötü durumları bünyesinden iltihap gibi söküp atmıştı. Bir afacan çocuk gibi tatlı, olgun bir ana gibi şefkatlıydı. Cengizin henüz anlayamadığı ve kendisini Nihala sıkı sıkıya bağlayan bir yan vardı bu kızda. Onu giderek Mantıvara mı benzetiyordu acaba? Düşünüyor ama o tılsımlı etmeni bir türlü yakalayamıyordu. Ama Mantıvar... O yoktu artık ve onun gibisi asla ve asla gelmeyecekti yeryüzüne bir daha.
Arabayı kenara çekip durdurdu Cengiz. Durulan yer bir gözetleme kayasıydı. Konuşmadan arabadan indiler. Tuvalete sıkıştığını belirtti Nihal. Ağacın arkasını gösterdi ona Cengiz.
- Buralar sakin yerlerdir. Oraya otur ihtiyacını gör. Ben de su dökeceğim.
- Benimki büyük ama.
- Olsun. Otur yap bebeğim. Ben sana kağıt getireyim.
Nihal pantolonunu sıyırıp çömeldi ağacın ardına. Cengiz kağıdı getirip verdi. Kendi suyunu döktükten sonra kayanın üzerine dikilip denizin köpüklü dalgalarına kaydırdı gözlerini. Mantıvarla da burada ihtiyaç görmüş ve ak köpüklü kaba dalgaları seyretmişlerdi. Cengizin içinde bir kabarma peydahlandı. Büyüdü, büyüdü, büyüdü...denizin dalgaları gibi köpürerek parçalandı. Çenesi titredi. Yüz hatları gerildi ve boşandı hıçkırıklı bir gözyaşı...
Nihal işini görüp Cengizin yanına gelmişti ama Cengiz onun gelişini duymamıştı bile. Kızcağız anlam veremedi ustasının hıçkırarak ağlamasına.
Arkasından kollarıyla Cengizi sarıp başını omuzuna yasladı. Cengiz gözlerini silip yüzünü Nihala çevirmesine karşın yine de gözleri ıslaktı. Cengizin gözlerini Nihal da eliyle silip öptükten sonra sordu;
- Neyin var senin? Beni bugün meraktan merağa sokup duruyorsun. Ben herşeyi bilmek istiyorum. Benim varlığım mı sana acı veriyor, yoksa başka bir şey mi var benim bilmediğim? Lütfen bana anlat. Ben sana yaşamımı anlattım, sen bana sahip çıktın ve benim özgür bir kadın, bağımsız bir kişi durumuna gelmeme yardımcı oldun. Belki benim de senin derdine bir küçük yardımım dokunur.
- Seninle ilgisi yok bunların deyip, kesip attı Cengiz. Sen bana acı değil mutluluk veriyorsun. Ama benim, bin yıllar geçse de belleğimden ve yüreğimden atamayacağım bir şey var. Bana acı veren odur... Onunla geçen anılardır beni böyle duygulandırıp ağlatan.
Şimdi sana ciddi şekilde soruyorum. Sen benimle düzenli ve sürekli olarak birlikte yaşamak istiyor musun gerçekten?
- Başından beri. Hem de sonsuz bir istekle. Ve sonuna kadar. Ama sen istemedin beni hiç. Aramızdaki yaşı öne çıkardın hep. Bu çağda sevgi konusunda yaşın sözünü hiç kimse etmemektedir oysa. Tarihte bile pek çok şahıs, aralarında aşırı yaş farkı olan kişilerle evlenmiştir. Sen anlattın değil mi Ayşe ile Muhammedi ve öteki bir yığın yazar ve siyaset adamını.
- Muhammed ile Ayşe'nin durumu ayrı bir şey. Onların arasında bağımsız olarak gelişmiş bir sevgi yoktu. Ayşe çocuktu. Muhammed kırallık ve peygamberlik gücünü kullanarak Ayşe'yi babasından satınaldı.
