17
Sen çocukların anasısın ben de babası
ikimiz aynı evde oturuyoruz yalnızca
ilişkilerimizin hepsi o kadar yok dahası!
Gecikmiş kuşluk kahvaltısını yaptıktan sonra ayrıldı Mantıvar'dan. Bu ayrılıklar ona derin acılar vermeye başlamıştı nedense. Yanında daha çok kaldıkça daha çok özlüyordu kızı. Onun Mantıvar ile daha uzun bir zaman bir arada olma istek ve amacından birisi de bu özlemi dindirmekti. Oysa durum tersine yürüyor, düşlediği gibi gitmiyordu.
Eve geldi. Arabayı garaja çekip parketti. Garajdan çıkarken Feryal ile kapıda karşılaştılar. Selam verdi. Feryal almadı selamını. Sinirli bir hali vardı kadının. Garajdaki buzluktan et çıkartıp eve geldi Cengiz'in ardından. Garip bir gerginlik ve aynı zamanda tedirginlik içindeydi. Yine Cengiz'e çatacaktı. Çatacaktı ama, bu konuda içinden bir duygu kendini firenliyor, ama az sonra saldırı damarı kabarıyor suratı savaş meydanına dönüşüyordu.
Kendisini oldukça sakin ve rahat duyumsayan Cengiz;
- Nasılsın Feryal hatun, dedi. Sıkıntılı görünüyorsun. Bir sorun mu var?
Hışımla Cengiz'e dönen Feryal;
- Sana ne benim sorunumdan diye patladı.
- Bana ne olur mu? Bir evde yaşıyoruz. Elbet birimizin sıkıntısı, ötekini de sıkıntıya sokar.
- Bu evde sorun da, sıkıntı da sensin.
- Ben sorun yaratmadığımı düşünüyorum. Benim işim bu evin maddi ihtiyaçlarını temin etmek. Onu da yerine getirdiğim kanısındayım.
- Herşey bitiyor mu eve gerekli parayı getirince?
- Senin derdin nedir onu söyle?
- Yine nerdeydin üç gündür?
- Nerde olacağımı yazıp buraya bırakmıştım Cuma günü sabahleyin. Bıraktığım notu okumadınız mı?
- İşe iş arabasıyla gidilir, özel arabayla değil.
- Ben çalışmaya değil işi ayarlamaya gittim oraya. İş arabası servissiz. Belki yolda kalırım diye düşündüm. Hem neden kullanmayacağım özel arabamı?
- İş görüşmesi üç gün mü sürdü?
- Hayır üç saat sürdü.
- Ben sana üç gündür nerdeydin sorusunu soruyorum sen üç saattan söz ediyorsun. İş bahanesiyle ne halt karıştırdın, nerelerde kimnlerle sürttün yine kim bilir?
- İşe hazırlık yaptım Cumartesi günü.
- Hazırlık yapmışmış. Ufak at da civcivler de yesin!
- Feryal hatun, benim ne karıştırıp, ne karıştırmadığımı herkes biliyor. Durup dururken sorun yaratmayalım lütfen. Ben işe gittim. Sen de bunu biliyorsun. İşin adresini de sen yazdın telefonda. Ben bir hafta sonra yine gideceğim o işe. Bu sefer işi tamamen bitirinceye kadar da orada kalacağım. Bu ise en az on ile onbeş gün arası bir zaman alır. Yani iki hafta evde olmayacağım. Bu kez arabanın ikisini de götüreceğim.
- Hiç gelme o zaman! deyip ayağa fırladı kadın.
Cengiz ise oldukça sakindi. Bu sakinlik artık onun Feryal ile arasında yalnızca bir insani bağ kaldığının göstergesiydi. Cengiz kadının bu durumu henüz kavrayamadığını düşündü. Eğer, Feryal bunu anlarsa daha çok sorunlar yaratmak için akla hayale gelmedik yollara başvurabilirdi.
Diyalog yine öncekiler gibi bitti. Aslında bitmedi. Kesintilendi. İlerde bir gün yine patlardı bir ağız düellosu ve bir sonuca varılmadan Feryal hanımın uygun gördüğü anda kesiliverirdi tıpkı o günkü gibi.
…o0o…
O hafta Melbourne'daki işleri ayarlayan Cengiz, Dani ve Samo'yu Hallsgap'e götürmeye karar verdi. Melbourne'da Amado ve Lami kalacaktı. İkisiyle de uzun uzun konuştu. Tüm gerekli malzeme, araç ve gereçleri verdi.
Dani Hallsgap işine biraz gönülsüzlük gösterdi. Üçretin yüksek olacağını belirtti ona Cengiz. Günde on saat çalışma ve nakit iki yüz elli dolara anlaştılar. Çok büyük bir üçretti o günkü koşullarda. Dani bu duruma oldukça sevindi. Samo'ya o açıkladı olayı ve "başkasına söyleme, biz gidip yapalım o işi" diye tembihledi.
Cengiz iş arabasını servis yaptırdı. Arabanın iki tekerini yeniledi. Bannings'ten üç tomar sergilik beyaz naylon aldı. Boya mağazasından bir kutu ince naylon örtü, on paket mavi naylon örtü ve otuzbeş teneke boya satın aldı. Duvar boyalarını hesapladığı şekilde renklendirtti. Kapı ve çerçevelerinkini de. Ayrıca üç teneke beyaz boya ve yedek renk aldı.
Pazartesi sabah erkenden Dani, Samo ve Cengiz Cengiz'in evinde buluştular. Dani kendi arabasını oraya parkedip Cengiz'in iş arabasına Samo'yu da alıp boya mağazasına gitti. Cengiz onları mağazaya yolladıktan sonra Feryal hatunun günün onsekiz saatini geçirdiği televizyonlu salonon sehpasının üzerine 1500 dolar bırakıp çıktı.
Özel arabasıyla Mantıvar'a geldi. Mantıvar hazırladığı giyim çantasıyla, yol azığı ve bir takım yiyecekler koyduğu bez torbayı alıp geldi. Onlar da boya mağazasına sürdüler.
Arabalar yirmi teneke boyayı zor aldı. Geri kalanını Cengiz telefon ettikten bir gün sonra mağazanın arabası getirecekti. Yüklerini alıp, önde Cengiz ile Mantıvar, arkada Dani ile Samo düştüler yola...
İş yerine ulaştıklarında nerdeyse gün öğleye kavuşmuştu. Yükleri indirip, Mantıvar'ın hazırladığı azığı hep birlikte yediler. Mutfakta çay ve kahve yapıp, hafif yemekler pişirebileceklerdi. Bölgeyi ve alışveriş durumunu Dani ile Samo'ya açıkladı Gengiz.
O gün başladılar çalışmaya. Akşama kadar dört kişi ancak ikinci katın örtülerini bitirebildi. Akşam yemeği için hep birlikte çarşıya inen ekip, karnını basit yiyeceklerle doyurdu. Samo için böylesi bir yerde yaşamak oldukça zor olacağa benziyordu. Her şeyi yiyemiyordu. Şii geleneğine göre hareket ediyor. Her şeyde hazreti Musa'nın kurallarını uyguluyordu. Yahudi gibi balık hariç deniz ürünü yemiyordu. Tavşan ve domuzu da. Orada ise en çok bunlar vardı.
Cengiz Dani ve Samo'ya birer oda gösterdi yatmaları için. Kendisi de Mantıvar'ı alıp, oraya ilk kez geldiklerinde kullandıkları, penceresinin önünde koca okaliptüs ağacının dalları uzanan köşedeki odaya girdi. Birlikte duş alıp, birlikte yatağa girdiler. İkisi de üryandı. Yapışıp uyudular.
Hafiften kapı çalınmaya başlandı. Dışarıdan uğultular geliyordu. Bir çıplak ayaklı kalabalığın ayak sesleri kulaklarını tırmalıyor, arada bir boğuk boğuk feryatlar duyuluyordu. Gengiz'in aklına Feryal geldi. Kapıyı çalan, kendini hotelde sevgilisiyle basan ancak o olabilirdi. Mantıvar'a iyice yapışmıştı. " Ne olacaksa o olur. Boşver gerisini. Git kapıyı aç" diyordu Mantıvar. " Olmaz, açamam. Açarsam bu kadın ikimizi de doğrar" demek istiyor ama sesi çıkmıyordu bir türlü. Dudakları yapışmıştı herhalde biribirine. Nasıl olur, dudak yapışır mı? Birisi ağzını bir şeylerle bağlamış olmasın. Kolları işlemiyordu. Ellerindense hiç haberi yoktu. Yüzünü yastığa sürdü ağzındaki bağı boşandırmak için. Kıvrandı yatakta. Kapı daha hızlı vurulmaya başladı bu kez. Kadın kapıyı kırıp içeriye girecekti bir saniye sonra. Elindeki kocaman kasap bıçağını yorganın üzerinden rastgele sallayacak ve al kan içinde bir yatakla delik deşik iki üryan insan bedeni bulunacaktı sabahleyin odalarında. Dışarıda uğultu ve gürültüler gitgide çoğalıyordu. Nasıl olduysa ağzındaki bağ açıldı. Hırıltıyla uyandı. Korkuyla kulak verdi etrafa. Düş gördüğüne sevindi. Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Kollarında uyuşukluk ve yer yer ağrı vardı.
Dışarıda rüzgarla karışık iri damlalı bir yağmur yağıyordu. Okaliptüs ağacının dalları arada bir pencereye çarpıp sesler çıkarmakta, yağmur damlaları saç çatıda güpürtülü bir koşuşma sesi yaratmaktaydı. Cengiz iyice korkmuştu gördüğü düşten ötürü. Yanında sereserpe fütursuzca upuzun yatıp uyuyan Mantıvar'ın bacaklarının altına başını koyup, iyice büzüldü. Yorganı üzerine kapattı.
Mantıvar uyanınca Cengiz'in yatış şekli üzerine uzun uzun düşündü. Önce bu durumu adamın cinsel açlığına yorumladı. Akşam olunca onu iyi bir doyurmayı düşündü. Sonra başka olasılıklar geldi aklına. Kabus felan görmüş olamasındı? Kim bilir. Her şey olanaklıydı yaşam denilen yolculukta. Belki de aşırı sevgiden böyle yapmıştı. Adamın başı kalça bitiminin altındaydı resmen. Dört dudak biribirine nerdeyse yapışık bir durum almıştı. Yalnızca burnu boşluğa gelmişti. Buna karşın normal bir şekilde nefes alıp veriyordu. Neden böyle yatmış olabilirdi bu adam? İlginç ve ilginç olduğu kadar da garip bir durum diye düşünen çerkez yüzbaşının kızı, sevgilisinin bu yatış şekli hakkında bir fikre varamayıp uyanınca sormaya karar verdi. Dışarıdan sesler geliyordu. Gençler herhalde işe başlamışlardı. Mantıvar usulca yataktan kalkıp, kalçasının altında derin uykulara dalan garip arkadaşını öperek uyandırdı.
Cengiz hemen ayağa fırladı. Kolundan tutup yatağa oturttu onu Mantıvar.
- Canım dedi, senin bir rahatsızlığın mı var? Neden bana söylemiyorsun? Biz yaşam arkadaşı değil miyiz? Kaderde kıvançta, acıda sevinçte biribirimizi paylaşmayacak mıyız?
- Çiçeğim elbette öyleyiz. Neden kuşkulanıyorsun?
- Niçin başını benim kalçamın altına koyup yattın? Bu beni düşündürdü.
Hafiften gülümseyen Cengiz, sarılıp öptü kızı.
- Seni ölçüsüz sevdiğimi göstermek için değil elbette. Öyle yatmak kuşkusuz ölçüsüz bir sevgiden geliyor. Ama ben hoşlandım öyle yatmaktan. Bundan sonra da zaman zaman beni öyle yakalayabilirsin.
- Bu sevgi birazcık aşırı ve anormal değil mi?
- Sevgi bir yürek işidir çiçeğim. Sevgiye sınır koymak olanaksızdır. Sevgiyi kurallarla sınırlamaya çalışan düşünceler katliam birliklerine benzerler.
- Ben bu durumu senin açlığından olabilir mi diye düşünmüştüm.
- Benim sana açlığım hiç bir zaman eksilmeyecektir. Bunu bilmelisin.
Gençlerin sesi geldi yine dışarıdan. Cengiz giyinip çıktı. Dani ve Samo alt katta hazırlığa başlamışlardı. Cengiz gençlere katıldı kahvaltı hazır olana kadar. Mantıvar odayı toparlayıp mutfağa indi. Kahvaltı hazırladı. Evden gelmeden önce iki kutu peynirli ve kıymalı çörek yapmıştı. Kahvaltıyı Mantıvar'ın çörekleriyle yaptılar. Kahvaltı sonrası herkes daldı işe. Cengiz makinayla yukarının tavanlarını bitirdi o gün. Ötekiler aşağıların örtü ve maskesini yapıp onarımına başladılar. İkinci gün aşağıların tavanı da bitti.Üçüncü gün herkes duvara çalışıyordu. Onarım, düzelti ve duvarın tam bitişi yedi gün sürdü.
Samo Cumartesi akşamından Pazar akşamına kadar 24 saat uyudu.
Dani, Cengiz'le Mantıva'ra katıldı. Yırtıcı olmayan hayvanlar çiftliğini ziyaret ettiler önce, geyiklere ve eşeklere yem verdiler. Hayvanlarla birlikte fotoğraf çektiler. Daha sonra ise Ararat yolu üzerindeki üzüm bağları ve şaraphaneye uğrayıp, yarımşar düzine şarap satın aldılar. Geri Hallsgap'in çarşısına geldiklerinde henüz vakit erkendi.
- Doğru dondurmacıya sür, dedi Mantıvar.
- Tamam çiçeğim.
- Dani dondurma yiyor musun?
- Evet abla.
Herkes istediği cinsten dondurma doldurttu ekmek külahlara. Şapır- şapır yalamaya başladılar. Hem dondurmalarını yiyor hem havadan sudan konuşuyorlardı.
- Hep burada yaşamak ister misiniz millet diye sordu Cengiz.
- Asla, dedi Dani.
- Niye ama? Burası çok mu kötü bir yer?
- Ben burada sıkılırım Cino. Senin kız arkadaşın var. Üstelik de yanında.
- Senin yok mu diye sordu Mantıvar?
- Beni ancak her haftasonu disko idare edebilir.
- Üzülme Dani kardeş. Sana hemen bir kız arkadaş bulayım ben.
Mantıvar'ın şakasına kahkahayla karşılık verdi Dani.
- Sağ ol abla. Ben kendi işimi kendim görürüm.
- Bu akşam barbekü yapsak nasıl olur?
- Yaşa be abla...
- Malzeme bulabilir miyiz?
Cengiz'in sorusunu;
- Ben süpermarkete baktım et ve sebze var, diye yanıtladı Mantıvar.
Markette işlerini gördükten sonra ceplerindeki bozuk paraları hesapladılar. Ateşi yakmaya yeterince para vardı. Hotele gelince Dani ocaklara para atıp yaktı. Kızan ocakların üzerini kaba kağıtlarla iyice silip temizledi. Cengiz Samo'yu uyandırıp, Mantıvar'a yardım etti. Birlikte eti ve salatayı hazırladılar. Akşam serinliğinde ormanın içinde mis gibi et kokusu sardı etrafı. Hotel sahipleri Mister Kevin ve eşi Susan'ı da çağırdı Mantıvar. Susan bir kutu da bira getirdi barbekü yerine. Güzel bir ziyafet oldu. Kevin ve karısıyla sohbet ettiler.
Odalarına erkenden çekilen Mantıvar ve Cengiz o akşam yapılan işler ve geride kalanların bir hesap kitabını çıkardılar. Her sabah yorgun olarak işe başlamalarına karşın geri kalan işleri normal süresinden daha önce bitirebileceklerini anladılar. Bunu gerçekleştirmeleri ise oldukça iyi olacaktı. Çünkü yeni iş gelmişti ve ona yetişmek zorundaydılar. Restore edilen iki odalı 23 küçük apartman dairesi boyanacaktı.
İş gerçekten de iki gün önce bitti. Tüm örtüleri toplayıp katladılar. Paketlenen naylonlar sonra yine kullanılmak üzere arabaya yerleştirildi. Beşer, onar litre artan boyalar ilerde bozulan, özürlenen, kırık- dökük gibi yerleri yeniden boyamak için gerek olur diye yedek olarak otelin mahzenine taşındı. Her tarafı kabaca temizlediler.
Mister Kevin, yanında eşi Susan olduğu halde Cengiz ve Mantıvar ile birlikte tüm odaları, salon ve koridorları tek tek kontrol etti. Yönetim odasına geçip, sözleşmenin altına " bütün iş yapılıp bitirilmiştir" diye yazıp imzaladı. Parayı tümdem nakit olarak sayıp ödedi. Mantıvar'a bir de şaka yaptı.
- Dikkat et Zeynep hanım seni dağa kaldırabilirler.
- Avustralya'da kimsenin bu kadarcık para için öyle bir şey yapacağını hiç sanmam.
- Sadece para için değil dedi Kevin.
- Ya nedir?
- Siz aynı zamanda çok güzelsiniz.
- Teşekkür ederim.
- Mister Kevin, diye gülümseyerek gürledi Cengiz.
- Buyrun sizi dinliyorum.
- Karım hakkında düşünme. Yoksa seni silahlı düelloya davet ederim ha.
Hepsi birden katıla katıla güldüler. Cengiz Kevin'e ödenti için yedek defterinden bir alındı makbuzu yazıp verdi. Gençlerin paralarını hemen orada ödediler. Cengiz onları iyice tembihledi.
- Biz burada kalıp temizlikçilerden sonra son işlemleri yapacağız. İş sahiplerinin söylediğine göre yarın temizlikçiler çalışacak burada. Büyük olasılıkla biz Cumartesi burada çalışırız. Eğer erken biterse Cumartesi akşama, erken bitmezse Pazar günü geliriz. Pazar günü öğleden sonra ben sizi ararım. Eve gidince arabanın anahtarını evde birine verin ve benim son işlemleri yaptıktan sonra geleceğimi söyleyin mutlaka...
…o0o…
Pazar günü sabah onbirde eve geldi Cengiz. Kapıyı yokladı. Kilitliydi. Çoktandır anahtar kullandığı yoktu. Bu evin kapıları zaten gündüzleri hep açık olurdu. Hatta kısa süreli dışarıya çıkılsa, çarşı- pazara gidilse bile kapılar kilitlenmezdi pek. Ama nedense o gün kilitlenmişti. Zili çaldı. Bekledi. Az sonra kapı açıldı ve Feryal ile gözgöze geldiler. Bir anlık bir bakışmadan sonra Feryal hızla kapıyı kapatıp kilitledi.
- Aç kapıyı! diye seslendiyse de kadın aldırış etmedi bu sözlere.
Cam kapıyı deneyim diye düşünüp, arkaya dolandı. Feryal onu da kilitlemişti. Son çare olarak M. Ali'nin penceresini tıkladı. "Dışarıya gel" işareti yaptı M.Ali'ye. Az sonra M. Ali geldi. Annesinin yaptıklarını kısaca anlattı Cengiz oğluna. İlhan'ı da çağırıp, Feryal ile tartışmaya karar verdiler. Cengiz içeriye girip, salona oturdu. M. Ali önce annesine söyledi, sonra da kardeşine.
Salonda oturup, Feryal'ı beklemeye başladılar. Kadının geleceği yoktu. M.Ali yeniden sesledi annesini. Yine gelmedi. Sonunda gidip konuştu ve zoraki getirebildi salona.
Cengiz sakin bir ses tonuyla söze başladı.
- İlhan'ım ve M.Ali'm. Ben gelince kapılar kilitliydi. Kapıyı çaldım.
Anneniz açtı ve beni görünce yüzüme geri kapatıp arkadan kilitledi. Arkaya dolandım. Orası da kilitlenmişti. Kapıyı açmasını söyledim aldırış etmedi. Ben iki haftadır Grampians'de çalışıyordum. Kendisi de biliyor bunu, siz de biliyorsunuz. Ama ben anlamıyorum. Nedir aramızdaki, yıllar yılı sürüp giden bu anlaşmazlıklar? Sorunlarımız ne? Neden ben içeriye alınmak istenmiyorum? Tüm bunları sizin yanınızda annenizle konuşmak istiyorum.
Evet Feryal hanım, sakince konuşalım. Beni hiç kimse evimden uzaklaştıramaz, eğer ben istemezsem. Birinci olarak bu böyle bilinmeli. İkincisi, ben yine söylüyorum, üstlendiğim görevi yapmaya çalışıyorum. Bu evin giderlerini karşılamak için uğraşıyorum. Evde kaldığım zaman yapa yalnızım zaten. Bazan işe kaçıyorum. İşe kaçmak beni meşgul ediyor ve bunalıma düşmeme engel oluyor bir yerde. Ve bendeki bu işe kaçış yeni de değil. Beş- altı yıldır devam eden bir olay ve giderek de artıyor. Son iki yıldır şu evde yalnızca iki ayrı insanız. Sen ev işlerini yapıyorsun, ben dışarı işlerini. Bizi bu çatının altında bir araya getiren yalnızca çocuklarımız. Sen çocukların anasısın, ben de babası. İkimiz aynı evde oturuyoruz. İlişkilerimizin hepsi o kadar. Yok dahası...
Cengiz susup Feryal'ın konuşmasını bekledi. Ama ondan ses gelmedi. M. Ali ve İlhan'a dönüp baktı. Bakışında "sizler de konuşun" iması vardı. Ya da "siz ne diyorsunuz bu durumlara" der gibiydi.
M. Ali söze başladı.
- Anneme söylüyorum. Anne, babama kapıyı kilitleme bir daha. Böyle yaparak bir şey kazanamazsın. Babam da anahtar alır kendine. İkinize de söylüyorum. Siz zaten ayrı yaşıyorsunuz yıllardır. İstiyorsanız evinizi de ayırın. Bir yığın ev var. Biriniz burada kalın, biriniz de öteki evlerin birine taşının. Zaten karı- koca değilsiniz.
- Neden değilmişiz, diyerek M. Ali'nin sözünü kesti annesi.
- Biribirinizle yıllardır küs yaşıyorsunuz. Küs olmadığınız kısa sürelerde de hır- gür içinde ağız kavgasıyla geçiyor zamanınız. Odalarınız, yatağınız yorganınız ayrı. Böyle karı-kocalık olur mu?
- Olur, dedi hışımla Feryal. M. Ali'ye iyice kinlenmişe benziyordu. Herkes bizim gibi. Biz evliyiz, karı-kocayız. Boşanmadık daha birbirimizden. Onun için hiç bir bahaneyle bir adam haftalardır gidip dışarda kalamaz.
- Tamam, dedi Cengiz. Resmen de ayrılalım. Madem benim olduğum yerde olmak, oturduğum evde oturmak istemiyorsun, yarın hemen taşın buradan. Olmazsa ben taşınacağım.
- Mum (anne) dedi İlhan. Biz biliyoruz. Sen bu adamdan nefret ediyorsun. Biz seni seviyoruz, ama onu da. Ama sen nefret ettiğin halde onu kendi yanında, kendin gibi evde tutmak istiyorsun. Amacın babamı bizden kaçırmaksa söyle. O bizden kaçmaz, senden kaçsa bile. Herkesin dünyası ayrı zaten. Birbirinize acı vermeyin. Nefret ettiğin, yıllardır küs yaşadığın, odanı ayırdığın bir kişiyi başkalarından niçin kıskanıyorsun? Bundan sonra biribirinizin özel yaşamına karışmayın. Biribirinizin sürekli kötülüğünü düşünmeyin. Biribirinizin dışarıdaki ilişkilerini araştırmayın. Dost gibi olamıyorsanız, düşman gibi de olmayın. Biz bu evde kavga ve gürültü istemiyoruz. Eğer bir daha kavga çıkarsa aranızda biz bu evden çıkıp gideceğiz. O zaman biribirinizle doyasıya döğüşürsünüz...
18
Onun yaşamı dipsizlik ve sonsuzluktur,
acı ve elem yüklü bir öykü ve her
adım başı kanayan bir yolculuktur,
umuttur, kavgadır ve burukluktur…
Mantıvar Sezar'ın elindeki kağıt tomarını aldı. Tam otuz sayfaydı. Konut bakanlığının müfettişleri üç gündür sürdürdükleri hata arama çalışmalarını kağıda dökmüşlerdi. Her daireye bir sayfa düzenlenmişti.
Dış cepheler için de her kata ön ve arka olmak üzere birer sayfa. Dış cepheye ait sayfaları Cengiz'e verdi.
Lami ve Dani'yi çağırıp içerilerdeki onarılması gereken yerleri işaretledi. Herkesin işini ayrı ayrı gösterdi. Dani tavanların, Lami tahtaların, kendisi de duvarların son işlemine başladı. Cengiz dışarılarla uğraşıyordu. İşler öğle sonuna dek zor bitirildi. Dışarıları bir daha Mantıvar'la birlikte gözden geçiren Cengiz usta, yeniden kontrol etmeleri için Sezar ve mimar Lentini'yi sesledi.
- Tamam Cino dedi Sezar. Biz içerileri dolaştık.
- Dışarıyı kontrol edin diyordum.
- Dışarısı bitti mi?
- Bitti.
- O zaman aşağıya gel ve garanti tutanağını imzala.
Cengiz üçüncü katın balkonundan aşağı inip, giriş kapısının hemen önünde, okaliptüs ağacının gölgesindeki bankta oturan Sezarın yanına geldi. Sezar çantasından bir tomar kağıt daha çıkardı. Her sayfayı ayrı ayrı mimar Lentini imzalamıştı. Sezar, Lentini'nin imzalarının hemen yanını Cengiz'e de imzalattırdı. İmzalama işi bittikten sonra Lentini;
- Ben gidiyorum. Mutlu yıllar sizlere ve yeniden görüşmek üzere deyip yürüdü.
- Size de signoro Lentini.
- Umarım sizinle bir daha görüşmeyiz bu adreste, karşılığını verdi Cengiz.
Lami ile Dani çoktan gitmişlerdi. Onlar giderken Mantıvar ertesi gün topluca yemeğe gidecekleri Maribyrnong ırmağı kenarındaki lokantaya gelmelerini tembihledi. Samo ve Amado'ya da telefon edip lokantanın adresini verdi.
Cengiz Sezar'a son ödentinin faturasını da yazıp getirdi. El sıkışıp, biribirlerine mutlu tatiller dileyerek ayrıldılar.
Mantıvar derin bir soluk alıp verdi.
- Koca iş sonunda bitti Cino.
- İş asla bitmez çiçeğim, dedi Cengiz. Biri biter, öteki başlar. İşin bittiği görülmemiştir hiç. Yaşam biter iş devam eder.
- Altı hafta uğraştırdı bizi. Altı kişi buraya talim ettik nerdeyse tümden.
- Bereket versin iki ev dışında başka iş gelmedi.
- Evler de çok zaman aldı ama. Bir yığın süsleme işi, özel boyama şekilleri felan.
Cengiz arabanın rotasını yukarı Yarra havzasında bulunan bir Yunan tavernasında balık yemek için doğuya çevirdi. Kuzey doğu yönünde ilerlediler. Bu bölgede ve özellikle de ırmak boyunda düz ve kesintisiz giden bir yol yoktu. Zaten ırmak yılan gibi kavisler çizerek akmaya çalışıyordu. Bir yoldan öbürüne girip çıkarak durmadan sağa- sola dönerek ve ırmağı beş-altı kez bir yandan öteki yana geçerek ulaşabildiler gidecekleri yere. Tavernaya vardıklarında Fitzroy'dan hareket edeli birbuçuk saat zaman geçmişti. Taverna nerdeyse müşterilerle doluydu. Boş, bir kaç küçük masacık vardı dip kısımlarda. Dışarısı ve ön taraflar, vadiye bakan yerler işgal edilmiş durumdaydı. Bunlardan birisine de Mantıvar ile Cengiz oturdular. Balık, çoban salatasıyla dil salatası ve bir de küçük karafaki ısmarladılar. Bir genç buzuki çalıp, Yunan halk türküleri söylüyordu. Onlar Rumca müzik eşliğinde balıklarını yerken buzuki oyun havalarına geçti. Bazı genç kız ve oğlanlar meydana çıkıp sirtaki oynadılar. Karanlık basana kadar tavernadan ayrılmadılar. Ouzo müzik ve dans onları iyice efkarlandırıp, esrikleştirmişti.
- Canımın içi, kalkmadan önce birer kahve içelim diyorum.
- Olur çiçeğim. İçelim.
- Yola gideceğiz, üstelik vakit gece. Ne olur, ne olmaz. Kahve bizi dinçleştirir birazcık.
Cengiz garson kıza el etti. Kız geldi. Şekersiz iki kahve söyledi. Cengiz'in kahveden kastı Nes Cafe idi, ama Türk kahvesi geldi. Önce garip garip kahveye baktılar. Sonra başlarını kaldırıp bakıştılar.
- Olsun dedi Mantıvar. Ben bunu unutmuştum çoktandır. Bakalım nasıl bir şey?
- Ben de yıllar var içmiyordum.
Kahveler içildi, hesap ödendi ve yola düştüler. Mantıvar'ın evine geldiklerinde M.Ali aradı. Nerde olduğunu, niçin geciktiğini soruyordu. "Buna beni aratan annesidir"diye düşünen Cengiz koca bir yalan patlattı.
- Bugün Dromana'da bir tatil evi boyadım. İş yeni bitti. Araç ve gereçleri toplayıp çıkacağım. İki saata kadar gelirim sanıyorum.
- Acele etme, yavaş yavaş gel.
- Tamam canım.
Ve Cengiz iki saat sonra Mantıvar'dan ayrılıp eve gitti.
Kapıdan çıkarken ardından sarılan Mantıvar;
- Arabayı dikkatli sür canım, diye tembihledi.
- Olur çiçeğim. İyi uykular. Ben sabah gelirim. Birlikte kahvaltı yapar, sonra da bir yerlere gezmeye gideriz.
O gece Cengiz alışık durumun tersine derin bir uyku çekti. Kuşların sabah konserleri onu uyandıramadı. Bedeni pelte gibi gevşemişti. Düş ve gerçek arası bir durum içinde, yarı uykulu yarı uyanık yatakta sağa- sola döndü. Dışarıdan bir araba kornasının sesi geldi. Daha sonra da çarpılan kapı sesi. Yavaş yavaş kalktı. Evde kimsecikler yoktu. M. Ali işte olmalıydı. İlhan ise annesiyle bir yerlere gitmişti mutlaka. Ön balkona çıktı. Feryal'ın arabası yoktu. Güneş iyice yükselmişti. Cep telefonunun saatine baktı. Tam dokuza yirmi vardı. Hemen giyinip, Mantıvar'ın evinin yolunu tuttu.
Mantıvar kahvaltı masasını donatmış bekliyordu. Demlediği çay bayatlamıştı. Cengiz'in geldiğini görünce eskiyen çayı döküp yeniden demledi. Kapıyı açtı. İçeriye girene dek kolları yana açılmış olarak Cengiz'i bekledi. Ve o içeri girer girmez sarıldı.
- Çiçeğim, dedi Cengiz. Çok özür dilerim geciktiğimden ötürü. Nedendir bilmiyorum dün gece derin bir uykuya dalmışım ve uyanır uyanmaz koşup geldim.
- Karafaki sinirlerini gevşetmiş olmalı.
- Sanmam karafaki öyle bir iyilik etsin bana.
- Belki de psikolojik bir durumdur. İşi bitirip tatile girince sıkıntılardan kurtulan beyin bedene gevşeme emri verip seni uyutmuş olabilir.
- Bak bu daha mantıklı. Senin gecen nasıl geçti. Rahat uyudun mu? Yine erkenden kalmışsın herhalde.
- Ben de iyi uyumuşum. Dün yoruldum iyiden iyiye.
Mantıvar çayı masaya getirdi. Bardakları doldurdu söyleşi eşliğinde başladılar kahvaltıya. Zamanları boldu. Acele gitmeleri gerekmiyordu. Ama Cengiz yine de hızlı yeyip içiyordu.
- Yavaş yavaş ye canım. Acelemiz yok. İşe de yetişmek zorunda değiliz.
- Biliyorum ama...
- Aması ne peki?
- Alışkanlık çiçeğim. Benim anam derdi ki" dişinizin birisi de boğazınızda olsun." Yani ekmeği fazla çiğnemeden yutun. Hem anamız bize hızlı yemeyi öğretti, hem de yaşam şartları. Biz her zaman en az beş- altı kişi birlikte bir kapta yemek yerdik. Yemek her zaman azdı. İyice doymazdık. Yavaş davranan aç kalırdı. Daha sonra da yaşamım boyunca aceleci oldum. Hep koşar adım çalıştım. Her zaman koşar adım yedim. Soluk soluğa yaşadım.
- Seni anlıyorum. Ama, bilincini işin içine kat ve rahatlayarak yapmayı geliştirmeye çalış. Hep yay gibi gergin duruyorsun. Elbet bazan gerekli ve şart öyle olmak. Bazan ise tam tersi olabilmeliyiz.
- Haklısın can. Bugün şehrin doğu yakasına geçip biraz üst- baş alalım kendimize. Ben yarın çocuklarla denize gideceğim. Pazar günü de çocuklarla olacağım. Belki alışveriş merkezine gideriz ve birlikte yemek yeriz. İlhan'a giyecek felan almayı düşünüyorum. Pazartesi günü de tatile gidiyoruz zaten.
- Çok iyi düşünmüşsün dedi Mantıvar, bardağındaki son yudumu içtikten sonra.
Masayı birlikte topladılar. Birlikte duş aldılar. Onlarda birlikte duş almak ya da küvete girmek özel bir zevk sorunu haline gelmişti son zamanlarda. Daha sonra evden disiplin içinde ayrıldılar. Cengiz arabayı
şehir merkezine doğru sürdü. Otobandan J. Kenett'in paralı yoluna saptılar. Princes otobanına varınca sola dönüp tünele girdiler. Cengiz ilk kez tünelde araba sürüyordu. Tünel bunaltıcı geldi. Derin ve uzundu. Üstelik arabanın ön camına iki damla da su düşmesi Cengizin içini hafiften ürpertti. Üstten Yarra ırmağı geçiyordu. Yol üzerine yerleştirilen elektronik para cihazları durmadan ötüyorlardı. Üstelik tünelin giriş ve çıkışına da gizli hız kameraları yerleştirilmişti. Otobandan çıkıp, köprünün altından sağa döndüler. Bir kilometre kadar gidip yeniden sağa dönüp Chadstone alış veriş merkezine geldiler. Bu merkez Melbourne'nun büyük merkezlerinden birisiydi. Cengiz arabayı kapalı parka, gölgeye bırakmak istedi ama içeride döndü dolaştı dakikalarca park yeri bulamadı. Tekrar açık hava parkına arabasını bırakıp kuzey kapısından içeriye girdiler. Çarşı tıklım tıklım doluydu. Sanki o gün tüm Asyalı güzeller oradaydı.
- Biz bugün cennete girdik galiba dedi Cengiz.
Bu anlatımdan birşey anlamayan Mantıvar sordu.
- Neden burasını cennete benzettin?
- Sen etrafına bakmıyorsun herhalde hemşehrim.
- Bakıyorum, ama cennete benzer bir manzara göremiyorum.
- Baksana Asya ülkelerinin tüm güzel kızları buradalar.
- Vay haydut vay, diyerek güldü Mantıvar. O senin cennetin. Ben oğlanlara bakıyorum. Ama pek iç açıcı manzaraları yok geberesicelerin. Hep kılsuratlı, kirli paslı, üst başları dağınık dökük...
- Ama kızlar gerçekten güzel değil mi?
- Evet güzeller.
- Ama bugün burada en güzel kız Asyalı değil, Akdenizli bir kız.
- Öptüm seni.
O gün orada yazlık giysiler aldılar kendilerine. Deniz giysileri ve havluları aldılar. Cengiz Mantıvar'a bir altın gerdanlık alıp taktı. Lami için hediyelik bir saat satınaldılar.
Dönüşte yine tünelden geçtiler. Ama dönüş yolunun tüneli kısaydı. Su da damlamıyordu tavandan arabaların camlarına.
Flemington'a gelince otobandan ayrılıp Ascotvale üzerinden lokantaya ulaştılar. Gün ikindi olmuştu. Masalarını ayırtıp oturdular. Lami ve Amado ırmak kenarında yürüyüş yapıyordu. Lokantaya yaklaşınca Mantıvar el salladı. Onlar da gelip oturdular. Cengiz Samo ve Dani'yi telefonla aradı. Dani yoldaydı. On dakikaya dek geleceğini belirtti. Samo gelmiş yeri bulamamıştı ve geri dönmüştü. Cengiz ona belirli bir yer söyledi ve orada beklemesini istedi. Sonra gidip kendisi getirdi.
Herkes yeyip içmeye başladı. Yine ırmak boyunca bazıları kayık gezisi yapıyordu. Deniz tarafından içerilere doğru meltem gibi bir yel esiyordu. Mantıvar Lami'ye bir yıl önceki gelişlerini ve tanıdık biriyle karşılaşmalarını anlatıyordu. Anlatması bitince Cengiz'e dönüp;
- Umarım yine senin bir eski arkadaşın çıkıp gelmez Gavurdağlı dedi.
- Ben de umarım ama karşılığını verdi Cengiz, hayat bu, hiç belli olmaz. Bakarsın bir değil beş tane tanıdık gelir.
- Zaten şu an sizi tanıyan dört kişi var burada diye şaka yapan Lami'ye dönüp bakan Cengiz çapanoğullarından Dolunay ve kocası Kürt Zeynel ile gözgöze geldi. Zeynel Cengiz ile hal hatır sorgusu yaparken, Dolunay'ın ablası Çolpan ile kocası, kızları ve enişteleri de gelip yerleştiler yanlarındaki masanın etrafına. Dolunay iğneleyici bir laf attı.
- Ne o Cino aileler arası ziyafet veriyorsun galiba. Ama senin eşin nerde?
Cengiz anlamazlığa vurdu kadının provakatif konuşmasını.
- Aileler arası ziyafet verdiğim yok. Bu arkadaşlar benimle çalışan işçilerim. Yılsonu yemeği yiyoruz birlikte.
Zeynel karısına başka bir soru sorarak Cengiz ile söyleşmesini önledi. Mantıvar şaşalayıp kalmıştı yine. Cengiz'e;
- Yoldaş dedi, bunlar da hep tanış mı?
- Ne yazıkki evet. Hem de çok yakın tanış. Senin Feryal ablanın en yakın arkadaşlarından birisi. Ve de çok hızlı bir dedikoducu.
Garson kızın getirdiği acılı Adana kebabına aç kurt gibi saldıran Samo, Cengiz ve Mantıvar'ın konuşmasına kulak kabartmasına karşın, bir yandan da hiç oralı değilmiş pozuna giriyordu. Lami ise Mantıvar'ın az önce anlattığı, geçen yıla ait öyküden dolayı hemen anlamıştı durumu.
- Zeynep dedi Lami. Bir değil, bir yığın tanışın geldi bak bugün.
- Benim değil, onlar hep Cino'nun tanışlarıdır.
Garson kız Mantıvar'la Cengiz'in şiş kebaplarını da getirdi. İşçi takımı lokantada zaman geçirebilir mi? Herkes karnını doyurunca ayaklandı. Lami ev işlerini düşünüyordu hep. Bir an önce gidip genel temizliğe başlayacaktı. Christmas ve yılbaşından önce her şeyi bitirip rahatlamalıydı. Dani, hemen şehir merkezine inip, diskoların birinden bir kız ayarlamayı hesaplıyordu. Diskodan ayarladığı kızla hafta sonunu geçirecek, gelecek haftaya ayrı bir kıza bakacaktı. Amado karısından iki saatlığına izin alıp gelmişti. Masada tek endişesiz ve zamanla sorunu olmayan, yarınını düşünmeyen kişi Samo idi. Samo ancak cebinde parası olmazsa yarını düşünür, yaşamın gereklerini hatırlardı. Karnı tok ve sırtı pekse, tıpkı ayılar gibi vurur kafayı, yatardı günlerce.
Orada, yemek masasının başında el sıkışıp, birbirlerine iyi yıllar dileyip dağıldılar. Mantıvar gidip içeride hesabı ödedi. O hesap öderken Cengiz Kürt Zeynel ve bacanağı Tosunoğlu'na iyi yıllar diledi. Mantıvarla kolkola girip araba parkına doğru yürüdüler.
- Lami'ye uğrayıp hediyesini verelim.
- İyi olur. Hem de yarın seni de alıp denize gelmesini söyleyelim. Orada seni çocuklarla tanıştırmak istiyorum. Sadece işçi bir arkadaşım olarak tıpkı Lami gibi. İlerde gerek olur belki. Sen ertesi gün Lamiye
ev temizlemede yardım edersen iyi olur. Yarın Lami seni alıp getirir.
- Ederim tabi. Evde yapayalnız oturacağıma.
Lami'nin kapısına geldiklerinde o yeni gelmiş anahtarla kapıyı açmaya çalışıyordu.
- Selam dedi Mantıvar.
- Ne oldu?
Lami'nin sorusunu Cengiz yanıtladı.
- Canımız kahve istedi. Lami kahvesi. Kahve içmeye geldik.
- Buyurun.
İçeri girip oturdular. Lami kahve yaptı. Birlikte bir kutu da gofret getirdi dolaptan. Mantıvar çantasından saatı çıkarıp Lami'ye sundu.
- Abla bu Cino ile benim size küçük bir yılbaşı hediyeciğimiz.
- Çok teşekkür ederim.
Her ikisini de teker teker öpen Lami ardından;
- Cino bu güzel kıza ne hediye aldın? diye sordu.
- Niye hediye alayım ki ona? O bana alsın. Ben ona hediye yerine kendimi verdim.
Mantıvar o meşhur kahkahasını koyverdikten sonra gerdanlığını gösterdi Lami'ye.
- Şu an ben de size birer yüzük takmak isterdim. Ama elimde yok dedi Lami.
- Biz taktın kabul ediyoruz diye ekledi Mantıvar.
Cengiz bir ricasının olduğunu belirtip, ertesi gün Mantıvar’ı da alıp Williamstown plajına gelmesini istedi Lamiden. Sonraki gün de Mantıvar’ın kendine yadım edeceğini söyledi. Lami severek yapacağını belirtti. Ama Mantıvar'ın kendine yardım etmesini istemiyordu. Onu da Mantıvar kabul etmedi. Kendisinin evde yalnız olduğunu ve mutlaka geleceğini belirtti. Sonunda herkes tamam dedi her şeye. Kahvelerini içip, Lami'ye evin adresini verip, nasıl geleceğini tarif ettikten sonra, iyi geceler dileyip ayrıldılar. Havaya derin bir sessizlik egemendi. Sıcaktı. Yel esmiyordu. Bazı insanlar yolboyu yürüyüşe çıkmışlardı. İlerde, sol yanda Melbourne hava alanının ışıkları göğün karanlığını delerek yıldızlara doğru bir gri kuşak oluşturuyordu. Derin vadiler açarak ve halka gibi kıvrılarak sürüne sürüne akan Maribyrnong ırmağının köprüsünü geçerken, üstlerinden kocaman bir uçak geçti. Uçağın iniltisinden sarsıldı arabanın camları.
Ertesi gün Cengiz ancak saat on civarında çıkabildi evden. Çocuklar olmayıp bir türlü hazırlanamıyorlardı. Biri televizyon seyrediyor, öteki bigisayarda oyun oynuyordu. Kahvaltı hazırlayıp çağırdı. Kahvaltıya gelmiyorlar, hazırlıklarını yapmıyorlardı. Baktı ki, olmayacak böyle. Biraz sert yapıp, disiplin uygulamayı zorunlu gördü. Bağırıp çağırarak, zorlayarak yaptırdı kahvaltıyı. Sonra da zorlaya zorlaya üstlerini değiştirip mayolarını giymelerini sağladı. Havlu ve öteki gereçleri yüklenip gittiler. Onlar daha plajın parkına yeni girmişlerdi ki, Lami telefon etti. Telefonu yanıtlayan Cengiz:
-Beş dakika bekle dedi. Parkedip pilaja geliyorum.
Lami kumsalda güzel bir yer ayırmıştı onlara. Varıp selam verdiler. Cengiz oğullarıyla işçi arkadaşlarını tanıştırdı. M.Ali Mantıvar'ın elini sıktıktan sonra sırıtarak bir göz attı babasına. " Ben bunu tanıyorum" der gibi bir hali vardı. Soyunup oturdular. Cengiz oğullarının sırtına güneş kremi sürdü. M.Ali de babasını kremledi. Daha önce Lami Mantıvarı ve kendi kol ve bacaklarını kremlemişti. Lami sırtında tişörtle denize giriyordu. Laminin dudaklarında gençlik yıllarından kalma güneş yanığı izleri vardı. Derisi oldukça pembeydi ve Avustralyanın ozon yırtıklı atmosferinden yere süzülmeden inen güneş ışınları özellikle pembe derili insanlarda hızlı tahribat yapıyor, deri kanserine neden oluyordu. Bundan ötürü pek çok insan, özellikle kadınlar havuza veya denize tişörtleriyle giriyorlardı.
Hep birlikte suya daldılar. Cengiz İlhan'ı uzağa açılmaması için uyardı. Lami ve Cengiz sığ yerlerde kaldılar. M.Ali, İlhan ve Mantıvar açıldılar epeyce. Lami çok durmadı suda. Cengiz'e üşüdüğünü bildirip çıktı. Önce havlusuna sarındı, sonra da kumun üzerine yüzükoyun uzandı.
Lami dışarı çıkınca Cengiz de çocuklara doğru birazcık ilerledi, ama fazla gidemedi. Nefesi kesildi. Onun yüzebildiği en fazla uzaklık yüz metreydi. Cengiz yarı yolda durunca büyük oğlu M. Ali yüzerek geri geldi.
- Çok güzel ve tatlı bir kız arkadaşın var ihtiyar dedi. Sana göre çok genç. Ama yine de kutlarım seni.
- Canımın içi, o benim işçim, sevgilim değil.
- Sen onu benim külahıma anlat.
- Yani benim yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?
- Hayır. Düşünmüyorum. Yalan söylediğini biliyorum.
- Ayıp oluyor ama. Babanı yalancılıkla itham ediyorsun.