- Ya diğerleri..?
- Tamam bebeğim. Ama benim sorunum farklı. Bence de işin aslına bakarsan yaşın pek önemi yok. Ben yaş farkını hep bahaneden öne sürdüm. Ama başka bir şey var senin bilmediğin. Eğer sana tamam dersem, benimle yaşadığın sürece onun da kalbimde yaşamasını kabüllenebilecek misin? Evet diyorsan, olur. Hemen şimdi.
- Öldü mü?
- Bilmiyorum.
- Peki bir şey sorabilir miyim?
- Aklına gelen her şeyi sorabilirsin.
- Karın mıydı?
- Öylesi bir karım olsaydı şimdi sen beni amca diye çağırmazdın. Ben de sana yaşlıyım demezdim. Ve seninle ikimiz birlikte olmazdık. Karım değil arkadaşımdı.
- Peki ama neden yatak odanda veya evin herhangi bir yerinde seni böyle ağlatan kişiden hiç bir iz yok.
- Nerden biliyorsun olmadığını?
- Ne demek nerden biliyorsun? Ben evin her yerini geziyorum. Temizliyorum. Bilmez olur muyum? Yok, görmedim hiç bir belirti. Bir resmi bile yok.
- Var bebeğim. Olmaz olur mu hiç?
- Nerde peki?
- Hani bizim evin bir odası...
- Haaa! Şu hep kilitli duran oda.
- Evet, o oda. Onun odası... Ben her hafta sonu ve bazan da hafta içi günlerde, sen derin uykulara daldıktan sonra onu ziyaret ederim hep. Sarılırım ona. Öper okşarım ve koklarım saçlarını gerçek bir varlık gibi... O hep bakar yalnızca gözlerime.Ben konuşurum, o susar…
- Bana arkadaşının öyküsünü anlatır ve o odayı gösterir misin?
- Elbette anlatırım. Ama şimdi Otway'a varıp motele yerleşelim önce. Sonra herşeyi konuşuruz.
Yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden yolu, denizin köpüklü dalgalarını seyrederek tüketip Otway'a ulaştıklarında acıkmışlardı. Bir lokantaya girip oturdular. Çinli garson kız hemen gelip sipariş aldı. Balık salata ve pilav istediler. Herhalde sıcakların erken bastırmasından olmalıydı, etraf hayli kalabalıktı. İnsanlar yavaş yavaş tatile gelmeye başlamışlardı demek.
Cengiz çarşıyı geçip, arabayı batı yakadaki buruna doğru sürdü. Bir motelin önünde durdular. İnip resepsiyondan ayırttığı odanın anahtarını istedi. Kimlik sordular. Geri gelip arabadan ehliyetini alıp gösterdi. Parayı yatırıp anahtar elinde arabaya döndü. İçeriye arabayla girip ta ötelerde kuşbakışı denizi süzen bir kulübenin önünde durdular. Motel odasına girince Cengiz Nihal'ı kollarına alıp sardı. Dakikalarca konuşmadan biribirlerine sıkıca sarılı kaldılar. Sonra Nihal'a aldığı giysileri giydirip kızı seyretti uzun uzun. Çok hoşuna giden, en sona bıraktırdığı,aralarda kırmızı serpiştirilmiş, deniz dalgalı desenleri olan yazlık elbiseyi Nihal giyince Cengizin duyguları yüreğinden taşıp göklere ağdı. Deniz, kumsallar, berrak bir dünya ve güzelliklerin üstünde nakşolduğu bir abide gibi yerleşti gözlerine yanındaki genç kızın görünümü…

- İki dakika gözlerini kapa bebeğim dedi.
Nihal gözlerini kapadı. Cengiz yıllar önce, eski yurduna gittiğinde Mantıvara takmak için satın alıp, yatak odasındaki kitaplığında anılarını yazdığı koca defterin içinde sakladığı üç renkli altın gerdanlığı, elmas işlemeli yüzüğü, mor taşlı uzun altın küpeleri ve yakut taşlı bileziği çantasından çıkardı. Nihalın üzerindeki metalları çıkartıp, yerine kendi getirdiklerini taktı.
Nihal anladı durumu. Sevinçten uçuyor ve takılan şeyleri görmek için sabırsızlanıyordu.
- Tamam, gözlerini açabilirsin bebeğim.
Nihal gözlerini açtı. Aynada kendini görür görmez Cengizin boynuna atıldı. Genç kız yaşlı adamı güçlü kollarıyla sıkıca sarıp uzun uzun öptü.
Motel görevlisi kapıyı tıklattığında onlar daha birbirine sarılı ve tatlı- hüzünlü bir atmosfer içindeydiler. Görevli kahve, süt, çay ve çikolatalı bisküvit bırakıp gitti.
O gece Nihal için anlatımsız bir geceydi. İlk kez kendini hafiflemiş hissetti. Bir yokoluş, bir düş ortamında yüzer gibiydi. Güvenlikli, sağlam ve uçurumsuz bir yolda yürür görüyordu kendini. Bir yığın gerilip gevşemenin verdiği rahatlık ve yorgunluk sonucunda başını ustasının koluna bırakıp daldı derin uykulara. Cengiz ise yarı mutlu, yarı hüzünlü geçirdi geceyi. Kendini iki güzel kadının arasında yatarken düşlüyor, bu durum ona derin bir acı veriyor ama durumu değiştirmeye yönelik bir adım atmaya da gücü yetmiyordu. Uykuya dalar dalmaz Mantıvar odaya süzülüyor; "Ne haber Gavurdağlı? Eskiden sen beni izlemiştin her gittiğim yerde. Şimdi de ben seni izliyorum" deyip, sureti dalgalanıyor, hayal- meyal bir görünüme bürünüyor ve sonra bir ak güvercin olup göğün mavi derinliklerine doğru kanat çırpıyordu.
İkisi de günün burnu suların üstünden çıkıp gelmeden uyandılar.
Tek bir beden gibiydiler. Pamuk gibi yumuşamıştı gövdeleri. Nihalın bedeninin tüm noktaları dudak masajından geçmişti. Gerindi Nihal. Dönüp Cengizi öpmeye başladı. Cengizin ağzına Nihalın dilindeki metal geldi. Dilinin ucuyla metala bir kaç kere dokundu. Bu dokunuş kadını açıklamaya sevketti nedense.
- Melbourne’a gidince onu çıkartacağım.
- Ona gereksinimin yok mu artık?
- Yok, dedi Nihal. Yok... yok... yok!
Ve dilini yeniden uzattı.
- Seni çok seviyorum bebeğim deyip kızı kucağına aldı Cengiz.
- Bende seni amca.
Kıkır kıkır gülüştüler.
- Evimize varınca yeni odana taşı eşyalarını. Oldu mu bebeğim.
- Ben kafamda çoktan taşıdım bile.
Denizin üzerinden güneş kızararak geliyordu...
Hemen pencerelerinin az ilerisindeki koca okaliptüs ağacına bebeği sırtında bir anne koala tırmanıyordu...
Pelikanlar sahil boyu sıralanmış güneşe doğru uçuyordu...
Ve başladılar güneşin doğuşuyla birlikte,
denizin ak köpüklü melodilerini dinleyerek,
kendilerini yeniden yaratmaya
güneş ve doğa gibi çıplak ve gerçek...