- Babamın bana yalan söylemesi ayıp değil mi? Grampians'e gittiğinde bu kız da yanındaydı. İki gece onunla beraber kaldın. Sonra yine orada çalışırken de yanındaydı ve beraber yaşadınız.
- Annene anlattın mı peki bunları?
- Asla anlatmadım ve anlatmam da. Annem senin dışarıda başka kadınlarla ilişkin olabileceğinden uzun zamandır kuşkulanıyor. Onun için seni izleme görevi verdi bana. Önce karşı çıktım. Ama daha sonra düşümdüm. Eğer seni ben izlemezsem, annem kendisi izleyebilirdi. Bu durumda seni yakalayabilirdi. Ve izleme görevini kabul ettim. Sizi haftalarca izledim ve sonunda yakaladım. Ben kız arkadaşının adresini biliyorum. Anneme senin sadece işe gidip geldiğini, bazan alışveriş merkezlerine takılıp kaldığını başka bir kuşkulu durumunu göremediğimi bildirdim.
-Biz de izlendiğimizi anlayıp evi başka yere taşıdık. Onu da biliyor musun?
- Uyanık ve deneyimlisiniz. Ama ben de iyi hafiyeyim. Bilmez olur muyum. Bu kez kendi merağımdan izleyip buldum evinizi.
- Sağ ol canım! Sana doğruyu söyleyecektim. Bugün burada buluşmayı da ben ayarladım. Tesadüfen buluşmadık burada. Zeynep benim arkadaşım. Bu dünyada benden başka hiç kimsesi yok. Onun yaşamı dipsiz ve sonsuz bir maceradır. Acı ve elem yüklü bir öyküdür. Her adım başı kanayan bir yolculuktur. Umuttur, kavgadır ve burukluktur. Çocukluk yıllarından tanıyorum ben onu. O, görüldüğü gibi öyle pek genç birisi değildir. Benden yalnızca on yaş küçüktür.
- İnanmam. Otuzun altında bir yerdedir onun yaşı.
- Sor kendisine.
- Kadının yaşının sorulması ayıp olmaz mı?
- Olmaz. Sen sor. O doğrusunu söyler. Onun yüzü gibi kalbi de çocuktur. Hiç yalan söyleyemez.
Yavaş yavaş yüzerek sudan çıktılar. Kurulanıp oturdular. Cengiz M. Ali'ye Mantıvar'ın yasal konumunu da kısaca özetledi. Eğer kendisinin başına bir iş gelirse, Mantıvar'a sahip çıkmasını ve onu korumasını istedi. Bu bilgilerin başka hiç bir kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini de belirtmeyi ihmal etmedi.
Acıkmışlardı. Cengiz İlhan ve Mantıvar'ı kıyıya çağırdı. Onlar da geldikten sonra hep birlikte Pelikankondu'ya gittiler. O günkü yemekleri genellikle balık ve deniz ürünleri oldu.
…o0o…
İlle de sinemaya gidelim diye tutturdu İlhan. Çok uzun ve güzel bir film oynuyordu anlattığına göre.
- Senin bu filmi görmen şart baba, dedi sonunda.
- Neden şart canım?
- Çünkü çok romantik bir film ve senin dilinde. Senin gençliğini geçirdiğin yerlerde çekilmiş. Tam sana göre bir konu. Özlem, ayrılık ve yalnızlık temalarını işliyor. Yaşlı bir öğretmenle genç ve kimsesiz bir kadının ilişkilerini konu ediniyor.
- Tamam gidelim canım.
Biletleri aldılar. Birer şişe meşrubat ve kocaman bir kutu patlatılmış mısır alıp karanlık koridorlardan yürüdüler. İçeri girdiklerinde reklamlar ve gelecek programların film parçaları gösteriliyordu. Koltukların dörtte biri ancak dolmuştu. Makine çok gürültü çıkarıyordu. Durumu anlayamayan Cengiz oğluna,
- Bu mu romantik film diye sordu.
- Bunlar reklam parçaları baba.
Arka sıralarda bir yere oturdular. Mısırlarını yemeye başladılar. Sinema büfecileri günebakan çekirdeği satmak için sıraları dolaşmaya başlayınca Cengiz şaşırdı. Hatta şaşkınlığını açıklamak ihtiyacı duyup İlhan'a sordu.
- İlhancığım Avustralya sinemalarında çekirdek çintmek yasak değil miydi?
- Yasaktır.
- Ya bu çekirdek satışı nedir?
- Türkiye yapımı filmlerde ve Türkiyeli seyirciler için özel bir durum. Türkiyelilerin sinemada ayçiçeği çekirdeği yediklerini biliyorlar ve onun için satıyorlar.
- Ama çekirdek kirletir her yeri.
- Kirletsin. Temizlerler. Çünkü bol çekirdek satıyorlar Türkiyeli seyircilere. Bol da para kazanıyorlar. Çekirdeğin kazancı masrafını bol bol karşılıyor.
Cengiz çekirdek sesleriyle gençlik günlerine gitti. Yazlık sinemaları anımsadı. Basit, siyah-beyaz Yeşilçamın sevda filmleri gelip geçmeye başladı gözlerinin önünden. Hüzünlendi o günleri anımsayınca, durgunlaştı, dalıp gitti bir anlığına. Sonra her hafta sonu gittikleri, yaşamının engüzel günlerinin geçtiği ovanın bitiminde ve dağın eteğinde kurulu şirin bucaktaki Haydarın taş duvarlı kışlık sineması geldi gözlerinin önüne. Gençliğinin kocaman yedi yılını geçirdiği o şirin bucaktan son ayrılışını anımsadı. Sol göğsünde derin bir sızlama duydu…
İlhan dürttü babasını
- Baba film başlıyor.
- Tamam canım.
Film başladı ve tam iki saat yirmi dakika sürdü. Cengiz bayılmıştı filme. Ömründe ilk kez böyle detaylı ve gerçek yaşamın duygu ve ülkü yönünü işleyen bir Türkçe film izliyordu. Filmi izleyince kendiyle bütünleştirdi. İlhan'ın başta filmi överken söylediği sözlerde kendini iğnelemiş olacağını düşündü. Acaba İlhan da mı biliyordu tıpkı ağabeyi gibi babasının Mantıvar'la gizli aşk macerasını.
- Nasıl buldun filmi baba, diye sordu İlhan.
- Çok sağ ol canımın içi, yanıtını verdi Cengiz. Gerçekten güzel bir film ve görmem çok iyi oldu. Çok etkiledi beni. Filmde kendimi yaşadım biraz. Acı bir romantizm işlenmiş. Ayrıca toplumsal çelişkiler de sorgulanıyor. Başarılı bir film kısaca.
- Ben daha önce annemle seyrettim bunu. Çok sevdim ve seninle de seyretmek istedim. Keşke Zeynep ablayı da getirseydik ve o da görseydi.
- Kim o Zeynep ablan?
- Şaka yapma baba.
- Ciddi soruyorum, şaka değil.
- Dün birlikte denize gittiğimiz senin kız arkadaşının adı ne?
- O benim işçim canımın içi. Üstelik, abla da değil, teyzedir. Yani genç kız değil, otuz beş yaşında bir kadındır. O bugün çalışıyor. Yaşlı kadının evini temizliyorlar.
- Beni güldürme kendine.
- Gülmek istiyorsan kahkahalarla gül. İstiyorsan o teyzeni de getireyim birlikte gülün. O çok kahkaha atan birisidir.
- Dün hiç atmadı ama.
- Senin yanında ciddiyetini bozmak istememiştir. Ben ona senin biraz filozofça birisi olduğunu anlatmıştım. Neler konuştunuz dün? İyi arkadaş olmuşa benziyordunuz.
- İyi bir kız. Bilgili birisi. Pek işçiye benzemiyor.
- O yaşamı boyunca işçilik yapan birisidir.
- Onunla çok iyi anlaşacağımı düşünüyorum. Birgün bize getirsene.
- Sen çıldırdın herhalde. Size getirilir mi hiç o?
- Niçin getirilmesin ki?
- Annen seni de beni de öldürür. Kızılca kıyamet kopar, aramızda silahlı savaş başlar.
- Annemle aranızda savaş var zaten. Beni onun evine götür o zaman.
- O da olmaz. Annen öğrenir kadıncağızın evini basar.
- Saldıramaz. Ben anneme söylemem.
- Zeynep teyzene söyleyim. Olur derse görüşürsün. Daha doğrusu senin telefonunu ona vereyim. Onunla sen doğrudan konuş.
Sinema çıkışı önce lokantaya gidip karınlarını doyurdular. Arkasından İlhan'a yazlık giysiler almak için giysi mağazalarını gezdiler. İlhan'ın aldığı tişörtlerin parasını ödeyen Cengiz, yüz dolar da harçlık verdi oğluna. Parasını idareli kullanmasını söyledi. Kendisinin Victoria dışına çıkacağını ve iki hafta sonra eve döneceğini belirtti.
- Ne zaman gideceksin tatile baba?
- Yarın sabah.
- Nereye gideceksiniz?
- Merimbula taraflarına.
Konuşarak arabaya doğru yürümeye başlamışlardı ki, Mantıvar telefon etti. Kemerinden telefonu çıkartıp kulağına götüren Cengiz, yanında yürüyen İlhan'ı unutup;
- Buyur çiçeğim dedi.
- Canım nasılsın?
- Ben iyiyim, sen nasılsın?
- Ben de iyiyim. Neredesin şu an?
- İlhan ile sinemaya gittik, alışveriş yaptık, yemek yedik ve şimdi de eve geri dönüyorduk.
- Canım ben Lami'deyim daha. Kadın korkunç derecede yoruldu. Eğer olanaklıysa beni gelip alır mısın buradan?
- Hemen şimdi.
- Baba ben de konuşmak istiyorum, diye araya girdi İlhan.
- Tamam canım.
İlhan ile konuşmasını bitiren Cengiz Mantıvar'a yöneltti konuşmayı bu kez.
- Çiçeğim İlhan seninle konuşmak istiyor.
- Telefonda mı konuşacak?
- Hem telefonda, hem de yüzyüze.
- Beraber getir yolda konuşuruz.
- Sen söylersen daha iyi olur.
- Tamam. Telefonu ona verir misin?
Cengiz telefonu oğluna verdi. İlhan ve Mantıvar hal hatır sorduktan sonra, İlhan'ın konuşma isteğine Mantıvar evetle yanıt verdi. Konuşmayı kısa kesip Lami'nin evine gitmek için arabaya girdiler.
İlhan arabadan inmedi. Cengiz içeri girip Lami'ye merhaba dedi. Mantıvarı kucakladı. Saçlarını derin derin kokladı. Lami çay içmeyi teklif etti ama Cengiz istemedi. Arabada İlhan'ın beklediğini söyledi. Arabaya gelmeden önce Mantıvar'a M. Ali gibi İlhan'ın da kendisini babasının sevgilisi sandığını belirtti.
- M. Ali bizim evimizi biliyor. İlhan bilmiyor. İlhan yalnızca ilişkilerimizi tahmin ediyor. Seni evlerine getirmemi önerdi. Gelemeyeceğini söyledim. Bu kez de kendisini sana getirmemi istedi. İlhan'a sadece iş arkadaşı olduğumuzu söyledim. Güldü. İnanmadı elbette. M. Ali'ye herşeyi açıkladım. O bizi aylarca izlemiş. Annesi izletmiş. Sonunda benim hiç kimseyle ilişkim olmadığını söylemiş annesine. İlhan seni çok sevmiş. " Bilgili ve modern bir kadın" diyor senin için. Ne gerekiyorsa kendin karar ver çiçeğim. Bu çocuklardan hiç kötülük gelmez bize. Bundan emin olmanı istiyorum.
- Onu da alıp birlikte eve gidelim. Evde oturup uzun uzun konuşuruz bu akşam.
Arabaya yaklaşınca, ön koltukta oturan İlhan kalkıp yerini Mantıvar'a vermek istedi. Mantıvar İlhan'ı önce kucaklayıp öptü. Halini hatırını sordu yeniden.
- Sen yerinde otur yiğidim. Ben arkada otururum.
- Hayır ben arkada otururum. Siz önde oturun lütfen.
- Centilmen.
Mantıvar öne oturdu ve eve geldiler. İlhan evi derinlemesine bir süzdü. Her taraf düzenliydi. Eşyalar, tablolar, vazolar eve bambaşka bir çekicilik veriyordu. Ama mobilyalar yetersizdi. Sadece iki oturak vardı.
Baba ve oğul karşılıklı oturaklara çöktüler. Mantıvar yemek masasından bir sandalye alıp yanlarına oturdu. İlhan'a içecek ikram etmek için ne istediğini sordu.
- Kola veya benzer soğuk bir şey alayım, dedi İlhan.
- Bizde kola bulunmaz canımın içi. Karbonhidratlı limon suyu var sadece. Bir de saf meyve suları bulunur.
- Meyve suyu olsun.
- Portakal, elma, üzüm, mango-elma, karışık meyveler... Hangisi?
- Mango-elma.
- Bana da bir portakal suyu lütfen dedi Cengiz.
İçecekleri getirdikten sonra Mantıvar ötekilerden nezaket gereği izin isteyip duşa girdi. Gengiz ve İlhan meşrubatlarını içerken hiç konuşmadılar. İlhan sürekli etrafı göz ucuyla inceliyor, bir takım çıkarsamalar yapmaya çalışıyordu. Çok geçmedi Mantıvar duştan çıkıp, giyinip geldi. O da bir bardak elma suyu alıp yudumlamaya başladı. Cengiz onları başbaşa bırakıp bahçeye çıktı. Bir kaç tane salatalık kopardı. Yeşil biber ve siyah domates topladı. Yarın yolda giderken azık yapacaklardı. Kayısılar sararmıştı. İçeriye girip bir naylon torba getirdi. Torbayı kayısı ile doldurdu. Geri içeriye gelince bunları yıkadı. Kaysının bir kısmını bir tabağa yerleştirdi. Getirip İlhan ile Mantıvar'ın önündeki sehpaya koydu. Onlar İngilizce bir söyleşiye dalmışlardı. Kendisi yemek masasına oturup, bir salatalık soydu. Dilimleyip üzerine tuz serpip yemeye başladı.
İlhan Mantıvar'a gelecekten ve uzaydan anlatıyordu. Mantıvar arada bir soru soruyor, sonra ciddi ciddi İlhan'ı dinliyordu. Sonra arkadaşlık üzerine bir söyleşi tutturdular. İyi ve kötü arkadaş ilişkisi üzerinde epeyce tartıştılar. Cengiz kulak veriyor arada bir konuşulanları anlamaya çalışıyordu. Ama hepsini anlayamıyordu. Yediği salatalık bitince tartışmacılara da salatalık dilimleyip sundu.
- Baba gel bize katıl dedi İlhan.
- Ben iyi anlamıyor ve anlatamıyorum İngilizce. Sizin söyleşinize katılırsam söyleşinin kalitesi düşer, basitleşir. En iyisi siz devam edin. Ben arada bir katılırım.
- İlhan filmi anlattı bana. Çok güzelmiş. Bu gece yeniden gidelim mi?
- Sen bilirsin. İstiyorsan gidelim. Eğer İlhan sıkılmazsa.
- Ben eve gideceğim baba. Siz ikiniz gidin. Bu akşam senin eve gelmen gerekmez. Ben tatile gittiğini söylerim.
- Olur mu öyle diye sordu Mantıvar İlhan'a?
- Olur, sen hiç düşünme.
Üçü birlikte evden çıktılar. Hava iyice kararmıştı. İlhan'ı eve bıraktılar. Cengiz evin etrafını göz ucuyla bir hızlı çekim kolaçan etti.Feryalın arabasını etrafta göremedi. Bir yerlere gitmiş olmalıydı. Bu fırsattan yararlanıp, rahatça tatil için gerekli eşyalarını alabilirdi.Mantıvar arabada oturdu. Cengiz içeri girip bazı yazlık giysilerini, çamaşırlarını ve ayakkabısını bir torbaya doldurdu. M. Ali'nin odasına girip kendisinin iki haftalığına tatile gittiğini, iki günde bir gidip Mantıvar'ın bahçesini sulamasını rica etti.. Oğullarıyla kucaklaştıktan sonar Mantıvarla birlikte yeniden sinema seyretmek için Broadmeadows ilçe merkezine indiler. Yine içecekler ve bir koca kutu patlatılmış mısır satınalıp salona girip oturdular. Salon bu sefer nerdeyse dolmuştu. Demek ki, insanlar akşam olunca sinemaya vakit ayırabiliyorlardı daha. Henüz fabrikalar ve bürolar tatile girmemişti.
Sinema seyircileri harıl harıl günebakan çekirdeği çintiyorlardı. Sessizlik ve karanlıkta çekirdek çintlenmesinin verdiği sesler,çocukluk yıllarından anılarında kalan, sıcak yaz gecelerinde Anadoluda gece böceklerinin cıkardığı sesleri anımsatıyordu Mantıvar’a
Cengiz'in eli Mantıvar'ın belinde, Mantıvar'ın eli Cengiz'in boynunda birbirilerine yapışık durumda ve sessizce seyrettiler filmi. Kendilerini filme iyice uyarlamışlardı. Mutlu ve tedirgin bir iklime girmişlerdi. Her ikisi de sonlarının bu filmdeki gibi biteceğini düşünüp hüzünle doluyorlardı. Onca umut, serüven, sevgi, kavga ve çekilen acılar hüsranla mı bitmeliydi?
“Kavuşulmamış bir sevdanın acı öyküsüdür bizim yaşamımız” diye bir tümce geçti Cengizin usundan. Neden diye düşündü sonra? Biz kavuşmuş iki sevdalı değil miyiz şu an? Beyni dalgalandı. Gözlerinin önünde pul pul renkler oynaşmaya başladı. Çok genç resimler gelip geçti, geçmiş yıllar, sevgiler, herşey karışıp yok oluyor, hiç bir sey anlam kazanmıyordu beyninde. Etrafına bakındı. Yine O’nun hayaleti mi geziyordu yoksa çevresinde. Yine dalgınlık krizine giriyorum galiba diye korktu. Kafasını sarstı bir iki kere. Mantıvara yapışırcasına sarıldı iyice.
- Beğendin mi filmi çiçeğim.
- Çok sevdim. Kendimle bütünleştirdim. Pek çok noktada benzerlikler, paralellikler buldum. Bitişi ise çok acı geldi bana. "Bizim sonumuz da böyle mi olacak acaba," sorusu takıldı aklıma.
- Benim de aynen. Ama üzülme kalbimin çekirdeği. Biz mutlaka mutluluğu yakalacayağız sonunda. İnan bana. Ve daima güzellikleri düşle.
19
O da benim gibi müzmin bir yalnız
arada bir de olsa güneşin altında
yaşamın yasaklarına
çomak sokma çabasındayız…
Sade sütle yapıp termosa doldurduğu kahveden emzikli bardağa bir miktar boşaltan Mantıvar önce kendi dudağına götürüp bir yudum çekti. Sıcaklığı kırılmıştı kahvenin. Sonra Cengiz'in ağzına verdi. Çantadaki kase kağıdından yapılma torbaya koyduğu kendi yapımı poğaçadan bir tanesini çıkardı. Yine önce kedi ısırdıktan sonra arkadaşına sundu. Evden sadece duş alıp çıkmışlardı. Sabah nispeten serin olan hava güneşin yükselmesiyle sıcaklamaya başlamıştı. Boş araziler boyu uzanan, arada bir seyrek sapan çiftlik evlerinin bulunduğu yerlerden geçiyorlardı.
- Şoförümüzü tok ve dinç tutmalıyız diye güldü Mantıvar.
- Peki, neden önce tadına bakıp sonra da şoförüne veriyorsun?
- Tadına bakıyorm çünkü tadı güzel değilse vermeyeceğim. Tatsız bir yiyecek şoförün rahat araba sürmesini engelleyebilir. Bu durum ise kazaya belaya neden olabilir. Test yapıyorum, olur ya bakarsın düşman zehir katar içine. İkimiz öleceğine ben öleyim. Sen sağ kal. Zararımız az olur.
Mantıvar'ın bu komikliklerine yanıt olarak kocaman bir kahkaha koyverdi Cengiz. Cengiz kahkaha atar da Mantıvar durur mu? O zaten kahkahasıyla ünlü bir kadın değil mi? Katıla katıla güldükten sonra,
- Hemşehrim sen kahkahada bayağı ustalaşmışsın diye bir destek çıktı Cengiz'e.
- Ne yapalım. Yavuz atla yaşayan ya huyundan ya da tüyünden kaparmış.
- Yavuz bir atla mı, yoksa bir kır çiçeğiyle mi yaşıyorsun?
- Özür diliyor şoförün senden. Gönlümün altın tahtında açılıp saçılan, altın çiçekten oluşan, altın kalpli, altın işçi güzeli. Sabahımın serinliği, kuytuda boy atan başağım, yüreğimden akan çağlayanın öz suyu, gökte kanat çırpan sevdalı güvercinim. Yoldaşın özür diliyor senden.
Bir kahkaha daha atan Mantıvar;
- Peki kahkaha atmasını nerden öğrendin diye sorunca Cengiz taşı gediğine yerleştirdi.
- Öğrenmedim. Biz Adanalıyık ağam. Doğuştan gelir bizim kahkacılığımız. Bakma sen bu yaban ellerde garip kalıp da, suskun gözükmemize. Kahkahamızın heybetiyle gökgürültüsünü korkutup kaçıran insanlarız biz.
Mantıvar gıcıklığına tüm yiyecek ve içecekleri önce kendi test yaparak yedirdi Cengiz’e. Gün boyunca konuşarak, şakalar yaparak ve şiir okuyarak yol aldılar. Merimbula'ya vardıklarında gün ikindiydi. Sabahın karanlığından beri hiç durmadan araba süren Cengiz'in bedeni adeta haşat olmuştu. Aylar önce kiraladıkları Ocean Drive üzerindeki apartmanı arayı arayı iki kere geçip geri döndükten sonra bulabildiler. Odaları denize bakıyordu. Plaj ayaklarının dibindeydi.
Gengiz usta ayaklarını sürüyerek elinde sürücü belgesi olduğu halde apartman yönetim odasına girdi. Deskin ardında oturan bayana apartman ayırttığını belirtip anahtarı istedi. Bayan adını sordu. O ise adını söylemeden ehliyetini uzattı. Ehliyeti kontrol eden bayanın, Cengiz'e parayı ödemesi gerektiğini bildirmesi üzerine yazılan faturayı alıp parayı ödedi.
Arabayı odalarının önüne çektiler ve kapıyı açıp doğru banyoya girdiler. Duşlarını alıp kurulandıktan sonra yatağa çırılçıplak uzandılar. Ve ertesi günün akşamına kadar da evden dışarıya çıkmadılar. Dünyaları kendileriydi. İkisini bir edip, derinlemesine daldılar kendi dünyalarına. Hava sıcak ve bulutsuz, sular ılık ve billur mavisi, akşamlar durgun ve yıldızlı,seher meltemli olsa ki ne yazardı...
Üçüncü günden sonra başladılar tatil programlarına. Sabah erken kalkıp sahil boyu kumsal yürüyüşü yapıyor, sonra apartmana gelip birlikte duş alıyorlar ve kahvaltı yapıyorlardı. Öğleye doğru denize girme saatıydı. Denizden sonra yine duş ve çarşıya çıkıp bir yerlerde karınlarını doyurduktan sonra geri apartmana gelip kahve içip dileniyorlardı. İkindi üzeri yine deniz. Güneş batmadan apartman, duş ve çarşıda akşam yemeği. Bazan ufak- tefek alışveriş de yapıyorlardı. Apartmanın küçük mutfağında kelepir yemek pişirme olanağı vardı.