***

Nihal tatil dönüşü tüm evin genel bir temizliğini yaptı. Üst kattaki odayı yeniden düzenledi. Eski yatak takımlarını yenileriyle değiştirdi. Kendi giysi ve eşyalarını ikinci kata taşıyıp dolaplara ve banyoya yerleştirdi. O iş bitince Cengiz ile birlikte küvete girdiler. Cengiz Nihal ile ilk kez beraber küvete giriyordu. Aklına Mantıvarla geçirdiği küvet anıları geldi. İçini koyu bir hüzün kapladı. Nihalı Mantıvar olarak düşünmeyi denedi. Olmuyordu. Nihal anladı Cengizdeki atmosferi ve sarıldı ona.Cengiz yine tutamadı kendini, yüzünü Nihalın çıplak boynuna yapıştırıp katıla katıla ağladı.
Banyodan sonra Cengiz kitaplıktaki kocaman anı defterini açıp, içindeki anahtarı getirip Nihala uzattı.
- O odanın anahtarı budur. Git aç ve incele odanın içindekileri.
- Sensiz asla gitmem, dedi Nihal. Birlikte gidelim ve bana anlat hem de.
- Ama ben yine duygulanır ağlarsam?
- Olsun, bir şey olmaz.
- Bana bozulmaz mısın?
- Hayır bozulmam. Sende bu denli derin iz bırakan bir kişiyi ben ne kıskanırım, ne de anısını senden silmek isterim.
- Sen çok iyi bir kalbe sahipsin Nihal, deyip yanağından öptü Cengiz kızı.
Aşağı indiler. Anahtarı kilidin deliğine yerleştirip çevirdi Cengiz. Kapı açıldı. Kapı açılır açılmaz da Mantıvarın gülüşünün altına ince bir hüzün gizlenmiş olan yüzü çarptı gözlerine. Nihalın gözleri bu ilk fotoğrafa çivilenip kaldı bir süre. Büyülenmiş gibi bir duruma girmişti. Sanki bir fotoğrafın karşısında değil de, canlı bir kişinin karşısındaydı. Mantıvar yaşayan bir ince gülücükle etrafını şenlendiriyor gibiydi. O denli canlı duruyordu ki, nerdeyse açıp ağzını konuşacak duygusu uyandırıyordu insanda. Sonra sağ duvardakine çevirdi bakışlarını Nihal. Alnı aydınlık, kaymak gibi bir ten, saçlarında hafif rüzgar, büyüleyen bir tablo gibi bir fotoğraf. Bir tatil ya da piknikte çekilmiş havası var fotoğrafta. Sol yandaki resme baktı. Mantıvar ve Cengiz birlikte çekilmişlerdi. Önde Mantıvar, arkada Cengiz. Cengiz'in başı Mantıvar'ın omuzunda ve yüzünün yarısı Mantıvar'ın saçlarına gömülü. Ve kapının üstünde bir başka resim. Bu Cengiz'in büyük bir belden yukarı resmi. Resmin sol göğsüne Mantıvar'ın güleç bir yüz resmi yerleştirilmiş ve altına da kısa bir şiir yazılmıştı...
Nihal iyice duygulanmıştı. Oda dayalı döşeliydi. Bir yatak, bir yuvarlak cilalı masa, üç tane cilalı sandalye, iki tane tekli deri koltuk. Bir küçük televizyon. Televizyonun üzerinde radyo- teyp. Yanında bilgisayar. Yerde duvarlara yaslandırılmış dört tane yağlı boya resim. Bir küçük, kalın bir çerçeveye konmuş, aborjini yapımı özgün tablo. Hallsgapten Cengiz ile birlikte satınalmışlardı. Yine çerçevelenip duvara yaslandırılmış bir suluboya resim. Resimde başı insan, gövdesi kuş olan bir melek gökyüzünde bulutlar arasında uçuyor. Bazı tahta oyma soyut figürler... Yine tahta oyma Asya ülkelerine ait pirinç ekenleri ve sokakta yemek yapıp satan kadınları simgeleyen figürler. Tahtaya yakılarak yapılmış, daha çok kafkas kültürlerini anımsatan bir otantik kızlar dansı... ve bir bıranda üzerine şablonla çıkartılmış işçi yürüyüşü...
Masanın üzerinde Mantıvarın fotoğraf albümü duruyordu. Nihal açıp bakmak istedi. Cengiz albümü aldı kızın elinden. Nihal " ne oluyor" der gibi baktı Cengize.
Cengiz istemiyor muydu acaba Mantıvarla çekilmiş bir yığın resmini Nihalın görmesini. Nihal bunları düşünürken Cengiz;
- Bebeğim albümü alıp odamıza çıkalım. Orada oturup uzun uzun inceler ve konuşuruz fotoğraflar hakkında, dedi. Şimdi sen dolaplar ve banyoya bir göz at.
- Sağ ol, deyip Cengizi öptü Nihal. Çok ilginç şeyler bunlar. Defalarca bakıp, üzerine düşünülmesi gerekli şeyler. Sen küçük bir müze yapmışsın burayı.
- İyi değil mi evimizin içinde bir müzenin olması.
- Onu demek istememiştim. Elbette iyi. Mantıvar ablanın her şeyini korumuşsun. Ne kadar derin bir düşünce. Ne kadar büyük bir yürek işi. Ne soylu bir insanlık duygusu bu böyle...
- Çok sağ ol bebeğim.
Cengiz elbise dolabını açtı. Askılarda elbiseler, çeketler, pantolonlar ve paltolar asılıydı. Bir de yün örgü şapka. “Bu şapkayı giyince karda aşmış çiçeklere benzerdi” diye iç çekti Cengiz. Her görüntü, her eşya, her ne varsa Mantıvara dair Cengizin yüreğinde kuyular kazıyor, fırtınalar koparıyordu. Arka duvara yaslanmış durumda bir küçük kitaplık vardı. Nihal eğilip kitaplara bir göz attı. Daha çok İngilizce edebiyat ürünleriyle Türkçe felsefi ve politik kitaplardı bunlar. Raflarda iç çamaşırları, pijama, gecelik ve öteki giysiler. Cengizin yüreği kabarıverdi yine aniden. Yarı şeffaf mor gecelik "zambak kokusunu özlemedin mi, beni koklasana" der gibi duruyordu. Mantıvarın aybaşlarında kullandığı kalın ve sıkı külotları da oradaydı. Onları zaman zaman kenddisinin de giydiğini anımsadı. İçinde bir batış duydu derinlemesine... Hıçkırıklarını olanca gücüyle bastırmasına karşın yinede gözlerinden damlalar
sessizce süzüldüler aşağılara. Nihal görmezlikten geldi Cengizin gözyaşlarını hiç oralı olmadı… Bir rafta saç bağları, tokalar, küpeler, ağaçtan yapılma takılar, kemerler... Yerde duvar dibine itina ile dizilmiş ayakkabı ve botlar. Öte yanda iki bayan çantasıyla bir valiz yanında ağzı büzgülü ketenden hapishane torbası…Ve duvara özenle yerleştirilmiş el örgüsü küçük kız çocuğu çeket, etek ve patiği...
Cengiz banyoyu da gösterdi Nihala. Banyoda Mantıvarın zaman zaman kullandığı makyaj malzemeleriyle havlular, şifalı bitkilerden yapılmış sabunlar, şampuanlar, losyonlar...
Banyo, dolap ve odanın çeşitli yerlerine leblebi büyüklüğünde ve sarı renkli çiçekler buket yapılıp asılmıştı. Nihal çiçek buketlerinden birini alıp kokladı.
- Hımmmm, dedi. Odadaki kokuyu bu çiçekler salıyor galiba.
- Evet onlar.
- İlk kez görüyorum ben bu çiçeği.
- Sen şanslısın, dedi Cengiz. İlk de olsa gördün. Mantıvar görmeyi çok istemişti o çiçeği ama göremedi.
- Üzülme... Belki bir gün o da görür. Belli mi olur, bakarsın günün birinde çıkar gelir bir yerlerden. Çıkmamış canda umut vardır.
- Umut... diye inledi Cengiz. Umut yaşatmıyor insanları uzun süreli.
- Haklısın. Ama yine de umudu yitirmemek gerek bence.
- Rahatsız olmaz mısın o gelince?
- Bilmiyorum. Ama olmamak için uğraşacağımdan emin olabilirsin. Şu an, o benden rahatsız olmazsa ben ondan hiç rahatsız olmam diye düşünüyorum.
- Güzel kalpli bebeğim çok sağ ol emi.
- Merak ettim. Adı neydi bunun?
- Mantıvar.
- Mantıvar senin çiçeğindir onu biliyorum da, ben şu, sarı boncuklara benzeyen çiçeğin adını sordum.
- Bebeğim, dedi Cengiz. Evet, o çiçeğin adı mantıvardır. Bu gördüğün yaralı kuşun adı da o çiçekten geliyor.
Albümü alıp kapıyı çekip yukarı çıktılar. Cengiz albümdeki tüm fotoğraflar üzerine Nihala bilgi verdi. Gülen, düşünen, hüzünlenen, umut saçan, insana ait olan ve olması gereken her duygu ve düşünce o resimlere yansımıştı. Grevlerde çekilmiş, polisle yaka paça kavga halinde resimler... Kalabalıklara konuşan resimler... makina başında üreten resimler...