Birinci haftanın sonunda akşam yemeği için gittikleri lokantada ev yapımcısı Hamido Mahir ve ailesiyle karşılaştılar. Cengizi on metre öteden gören Hamido Mahir sırıtarak onlara doğru gelmeye başlayınca;
- Çattık belaya yine dedi Mantıvar.
- Ne oldu çiçeğim?
- Baksana senin tanışlara?
Başını kaldırınca Cengiz Hamido Mahir ile gözgöze geldi. Ve Hamido Mahirin selamı patladı.
- Merhaba ustam. Yahu seni buralarda da mı görecektik.
- Merhaba. Niçin görmeyesin ki. Dünya küçücük kaldı. Ve her gün de küçülmekte. Dağ dağa kavuşmaz ama...
- İnsan insana kavuşur, değil mi?
- Bravo!
Cengiz bu sözü gıcıklığına ve Hamido Mahiri eleştirmek amaçlı söyledi. Ama ötekisi herhangi bir tepki göstermedi. Bitişikteki sandalyeye oturdu. Ardından Hamidonun karısı, kızı ve oğlu da gelip aynı masaya oturdular.
- Merhaba Hayal bacı diye Hamido Mahirin karısını selamladı Cengiz.
Hayal;
- Merhaba Cengiz ağabey. Arkadaşın kim? Bizimle tanıştırmayacak mısın?
- Özür dilerim. Arkadaşım Zeynep. O da tıpkı benim gibi müzmin bir yalnız. Bazan böyle, arada bir de olsa güneşin altında yaşamın yasalarına çomak sokma çabasındayız.
Dönüp ardından ötekileri de Mantıvar'a takdim etti. Hayal ve Mahir Mantıvar ile el sıkışıp hal hatır sodular. Cengiz’in “yaşamın yasalarına çomak sokma” maksadını anlamayan Hamido Mahir bir gözünü yumup düşünme pozuna girdi. Ardından “ ne demek istiyorsun” dercesine Cengiz’e bir göz kırptı. Cengiz ise hiç oralı olmadı. Bu ara garson kız gelip sipariş almaya başladı. Mantıvar ve Cengiz Satay tavuk, Papaya salatası ve esmer curry pilav istediler.
Yemekte Mahir Cengiz'e;
- Ustam ben yarın sana telefon etmeyi düşünüyordum. Şansa bak ki, gökte aradığımı yerde buldum. Ne güzel bir raslantı bu, dedi.
- Hayırdır umarım.
- Elbette hayır. Şer bizden uzak olsun ustam. Senin yolun bizim taraflara düşmez oldu. Bizi unuttunuz. İşler yığılıp kaldı, sizi bekliyor.
- O durumlar bizden değil, sizden kaynaklanıyor. İş sahibi bizi işe çağırmazsa, biz tecavüz eder gibi işe dalamayız. Siz bizi boşladınız ve boşluyorsunuz zaman zaman. Yeni ve kelepir ustalar buluyorsunuz. Adamlar işsiz olduklarından ucuza işi alıp bir kaç tanesini normal kalitede bitiriyorlar. Sonra kendi esas işleri çıkınca baştan savma yapıyorlar. Siz ise ancak üç- beş işten sonra görebiliyorsunuz durumu. Adamların işini durdurup Cino'ya telefon ediyorsunuz. " Aman ustam şöyle oldu da, böyle oldu da, hele geliver de, şu evleri teslim edelim vs." Cino ise uyaroğludur. Gerçek dosttur. "Canın sağ olsun" deyip koşuyor.
- Aman ustam. Geleneğini bozma. Bir koşu daha geliver. Sonra büyük işler var. Onsekiz tane dupleks (iki katlı) ev. Onlar da nerdeyse hazır duruma geldi.
- Bunlar, boyadıkları evleri bana örnek olarak göstermek istediğin boyacılar değil miydi?
- Evet onlar.
- Ne oldu da aranız açıldı peki?
- Boşver orasını. Adamlar işe hile katmaya başladılar ve kovdum.
- Hele işe dönelim. Bakalım durumlara. Yaparız bir şeyler.
- Sağ ol ustam. Bu alçak heriflerin batırdığı bir kaç evi hemen bitirip teslim etmem gerekiyor. Onun için acele ediyorum. Kontratların süresi çoktan bitti. Adamlar benden kira ödememi istiyorlar.
- Kaygılanma. Eve dönünce yaparız.
Hamido Mahir ve Cengiz arasında çekinceli ve soğukça ve biraz da zoraki bir sohbet yaşandı o akşam. Cengiz'in işlerini gelip düzelteceğini anlayan Hamido Mahir, açtı övgü çuvalının ağzını. Yapmakta olduğu evlerden, imzaladığı projelerden, satın aldığı işyerleri ve arsalardan uzun uzun ve ballandıra ballandıra anlattı. Cengiz ise ayıp olmasın diye dinler gibi dinledi Hamido ağayı. Hatta zaman zaman dinlemekten duyduğu sıkıntıları belli etti.
Hayal ise aynı paralelde Mantıvar'a çevirmişti makineli tüfeğini. Kadının çenesi otomatik işliyordu. Mantıvar belki de dinler görünüp, dinlemiyordu kadını. Arada bir "haaa, öyle mi, ne güzel" gibi laflar ederek dinlediğini kanıtlamaya çalışıyordu sadece.
Kalkacakları zaman hesabı ödemeye kalkışan Hamido Mahiri Cengiz durdurdu.
- Siz bizim masamıza geldiniz. Burada hesap ödemeye kalkışmanız doğru değil. Bu iş bizim görevimizdir.
- Ustam ne farkeder? Ha siz, ha biz!
- Çok şey farkeder. Bu bizim toplumsal bir kültürümüz.
Hamido Mahir ile Cengiz tartışırken Mantıvar masanın orta yerinde duran faturayı kapıp kasaya yöneldi. Hamido Mahir nezaket teşekküründe bulundu Mantıvar'a, hesabı ödediğinden ötürü.
- Yarın barbekü yapmayı düşünüyoruz, dedi Hayal. Akşama bize buyrun.
Birlikte yiyelim. Biz şu ilerdeki tepenin ardında bir evde kalıyoruz. Mahirciğim yolu tarif etsene arkadaşlara.
- Biz oraları bulamayız, yanıtını verdi Cengiz. Ana yolun üzerindeki apartmanı güç bela bulduk.
- Ustam siz yerinizi söyleyin, ben sizi gelip alayım.
- Ocean Drive üzerinde plajın bitişiğindeki apartmanda, ikinci kat, yedi numarada kalıyoruz.
- Ustam oralar çok pahalı değil mi be?
- Biraz pahalı tabi. Ama güzel bir yer. İstediğimiz an sahildeyiz. Yürüyoruz. Yıkanıyoruz. Denizi ve plajı seyrediyoruz. Üstelik bazılarının tersine biz parayı pek sevmiyoruz. Cebimizde birikince sıkıntı veriyor bize ve harcamazsak rahatsız oluyoruz. Paranın emrine girerek, onun kölesi olup, özgürlüğümüzü yitirmekten çok korkuyoruz.
Cengiz'in konuşmasını sevmemişti Hamido Mahir. Bu konuşmayı doğrudan kendine bir eleştiri olarak kabul etti. Ama hiç oralı olmadı. Hatta kendini anlamamış göstererek;
- İyi geceler ustam, iyi geceler Zeynep hanım. Yarın görüşürüz, deyip ayrıldı.
Apartmana kadar el ele tutuşarak yürüdüler. Gökte dolunay vardı. Dolunayın Işığı suların koyu laciverdini griye bozuyor, hafif esen meltemle oluşan minik dalgalar bir görünüp bir kayboluyordu sahil boyu.
- Biraz kumsalda yürüyelim mi diye sordu Cengiz’e Mantıvar?
- Çiçeğim istiyorsa olur tabi.
- Sen istemiyor musun?
- Farketmez benim için.
Cengiz hemen rotayı çevirdi sahile inen patikaya. Yavaş yavaş kumsala indiler. Kumsalda onlar gibi volta atan bir iki genç çift daha vardı. Bir yaşlı adam oturmuş birasını yudumluyordu yalnızlığıyla sarmaş dolaş. Bu küçük kasabayı koca bir şehre dönüştüren tatilci toplumun çoğunluğu ise disko ve diğer eğlence yerlerindeydi o saatlerde. Mantıvar kolunu Cengiz'in boynuna attı. Cengiz ise Mantıvar'ın belini sıkıca kavradı. Sallanı sallanı yürümeye başladılar.
- Hamido Mahir ve karısı beynini şişirdi herhalde senin.
- Senin şişirmedi mi?
- Benim beynim alışıktır onların palavralarına.
- Amma öğüncek bir kadın.
- ‘Sonradan görmüş’ insanın genel karakteridir bu durum çiçeğim. Kocası da öyle. O kadın genellikle kocasını kopyalayan birisi. Kocasından öğreniyor her şeyi. Kocasını taklit ediyor. Bundan dolayı da
komik durumlara döşüyor zaman zaman.
- Canım kim bunlar?
- Bu kadın, hani yıl sonu yemeğinde bana laf atan kadın vardı ya?
- Kürt Zeynel'in karısı Dolunay.
- Evet. Onun kız kardeşi.
- Bu ev yapımcısı Hamido Mahir de Kürt Zeynel'in kardeşi olmasın?
- Ne kardeşi, ve ne de Kürt. Sadece hemşehrisi.
- Nereli bunlar?
- Erkekler Malatyalı, kadınlar Kayserili.
- Fakat kocalarını kendilerinden daha çok Kayserilileştirmişe benziyorlar.
Mantıvar'ın bu ilginç belirlemesi üzerine Cengiz katıla katıla güldü. Mantıvar'a hak verdi benzetme konusunda.
- Haklısın can. Bu Mahir çok iyi bir kişiydi eskiden. Arkadaş canlısıydı. Yardım sever biriydi. Çok yardımı dokundu bana. Tabi benin de çok yardımım oldu ona. Ben buna ilk ev yapım işini bulmuştum. Ve adeta işi alması için Mahir ağayı iteleyerek göndermiştim ev yaptıracak olan adama. Çok yüksek bir fiatla almıştı o işi ve yaptığı kazançla iki tane arsa satın aldı hemen. Bu arsalara dört tane ev yaptı. Bu evleri satarak iyi bir sermaye oluşturdu ve işinde yükseldi. Uzun yıllar beraber çalıştık. Adam her yıl biraz daha bozuldu. Tamamen Kayserilileşti. İşi alavere dalavere ile yürütmeye başladı. Büyüdükçe cimrileşti. Çalışanlar paralarını zor alır duruma geldiler. Adam çalışanların parasıyla arsalar, dükkanlar, atölyeler aldı bir yığın.
- Adamın Kayserilileştiği doğru ama, anlattığın kişisel bozulma ve çalışanların alacaklarıyla mülkiyet alıp insanların parasını ödemekte zorlanıp işi dalavereye döken bir karaktere bürünmesi Kayserilileşmekten gelmiyor bence. O durum, bu adamın ekonomik varlığının sonucu. Para onu egemenliği altına almış. Hamido beyimiz paranın egemenliğine girdiği için insani özelliklerini yitirmektedir. Para çoğalmak ister. Çoğalırken de ona her yol mübahtır.
Sahili üç defa didip gelmişlerdi. Cengiz'in içinden kumlara uzanmak geçti. Önce çöküverdi bulunduğu yere. Mantıvar da birlikte oturdu. Sarılıp yuvarlandılar serin esen meltemin altında bir kaç kere. Sonra uzandı sırtüstü Cengiz. Mantıvar da onun üzerine uzandı. Mantıvar'ın saçlarının kokusunu uzun bir nefesle içine çektikten sonra gözlerini yıldızlara dikip eski bir arkadaşının uzun bir şiirinin aklında kalan bir bölümünü okumaya başladı.
"Güney Pasifikte
sıcak bir yaz gecesi,
Gözlerim alacasında sürekli
gelip giden dalgacıkların
kulaklarımda yalnızlığın sesi.
Dolanıp duruyor yüreğim
bir başıboş mayın gibi
Mallacoota'dan Merimbula'ya.
Saçların okşuyor kumsalları
o kıyıdan
bu kıyıya...
Kumlarda öylece duruyor ayak izlerin
Kıyıda bir kadın oturuyor
gözleri senin gözlerin.
Koşuyor yüreğim doludizgin
koşuyor başı boş,
Kabarıp dalgalanıyor
coşup ağlıyor serseri, sarhoş...
Yüreğimde sevdalar büyüyor
okyanuslar gibi,
Kavgalar patlıyor yüreğimde
vuruşuyor yaralı sevdam
sonu kuşkulu bir kavgada
Spartakuslar gibi..."
- Okyanusun suları gibi dalgalandı yine benim sevgilimin hüzünlü ve coşkun yüreği, dedi Mantıvar. Sen bunları yazıp düzenlesen kocaman bir defter dolusu şiir olurdu.
- Bu bir şiir zaten çiçeğim. Çok uzun bir şiir. Aklımda buncağız kalmış.
- Ne zaman yazmıştın?
- Ben yazmadım. Eski bir arkadaşımın şiiri. Epeyce zamandır ortalıkta görünmüyor. Belki de ülkeyi terketmiştir. Eğer ölmediyse...
- Yaşlı mıydı?
- Değildi. Ama yaşamı bir zındandı. Çok da duygulu ve hüzünlü birisiydi. Üstelik de şair...
- Şiirden anlaşılıyor zaten adamın duygu ve özlem yüklü birisi olduğu.
Gökyüzü morumsu bir laciverde bürünmüştü. Ay ufuk çizgisine doğru ilerliyordu. Gökte yıldızlar belirginleşip irileşmeye başladılar. İncecikten esen meltemle oluşan minicik dalgalar kumsalda kırılıp hışırtılar yaratıyordu. Yaşam tüm boyutlarıyla romantikleşmişti. Düşüncenin yerini düşler almıştı. Onsekiz yaşının toz pembe duyguları çalkalanıyordu yüreklerinde. Birer düş yorgunu olarak kalkıp uzaklaştılar kumlardan, gece yarısından sonra...
20
“felek bana gül dememiş cihanda
ben gülsem de deli gönül şadolmaz.”
Tatil bitmeden Mantıvar hastalandı. Baş dönmesi ve mide bulantısı vardı. Üstelik kendisini halsiz hissediyordu. Bu durumu gebeliğe yorumlamak istediler önce. Gerçi doğal korunma yapıyorlardı gebeliğe karşı. Ama ne de olsa yaptıkları korunma garantisi olmayan bir korunmaydı. Apartmandan çıkmadılar dışarı. Mantıvar'ın rahatsızlığı ise ağırlaşmaya başlıyordu. Doktora görünmesi şarttı. Ama nasıl yapacaklardı bunu? O kaçak yaşayan bir kişiydi. Sağlık sigortası yoktu. Mantıvar eve dönmeyi önerdi. Cengiz ise hemen bir doktora gitmeyi planladı.
Orada bulunan bir kliniğe geldiler. Kayıt yapan hemşire genel sağlık sigortası kartını sordu. Cengiz kartı Melbourne'da unuttuklarını belirtti. Eğer olanaklıysa dönüşte numarayı telefonla bildirireceğini söyledi. Bayan müsade isteyip doktorun odasına girdi. Doktorla konuştuktan sonra;
- Doktor kabul etmiyor dedi.
- Peki ne yapabiliriz?
- Doktorun ücretini ödemeniz gerekir.
- Tamam, ödeyelim.
İçeri girdiler. Doktor Mantıvar'ı muayene etti. Üşütüp virüs kaptığını belirtti. Antibiyotik hapları yazdı. Parayı ödediler. Bitişikteki eczaneden ilacı aldılar. Ve toplayıp eşyalarını tuttular Melbourne'un yolunu.
Cengiz o gün sıkıntılı ve çok üzgün bir yolculuk geçirdi. Mantıvarın keyfi hiç iyi değildi. İyi görünmeye çalışıyor, arkadaşının üzülmemesini istiyordu. Fakat Cengiz kızın sağlığının hiç iyi olmadığını anlıyordu. Karanlıktan çok sonra eve geldiler. Mantıvar Cengiz'in yardımıyla duş alabildi. Bedeninde hiç derman kalmamış gibiydi. Duştan sonra Cengiz Mantıvarı kucaklayıp yatağa uzattı. Çırılçıplaktı. Çok olmasa da ateşi vardı. Mantıvar uzanırken Cengiz limonlu bir sebze çorbası pişirdi. Çorba pişene kadar Mantıvar uyudu. Alnı ve boynu terliyordu sürekli. Cengiz oturup terlerini sildi. İki saat sonra Mantıvar uyandı. Çorbadan içti birazcık. İlacını aldı. Geri yattı. Cengiz uyuyamıyordu. Bebesinin başında gecelerdir uykusuz bekleyen bir ana gibi bekledi kız arkadaşının başında. Mantıvar ise kısa aralıklarla uyanıyordu. Onun her uyanışında Cengiz çorba veya sıcak limonlu çay verdi. Sabah altıdan sonra Cengiz elinde olmayarak uykuya teslim oldu. Telaşla uyandığında saat dokuz olmuştu. Mantıvar uyanmış, yatakta upuzun yatıyordu. Cengiz usulden kız arkadaşının yanaklarını, alnını, burnunu, dudaklarını buseledi.
- Nasılsın çiçeğim?
- İyiceyim. Bulantı ve ağrıları duymuyorum. Ama hiç halim yok. Bedenimde hiç güç kalmamış gibi.
- Gece hep terledin. Yemek yiyemedin.Bedenin dermansız kaldı. Ben tekrar sana bir toyga çorbası yapayım. Çok iyi gelir.
- Zahmet etme canım. Ben çayla felan bir şeyler yerim.
- Ne demek zahmet? Sen benim canımsın. Ben sana yemek yapmayıp da kime yapacağım. Asıl yoldaşlık, dostluk ve sevgi böylesi durumlarda ortaya çıkar. Böylesi günlerde gerekli olur. Ben çorbayı yapayım, birlikte yedikten sonra yeniden bir doktora gidelim.
Cengiz çorbanın pirincini suya koyup ocağı yaktı. Pirinç kaynarken Mantıvarı duşa götürdü.Kendisi de birlikte girdi. Mantıvar’ın saçını ve tüm bedenini sabunlayıp yıkadı. Kendisi de duş aldı beraber. Duştan sonra Mantıvar geri yatağa uzandı. Cengiz pirinç lapasına yoğurt ekleyip, az da su koydu. Tahta kaşıkla karıştıra karıştıra pişirip özleştirdi çorbayı. Çorba kaselerini doldurup üzerine nane tozu serpti. Tepsiyle birlikte yatağa getirdi.
Mantıvar bu servise çok duygulandı. Cengize sarılıp öptü. Çorbalarını içtikten sonra Cengiz Mantıvarın ilaçlarını da getirdi. Mantıvar ilacını da aldı. Teker teker su ile içti.Sonra yataktan kalkıp salonda koltuklara oturdular. Cengiz çay koydu ocağa. Çay demlenirken eski aile doktoru Çin asıllı Malezyalı doktor Li Cheng'e telefon edip randevu aldı.
Cengiz'in kartıyla Mantıvar muayene oldu. Doktor Li Mantıvar'a çok ağır virüs kaptığını, ama atlattığını belirtti. Antibiotikleri kullanmasını ve bol sulu yemek yemesini tembihledi. Mantıvar üç gün dinlendi. Cengiz bu üç gün boyunca Mantıvarın yanından bir dakika da olsa uzaklaşmadı.
Hamido Mahir işe çağırmasaydı Cengiz daha eve uğrama niyetinde değildi. Mahir çağırınca oturup Mantıvar ile durumu değerlendirdiler. İşe başlamaya karar kıldıktan sonra akşam geç vakit eve döndü. Gerçi çocuklar babalarının Melbourne'da olduğunu biliyorlardı. Mantıvar'ın rahatsız olduğunu da.
Evde olumsuz bir karşılanmayla karşılaşmadı. Oğullarıyla biraz sohbet ettikten sonra odasına çekilip uyudu.
Sabah erken kalktı. İş arabasını düzenledi. Garajdan yeni malzemeler yükledi.Önce Mantıvar'ı aldı sonra da Calder otobanına girip gazladı. İş uzaktaydı. Elli dakikada Gisborne'a ulaştılar. Hamido Mahir bekliyordu. İki tane iş vardı Gisborne'da ikisini de kontrol ettiler. Birisinin duvar, çerçeve ve kapıları tamamen yeniden boyanmak istiyordu. Ötekiyse alacalı- bulacalıydı. Binbir yerde eksiklik vardı. Eski boyacılar kullandıkları boyadan hiç örnek bırakmamışlardı. Renkler de planlardaki renklerin aynısı değildi. Cengiz uyum sağlayacak yeni renkleri ayarladı. Oradan geri dönüp Sunbury'ye geldiler. Sunbury'dekiler iki tane kocaman evdi ve üç aşağı beş yukarı bunların da durumu Gisborne'dakilere yakındı. Oranın da boya ve renk durumunu ayarladıktan sonra Roxburgh Park'a hareket ettiler. Üç ev de orada vardı yeniden boyanmak için.
Yarın çalışmaya başlamak üzere Mahirden ayrılıp boya mağazasına geldiler. Cengiz hesapladığı kadarıyla tüm işlerin renkleriyle boyalarını aldı. İlk olarak Gisborne'daki işlere başlayacaklardı. Dani ve Amado'yu iş adresine çağırdılar. Ertesi gün de Lami ve Samo'yu Sunbury'dekilere
seferber ettiler. İkinci hafta Roxburgh Parkdakiler de bitirildi.
Cengiz'in eline tutuşdurduğu faturayı okuyunca, Hamido Mahir nerdeyse kalpten gidecekti. Cengiz Mahire;
- Galiba beğenmedin benim faturayı dedi.
- Çok pahalı değil mi ustam?
- Değil bence. Her eve ortalama üç- dört işgünü gitti. Ayrıca iki gün de biz kontrol işi yaptık. Bir gün de işi ayarladık. Malzemeleri de hesapla. O zaman çok olmadığını göreceksin.
- Ustam şu evleri bir dolar eksiğine boyasan, yani toplam her evde ikiyüz dolarlık bir düşüş yapsak da tüm işleri hep sen yapsan olmaz mı?
- İkiyüz dolar ucuza yaptırmaya kalkıştığınız için böyle sonradan her eve fazladan binyüzelli dolar ödemek zorunda kaldığınızı ne çabuk unutuyorsunuz. Benim fiatım odur ve sana başkalarından zaten iki dolar düşük fiatla yapıyorum. Gerisi sizin bileceğiniz bir şey.
Hamidoyla zaman geçirmek gereksizlik ve hatta en değerli varlık olan zamanın en değersiz bir biçimde heder edilmesi diye düşünen Cengiz hemen ayrıldı oradan. Bir yığın işleri ve planları vardı. Her şeyden önce Mantıvarın sürüncemede kalan yaşam şekline bir cözüm bulmalıydı.