- Bu resimleri anlayamadım. Polislerle kavga, kalabalık içinde konuşma felan var. Mantıvarın polisle sorunu neydi? Sonra bu kalabalıklar kimler? Bir sokak kavgası felan mı vardı acaba?
- Burası bir fabrika. O kalabalıklarsa fabrikanın işçileri.
- Çoklukla kadınlar var. Ne fabrikası bu?
- Çorap fabrikası, elbise fabrikası, dokuma fabrikası felan. Mantıvar işçiydi. Konfeksiyonda deneyimliydi. Çalışmadığı fabrika mı kaldı ki? Bir fabrikanın işçileri bonus sisteminin kaldırılması ve ücretlerin artırılması için grev başlatmışlardı. İşveren işçilerin ücretine yapılmasını istedikleri zammın yarısını kabul edip, bonosu kaldırmayacağını bildirdi. İşçilerle masaya oturup tartışmayı kabul etmedi. Bunun üzerine işçiler grevi kaldırmayıp devam ettiler. İşveren polis çağırdı. Polis işçilere vahşice saldırdı. İşçiler yılmadılar saldırıdan ve grevi bırakmadılar. Fabrikayı işgal ettiler. Polisin saldırısı çok azgıncaydı. Yakaladığı kadınları yerlerde sürükledi. Bazı sendikalar ve dernekler yardım ettiler işçilere. Çetin bir direniş oldu. Mantıvar bu direnişte etkin rol oynadı. Grev komitesindeydi ve direnişi hep o canlı tuttu.
- Peki sonuç?
- Bonusun kaldırılmasını işveren, patronun verdiği zammı da işçiler kabul ettiler. Grev sona erdi. Ama aradan beş- altı ay geçmeden işveren mahkeme kararıyla, sahte iflas göstererek işyerini kapattı. Başta bizim kız olmak üzere bütün ileri gelen işçileri fabrikadan temizlediler böylelikle. Tabi ki daha sonra fabrikayı aileden bir başkasının adıyla yeniden açtılar.
- Güzel olduğu kadar da yiğit bir kadınmış.
- Öyleydi, tıpkı senin gibi.
- Ben ne yaptım ki ona denk olayım?
- "Onurumu çiğneyen sözler söyledi. Bir anda kan beynime sıçradı. Salladım iki yumruk, bir dişiyle birlikte yığılıp kaldı yere! " Bu sözler ve eylemi sana ait değil mi?
Evet anlamında başını salladı Nihal. Kolunu Cengiz'in omuzuna atıp sardı.
- "Ulusal ve kişisel onuruma dokunan laf söyledi. Bir anda kaybettim kendimi. Elime et bıçağı geçti, salladım iki kere ve seninki, dibinde dinamit patlatılmış gökdelen gibi yığılıp kaldı yere! " Bu sözler ve eylemi de ona aitti. Birbirine ne kadar yakın sözler ve eylemler...
Bütün resimler bitince Nihal son sayfaya yapıştırılan bir gazete sayfasından kesilip alınmış küçük kızın fotoğrafını inceledi uzun uzun...
Resmin altında bir yazı: " Avustralya genelinde yapılan orta dereceli okullar arası matematik testleri birincisi Melissa Calv..." Kızın soyadı okunmuyor. Yarı yerinden kesilip atılmış gazeteyle.
- Bu kız çocuğu da kim?
- Kesin olarak bilmiyorum ama Mantıvar'ın kızı olmalı. Ben yüz hatları ve karakter çizgilerini Mantıvar'a çok benzetiyorum. Sence de benziyor
mu, hele iyi bir bak.
Nihal bir Mantıvara bir kıza baktı. Aynı şeyi Mantıvarın değişik fotoğraflarıyla yineledi bir kaç defa.
- Bence de çok benziyor. Hatta büyüyünce ayırdedilemeyecek kadar anasına benzeyebilir bu çocuk.
Nihal Fotoğrafları yeniden ve yeniden gözden geçirdi. O fotoğrafla uğraşırken Cengiz aşağı inip çay yaptı. Bir tepsiye bisküvit ve kuruyemiş koydu. Çayla birlikte yukarı çıkardı. Çay ve çerez eşliğinde Mantıvarın öyküsünü Nihala anlatmaya başladı.
Ta başından alıp, en ince detaylarını dahi atlamadan Mantıvarın kayboluşuna kadar getirdi öyküyü.
Öykü Nihalı büyülemişe benziyordu. Başını Cengizin omuzuna koymuş, gözleri dalgın dalgın Cengizin ağzına bakıyordu. Uyku tüm ağırlığıyla gelip mekan kurmuştu her ikisinin de göz kapaklarına.
Dışarıda kuşlar cıvıldaşmaya başladılar...