- Hamidonun bize karşı tavrı hiç hoş değildi. Tatil yerindeki Hamido ile iş yerindeki Hamido arasında benzerlik kurmak çok zor geldi bana.
- Çiçeğim orada para ilişkisi devreye girmemişti henüz. Şimdi burada ilişkinin özünü para oluşturuyor.
- Adam bize işi yaptırdığına pişman oldu anlaşılan.
- O sağlam akıllı birisi değil. Eğer iyi düşünse sekiz bin dolar fazla para ödemezdi yedi evin boyanmasına.
- Peki bundan sonra tavrı ne olur? Bize iş verir mi?
- Benim anladığım kadarıyla yine başkalarına bakacak. Ucuza ve işi sağlam yapacak olan benim gibi bir enayi bulursa işi ona verecek. Bizim hesabı da çingene parası gibi ödeyecek. Bulamazsa bizi çağıracak.
- Yarın başlayacağımız evlerin sahibi nasıl biri?
- O da mızmız bir İtalyan. Tıpkı bizim Anadolu köylüleri gibi birisi. Ama önemli değil. Zaten iki küçük ev. Sinyor Bordelli her yıl bir eski ve arsası geniş ev satınalır. Sonra da o evi yıkıp, yerine İngilizce unit(yünit) dediğimiz iki tane küçük ev yapar. Bu evleri satar ve yıllık geçimini temin eder.
Arabada konuşarak Broadmeadows şehir merkezine gelmişlerdi. Anadolu Restaurant'dan alüminyum kap içinde tavuk döneri alıp çıktılar. Lokantalar ve toplumun gittiği yerler, özellikle de Türkiyelilerin uğradığı yerlerin polisçe kontrol edilebileceğini düşünüyorlardı.
Eve varınca bahçede yetişen domates, biber, salatalık ve maydanozla güzel bir çoban salatası yapıp kebapla yediler. Yemekten sonra Cengiz telefon rehberinden bulduğu bir İtalyan avukata telefon edip randevu istedi. Avukat her zaman gelebileceğini ama danışmanın ücretli olduğunu belirtti. Cengiz hemen o gün randevu yapıp görüşmeye gitti. Avukat yaşlı ve şişmanca, iri gövdeli, saçları beyazlaşmadan dökülmüş birisiydi. Cengiz kendisini Miko adıyla tanıttı.
- Buyrun bay Miko dedi avukat, sorununuz nedir ve ben size nasıl yardımcı olabilirim?
- Sayın Romano, oturumu mahkeme kararıyla elinden alınmış, başka bir deyişle mahkeme kararıyla yurtdışı edilmek istenen bir kişinin bu ülkede kalabilme şartları var mı, varsa bunlar nelerdir ve nasıl kullanılabilinir? Bu konuda sizden bilgi istiyorum.
Romano biraz düşündükten sonra, kişinin cinsiyetini sordu.
- Kadın mı erkek mi?
- Ne farkeder ki?
- Farklıdır.
- Kadın.
-Çocuğu var mı?
-Var ama yanında değil.
-Nerede peki çocuk?
- Çocuğu mahkeme babasına vermiş.
- Onun buraya gelmesi gerek. Olayın detayını bize vermeli ve biz yeniden dava açmalıyız. Yurtdışı edilme gerekçesi ve mahkemenin karar verirken kullandığı delil ve yöntemler çürütülebilecek durumdaysa, mahkeme açacağız.
- Peki değilse bir çare yok mu?
- Evlilik yaparsa birisiyle belki. Bu kadın kaç yaşında?
- Otuzbeş civarında.
- Bay Miko, söyle ona kendine yeni bir çocuk yapsın. Çocuğu doğurma zamanına kadar da polise enselenmesin tamamdır.
- Çocuklu anneyi ülkeden dışarı atamazlar mı?
- Çocuk buranın vatandaşı olarak doğduğundan çocuğa dokunamazlar. Çocukla birlikte annesi de kalır.
Cengiz Mantıvarın kızını ve kızının elinden alınarak nasıl yurtdışı edildiğini düşündü. Yasalara göre doğru söylüyordu avukat Romano. Ama Mantıvarın geçmiş yaşam pratiği yasaların ne denli çürük ve yeri gelince tersyüz edilen şeyler olduğunu insanın beynine acıta acıta sokuyordu.
- Teşekkürler Sinyor Romano. Gerçekte böyle bir durum yok. Ben bu konuları içeren bir roman yazıyorum ve onun için bu bilgileri sizden istedim. Kusura bakmayın. Baştan olayı doğru şekilde söylersem, sizin bilgi vermeyeceğinizi düşünmüştüm. Borcumu söyler misiniz?
Romano kızardı, bozardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Bu münasebetsiz adam kendisiyle dalga mı geçiyordu? Hiç bir şey söyleyemedi. Eliyle "defol" işareti yaptı yalnızca.
Avukat Romano'nun verdiği bilgilerle yetinmek istemeyen Cengiz ikinci gün nikah memuru Kemal Kırkikindi'yi telefonla aradı. Kemal Kırkikindi Türkiyeli, Kıbrıslı, Yunanistanlı ve ortadoğulu toplum içinde bilinen birisiydi. Evinin garajını düzenleyip güzel bir nikah salonu haline getirmişti. Ayrıca evlere de gidip nikah kıyardı. Kocaman bir masası ve geniş bir koltuğu vardı. Masası yüksekçeydi. Koltuğuna oturup, öne doğru masaya eğilince göbeği masanın altında kendine rahatça yetecek yer bulurdu.
Kemal Kırkikindi Cengiz'in sorularına hep olumsuz yanıt verdi. Dediğine göre ülkede herhangi bir yasal konumu bulunmayan, yani kaçak birisi nikah yapamazdı. En azından turist vizesi olmalıydı. Turist vizesiyle nikah yapan birisini de yurt dışı ederlerdi. Nikah yapmak için de ayrıca kimlik ve bekaret belgeleri gerekliydi.
- Üzülme canım, dedi Mantıvar. Her şey olacağına varır.
- Doğrusun çiçeğim. Her şey olacağına varır. Ama gel onu sen bana sor. Benim şu ürkek kuş gibi çırpınan yüreğime sor. Ben Mantıvar'ımı yakama takıp insan denizine salınmak istiyorum. O’nu kollarıma alıp bahar akşamları yol boylarında yorulmak istiyorum. O’nu omuzlarıma atıp sahiller boyu nemli kumların üzerinde koşmak istiyorum. O’nu terkime vurup, atlayıp yeleleri alevden atlara ülke ülke dolaşmak istiyorum...
- Bebek yapma işini pek akılcı bulmadın anlaşılan.
- Benim tek düşüncem gülümün yasallaşmasıdır. Bu amaç için ne gerekiyorsa yapacağım. Ama bebek yapmak zor bir iş. Özellikle senin sağlığını etkileyebilir.
- Ben deneyelim diyorum canım. Bunu yalnızca yasallaşmam için de istemiyorum. Belki kaybettiğim tomurcuğun yüreğimde kanayışını bir yenisiyle birazcık da olsa hafifletirim diye düşünüyorum. Ayrıca ömrümde beni şartsız ve yürekten seven bir kişinin benim kanımla kanı karışmış bir gelecek oluşsun istiyorum.
Gengiz Mantıvar'ı kollarıyla sarıp bağrına bastırıp iyice sıktı. O günden sonra terki tedbir sevişmeye başladılar. Ama zaman ilerledikçe Cengiz'in umudu gün be gün kırılmaya başladı. Mantıvarın bedeni geri kusuyordu kendisine verilen sıvıyı. Tüm etkili yöntemleri deniyorlar ama gebelik ufukta görünmüyordu.
Tam bir hafta sonra Hamido Mahirden telefon geldi. Cengiz'i bürosuna çağırıyordu.
Bordelli'nin evlerinde çalışan işçilere yapılması gerekenleri söyleyip, malzemeleri de bıraktıktan sonra Cengiz ve Mantıvar Hamido Mahirin bürosunun yolunu tuttular.
Mahir tüm planları dosyalardan çıkarmıştı. Sekizi hazır durumda tam onsekiz tane bina. Mahir ille de işin taban metre karesini bir dolar düşürmek istiyordu. Toplu iş, hep aynı renk, oldukça kolay deyip durdu. Cengiz de istediği şartlar olursa kabul edeceğini belirtti.
- Şartların nedir ustam?
- Bütün fayanslar biz bitirdikten sonra yapılacak. Fayansçı boyalı yüzeyi kirletirse boyacı temizlemeyecek. Eletkrikçi, su tesisatçısı ve ısıcıların yaptığı bozuklukların tamir ve boyanması ayrıca ödenecek. Eğer standart işin dışında özel işler olursa bunlar ayrıca fiata tabi olacak. Ve ödemeler zamanında yapılacak. En azından iki iş bitince birisi ödenmiş olacak.
- Tamam ustacığım. Önce şu sekizleri halledeceksiniz. Sonra sırasıyla dört ve altı. Renkler ve planlar burada.
Planları alıp ayrılmadan Cengiz'in telefonu çaldı. Alışkanlık gereği Cengiz telefonun ekranına baktı açmadan önce. Ne ad, ne de numara yazılıydı. Açtı ve kulağına dayadı. Karşıdaki "Cino" diye söylendi. Filipinli Pastardo idi. Hoşbeş onbeşten sonra Cengiz Pastardo'ya meşgul olduğunu ve kendisini bir saat içinde arayacağını belirtip telefonu kapattı.
Hamido Mahirin bürosundan ayrılıp, işin durumunu kontrol etmek için sekiz binanın bulunduğu Eping'e sürdüler. Telefon edenin kim olduğunu sordu Mantıvar.
- Bir üç kağıtçı Filipinli ev yapımcısı.
- Ne istiyor?
- Bilmem sormadım. Telefon edeceğim iş yerine varınca.
- Çok iş yapan biri mi?
- Yılda iki veya üç tane ev yapan birisi.
- Gırgırdan bir yapımcı desene.
- Öyle. Ama yaptığı evler genellikle büyük evler ve ekmek çıkartılır. Para kazanılacak işler hep.
- İyiymiş o zaman.
- İyidir de bu soytarı da tıpkı Mahir gibi birisi. İşi başkasına verir. Bitiremez beni çağırır. Ben yaparım işlerini bir iki yıl. Sonra yine kelepir birisini bulur. Bitiremez. Sonra yine beni çağırır. Bu böyle sürüp gider. Parayı da bölük pörçük öder hep.
Hamido Mahirin yaptığı binaları kontrol ettiler. Bazıları doğru dürüst temizlenmemişti bile. Mahir efendinin yamağı işleri hep baştan savmışa benziyordu.
- Yarın buraya başlamalıyız dedi Cengiz. Sence kimleri buraya görevlendirelim.
- Başta biz burada olalım canım. Bu işler iyi planlanmak ister. Sonra bu tarafa yakın oturanları öncelikle burada çalıştıralım.
- Yakın kim var ki? Sabo ve Dani'yi verelim en iyisi. Herhalde sıkışacağız.
- Bence sıkışmayız. Bordelli'nin evleri iki güne dek biter. Ora bitince herkes burada çalışır. Bizde burda oluruz hep. Ben bu işlerin daha hızlı yapılabileceği kanısındayım. Dışarıda pek iş yok.
- Ama Pastardo puştunu unutmayalım çiçeğim. Onun işi eğer onarım işi felan değilse büyüktür.
- Hele bir ara şu adamı ve sor bakalım,derdi neymiş?
Cengiz Pastardo'yu aradı. Telefon mesajdaydı. Aradan beş dakika geçmeden Pastardo aradı tekrar. Cengiz telefonu kulağına götürürken Pastardo her zaman yaptığı gibi;
- Cino, ararım dedin aramadın, diye söylendi. Bekledim bekledim senden telefon gelmeyince yine ben aramak zorunda kaldım.
- Böyle bir söz söyleme bir daha dedi Cengiz. Üç dakika önce aradım seni. Telefonun mesajdaydı. Mesajı okuyup beni aradın. Hep böyle yapıyorsun. Bırak bu huylarını artık. Ne istiyorsun onu söyle.
- Bir iş vardı. Yapar mısın?
- Nasıl bir iş? Yeni bina mı? İş nerede?
- Taylors Lakes'da. İki katlı yeni ev.
- Ne kadar büyük?
- Toplam tabanı üç yüz yetmiş metre kare.
- Tamam yapalım. Ne zaman hazır olur?
- Yarın marangoz içerinin son işlemlerine başlayacak.
- İki haftaya ancak bitirir.
- Yarın iş yerine gel de sana plan ve boya listesini vereyim.
- Saat birden sonra gelirim.
- Sabah gel.
- Olmaz. Sabah randevum var. Aynı zamanda doktoru göreceğim.
- Tamam o zaman saat iki- üç arasında buluşalım.
- Adresi ver.
Cengiz söylenen adresi yazdı iş kartının üzerine. Mahir ağanın işlerinin malzemelerini satın almak için Essendon'a geldiler. Dulux bölge satış görevlisi Elena da mağazadaydı. Elena Cengiz'i görür görmez yahudi bir tüccar gibi hemen boya satmaya kalkışınca, Cengiz kızla pazarlık yapmayı planladı kafasında.
- Malzemeye fazlaca gereksinimim yok şu anda, dedi. Ama iyi fiatla verirsen ilerisi için alabilirim.
- Ne kadar alacaksın?
- Duruma göre. Belki bir palet, belki iki, belki de üç palet.
- Hangi boyaları istiyorsunuz?
- Şu yeni çıkan seriden duvar ve tavan boyalarıyla bir de astar, altın markadan ise kapı ve çerçeve boyaları istiyorum.
Elena'nın verdiği fiata güldü Cengiz.
- Ben zaten perakende olarak o fiattan alıyorum. Sen gerçekten aklı başında bir fiat söyle. Yoksa gidip Erik'ten alacağım.
Erik deyince suratı ekşidi Elena'nın. Erik'i hiç sevmiyordu. Daha önceleri birlikte çalışmışlardı Sunshine mağazasında. Olasılık ki aralarında hoş olmayan bir olay meydana gelmişti. Daha sonra Elena Essendon'a işçi olarak gönderilmiş. Yerine Erik getirilmişti. Elena yıllardır işçi olarak çalıştıktan sonra bölge satış sorumlusu ayrılınca yeniden görevlendirilmişti.
- Kaç palet alacaksın? Onu söyle.
- Söyledim ya.
- Üç palet alırsan o fiattan alırsın. Ama her on tenekeye bir teneke bedava boya veririm sana.
- Beş palet olursa?
- Teneke başı beş dolar ucuza alırsın.
- Her on tenekeye bir bedava devam ediyor değil mi?
- Evet ediyor.
- Elena senin bu fiatın iyi değil. Güzel bir fiat ver, yedi palet boya alayım senden. Yoksa almayacağım.
Elena hesap kitap yaptı kendi kendine bir yığın. Mantıvar her birine birer kahve yapıp getirdi. Gengiz ayrıca çok miktarda yan malzeme ve aletler alacağını da bildirince Elena, alet ve yan malzemelerden boyanın eksik kazancını çıkaracağını hesaplayarak olsa gerek perakende fiatının sekiz dolar altında vermeyi önerdi. Cengiz kabul etti. Ama, Elenanın gözden kaçırdığı bir durum vardı, Cengiz pazarlık yapmasıyla ünlü birisiydi. Elenanın karşısına yine kaya gibi dikildi. Sonuçta aletleri ve yan malzemeyi de pazarlık yaparak aldı Cengiz.
- Canım bu malzemeyi çok ucuza aldık. Emin misin bunların kalite durumundan? Sonra başımıza iş açmasın.
- Kaygılanma çiçeğim. Üzerinde Hükümet Boya Komitesinin onay ve imzası var. Ben daha önce de kullandım bunları. Ucuz olan her şey, her zaman ve her yerde kalitesiz demek değildir. İş de ucuz. Bundan ötürü ucuz malzemeye gerek duyuluyor.
Böylece tüm işleri planlamış oldular. Artık o andan sonra gelecek olan işleri, eğer Mahir ağadan bir yamukluk çıkmazsa almayacaklardı. Ertesi gün iki kişi yeni evlere başladı. Cengiz ve Mantıvar işi gösterdikten sonra gelip Bordelli'nin orada çalıştılar. Mantıvar içeride Lami ve Amado'ya yardım etti. Cengiz dış kapıları zımparalayıp boyadı.
Saat ikiyi geçiyordu. Pastardo'dan planı alacaklardı. Apar- topar Taylors Lakes'a geldiler. Ama ortalıkta Pastardo yoktu. Cengiz telefon etti. Yoldaydı eğer yalan değilse. Büyük ihtimal daha yola çıkmamıştı. Yalan atıyordu. Yalan Pastardo için ekmek ve su gibi gerekli bir şeydi... Geldiğinde anlaşıldı ki Cengiz telefon ettikten sonra yola çıkmıştı. Pastardo geldikten hemen sonra da alçı ustası Zaza Ali geldi. Parasını almaya gelmişti. Pastardo Ali'nin hesabının yarısını ödedikten sonra yemin billah edip, gerisini iki hafta sonra ödeyeceğine söz verdi Ali ustaya.
Cengiz ile Mantıvar renk kağıdına baktılar ilk önce. Dört tane desenli duvar vardı. Merdiven basamakları ve korkulukları polişlenecekti. Bunların fiat dışı olduğunu, her duvarın iki yüz elli dolar, merdiven alanının da bin iki yüz elli dolar ekstra olduğunu belirttiler. Pastardo toplamının iki bine yapılmasını istedi. Kabul ettiler. Zaten Cengiz Pastardo'nun pazarlık yapacağını bildiği için iki yüz elli doları bilerek fazladan söylemişti.
O günden sonra Pastardo'nun işi hazır oluncaya kadar Hamido Mahirin binalarınada çalıştı tüm ekip. Pastardo işi ancak bir ay sonra hazırlayabildi. Bir ay içinde de Mahir ağanın sekiz binası tertemiz bitirildi. İş bitince Mahir ve yardımcısını işyerine çağıran Cengiz her yeri birlikte kontrol etti.
- Bakın dedi, biz böyle tertemiz teslim ediyoruz size. Bizden sonra çalışacak olanları uyarın. Bilhassa fayansçınızı. Boyayı kirletirse ve ben yeniden boyamak zorunda kalırsam malzeme ve iş zamanını iki kat hesaplarım. Siz mi ödersiniz, yoksa boyayı kirletenlerden mi kesersiniz orası sizin bileceğiniz iş. Ama bu durumu adamlarınıza mutlaka belirtin. Herifler alışmışlar yıllardır kırıp dökmeye ve karşılığında ceza ödememeye. Cezayı yerlerse bir daha tahribat yapmazlar.
İşler kontrol altında ve disiplin içinde yürüyordu ama, Cengiz ve Mantıvar oldukça mutsuzdular. Üst üste iki ay geçti. Mantıvar'da gebelik belirtisi yoktu. Yeniden Malezyalı doktor bayan Li'ye gittiler. Li Mantıvarı muayene etti. "Eğer gelecek ay da olmazsa sizi bir özel uzmana göndereyim" dedi. Li'nin belirttiğine göre her şey normaldi. Uzun zamandan beri ilişki kurmayan kişilerde uyumsuzluktan dolayı gecikmeler olabilirdi. Belli bir zaman sonra beden kendini uyumlu hale getirirdi. Bu ise kadının bünyesel ve ruhsal durumuna göre uzunca veya kısa bir süreye gereksinim duyardı.
Doktor Li'nin sözleri moral kaynağı oldu. 1 Mayıs gösterilerine kadar işlere aralıksız asıldılar. Hiç kimse disiplini bozamıyordu. Eskiye göre işler hem çabuk, hem de temiz yapılmaya başlandı. Pastardo'nun işi bitirildi. Desenli duvarlar ve merdiven polişleri yapıldı. Hamido ağanın dörtlüsü de bitti ve son parti Preston'daki altı eve başladılar.
Aybaşı geldiğinde yine Mantıvar'da bir değişiklik yoktu. Cengiz Mantıvar'ı da alıp 1 Mayıs gösterilerine katıldı. Kalabalıktı 1 Mayıs alanı. Sendikalar, partiler, göçmen toplumların örgütleri, kadın kuruluşları.... herkes meydandaydı. Ama tüm kitleselliğine karşın niteliksizlik ağır basıyordu gösteride. Coşku yoktu. En aktif ve coşkulu kesim hükümetin yasa dışı ilan ettiği Yapım İşçileri Sendikası ve göçmen gruplarıydı. Mantıvar ve Cengiz hiç bir grubun içinde uzun süre eğlenmeden ve her kesimin korteji içinde yürüyerek yürüyüşü bitirdiler.
Alexander Parkta yürüyüş sona erdi. Miting yerine yüksek kürsüler konmuştu. Konuşmacılar konuşmaya başladılar. Sol siyasal gruplar ve bazı göçmen dernekleri kitap ve yemek standları açmıştı. Türkiyeliler kebap pişirip satıyorlardı. Kebap kuyruğu iyice uzamıştı. Baktılar kuyrukta bekleyerek aç kalacaklar. Yavaş yavaş dönüp geri arabayı park ettikleri yere doğru yürümeye başladılar.
…o0o…
Doktor Li Cheng telefonun kulaklığını kaldırıp, rakamları tuşladı. Karşısındakiyle önce Çince konuştu, sonra İngilizce. Müşterileri için en kısa zamanda bir randevu istedi. Müşteri hakkında olayın detayını yazıp, kendisine onlarla yollayacağını belirtti. Sonra kısa bir mektup yazdı. Mektupta kadının sağlık durumunu ve sorunları üzerine de bir kaç satır not düştü.
İki gün sonra sabah saat onda Mantıvar ve Cengiz Richmond'da bulunan kadın hastalıkları uzmanı doktor Wang'ın muayene hanesindeydiler. Doktor Wang'a doktor Li'den getirdikleri mektubu verdiler. Wang mektubu okuduktan sonra müşterilerini şöyle bir süzdü.
- Sorununuz nedir?
- Bebek yapmak istiyoruz. Ama uzun zamandır uğraşmamıza karşın olmadı henüz.
- Kanamalarınız düzenli mi, düzensiz mi?
- Düzenli, dedi Mantıvar.
- Daha önce doğum yaptın mı hiç?
- Yaptım bir kere.
- Kaç yıl önce?
- On ondört yıl önce.
- Bu zaman içinde tekrar yapmayı hiç denemedin mi?
- Hayır.
- Niçin denemediniz? Bir nedeni mi vardı?
- Yalnız yaşadım. Erkeğim olmadı.
- Kaç yıl ilişkisiz kaldınız?
- On iki yıldan fazla bir zaman.
- Yani son bir yılı aşkındır cinsel ilişki içindesiniz.
- Evet. Ama korunarak ilişki kurduk.
- Peki herhangi bir hastalık felan geçirdiniz mi?
- Fiziksel olarak geçirmedim. Fakat ruhsal bunalım geçirdim. Beş- altı ay tedavi gördüm. İki kez sinir krizine tutuldum.
Dortor Wang Mantıvarı soyup yatırdı. İyice kontrol etti. Kan ve cinsel organdan sıvı aldı. Bir hafta sonraya yeni bir randevu yazıp müşterilerini yolladı. Cengiz çıkışta ücreti ödedi. Düşündüğü kadar fazla değildi. Hiç önemi yok diye geçirdi içinden.
Eve gelmeden önce Preston'a uğrayıp işleri kontrol ettiler. Dört kişi kendi hallerinde çalışıyorlardı. Mantıvar gelirken yolda satın altığı içecekleri arkadaşlarına dağıttı. Boyacılardan işleri gayretli şekilde yürütmelerini istedi Cengiz. Büyük ihtimal ayın sonuna doğru konut bakanlığının restore ettirdiği kırk daireli bir apartmana başlayacaklardı.
Eve gelince duş aldılar. Mantıvar çay demledi. Koltuklarına oturup çaylarını içtiler. Her ikisinde de açıkça belli olmayan bir üzüntü vardı. Mantıvar çocuğunun olmayacağına üzülüyordu. Cengiz ise Mantıvar'ın mutlu olamayışına, yasallaşamayacağı ve kendisinin de sevgilisini her an kaybedeceğine... Cengiz'in beyni ani bir dönüş yaptı. Neşeli olmak gerekliydi. Moral çok büyük etmendi böylesi durumlarda, böylesi işlerin olumlu şekilde sonuçlanması açısından. Mantıvarın moralini kendisi yüksek tutmalıydı. 'Şanssız bebeğim benim' diye iç geçirdi. Ne olurdu bir an önce bir bebeği olsa da zalimlerin cebren ve hileyle gaspettikleri yitik yavrusunun hasretini giderseydi. Düşündükçe duygulanmaya başladı. Duygulandıkça yüreği kabardı. Gözleri sevgilisinin gövela gözlerine çivilenip kaldı. Göğsü daraldıkça daraldı. Zor nefes alır duruma gelince aniden sevgilisinin belini sarıp, göğsüne kapandı. İkisi birlikte ağladılar.
Cengiz iyice rahatlayıp açılmıştı. Mantıvar da iyi görünüyordu. Morali yükseğe sürmenin, gereksiz vehimlenmeleri beyinden kovmanın tam zamanıydı. Kendi kendine durmadan söz veriyordu. Ne yapıp, edip çiçeğini yasallaştıracak ve onunla mutlu bir yuva kuracaktı. Yeterki canı sağ olsundu. Bu konuda hiç bir engel tanımıyordu.
Mantıvar Cengiz ile burun buruna verip onun nefesini içine çekti. Dudak ve yanağından buseler aldı hızlı hızlı.
- Üzülme canımın içi. Her şey oluruna varır. Bebeğimiz olmazsa da sonu ölüm değil ya. Her sorunun bir halli vardır. Felek bana gülme diyorsa ben gülmeye çabalasam da boşuna.
- Olmaz diye kükredi Cengiz. Bebeğimiz olacak. Felek halt etmiş. Biz güleceğiz. Çiçekli bayırlarda koşacağız. Güneşli bahçelerde kelebekler gibi uçacağız. Gülüm benim, sen moralini yüksek tut. Ben ölmedikçe senin kılına hiç kimse dokunamaz. Ben günün birinde senin kayıp kızına da kavuşacağına yürekten inanıyorum.
- İnanmak iyi bir umut besletir insana yalnızca. O şimdi beni görse anne diye sahip çıkar mı? Kimbilir ne kötü şeylerle kafasını yıkamışlardır. Belki ona anne olarak bir başkasını tanıtmışlardır. Ya da annesinden nefret etsin diye akla hayale gelmeyecek kötülükler sıralamışlardır.
- Ne yaparlarsa yapsınlar. Anne kavramının kutsallığını ve çekiciliğini bir çocuğun yüreğinden silemezler. Ve ne alçakça hile ve düzenler kurulursa kurulsun gerçeği sonsuza dek saklayamazlar. O gül tomurcuğu kendi kişiliğine kavuştuğu zaman, er veya geç, bir yerlerden mutlaka gerçeğin ucunu yakalayacaktır. Ondan sonra da Johny alçağının karşısına ikinci Mantıvar olarak çıkacaktır. Hem de annesi gibi yalnız değil. Güçlü olarak.
Mantıvar yeniden Cengiz'i kucakladı.
- Üzme kendini hayatım. 'Yaşamın en iyisini isteyenler değil, bulundukları durumda yaşamasını bilenler mutlu olurlar' diye bir özlü söz okumuştum gençliğimde bir fransız yazarının kitabında. Bence rehber edinmemiz gereken felsefe bu olmalı.
- Haklısın çiçeğim. Servantes doğru söylüyor. Biz yüksek yaşama şevki, derin sevgi ve umutla sarılalım güne... Karanlık yüreklerle beklenen sabah hiç bir zaman aydınlanmaz.
Mantıvar Cengiz'in neşeye çevireyim derken hüzüne boğduğu havayı kahkahaya bezedi.
- Aslında bütün suç senin Gavurdağlı dedi. Eğer sen beni İskenderun'da kaçırsaydın kendinle birlikte, şimdi bu sıkıntıları yaşamazdık.
- Sen çocuktun ama o zaman.
- Olsun ne fark ederdi ki?
- Doğru dedi Cengiz. Şerefli Türk Ordusunun bir şerefli subayının kız çocuğunu kaçıran şakiler bombalarla param parça edilir, kim olduğu bilinmez hale getirilirdi. Tabi "şakilerin canavarlığı"nı ispatlamak için subayın kızı da kurşunlarla delik deşik edilirdi.
- Bende onu diyorum. Ölür giderdik ve bu sıkıntıları yaşamazdık.
Cengiz koca bir Adana kahkası attı. Mantıvar da patlattı kahkahayı. Katıla katıla güldüler.
İkinci randevuya geldiklerinde Doktor Wang her şeyin normal olduğunu söyledi.
- Testler pozitif. Çocuk yapmanıza engel bir durum yok. Vücudunuzun kendisini ayarlaması ve hazır hale getirmesi gerekir. Psikolojik durumunuzu yüksek tutun. Eğer ruhsal problemleriniz varsa psikologa gidin. Sen fiziki olarak iyisin. Belki geçmişte sana verdikleri uyuşturucudan dolayı bazı geç uyanışlar olabilir organlarında. Bunlar belki gecikme sağlar. Fakat engelleyici değildir.
- Ne kadar bir zaman ister dersiniz bu durumlar?
- Belki altı ay, belki bir yıl.
- Peki bu işi kolaylaştırıcı bir ilac felan tavsiye eder misiniz?
- Hayır diye yanıtladı Cengiz'i doktor Wang. İlac sensin. Senin durumun sağlam mı?
- Herhalde.
- Böylesi durumlarda bazı kültürlerde problem erkekte olduğu halde hiç öne çıkartılmaz. Sorun hep kadında aranır.
- Benim iki tane çocuğum var.
- On tane de olabilir, hiç önemi yok. Önemli olan şu anki durumunuzdur. Çocukların seninle mi yaşıyor?
- Hayır anneleriyle yaşıyorlar.
- Senin çocuğun yanında mı, diye Mantıvar'a sordu bu kez de Wang.
- Değil, dedi Mantıvar. İki yaşındayken elimden aldılar ve bir daha hiç göremedim onu.
- Yaşadığın ruhsal sorunların nedeni neydi?
- Kızımı zorla benden alıp onu bana göstermemeleriydi.
Doktor Wang Cengize dönüp:
- Özür dilerim beyefendi, dedi. Sizin kontrol için meni vermeniz gerekiyor.
Cengiz hemen onayladı bu isteği. Doktor hemşireyi çağırıp durumu izah etti. Hemşire ve Cengiz bir başka odaya girdiler.
- Alt tarafını soyun ve muayene yatağına uzan dedi hemşire.
- Affedersiniz ama...
- Korkma bir şey yapmam sana. Yalnızca makine bağlayacağım.
Cengiz soyunup hasta control yatağına uzandı. Hemşire Cengiz'in kamışını plastik eldivenli ve krem sürülü elleriyle iyice bir ovaladıktan sonra plastikten yapılma garip bir aletin içine yerleştirdi. Aletin akım düğmesini açıp bekledi. Cengiz içinden elektrik işkencesi mi başlıyor yoksa diye geçirdi. Kadın aletin kontrol kısmını eline alıp akım vermeye başladı. Ve kısa süre sonra Cengiz'in içi dışına çıktı.
Doktor Wang Mantıvar'ı özellikle eski günleri ve çocuğunu kafasına takmaması konusunda uyardı. Eğer erkeğinde bir sorun yoksa esas problemin ruhsal durumdan kaynaklandığını söyledi. Cengiz işi bitip gelince doktor laboratuvara girip hemşirenin yapmakta olduğu meni testinin sonucuna baktı.
- Sizin ikinizin de hiç bir fiziksel sorunu yok. Yalnızca zamana ihtiyacınız var. Ruhsal durumunuza dikkat edin. Gebelik başladıktan sonra ve çocuk doğmadan önce de bana gelin.
Yine hesabı ödeyip çıktılar. Gökyüzünü gri bulutlar kaplamıştı. Çok kuvvetli olmayan bir yel esiyordu. Sararmış güz yaprakları yelin önünde savrulup dağılıyorlardı sağa sola.. Cadde boyları, kaldırımlar ve duvar dipleri rüzgarın sürüklediği sarı yapraklarla doluyordu habire. Güz, hüznünü çarşaf gibi sermişti Melbourne'nun tüm alanlarında yaşamın üzerine...
21
Mantıvarın gözlerinden akan yaşlar
yağmur damlaları gibi hızlandı,
alnında iki pınar oluştu
başladı çağlayarak akmaya,
göllendi sular aralarında
büyük bir okyanusa dönüştü,
kendi bir yanda kaldı,
sevdikleri öteki yanda…
Cengiz Palmer sokak 18 numaraya vardığında Gustov kendisini bekliyordu. İlk kez kendinden önce randevu yerine gelmiş birisine rastlayınca biraz düşündü. 'Vallahi helal olsun' diye geçirdi içinden. 'Bu Gustov her işinde disiplinli bir adam. Herkes böyle disiplinli ve dürüst olsa dünyanın yüzü daha güneşli ve aydınlık olurdu.'
Arabasını parkedip, indi. Gustov'u selamladı. Kendisini çağırdığı yerde yapım işi felan yoktu.
Yalnızca ondört katlı konut bakanlığına ait kocaman bir apartman vardı. Apartmanda da tamirat felan görünmüyordu.
- Burda ne iş yapacağız Gustov diye sordu. Etrafta işe benzer bir şey göremiyorum ben.
- Bu binanın balkon, merdiven boşlukları ve çamaşır haneleri boyanacak. Sana göstereyim. Not al bir deftere yapılacak işleri ve ona göre bir fiat çıkar bana.
- Burası mıydı senin bana bir ay önce hazırlan iş hazırlıyorum dediğin şey?
- Hayır o ayrı. Onu yapıyoruz. Buna yeni fiat vereceğiz. Burayı hesapladıktan sonra oraya gideceğiz.
Cengiz karalama defteriyle tükenmez kalemini arabasından alıp Gustov ile birlikte apartmanın zemin katına girdi. Koridorları ve merdiven boşluğunu göz kararıyla ölçüp yazdı. İlk kata çıktılar. Burada çamaşır hane vardı. Çamaşır hane ve balkonu ölçüp yazdı.
- Toplam 14 kat dedi, Gustov. Boyaları da aynı. Tavan beyaz,duvarlar kavuniçi olacak. Çamasırhanenin içi ve dışı kül rengi gri, merdiven boşluğu zeytin alası yeşil.
Ölçüm bittikten sonra hareket edip Gustov önde, Cengiz arkada Carltondaki Etna sokağına geldiler. Burada Gustov'un ekibi harıl harıl çalışıyordu. Gostov Cengiz'e planı çıkarıp verdi. Burası restore edilen dört katlı, her biri iki yatak odalı kırk daireli bir binaydı. İçeriler üç kat, dışarılar iki kat boyanacaktı.
Cengiz plandaki ölçülere göre, boyanacak tüm yüzeyleri hesaplayıp, Gustov'a sundu. Gustov itiraz etti fiata. Yirmi bin dolarlık indirim istedi en azından... Cengiz düşündü, yeniden hesapladı. Yapabilirdi. Ama zorlanırdı bu işte.
- Zorlanmazsın dedi Gustov. Bu iş seri bir iş. Makineyle boyarsın yarısını en azından. Şu fiatı resmi kağıda yaz ve imzala. Öteki işi de yaz bana ver de ben de yarın konut bakanlığına yollayayım.
Cengiz istenilenleri yapıp verdi.
Gustov bir hafta sonra işe başlaması gerektiğini bildirdi.
Cengiz usta Gustov'dan ayrıldıktan sonra Pastardo'ya telefon etti. İki haftadır sinir savaşındaydı Pastardo ile. Beşinci kez telefon edişiydi bu. Parasını alamamıştı daha. Pastardo her defasında ya bir yalan uyduruyor, o da olmazsa telefonun üzerindeki Cino adını okuyunca telefonu açmıyordu. İşte yine telefonu açmamıştı. Cengiz sinirlenip, kendisini Pastardo'nun karısıyla yatak odasında hayalledi. Telefonla mesaj yazıp gönderdi. Arkasından da Hamido Mahiri aradı. O da telefonu açmıyordu. Ona da aynı mesajı yolladı. Yapacağı bir şey yoktu. Bütün işleri bitirmişlerdi. Şimdi işlerin parasını toplama savaşı başlamıştı. 'Savaş yarı yarıya hiledir' demişti Muhammet. Avustralya yapı müteahhidi çakallarla yürütülecek savaş tümden hileli olmazsa kazanılması biraz güç oluyordu.
Eve geldikten sonra, ikisini de Mantıvar'ın telefonundan aradı ve ikisini de yakaladı. Önce Pastardo ile kapıştı. Bağırdı çağırdı. Pastardo geçen hafta postayla göderdiğini iddia etti. Söylediğine göre ertesi gün de gelmezse gönderdiği çeki iptal edip elden getirip verecekti. Cengiz Pastardo'nun konuşmasından çekin o gün postaya verileceğini ve ertesi gün ise eline geçeceğini anladı. Hamido mahir ise özür nazır ettikten sonra yarına bürosuna gelmesini istedi.
Cengiz Hamidonun bürosuna Mantıvar ile birlikte gitti. Büroda yoktu. Telefon etti Mantıvar'ın telefonundan. Yanıt alamadı. Oturup beklerlerken Hayal içeriye girdi. Selam verdi. Selamını aldılar.
- Mahir ağayı bekliyoruz dedi Cengiz. Bugün bu saatte burada randevu vermişti bana. Ortalıkta yok. Telefona da yanıt vermiyor.
- Telefonunu bende unutmuş Cengiz ağbi. Bankaya gitti şurda Coburgda. Yarım saate kadar gelir buraya. Bir durum mu vardı?
- Hesap ödeyecekti.
- Para istiyorsan hiç bekleme vallahi. Hiç para yok hesaplarda.
- Orası onun sorunu. Benim acil paraya ihtiyacım var.
O anda Cengiz'in telefonuna yazılı mesaj geldi. Açıp akudu. Göğsünden kurşun yemişe döndü. Benzi soldu. Durgunlaştı. Cengiz'deki bu değişimi anında farkeden Mantıvar;
- Hayatım ne oldu diye sordu.
- Mesaj diyebildi Cengiz.
- Ne var mesajda? Ver bakayım sen onu bana.
Cengiz telefonu Mantıvara uzattı. Mantıvar mesajı ışıklandırıp okudu. Cengiz'in kardeşi Zeki'den geliyordu. " Ağbi, babam ağır hasta. Seni sayıklıyor hep. Hastahaneye yatırdık. Acele gelmeye çalış... Kardeşin Zeki."
Mantıvar Cengize sarıldı. Yüzlerini öptü.
- Üzülme canım dedi. Birşey olmaz. Gider görüşürsün. Sıkma canını. Toparla kendini. İstiyorsan hemen gidip bilete bakalım.
- Şu Mahir üçkağıtçısı gelsin de ondan sonra.
Mantıvar kahve yapmak için mutfağa girdi. Cengiz babasını düşünüyordu hep. Annesi ölmüştü yıllar önce. Kendisi anne hasretini, annesi oğul hasretini giderememişlerdi. Artık birbirlerine sonsuza dek kavuşamayacaklardı. Babasını yirmi yıldır görmüyordu. Onu bari görebilseydi. Kendisinin babasına olan özlemi pek önemli değildi. Asıl babasının kendini görmesini istiyordu hep.
Hamido Mahir geldiğinde Cengiz Ercan'la bilet konuşuyordu. Ercan olanakları zorlayıp en kısa zamanda birşeyler yapıp, bileti ayarlamaya çalışacağına söz verdi. Cengiz doğru Mahirin masasına gelip selam verdi ve cep telefonunda gelen mesajı açıp önüne koydu.
Hamido Mahir mesajı ağır ağır okuduktan sonra yüzüne üzüntü vermeye çalışarak başını kaldırıp Cengiz'e baktı.
- Geçmiş olsun ustam. Ne yapmayı düşünüyorsun?
- Az önce Ercan ile bilet sorununu konuştum. Hemen gideceğim. Ama Ercan bir kaç güne ancak bilet bulunur diyor. Bugün hemen hastahane için Western Union ile para yollayacağım. Yerimde duramıyorum. Bir saatı geçkindir seni bekledim ama bu bekleyiş bana bir yıl gibi uzun geldi.
- Ustam bankaya uğradım. Ne var ne yok diye kontrol ettim hesabı. Ne yapsak bilmiyorum ki, hesapta hiç para yok.
- Sen mesajı okudun. Benim durumumu da görüyorsun. Bunun üzerine böyle 'yok'lu, 'ne yapsak'lı, felan feşmekanlı konuşman hiç hoş değil. Üstelik işe başlarken yaptığımız anlaşmaya da uygun davranmadınız. Üçüncü işe başlandığında birinci iş ödenmiş olacaktı. Sen öteki kaynaklarını da kullanarak rahatlıkla ödeyebilirsin bu hesabı.
- Ustam ben onu düşündüm. Yetmiyor. Sana iki tane çek yazacağım zaten şimdi. Ancak dört işi ödemeye yetiyor elimizdeki kaynak. Öteki altıyı da sonra halledelim. Kusura bakma, başka olanak yok.
Mahirin verdiği iki çeki hemen getirip bankaya yatırdılar. Kardeşinin adına Western Union ile para yolladılar. Eve geldiklerinde Pastardo'nun gönderdiği çeki posta kutusunda buldular. Zarfın üzerinde dünkü günün tarihi vardı. Cengiz kardeşi Zeki'ye telefon etti. Babasının durumunu sordu. Bilet ayarlamaya çalıştığını, bileti alır almaz geleceğini bildirdi. Kardeşine yolladığı paranın miktarıyla paranın transfer numarasını verdi ve parayı nasıl çekeceğini uzun uzadıya anlattı.
Mantıvar fırında güveç yapıyordu. Cengiz önce Ercan'ı arayıp, biletin durumunu sordu. Ercan bazı yerlere sorduğunu ve henüz yanıt alamadığını bildirdi. Akşama dek yanıt almazsa yeniden soracağını söyledi. Cengiz akşamı beklemek gerektiğini düşününce aklına Gustov geldi. Adamcağız bir hafta sonra işe başlamasını istemişti. Bu durumda işe başlayamazdı. Hemen telefon etti. Durumu anlattı. Özür diledi.
Yemekten sonra eve geldi. İlhan ve M. Ali ile durumu konuştu. Hemen gideceğini bildirdi. Feryal hanıma beş bin dolar nakitle üzeri tarihsiz dörder bin dolarlık iki tane çek yazıp verdi. Ercan'dan telefon geldiğinde iş saati bitmişti.
- Cino kardeş, dedi Ercan. Yarın değil öbür gün akşam sekizde Bangkok'a kalkan Quantas uçağına bineceksin. Bangkok'tan da Türk Hava yolları uçağıyla İstanbul'a gideceksin. Bangkok'ta beş saat beklemen gerekiyor. Yarın sabah gel büradan bileti al ve parayı öde.
Cengiz teşekkür edip kapattı telefonu. Çocuklarla biraz sohbet etti. Onlar odalarına çekildiler. Can sıkıntısı gitgide çoğalıyordu. Kendini yalnız hissetmeye başladı iyiden iyiye. Saate baktı on ikiye geliyordu.
Feryal herzamanki yerinde, televizyonun karşısındaki üçlü, haki renkli deri koltukta uyuyordu. Televizyonda Türkçe bir dizi vardı. Cengiz, iki dakika ayakta seyretti diziyi. Oyuncuların hiç birisini tanıyamadı. Hep yeni yetme oyunculardı dizide oynayanlar, belki de Türkçe seslendirilmiş
bir yabancı diziydi. ' Kafa yormaya değmez' diye kesip attı televizyon faslını. Kapıyı avaşça açıp dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz hemen Mantıvarı aradı. İnternette gazete okuyordu Mantıvar o saatte.
- Sana geliyorum çiçeğim, dedi ve sürdü arabayı.
Cengiz son iki geceyi Mantıvar'la geçirdi. Sabah bileti aldıktan sonra sinemaya gittiler. Yılmaz Erdoğan'ın filmi oynuyordu. Öğleden sonra Cengiz eve uğradı. Çantasını hazırladı. Hava alanına gidiyormuş gibi M. Ali ve İlhan babalarını Mantıvar'ın evine getirdiler. Ertesi gün de gelip yolcu edeceklerdi.
O gece ve ertesi gün "bir göz açıp yummuş gibi" geçti. Akşamdan sabaha kadar biribirlerine sarılarak, biribirlerini koklayarak bitirdiler zamanı. M.Ali ve İlhan geldiğinde hazır bekliyorlardı. Cengiz oğullarını Mantıvar ile ilgilenmeleri konusunda, özellikle de M. Ali'yi iyice tembihledi. Hava alanında işlemler bitip, yolcuları içeriye alma zamanı gelince hep birlikte kucaklaştılar. Mantıvar sessizce salıverdi gözyaşlarını. İlhan gidip ona sarıldı. Cengiz el sallayarak kayboldu kapının ardında.
Pasaport kontrolünü yaptırıp doğruca bekleme salonuna yürüdü. Kalabalıktı salon. Boş bir yer bulup oturdu. Yolcuların uçağa alınmasına daha yarım saatten fazla zaman vardı. Kendini yapayalnız hissetti bir anda. İçine bir eziklik çöktü. Sevdiklerinden ayrılıp uzaklara gidiyordu. Oğullarından ayrılma duygusu yüreğine taş gibi oturdu. Aklına yıllar önce onları anneleriyle tatile gönderişi geldi. Hava alanından döndükten sonra eve girememişti. Geceyi bir arkadaşında geçirmiş ve üzüntüden mide ülserine yakalanmıştı. Ya Mantıvar'dan ayrılmak? O büyük ihtimal içten içe ağlıyordu şimdi dışarıda. Kimsesiz gariban kız. Oğulları büyüktü artık. Anneleriyle birlikteydiler. Ama Mantıvar yapayalnız kalmıştı.