Melbourne
Ağustos-Ekim’08

11

Bir yürüyüş eylediler çiçekler

Kulağıma “kalk” sözü kurşun gibi saplandı
ve şiddetli bir sarsıntıyla uyandım. Hanım
başımda azrail gibi dikiliyordu.”İşe gitmen
gerek. Geç kalıyorsun” deyip çıktı odadan.
Bense tam finalinde uyandırıldığım düşün
etkisinde kalacaktım saatlerce, günlerce
ve hatta haftalarca.
Destanını yazdığım dilsizler tüm uykumu
işgal etmişlerdi o gece. Çocuklar sobayı
sonuna kadar açmışlar, yün yorganın altında
kanter içinde kalmıştım. Rüyamı öyküleştirmek
istedim ama defalarca denememe karşın hep
lirik bir dizge oluştu. Bu lirik dizgeyi
aşağıdaki gibi biçimlendirmek zorunda kaldım
sonunda. Umarım okurlar fazla zorlanmadan
anlarlar bu dizge öyküyü.

Ardyanım külrengi sisler içinde
kaybedilmiş bir ülke,
Önümde sıcak ve rengarenk güneşli bahçeler
Yoğun bir gelincik istilası altında dereler, tepeler,
Alı, moru, akı, göğü, sarısı
donanmış köşe bucak bin bir türlü çiçekle,
Havada olgunlaşmış nar gibi bir günün
hasret kalmış yar gibi kucaklayışı,
Güneşin okşayan elleri tenimizde
Yemyeşilin orta yerinde
elvan elvan gönül pınarları,
Taptaze bir bahar,
Sanki toplumsal bir gün başlangıcı,
Sanki hiç kararıp gelmeyecek akşam,
Sanki ilk kez aydınlanıyor dünya
ilk kez başlıyor yaşam...

Gönlü kırbaçlayan esintiler yok
Uçuşan kelebekler gözükmüyor havada.
Yalnızca kaynıyor kanımda bir serüven
durdurulması olanaklı olmayan bir aşkla...

Her şey,
her yer çiçeğe kesmiş
türlü türlü cinsten,
türlü türlü kokudan,
türlü türlü renkten.
Güneş nerede belli değil
Gök masmavi
Toprak yeşil
Hava ılık
Fakat rüzgar esmiyor neden? ..

Uzaklarda dereler
Derelerden sular akıyor mu
bilemiyorum.
Uzaklarda tepeler
Tepelerin ötesinde ne var?
Tepelerin ötesi kış mı, bahar mı
seçemiyorum...

Tepelere doğru uzanan bir çakıllı yol
yürüyorum yol boyu
çiçek denizine doğru
yolun orta yerinden,
ve gözlerimi hiç ayırmadan
sürekli hedefini döven
bir namlu gibi menzilinden...

Ardımda bana benzeyen başkaları da var
Beyinlerinde ne saklıyorlar
bilemiyorum sağımda solumda
neden bir gölge gibi duruyorlar?
Bilemiyorum elleri boş mu dolu mu,
Bilemiyorum neden oradalar? ..
Peki nereden gelip nereye gidiyorum ben,
Ne zaman çıktım yola
Ve ne zamandır taban tepiyorum ulaşmak için
tılsım çiçeklerinin esrarengiz yurduna? ..

Elimde pankartım,
Dilimde
benim bile
zar- zor duyabileceğim
bir garip ıslık ezgisi.
Gözlerimde
bin bir renkte
güneş gibi parlayan çiçek dizgisi.

Güneş nerede,
Neden esmiyor rüzgar,
Soğuk pınarlar neden
benden
bu denli uzak,
Yakıyor sıcak yavaş yavaş
eriyor gözlerim buharlanarak...

Yolun orta yerinde
'yere saplı bir hançer gibi
dimdik' duruyorum
Ve kendi kendime soruyorum,
Yol mu sona erdi
yoksa dizlerimde derman mı tükendi?
Ama pankartım elimde
Yirmilik bir çivi gibi
mıhlamışım pankartımın sapını yere.
Güneş nerede
Neden duyulmuyor kuşların cıvıltıları,
Ya çiçeklerin görkemi işgal etti dünyamı
ya da ağaçlar tutup hapsetti onların şarkılarını...

Bir yılan akıyor kıvrılmadan karşımdan
İniyor tepelerden derelere
çıkıyor derelerden tepelere,
Uzuyor, uzuyor, uzuyor durmadan,
başı bana yaklaşıyor
haber yok arkasından.
Yılan bir ırmak oluyor sonra
akıyor masmavi
akıyor ince belli
alev yeleli
yabani bir tay gibi.

İniyor tepelerden derelere
Çıkıyor derelerden tepelere
Çağlamıyor, köpürmüyor, dağılmıyor suları,
Aşıyor tırmanarak yamaçlardan
Koşuyor düşe kalka çukurlardan
İnletiyor koyakları gök gürültüsüyle
Sürüklüyor ardı sıra
tufan kalabalıklarınca dağı- taşı...

Çiçekler dalgalanıyor yerinde
Ama esmiyor rüzgar
ve kavuruyor sıcak
tozlu yolun ortasında gövdemi.
Gözlerim ışığa kesmiş
bir türlü göremiyorum güneşi.

Yüzlerce sıralar halinde
yekinip yürüyor çiçekler,
karanfiller
gelincikler
nergisler...
Yaşam iksiri gibi tütüyor çiçekler,
leylaklar
güller
sümbüller...

Gelin alayları gibi beziyorlar tepeleri,
menekşeler
yaseminler
çiğdemler...

Dal dal uzuyorlar göğe doğru
Kilim gibi kaplıyorlar toprağı
Esans gibi siniyorlar havaya,
Yerden mi sekiyorlar
Gökten mi uçuyorlar
Sellercesine çoğalıyorlar her adım başı
dev gibi büyüyorlar her nefes alışta...
Adımlarını ağır atıyorlar
Yaklaştıkça derinleşiyor gözleri
Havada rüzgar yok
Güneş nerede belli değil,
Dalgalanıyor saçları denizlerce
Ateşler yanıyor alınlarında
Dökülüyor gözlerinden ışıklar yıldızlar gibi...

Böceklere ne oldu
görünmüyorlar ortada
Nereye gitti kuşlar
bırakıp şarkılarını ağaçlarda.
Yanımda bana benzeyenler vardı hani
Yok olup gittiler gerilerde
Toz gibi dağılarak sisler içinde.

Ve şimdi ben
yapayalnızım
bir tozlu yolun orta yerinde...

Pankartım her zaman elimde dimdik
Pankartıma ne yazmışım hatırlamıyorum,
Pankartım onlar için kuşkusuz
Onları yücelten bir belgi
belki
pankartımdaki,
Belki de karanlıktan firarımın belgesi.

Yakıp kavuruyor güneş,
İri ve ağır adımlarla
yaklaşıyorlar durmadan,
Ateş veriyorlar yüreğime
ellerime
yüzlerime
gözlerime ateş!
Rüzgar esmiyor
Fakat saçları
ırgalanıyor havada
buğday tarlaları gibi.
Savruluyor sırma sırma, tül tül
savrulup yanıyor alev alev elleri...

Bölük bölük çıkıp geliyorlar ayçiçekleri
Akıyorlar ırmaklarca
Yakıyorlar kalbe düşen ilk sevdalar gibi,
Meltem gibi esiyorlar
Yaklaştıkça renkleniyor gözleri...

Onlar devleşip yaklaştıkça üstüme üstüme
Ben küçülüp uzaklaşıyorum sanki
tozlu yolun gerilerine.
Sanki güneş mekan kurmuş tam ense köküme
yanıp kavruluyorum.
Üstümden silindir geçmiş gibi yapışmışım yere
Kaynar bir ter boşanıyor her yanımdan
korda kalay gibi eriyorum...
Toz- toprak içinde yapış yapış tenim,
Sel sularınca gürül gürül terim
Şiddetli bir toz istilasında
bayır bayır yanıyor gözlerim...

Gelip başıma dikiliyor ön saftakiler
Konuşmuyorlar hiç, dilleri yok sanki
Sanki "dilsizler" bunlar.
Neden başımı kaldırıp
bakamıyorum gözlerinin içine?
Suçlu muyum yoksa onlara karşı?
Düşünüp bir yanıt bulamıyorum.
Neden sıvışıp gitti benimle yola çıkanlar?
Ben niçin koydum serimi bu yollara?
Ben niçin teptim bunca tozlu yolu?
Niçin
onları selamlamak için
kutsal bir bayrak gibi taşıdım kollarımda
elimden hiç yere düşürmediğim pankartı? ..

Garip bir anlatım var yüzlerinde
Başlamadan bitiyor gözlerinin anlamı
Yabancı bir nesneye bakar gibi bakıyorlar bana,
Tekrar tekrar okuyorlar pankartımı,
İki çelik mengene el yapışıyor omuzlarımdan
Tutup kaldırıyorlar yerden
Tatlı bir serinlik yayılıyor üzerime
Yanıyor gözbebekleri kıvılcımlanarak,
Çeviriyorlar başlarını günbatımına...

Bakıyorum dört açıp gözlerimi
Güneş akşam kızıllığı içinde
kocaman bir kan portakalı gibi
salınıp kalmış ufkun üstünde.
Dalgalanıp uçuyorlar
güneşe doğru akın akın
Saçları savruluyor havada,
Esiyor rüzgar serinleterek efil efil,
Bir demet gül oluyorlar,
bir demet kızıl karanfil...


Melbourne
Aralık 1993

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 2.3.2013 16:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mehmed Sarı