Aklı yeniden Mantıvar'ın göz yaşlarına takıldı. Kızın gözlerinden damla damla akan yaşlar yağmur gibi hızlandı. Akıntılar yerini çağlayanlara bıraktı. Gözlerden iki pınar oluştu. Sular çağlayarak akmaya başladı. Pınarlar büyüyüp koca bir ırmağa dönüştüler. Kendisiyle sevdikleri arasında sular göllendi, gide gide büyük bir göl oluştu. Göl denize dönüştü. Deniz büyüyüp bir okyanus oldu. Kendi bir tarafta kaldı. Mantıvar, M. Ali ve İlhan öteki tarafta. Ve sular büyüdükçe büyüyor, biribirlerinden hızla uzaklaşıyorlardı.
Yolcuların uçağa binmeleri anonsu duyuldu.
Mantıvar ve oğlanları uçak havalanıncaya kadar üst kattaki kafenin salonunda oturup beklediler. M. Ali kahve söyledi herkese. Uçak Taylors Lakes üzerinden uzaklaşıp, gözden kayboluncaya kadar seyrettiler. Sonra yavaş yavaş yerlerinden kalkıp yürüdüler. Hiç kimse konuşmuyordu. Mantıvar'ı kendi evine bıraktıktan sonra M. Ali;
- Kendinize iyi bakın abla dedi. Bir isteğin olursa, bir yerlere gitmek için arabaya gereksinim duyarsan mutlaka beni ara. İş saatlerinin dışında ne gerekirse yapmaya çalışırım.
- Çok sağolun diye karşılık verdi Mantıvar. Ben sizlerle çok mutluyum.
Her ikisini de teker teker kucaklayıp öptü. İlhan ve M. Ali evlerine gittiler. Anneleri sorarsa sinemaya gittiklerini söyleyeceklerdi. Mantıvar eve girdi. Tedirgindi. Televizyonu açıp karşısına oturdu ve Cengiz'i hayal etti yalnızca.
Cengiz bıraktı kendisini uçağın daracık koltuğuna. Gövdesi gidiyordu ama aklı gerilerde kalmıştı. Omuzları ve bacakları ağrıyordu. Bu ağrıları çocukluk yıllarından beri taşıyıp getirmişti. Belki ağır çalışma koşullarından, belki de yaşlılıktan dolayı ağrılar gittikçe ağırlaşmıştı son yıllarda. Gerindi. Ayaklarını uzatıp hareket ettirmek istedi. İki oturak sırasının arası yetesiz geldi. Bacaklarını tam olarak uzatamadı. Bir kaç yolcu fazladan almak için koltukları iyice sıkıştırıyorlar diye düşündü. Yirmi yıl önceki Çayırağası otobüslerine gitti aklı. Koltukları ne kadar genişti ve iyice yatıyordu geriye. Yatakta uyur gibi uyuyorlardı yolcular koltuklarda. Dünyanın en iyi ve güvenli uçak şirketi olan Quantas'ın uçaklarının koltukları ise insana bol bol ağrı veriyordu.
Dört buçuk saat olmuştu Melbourne'dan havalanalı. Ama uçak daha Avustralya üzerinde uçuyordu. Uyku gelmiyordu gözlerine. Etrafındaki yolcuların kimi film izliyordu koltuktaki el kadar ekranda, kimi müzik dinliyordu kulaklığını takıp, kimileriyse uyuyordu. Cengiz gözlerini yumup arkasına yaslandı. Hayallere daldırmak istedi beynini. Ama olmuyordu. Beyninin yarısı babasını, yarısıysa Mantıvar ve oğullarını düşünmekle meşguldü.. Babasının durumu nasıldı acaba? Kardeşi gerçeği mi söylemişti kendisine? Yoksa... İlerisini düşünemedi. Kovdu dilinden 'yoksa'dan sonra gelecek sözcükleri. Mantıvar ne yapıyordu acaba şimdi? Saate baktı. Melbourne'dan havalanalı altı saat olmuştu. Şimdi orada saat gecenin ikisiydi. “Uyku tutmamıştır çiçeğimi” diye geçirdi içinden. Ekranda uçağın rotası İndonezya adalarına doğru ilerliyordu. Yeniden gözlerini yumup, yeni şeyler aradı düşlemek için. Yirmi yıl sonra doğup büyüdüğü köyünü, ilçe ve şehirleri tanıyabilecek miydi acaba? Kim bilir nasıl değişmişti herşey? Belki de konuşulan dil bile değişime uğramıştı. Ya insanların tutum ve davranışları? Kuşkusuz yirmi yıl öncesinin tutum ve davranışlarından çok farklı olmalıydı.
Gözleri uyur, beyni uyanık şekilde dalgınlaşmıştı ki, kemer bağla alarmıyla ayıktı. Aceleyle kemerini bağladı. Ekrana baktı. Uçak iyice alçalmıştı. Koca bir gemiyi andıran gövdesi sarsılarak piste kondu sonunda. Yolcular yavaş yavaş çıkış hazırlığına başladılar. Ama o hiç acele etmiyordu. Beş saat bekleyecekti nasıl olsa. Zamanı boldu. Ve uçaktan en son çıkan da o oldu.
Gecenin tam ikisi. Melbourne'da şimdi sabahın beşiydi. İstanbul'da saat kaçtı acaba? Düşündü, hesaplayamadı. Oranın saatıyla da bir ilişkisi kalmamıştı. Ama orası daha bir gün öncesini yaşıyor olmalıydı.
Bekleme bölümünde birazcık dolaştı. Bir koltuğa oturup uyumayı düşündü. Kolay kolay uyuyamayacağını biliyordu. Ama denemekte yarar var deyip pencerenin önündeki ne koltuğa ve ne de sıraya benzetebildiği oturağa bıraktı bedenini. Gözlerini yumdu. Hayallere daldı, çıktı. Bir türlü uyku gelmiyordu gözlerine. Bir saat kadar çabaladı ama boşuna.
Çantasını sırtına vurup satış bölümüne geçti. Mağazaları dolaştı tek tek. Fakir memleketlerin hava alanları da fakirdi. Bangkok hava alanını Melbourne hava alanıyla karşılaştırdı. Koca bir mağazanın yanında ufacık bir dükkan büyüklüğünü temsil ediyordu ancak. Geri salona gelip oturdu. Bacakları iyice yorulmuştu. Tabanlarında sızlamalar duydu. Soğutma sistemleri çalışıyordu. İçerisi oldukça serindi. Melbourne kışa girmişti. Kendini Melbourne'da sandığından mıdır, yoksa gerçekten mi, üşüme hissetti birden bire. Gidip pencereden dışarıları seyretti biraz. Sonra camı açıp dışarının havasını içine çekmek istedi. Cam açılır açılmaz yüzüne sıcak hava çarptı, gözüne şehrin ölgün ışıkları...
Bangkok manastır tütsüsü, baharat, acı biber, orkide ve kadın teri kokuyordu...
22
Size şöyle alalım beyefendi
buyrun misafir odamıza..!
Arı oğulu gibi uyanan Bangkok halkı sabahın alaca karanlığında tutmuştu sokakları. Satıcılar, yemek pişiriciler, memurlar, öğrenciler, işçiler... Ve yüzde altmışa yakın yoğunluğu kadın olan koca bir nüfus gece yarısına kadar sürecek bir yaşam savaşına başlıyordu.
Türk Hava Yollarının küçücük uçağı bir yeşil sinek gibi vınlayarak kayboldu gri bulutların arasında. Paldır- küldür, düşe kalka uçuyordu uçak. Cengiz'in oturağı uçağın adeta kıçındaydı. Kuyruğa binen hava basıncı uçağın arka tarafını durmadan sarsıyordu. Sarsıntılar Cengiz'in yüreğini hoplatıp durdu.
Quantas'daki rahatlık nerde kalmıştı?
Yol kısaldıkça içini bir heyecan doldurmaya başladı. Bir yerleri eziliyordu sanki. Giderek yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça acılara boğuluyor, acılar yüreğine ağır bir yük bindiriyordu. Babası nasıldı acaba şu an? Yirmi yılın hasreti bağrını tepikliyor, bir an önce babasına ulaşma isteği içinde harman yeri yangını gibi yalımlanıyordu.
Mantıvar ne durmdaydı? Daha ağlıyormuydu ardından. Yalnızlığa nasıl dayanacaktı zavallı? Şimdi yanında olsaydı ne güzel olurdu. Ama o uzaklarda kalmıştı işte. Kimliksiz birisiydi. Pasaportsuzdu. Aklına yasadışı yollarla bir pasaport alma durumu geldi. Olanaklı mıydı acaba o yolla sağlam bir pasaport yaptırmak ve güvenle yolculuk yapmak? Düşündü enine boyuna uzun uzun. Olabilirdi herhalde. Olmayacak iş mi vardı şu yeryüzünde? Yine kızdı kendi kendine. Niçin bunu düşünememişti daha önce? Fakat bu iş için uzun zaman gerekliydi. Düşünse de sahte pasaport bulmaya zamanı yoktu. Kendisinin yolculuğu ani olmuştu. Pazarda parayla pasaport satılmıyordu ki…
Uçak sarsıntılar içinde İran üzerinden Anadoluya doğru ilerliyordu. Anadolu, eski yurdu. İlk göz ağrısı. Gelinlik bir kız gibi güzelleşsin diye uğruna yıllarca savaştığı toprak. Şimdi yalnızca enini boyunu kavrayamadığı garip bir merak uyandırıyordu onda. Nasıldı acaba o eski bildik yerler? Babası iyileşecekti. Onunla birlikte bir araba kiralayıp Akdeniz sahillerine gidecek, şirin kasabaları gezecekti. Sonra yaylalara çıkacaklardı. Toros dağlarının çam, mezdeği ve peryavşan kokulu, kekikli koyaklarında buz gibi pınarların başında oturup yemek yiyeceklerdi birlikte. Mantıvar toplayacaklardı deste deste. Mezdeği, çam ve sedir kokularının arasında çadırlarını kurup uyuyacaklardı gecelerce.
Uçak inişe geçince yine heyecan ve nedeni belirsiz sıkıntılarla acılar yüreğine çullanmaya başladı. İçinde bir eziklik oluşuyor, gide gide derinleşiyor, çıkmaz bir tünele dönüşüyordu.
Ve uçak sarsılarak piste kondu. Yolda trafik olduğunu ve bir süre beklemeleri gerektiğini bildiren duyurudan yirmi dakika sonra uçaktan çıkabildi yolcular. Cengiz de yolcularla birlikte pasaport kontrol sırasına girdi. Belli etmeden derin derin nefes alıyordu ikide bir. Heyecanını belli etmemeye çalışıyordu. Pasaport kontrol polisi pasaportu alıp inceledi ve ülkeye giriş damgasını vurduktan sonra
- Cengiz bey sizin baba adınız neydi? Pasaportta yazmıyor, deyince;
- Ali diye yanıtladı polisi Cengiz.
- Ali oğlu Cengiz... Hımmmm...
- Ne oldu? Bir yanlışlık mı var?
- Sizin burada adınız çıkıyor Cengiz bey. Sizi şöyle alalım. Bu durumda dışarıya bırakamayız. Durumunun tetkik edilmesi lazım. Buyrun arkadaş sizi misafir odasına götürsün.
Bir başka polis memuru Cengizi alıp bir odaya kilitledi. Dünya başına yıkılmış gibiydi. O kadar sıkıntılı yolculuktan sonra başına bu da mı gelecekti. Bir an önce babasına kavuşma umuduyla çırpınırken, şimdi aklına oğulları ve Mantıvar gelip takılıyordu. Onlara kavuşabilecek miydi?
Bir saati aşkın bir süre bekledi hava alanının kapalı odasında. Ve kapı açıldı bir resmi polisle iki sivil içeriye süzüldü. Cengiz'i alıp bir sivil arabaya bindirdiler. Resmi polis direksiyona geçti. Cengizi öne oturttular. Siviller arkaya oturdu. İkisi de iri- yarı çam yarması gibi heriflerdi. Hiç konuşmuyorlardı. Araba bir kocaman binanın önünde durdu. Burası asayiş şubesiydi. Hep birlikte içeri girdiler. Resmi polis şubede görevli kişiye Cengiz hakkında bilgi verdi ve Cengiz'i teslim aldıklarına dair tutanak yapmalarını istedi. Görevli dosyaları karıştırdı önce. Sonra hava alanı ekibine getirdikleri kişinin kendi merkezleriyle ilişkisinin olmadığını, mevcut şahıs hakkında belirlenen suçun siyasi bir suç olduğunu ve Siyasi Şubeye götürmeleri gerektiğini söyledi.
Çıktılar. Arabada eskisi gibi herkes kendi yerine oturdu. Şehir dışı sayılabilecek, ormanlık ve seyrek yapıların zaman zaman göze çarptığı bir yerlerden geçip geri şehre girdiler. Büyük bir kavşakta polis kırmızı ışıktan geçerken yandan gelen arabayla çarpışmaktan kıl payı kurtuldular.
Siyasi Şubeye vardıklarında akşam olmak üzereydi. Cengizi oraya teslim ettiler. Pos bıyıklı, sokak kabadayılarına benzeyen, sivil birisi Cengiz'e kimliğini ve adresini sordu. Cengiz sorulan soruları doğru olarak yanıtladı.
- Sen şimdi Türkiyede yaşamıyor musun yani?
- Hayır Avustralyada yaşıyorum.
- Ne zaman ayrıldın ülkeden?
- Yirmi yıl önce.
- Bu zaman zarfında kaç kez gelip gittin ülkeye?
- Hiç gelmedim. İlk kez geliyorum.
Normal iki kişi gibi karşılıklı konuşuyorlardı. Gayet sakindiler. Cengiz'in beyninden polis hakkındaki eski düşünceleri silinmeye başlamak üzereydi ki, sokak kabadayısı görünüşlü sivil Cengiz'in suratına aniden şiddetli bir yumruk indirdi. Neye uğradığını şaşıran Cengiz, boş bulunmaktan gelen emniyetsizlikle sendeleyip arka üstü devrildi. Gözlerinde ateşler çımgılandı. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra yerden kalkmaya çabalarken göğsüne şiddetli bir tekme indi ve sokak kabadayısı kılıklı sivil polis ağzı açılmadık küfürleri sıralamaya başladı.
- Ulan anasını, avradını şaaptığımın teröristi. Yıllar yılı Avusturya işçi marşını söyleyip memleketin huzurunu kaçırdın. Sonra gidip oralarda memleketin idaresini kötüledin. Şimdi memlekete demokrasi geldi sanıp geri döndün ha. Belki de unutulduğunu sandın öyle mi? Poliste demokrasi olur mu ulan? Türk polisi unutur mu hiç? Bunu öğrenemedin mi daha.?
Sokak kabadayısı yapılı sivil Cengize sövmeye devam ederken içeriye bir başka sivil girdi. Bu ince uzun boylu, yaşlıca ve herhaliyle bir büro elemamını çağrıştıran biriydi. Cengiz yerde kıvranıyordu. Tam göğsüne isabet eden tekme onu nefessiz bırakmıştı. Göğüs kafesinde sancılanma ve keskin ağrılar başlamıştı.
- Hey, dur bakalım ahbap, dedi yeni gelen sivil, sokak kabadayısı yapılıya. Nesi var bu adamın?
- Bu adam Avusturyadan gelmiş bir terörist komserim.
Duvara sırtını dayayarak oturur vaziyete geçen Cengiz, dönüp kendisine bakan komisere;
- Ben terörist değilim komiserim dedi. Avusturyadan da gelmiyorum.
Ben yirmi yıl önce ayrıldım bu memleketten. Avustralyada yaşıyorum yirmi yıldır. Babam hastahanede ağır hasta. Onu görmek için dönüp geldim.
- Peki ama polis neden yakaladı seni?
- Hava alanında pasaport kontrolünde adım çıktı bilgisayarda, onun için buraya getirdiler.
- Peki senin bir davan felan var mıydı?
- Vardı ama, mahkeme olunmuştu ve dava bitmişti.
- Kimse ceza almadı mı?
- Ben mahkemede bulunmadım. Mahkemeye katılanlar hep aklanmışlardı.
- Siyasi bir dava mı bu?
- Evet. Sıkıyönetimin aleyhinde propaganda ve eylem yapmak. Halkı sıkıyönetim kararlarına karşı kışkırtmak felan....
- Sen hangi grubun içindeydin?
Grubunun adını söyledi Cengiz. Kaydettiler. Parmak izlerini aldılar. Soyup vücudunu kontrol ettiler. Her hangi bir yara, kırık veya iz yoktur diye tutanağa geçirdiler. Üzerindeki eşyaları ve parasını sayıp tutanağa geçirdiler.
Pos bıyıklı, sokak kabadayısı yapılı sivil çıkıp gitti.
Komiser zile basıp bir nöbetçi polis çağırdı. Resmi kıyafetli bir polis geldi. Komiser gelen polise Cengiz’e bir yer ayarlamasını tembih ettikten sonra,
- Yarın senin durumunu araştıracağız, dedi. Ve ona göre hareket edeceğiz. Sen şimdi memurun refakatinde kalacağın yere git ve yat. Bir şeye ihtiyacın olursa memura söylersin. Dikkat et paranı felan çaldırıp sonra"polisler aldı"demeyesin...
Cengiz ustayı polis memuru götürüp maceracı bir grubun altı tane bombacı tıfıl taraftarının yanına bıraktı. Bunlar daha bıyıkları yeni terlemeye başlayan dört orta okul öğrencisiyle, liseyi yeni bitirmiş bir genç ve bir de yirmibeş-otuz yaş civarında gösteren, kendisini halı tüccarı olarak tanıtan gurubun lideriydi. Gençler Cengiz'in Avustralyalı olduğunu öğrenince etrafına toplandılar. Avustralyayı çok merak ediyorlar ve bir yığın soru soruyorlardı. Cengiz ise kısa yanıtlarla bu soruları geçiştirmeye çalışıyordu ki, grubun lideri gelip gençlerle Cengizin arasına boylu boyunca uzandı. Cengiz adamın gençlerle arasındaki söyleşiden rahatsız olduğunu hemen anlayıp konuyu siyasi söyleşiye çekmeye başlamıştı ki, adamcağız Cengiz'e;
- Bak amca dedi. Sen eski bir komünistsin ve bundan dolayı da sana saygı duyuyoruz. Ama gençlere kötü şeyler anlatmana göz yumamayız. Bu konuda seni uyarıyorum.
- Kötü ne anlattım ki, diye itirazlandı Cengiz.
- Avustralyayı ballandırarak anlatıyorsun. Anlattığından güllük, gülistanlık bir ülke tablosu çıkıyor karşımıza. Oysa orası bir kapitalist ülke. Kapitalist bir ülkede iyi durumlar bulunmaz.
- Ama ben ülkenin ekonomisini ya da politik durumunu anlatmadım. Doğal yapısını, bitki ve hayvanlarını anlatıyordum. Kanguru ve deve kuşunu,dingoyu, kukubarayı, kocaman eğrelti otları ve okaliptüs ormanlarını anlatıyordum.
- Hayır, ben dinledim seni. Sen Avustralyaya ait özgür ve mutlu bir toplum tablosu çizdin.
- Ama öteki ülkelere oranla gerçekten de çok iyidir benim ülkem. Bunun böyle olması ve benim bu durumu dile getirmem kapitalizmi öğmek anlamına gelmez. Elbet orası kapitalisttir. Batı emperyalizminin yarısömürgesi gibi bir yerdir. Hatta daha İngilterenin kolonisidir.
- Ha şöyle çizgiye gel amca. Şimdi oldu işte.
Cengiz bu keskin solcu devrimcinin tavrı ve düşüncesine acı ve buruk bir gülümseyişle karşılık verdi. Uzandı polisin verdiği kirli ve üzeri kan lekeleriyle dolu olan kauçuk yatağın üzerine. Keskin solcu devrimci genç kalkıp yatağına gitti. Işıklar söndürüldü. Liseyi bitirip üniversite sınavlarını kazanan genç gözleri kapalı şekilde, yatağında sağa- sola dönüp duruyordu. Bombacı çocuklar hemen uykuya dalmışlardı. Koğuşun hemen üç metre ilerisindeki polis odasının ışıkları koridoru aydınlatıyordu.
Uzak bir yerlerden, belki alt kattan, belki üst kattan, ya da koridorun ta dip kısmındaki hücrelerden iniltiler ve anlaşılmayan boğuk sesler geliyordu. Uykuya dalan gençler ruhsal atmosferin verdiği görünmez sıkıntıyla büyük bir horultu orkestrası oluşturmuşa benziyorlardı.
Uyku tutmadı Cengizi. Şu an babasının yanında olacakken hücredeydi. Bu durum nereye varır, bilemiyordu. Kaldığı yer kan, işkence ve küfür kokuyordu. Yatakta dönüp durdu sabaha kadar. Hayallere dalıyor, babasının hasta hali geliyordu gözlerinin önüne. Öte yana dönüyor, Mantıvar buğulu gözlerle ona bakıyordu. Nöbetçi polis arada bir gelip gözaltıları kontrol ediyordu. Cengiz'in uyumadığını görünce demir parmaklığın dış kısmına oturup, hafif sesle Cengiz ile söyleşiye başladı.
- Hemşehrim uyuyamadın galiba.
- Nasıl uyuyayım ki. Hiç ummadığım bir durum çıktı karşıma. Şu an hastahanede babamın yanında olmalıydım. Fakat emniyetin hücresindeyim.
- Burası hücre değil. Sen daha önce hiç emniyete düşmemişe benziyorsun.
- Düşmedim, dedi Cengiz. Oysa çok düşmüştü. 1971 baharında, okuldan kovulup orman işçiliği yaptığı küçük kasabada ve Hollanda, Fransa, Yunanistan gibi pek çok avrupa ülkesinde…
- Bak bu koğuşun döşemesi cilalı tahta. Her yanı pencere ve bol bol güneş alıyor. Yalnızca emniyet için koğuş bir metre içeriden demir parmaklıklarla ayrılmış. Buraya saray diyoruz biz. Aşağı katlarda ve ilerde hücreler var. Hep işkence ediyorlar insanlara oralarda. O hücrelerin hepsi karanlık, ıslak ve pislik içinde. Avrupadan insan hakları heyetleri felan gelince onlara burayı gösteriyorlar.
Polisin konuşmasından doğulu olduğunu anlayan Cengiz sordu.
- Siz doğulu birisiniz herhalde konuşmanızdan öyle anladım.
- Evet doğuluyum. Bilir misiniz o tarafları?
- Türkiyede yaşadığım sürenin yarısını oralarda geçirdim ben. Siz Kürt müsünüz?
- Kürdüm.
Polis kardeşine kavuşmuş bir yalnız kişi gibi sevindi. Kürtçe hal hatır sordu Cengizden. Cengiz ona Kürtçe karşılık verdi.
- Siz de Kürtsünüz ha?
- Ben Türkmenim. Kürt toplumu içinde yaşadığım sürece çat pat Kürtçe öğrenmiştim. Ama aradan uzun yıllar geçti. Kürtçe konuşmayı unutmuşum. Kürtçeyi unutmuşum ya, Kürt halkının çileli yaşamını hiç unutamıyorum.
Polis Cengizin ağzından son söz çıkar çıkmaz hemen ayağa kalkıp, Cengize dikkatli olmasını belirterek oradan ayrıldı. Üst üste iki- üç gecenin uykusuzluğunun verdiği yorgunlukla hafif bir uykuya dalmıştı ki, çok geçmeden de polis koğuşu kaldırdı. Sabah olmuştu. İki sivil gelip dört bombacı çocuğun gözlerini bağlayıp götürdü ilk önce. Nöbetçi polis gelip kahvaltı siparişi aldı Cengiz ve öteki iki solcu gençten. Cengiz siparişi verdi. Bombacıların başı olan genç arkadaşının kahvaltılık için sipariş vermesini engelleyip polis memuruna;
- Biz açlık grevine başlıyoruz, dedi. Sen bize yalnızca su ve bir kilo da şeker getir. Buraya yemek felan getirmeniz hiç iyi olmaz.
Hiç bir şey söylemeden polis ayrıldı odadan.
Solcu devrimci lider öteki gence açlık grevini emreder gibi onaylattı. Bombacı çocukların da karara uymaları gerektiğini, kararın iki kişinin kararı olmakla birlikte örgütü bağladığını ve bu anlamda örgüt kararı olduğunu ortaya koydu. Örgüt kararı olduğu için de herkes uymak zorundaydı.
Cengiz bu keskin solcu gençle örgüt ve örgüt kararları konusunda tartışmayı düşündü. Ama sonra fikrinden vazgeçti. Karşısındaki tartışma yapılacak birine hiç benzemiyordu. O gün polis Cengize kahvaltı getirmedi. Öğleye doğru bir başka polis memuru gelip yemek siparişi aldı ama o da bir şeycik getirmedi. Ve kısa sure sonra da bir sivil geldi. Cengizin gözlerini bağlayıp götürdü. Bir kaç tane merdiven inip bir geniş odaya girince gözlerini açtılar.
Cengize Avustralya ve yaşamı hakkında birkaç soru sordular. Bir yarım saat kadar sohbet faslından sonra komiser masasının çekmecesinden bir kağıt çıkartıp Cengize okudu.
- Hakkınızda tutuklama kararı var dedi komiser. Şimdi senin yazılı ifadeni alıp,savcılığa teslim edeceğiz.
Cengiz'in eline bir kalem ve kağıt verdiler. Sordukları sorulara göre kısaca yanıtlar yazarak bitirdi ifadeyi Cengiz. Kendisi ve komiser imzaladılar. İki sivil Cengizi alıp savcılığa getirdi. Savcının kararıyla tutukevine yolladılar. Ne koğuşa ne de hücreye benzeyen küçücük bir odaya koydular. Yanına başka kimseyi bırakmadılar. Elli yedi gün sonra mahkemeye çıkartıldı ve salıverilme kararıyla dışarı çıktı. Bu elli yedi gün içinde dışarıyla ilişki kurması ya sürüncemede bırakılarak, ya da kural gereği denilip engellendi. Telefon görüşmesi yasaktı. Yazdığı mektuplara da hiç yanıt gelmedi. Belki de mektupları göndermiyorlardı...
Tutukevinden çıkar çıkmaz bir telefon kulubesine koştu. O ana kadar O memleketin telefon sistemini bilmiyordu. Sokak telefonlarında para çalışmıyordu. Kartla telefon edildiğini öğrendi bir bayandan. Gidip bir büfeden kart satın aldı. Ama aldığı kart bozuk çıktı. Geri büfeye geldi, kartı değiştirmek için ama değiştirmediler. "Biz bu kartı sana satmadık"dedi büfenin sahibi. Bir başka kart alıp gitti. Bu kart çalışıyordu. Önce kardeşini aradı. Yanıt alamadı. Mantıvarı çevirdi. Ulaşılamıyordu. M. Ali'ye telefon etti. Ondan da eli boş döndü. Bir taksi çevirip otobüs garına geldi. Otobüslerde yer yoktu. Ne kepaze bir gün diye geçirdi içinden. En sonunda Pan Turizmde bir yer buldu. Geç vakit, gece yarısına doğru kalkacaktı otobüs. Gidip bir lokantada yemek yedi. Bir telefon satınaldı. Telefonu bağlattı. Kardeşine telefon etti. Kimse yanıt vermedi. Evde yoklardı demek. Oğlunu aradı. Yanıt yok. Mantıvarı aradı."İlişki kurulamıyor" diyordu sistem.
Otobüs hareket etti İstanbul'dan. Hesabına göre sabahın yedisinde Adana'da olacaktı. Her yarım saatte bir telefon etti kardeşinin ev numarasına ve M. Ali ile Mantıvar'ın cep telefonlarına. Telefonlara kimsecikler yanıt vermiyordu. Sıkıntıdan patlayacak duruma geliyor, nefesi daralıyor, derin derin nefes alıp veriyordu. Saat geceyarısından sonra kardeşinin telefonu açıldı. Heyecandan kalbi küt küt vuruyordu. Karşısındaki bir yabancı sesti.
- Kiminle konuşuyorum, diye sordu Cengiz.
- Ben ormancı Kazım diye yanıtladı karşıdaki. Kimi aramıştınız?
- Zeki öğretmeni aramıştım. Orası onun evi değil mi?
- Evet Zeki ağbinin evi. Siz kimsiniz?
- Ben kardeşiyim.
- Bekir siz misiniz? Sesiniz çok değişik geldi de çıkartamadım.
- Ben Bekir değilim. Zekinin ağbisiyim. Kendisi evde yok mu?
- Ağbi Zeki ağabey duşa girdi. On dakika sonra arayın.
Cengiz ormancı Kazıma "tamam " deyip telefonu kapattı. On dakika geçinceye kadar beş kere saate baktı. Otobüs Ankaraya yaklaşıyordu. Gideceği yolun yarıya yakınını nerdeyse katetmişti. Yeniden telefon etti. Telefona kardeşi çıktı.
- Ağbi ben Zeki dedi karşıdaki ses.
Ağlamaklı bir durumu vardı. Ses titrek geliyordu.
- Merhaba. Ben Cengiz.
- Merhaba. Şu an neredesin ağbi?
- Otobüsteyim. Ankara'ya girmek üzereyiz. Sabah yedide Adana'da olacağım. Beni terminalden alır mısın?
- Tamam. Ben seni beklerim terminalde. Ağbi seni sorduk her yerden ama bulamadık. Nerede kaldın iki aydır?
- Gelince konuşuruz. Babam nasıl?
- İyidir ağbi. Gelince konuşuruz.
Zekinin babası hakkında " gelince konuşuruz" sözünün anlamı Cengiz'in hiç aklına gelmedi. Babasının iyi olduğu yerleşti beynine. Bir parçacık morali düzelir gibi oldu. Bir de M. Ali ve Mantıvarla temas kurabilseydi keyfine diyecek olamazdı. Yeniden M. Aliyi aradı. M. Ali açtı telefonu. "Canım nasılsın? Ben baban" dedi. Ötekiyse durmadan "alo, alo, alo" deyip duruyordu. Demekki kendi sesi gitmiyordu oğlunun telefonuna. Telefonu kapattı.
Otobüs Gülek boğazının karanlık dönemeçlerinden yılan gibi kıvrıla kıvrıla, gecenin sessizliğinde sızlayarak Kleopatranın Anadoludaki liman şehrine doğru akıyordu.
Zeki Cengiz'i Pan Turizmin peronunda karşıladı. Yirmi üç yıldır ilk defa karşılaşıyorlardı. Cengiz kardeşini zor tanıdı. Zeki gençlik yıllarına göre daha da kararıp kurumuştu. Başında nerdeyse saç kalmamış gibiydi. Uzun, ince, kara kuru ve dazlak kafalı birisi kendine doğru gelip, sarılınca adeta şaşırdı. Zeki ağlıyordu.
- Ağlama, dedi Cengiz.
Kardeşinin kendisine kavuşmanın sevinciyle ağladığını sanmıştı.
- Nerde kaldın bu zamana kadar ağbi diyebildi Zeki gözlerini silerken. M. Ali beni aradı sen Melbourne'dan ayrıldıktan iki gün sonra. Kendilerine telefon etmediğini söyledi. Biz buradan seni aradık. Milletvekiline sordurduk. Avukatlarla girişimde bulunduk. Hiç bir haber alamadık. Her sorana " bizde böyle birisi yok" dediler.
- Hava alanında tutukladılar. Hapisteydim. Dışarıyla ilişki kurdurmadılar mahkemeye kadar. Dün serbest bırakıldım. Babam burada mı, yoksa köyde mi?
- Köyde diyebildi dudakları titreyerek ve gözlerinden yaş döküldü yeniden. Ağbi babamızı kaybettik. Sen kaybolunca morali iyice çöktü ve kırk gün önce son nefesini verdi. Bütün sevdası seni görmekti...
Cengiz'in gözleri karardı, tüm bedeninden kan ve can çekilir gibi oldu. Dizlerinin bağı çözüldü. Başı dönüp yığıldı yere. Zeki kucaklayıp kaldırdı. Sarstı hızlıca ağabeyini. Yüzüne iki tokat aşketti. Cengiz sarsılarak kendine geldi. Zeki Cengiz'i sıraya oturtup bir taksi çağırdı. Taksiye binip eve gittiler. Ev bir hayli uzaktaydı. Bir kenar mahalleye Zeki kendisi yapmıştı yavaş yavaş. Daha üst kat bitirilememişti bile. Taksiden inip eve girdiler. Ormancı Kazım gitmişti. Zeki Cengiz'e duş almasını söyledi. Kendisi de ocağa çay koyup kahvaltı hazırlığına girişti. Duşun altında birazcık daha kendine gelen Cengiz çıktığında kahvaltı hazırdı. Masada ince belli Paşabahçe bardaklarıyla kara zeytin ve beyaz peynir vardı. Yirmi yıl öncesinin manzarası diye iç geçirdi. Halkın ekonomisinde pek bir ilerleme olmamıştı demekki.
O gün uğraşa uğraşa, güç bela M. Ali ile ilişki kurdu. Kendi durumunu ve babasının ölümünü anlattı. M. Ali amcasından öğrenmişti daha once dedesinin öldüğünü. Mantıvar'ı sordu. M. Ali on beş gün önce görüştüklerini, ama daha sonra hiç aramadığını söyledi. Dediğine göre telefon edecek, olmazsa evine uğrayıp Mantıvara babası hakkında bilgi verip, ondan da babasına haber getirecekti.
Biletinin günü cezaevindeyken bitmişti. Uzattırabilir miyim acaba düşüncesiyle havayolları şirketine telefon etti. Ama uzattıramadı. Bileti yanmıştı. Yeniden dönüş bileti alması gerekiyordu.
İkinci gün sabah erkenden kalkıp otobüsle ilçeye geldiler. Oradan da minibüsle köye gittiler. Cengiz ilçedeki bir çiçekçide iki tane çiçek buketi yaptırdı. Zeki'ye;
- Kardeş, yine eskiden olduğu gibi ölenler için kırkikinci gece helvası ve yemeği yapıyorlar mı köylerde?
- Yapıyorlar ağbi.
- Ona göre bir şeyler yapalım.
- Yarın babanın yemeği var. Ben onun için ve bir de maaşımı almaya şehre gelmiştim.
- Ne almak gerekirse alalım, helva, et felan?
- Et gereksiz ağbi. Köyde keçi keseriz. Biraz helva ve taze pide alalım.
Birlikte fırına gidip elli tane pide ve yirmi kilo helva satınaldılar. Başka gerekli ne varsa almasını söyledi Cengiz kardeşine. Bolca çay ve şeker aldılar. İkişer kasa üzüm, elma ve armut ve beş-altı tane de karpuz satın alıp, kiraladıkları minibüsle köyün yolunu tuttular.
Cengiz minibüsün tekerlerini görünce yüreğine bir ürküntü çöktü. Lastikler savaştan çıkmışa benziyordu. Yüzleri yenik ve yırtık içindeydi. Ana yoldan ayrılıp köy yoluna girdiklerinde anladı lastiklerin çektiği eziyeti. Köyün yolu araba yolundan çok katır yoluna benziyordu. Araba hendeklere düşüp çıkarak yol alıyordu. Bu yol alış bir katırın hızından pek farklı sayılmazdı. Her yer taş, kaya, bayırdan ibaret gibi görünüyordu. Cengiz, araba şimdi yuvarlanacak, birazdan devrilecek korkusuyla yüreği zonklaya zonklaya köye gelebildi. Türk Hava Yollarının uçağıyla gelirken bile bu kadar korkmamıştı.
İlçedeyken hiç geçmiş yılları, ilçedeki değişimi düşünmedi. Aklı hep babasındaydı. Yüreği bir türlü kabullenemiyordu babasının ölümünü. Artık onu hiç bir zaman göremeyecekti. Eve varmadan mezarlıkta arabayı durdurup indiler. İlçeden getirdiği çiçek buketinin birini babasının, ötekini de anasının mezarına bıraktı. Naylon bidonlardaki suları mezarların üzerine serperek bitirdi.Her yer değişikliğe uğramıştı. Eğer gözlerini bağlayıp getirip bu köye bıraksalardı onu, asla tanıyamayacaktı doğduğu köyü. Eski evler hep yıkılmış, yerine yenileri yapılmıştı. Evler iki- üç kat çoğalmıştı. Köyün etrafındaki ormanlar dağlara kaçmış, ormanın yerini başta ceviz olmak üzere meyve ağaçları almıştı. Araba babaevinin önünde durdu. Bacılar, kardeşler ve komşular aniden Cengiz'in başına biriktiler ve başladılar ağıta...
Kırkikinci gün yemek ve helvasına büyük bir kalabalık katıldı. Aşağı- yukarı tüm köylüler gelmişlerdi. Komşu köylerden de gelenler vardı. Konukların çoğu Cengizle ilgilendiler. Sorular sordular Cengizin geçmişi ve yaşadığı ülke hakkında. Son durumları anlattırdılar. Yemek yenip mevlit okunduktan sonra insanlar yavaş yavaş ayrıldılar.
Cengiz o akşam kardeş, bacı ve akrabalarla sohbet etti gecenin geç saatlerine kadar. Uykusu gelmiyordu. M. Aliyi ve Mantıvarı aramak istedi, fakat arayamadı. Köyde servis yoktu.
Ertesi gün ailecek mezarlığa gidip dua ettiler. Cengiz köyde bir hafta kaldı. Bu zaman içinde yavaş yavaş babasının ölümüne alıştırdı yüreğini. Yine de bir yerlere gezmeye felan gitmedi. Canı istemiyordu. Aklının yarısı hep Melbourne'daydı. Mantıvar ile temas kuramamak yüreğini köz gibi yakmaya başlamıştı. M. Ali bir haftadır aramıyordu. Kendisi de telefon edemiyordu. Bulunduğu köy servis alanı dışındaydı. Dışardan edilen telefonlar da gelmiyor olmalıydı.
Haftanın bitiminde köyde bulunan tüm yakınlarıyla kucaklaştıktan sonra Zeki ile birlikte Adana'ya geldiler. Cengiz hemen o akşama İstanbul'a otobüs bileti aldı. İstanbul'a vardıktan sonra Melbourne'a gidiş biletini ayarlayacaktı.
Bilet aldığı otobüs Tarsus kavşağından Ankara yoluna gireceğine, dosdoğru devam etti Mersin yönünde. Yanlış otobüse mi bindim acaba diye teleşlanarak ayağa kaltı. Gözleri hostesi aradı. Hostes arka tarafta su dağıtmakla meşguldü.
- Hanım efendi, dedi. Ben yanlış otobüse mi bindim? Bu otobüs İstanbul'a gitmiyor mu?
- Yanlış otobüse binmediniz beyefendi. Evet İstanbul'a gidiyor.
- Ama burası Mersin yolu.
- Konya üzerinden gidiyoruz.
Rahat bir soluk aldı Cengiz. Yanlış otobüse bindim diye iyice korkmuştu. Otobüsün Ankara üzeri değil de Konya üzerinden gitmesine de oldukça sevindi. Susanoğlu, Silifke ve Mut'u görecekti yolculuğu sırasında. Silifkeyi düşününce Mantıvar geldi aklına. İskenderun'a gidememişti. Hiç olmazsa memlekete varınca Silifkenin değişim ve gelişimini anlatırdı ona.
Mersinden batıya doğru ta Silifkeye kadar sahilboyu bir şehir oluşmuştu. Dağ bayır turistik hotel ve evlerle doldurulmuştu. Gençlik yıllarında çalıştığı,limon ve harnıp bahçelerinin arasında ve yolboylarında tek tük bulunan lokantalar tarih olmuşa benziyordu. O zamanki her sahil köyü bir belediyelik bucak durumuna gelmişti. Susanoğlunu hiç tanıyamadı. Daha doğrusu o eski otantik plajları, lokanta ve kahveleriyle tanıdığı Susanoğlu yoktu. Yerinde koca restaurantlar ve hoteller vardı. Silifkenin nüfusu elli bine tırmanmıştı. "Benim çiçeğim burada liseli bir küheylan kız iken buranın nüfusu yirmi binin altındaydı" diye düşündü Cengiz.
Güneş batıp, karanlık bastıktan sonra Mut'a girdi otobüs. Gördüğü yerlerin içinde en az büyüyen ve en az değişen yer Mut'tu. Otobüs yarım saat çay molası verdi. Kırçıl uzun sakallı ve derviş kılıklı bir Türkmen kocası kenger sakızı satıyordu durakta. Cengiz on tane sakız istedi. Sevindi ihtiyar. Sakızları verdi. Cengiz parayı öderken ihtiyarın bağlayıp omuzuna attığı çiçekleri gördü. Top top bağlanmış kuru mantıvar çiçekleri. Daha önce hayalini kurarak gelmişti İstanbul'a kadar. Babasıyla yaylalara gidip mantıvar toplayacaktı. Ama gelişen olaylar her planını altüst etmişti. Türkmen kocasının omuzunda görünce kurduğu hayalleri anımsadı.
- Bu çiçekleri ne yapıyorsun baba erenler?
- Bilir misiniz siz o çiçeği? O çiçek ölümsüzlük çiçeğidir. Sevda çiçeğidir.
- Mantıvar değil mi?
- Odur. Satıyorum.
- Beş buket versene.
Çıkartıp yedi buket verdi ihtiyar. Cengiz fiatını sordu. İhtiyarın söylediği miktar çok ucuz geldi. Hemen çıkartıp ödedi. İhtiyara bir de çay ikram etti. Çay çaya benzemiyordu ki. Küçüçük bir Paşabahçe bardağının yarı yerinin altında getiriyorlardı çayı hep. Ve baba erenler iki yudumda bardağı dipleyip kalktı. Cengiz otobüse girdi. İhtiyar etrafta dolaşıyordu. " Çiçeklerrrr... Sakızlar... Kenger sakızı." diye söylenerek. Otobüs karanlıkta sızlanarak tırmanmaya başladı Torosun koyaklarını...
Sabahın alacasında İstanbul'a inen Cengiz, otogarın bitişiğinde paçayla kahvaltısını yaptıktan sonra hemen uçak bileti bulmak için daldı şehrin içine. Ora senin, bura benim kapısını çalmadığı bilet firması bırakmadı. Sonunda ertesi günün geceyarısından sonra Olimpic Hava Yollarında yer bulabildi. Uçak Atina'dan havalanıyordu. İstanbul'dan Atina'ya aynı firmanın günlük uçaklarıyla servis yapıyorlardı.
Rahatlamıştı. Bir lokantada akşam yemeğini yedikten sonra yatacak hotel aklına geldi. İlk rastladığı alelade bir hotelde bir oda kiraladı. Zamanı boldu. Nasıl olsa uyku diye bir sorunu pek yoktu. Caddelerde dalaşmaya başladı. Nasıl olduysa hiç farkında olmadan ana caddeden sapıp, bir ara caddeye girdi. Her taraf turistik eşya ve kuyumcu dükkanıydı. Küpeler, yüzükler, bilezikler ve gerdanlıklar gözlerini kamaştırıyordu. Ne zengin işçilik ve dekorlamaydı öyle. Her biri ötekinden güzel. Mantıvar için tam bir takım takı aldı. İki tane de ince dokuma halı çanta.
Ertesi gün Atina uçağına binmek için hava alanından giriş yaparken bir bayan polis Cengizi durdurdu.
- Bilgisayarda adınız var beyefendi, sizi merkeze götürmem gerekiyor, dedi.
- Ben merkezden geliyorum zaten.
- Sen onu komisere anlat.
Genç bayan Cengiz'i adeta sürükleyerek hava alanının içindeki polis merkezine getirdi. Cengiz komisere durumu anlatıp, mahkemenin serbestlik tutanağını gösterdi. Durumu anlayan komiser Cengiz'e;
- Tamam ama dedi, senin bu serbest bırakıldığın davanın dışında İçişleri bakanlığınca hakkında yurtdışına çıkamaz kararı verilmiş. Yurt içinde sana kimse birşey diyemez, ama yurtdışına çıkamazsın.
- Komiserim ben burada yaşamıyorum. Avustralyalıyım şu an. Ve memleketime gitmem gerek acilen. Ne yapmalıyım. Lütfen bana yol gösterin.
- Ankaraya gidip yabancılar polisine hakkındaki "tahdit"in kaldırılması için dilekçe vereceksin. Dilekçen İçişleri bakanlığına gelecek ve orada onaylanacak. Ondan sonra yurttan ayrılabilirsiniz.
- Bu iş uzun sürer mi peki?
- İki ay kadar sürer.
- Teşekkürler komiserim.
Komiser Cengiz'i getiren kıza;
- Beyefendiyi dışarıya bırakın kızım diye emir verdi.
Cengiz'in dünyası yeniden alt-üst olmuştu. İki ay beklenir miydi? Hemen gitmesi gerekiyordu. Üzerindeki parası da suyunu çekmek üzereydi. Koştu Uçak firmasının bürosuna. Durumu izah edip Atina- Melbourne uçuşunun tarihini ileriye, uygun bir güne erteletti.
Büroda çalışan bir adam Cengize;
- Hemen gitmek istiyorsan sana bir yol göstereyim, dedi.
- O da söz mü? Hemen şu an Melbourneda olmak istiyorum. Göster bakalım. Nedir o yol?
- Bodrum'a git. Oradan günlük gemi kalkıyor Rodos'a. Pasaportu incelemiyorlar. Sadece bilet gösterir gibi gösterip, İstanbul'dan Yalova'ya gidip gelir gibi, gidip geliyorlar. Rodos'a varınca Atina'ya gidersin. Oradan da Melbourne'a...
Cengiz bu söylenene pek inanmış değildi ama, yine de denemeye karar verdi. Atladı bir otobüse ver elini Bodrom. Ve iki gün sonra kendisini Atina'da buldu.
Hemen uçak firmasına gidip, Melbourne yolculuğunu ayarlattı. En yakın zaman ertesi günün gece yarısıydı. Yerini onaylattı. M. Ali'ye telefon edip uçağın iniş saatını bildirdi. Mantıvar'dan yine bir haber yoktu. M. Ali tatile gitmiş olabileceğini düşündüğünü belirtti.
Uçuş zamanına kadar olan vakti Atinayı dolaşarak geçirecekti. Atina eski Atina'ydı onun için. Dost şehir. Atina'ya ilk geldiği günleri anımsadı. Kendisini hiç garip hissetmemişti o zaman da. Ve işte yine tıklım tıklım insan doluydu caddeler... Sıcak kanlı insanlar...Sade, rahat giyimli ve gül endamlı kızlar... Park ve üniversite bahçelerinde yatışan kuzey ve batı Avrupalı turistler... Mermer kaldırımlar... Süvlaki, Türk kahvesi ve şarap kokuları caddeler boyu...
Kayıt Tarihi : 11.4.2013 05:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!