Dilsizlerin Destanı 1 Gökte Kanat Çırpan ...

Dilsizlerin Destanı 1 Gökte Kanat Çırpan Yaralı Kuş

DİLSİZLERİN DESTANI/ 1
GÖKTE KANAT ÇIRPAN YARALI KUŞ

1

Sanırsın herkes kendin gibidir,
fakat kimse bilmez elde neler var…

Günlerden Perşembe. Gökte güneş parıl parıl. Hava yumuşak ve ılık. Güzel ve görkemli bir sonbahar günü. Cengiz sarsıntıyla gözlerini araladı. Sabah güneşi pencerenin perdesinin aralık kalan köşesinden gözlerine vuruyordu. Geç kalmanın telaşıyla yataktan fırladı. Mutfaktaki fırının saatine baktı. Sekizi gösteriyordu. Akşamki geç vakte kadar süren Heydo’nun gereksiz tartışmaları aklına geldi. Kızdı kendi kendine. Uykusuz kalmıştı ve işçilerin yürüyüşüne de gecikecekti üstelik. “Bu adamın tüm politik etkinliği fikir jimnastiğinden ibaret” diye düşündü. “Üstelik etrafındaki insanların da zamanını heder ediyor”. Aceleyle giyindi. Bir duş alsam mı diye geçirdi içinden, ama zamanın geçmiş olmasını anımsayarak vazgeçti duş alma fikrinden. Yüzüne iki avuç su çarpıp mutfağa girdi.. Buzluktaki buzlanmış arap ekmeğini çıkartıp ocağın alevinin üzerine yaydı. Çevirdi ekmeği kadınların sac üzerinde yufka pişirmesi gibi. Sonra ekmeğe ev yapımı böğürtlen reçeli sürüp dürüm yaptı. İlhanın okul azığına kullandığı küçük karton kutulardaki elma suyunun ikisini çantasına atıp evden çıktı.
Şehre vardığında Melbourne merkezi adeta ana-baba günü gibiydi. Daha sabahın
dokuzunda tüm ana caddeler işçiler tarafından nerdeyse işgal edilmişti. O ne görkemli şeydi öyle...
Ellerde pankartlar, dövizler fabrikalardan çıkıp gelmişler. Üstlerinde iş giysileri. Rengarenk kızlar, kadınlar, erkekler... Dillerinde belgileri... Yü- rüyorlar. Yürüyor bir çiçek bahçesi... Yürüyor bir buğday tarlası... Ormanlar yürüyor... Dağlar yürü-yor... Irmaklar yürüyor... İşçi sınıfı yürüyor! Yürü- yorlar eyalet parlamentosuna doğru.

İğne atsan yere düşmez derler ya, işte tam öyle bir kalabalık gün. Sokaklar üzerlerindeki yükü zar- zor taşıyorlar sanki. Melbourne textil sanayi işçileri işi durdurup, sokağa çıktılar bugün… Gösterinin nedeni ise, hükümetin textil ürünlerinden gümrük vergisini kaldırmasıdır. Gümrük vergisinin kaldı-rılması işçilerin işyerlerini kaybedeceği anlamına geliyor. Ve bunu, işçilerin kendi oylarıyla başa ge-tirdikleri "İşçi Partisi" hükümeti yapıyor. İşçiler bundan ötürü olsa gerek, biraz daha yumuşak öfke-li görünüyorlar. Beyinlerinde daha hükümetin tavrını değiştirebileceği umudu var. Gösteri muhteşem kitleselliğinin yanında aktiflik ve kararlılık bakımlarından oldukça zayıf görünüyor.
Şehir merkezi trafikten arındırılmış durumda. Yalnızca tramvaylar işliyor. Ne güzel. Bir günlüğü-ne de olsa eksoz solumaktan kurtulmuş durumda insanlar. Ana caddelerde Hiroşima protestolarında felan olduğu gibi atlı, itli polis birlikleri de gözük-müyor. Ara sokaklarda yığılmışlar, ama atlı birlik-ler şeklinde değil. Üstelik diğer zamanlarda olduğu gibi saldırgan bir durumları da yok. Sadece göste-riyi seyreder gibi bir halleri var. Neden acaba? Bel-ki de onlar sendika bürokratlarının örgütlediği bir gösteride düzenin eteğini yellendirip orasını burasını açığa vuracak hareketlerin yaşanmayacağına iyice inanmışlardır. Doğrusu, pek de haksız sayılmazlar.
Yirminci yüzyılın başındaki Avrupa işçi eylem-leri geçiyor Cengiz'in gözlerinin önünden. 1 Mayıs-ları, 8 Martları yaratanlar geçiyor. 15- 16 Haziran geçiyor... Paris, Berlin, Madrid, Leningrad, İstanbul sokakları geçiyor yüreğinin içinden...
Acı ve kanlı yenilgiler, mutlu zafer gösterileri
geçiyor beyninin hücrelerinden... Ve bu gösterinin de onlar gibi militan olmasını hayalliyor bir an. Ha-fif burkulur gibi oluyor yüreği. “Hayal kurmanın zamanı değil oğlum Cengiz. Gerçek sokağa serilmiş işte. Yürü gerçeğin yanısıra...”
Elinde kocaman bir fotoğraf makinası, sırtında ağırlaşmış çantası olduğu halde kaldırımdan fotog-raf çekerek yürüyordu Cengiz. Çantasının içi, daha miting meydanına varmadan gazete, broşür ve bil-dirilerle dolmuştu. Her tür emekten yana görünen politik hareketler, partiler, sendikalar, dernekler... velhasıl herkes bir şeyler yazıp, çizmişti işçilere kendini göstermek için. Cengiz’in de boynunda, çalıştığı gazetenin imzasını taşıyan küçücük bir belgi asılıydı: “ İşçilerin ekmeğiyle oynama! ”
Kocaman cepli, bedenine oldukça bol gelen ve yarı sömürge ülke ordularına emperyalistlerce bi-çilip dikilen kaba üniformaların verdiği görünümü yansıtan, açık haki renkli gocuğunun cebindeki sı-nırlı sayıdaki bildirilerden arada bir ilgisini çeken kişilere veriyor ve bol bol fotoğraf çekiyordu.
On binlerce işçi doldurmuştu caddeleri. Kaldırımdan yürümek bile zorlaşıyordu zaman zaman. Köşe başlarına işçi olmayan vatandaşlar yığılmış, binaların balkonları dolmuş, işçileri seyre dalmıştı Melbourne halkı. Kadınların çokluğu ve aktifliği hemen dikkati çekiyordu. Çünkü tekstil işkolunda en çok onlar çalışıyorlardı. Bazıları bebeklerini ve çocuklarını da getirmişti. Sırt torbasında bebekler, omuzlarda çocuklar ve yürüyorlar...

" Ne mutlu bana! diye geçiriyor içinden Cengiz. Böylesi görkemli bir gösteride bulunuyorum." Yıl-lar önce de, benzer bir gösteride, Atina'da bulundu-ğunu anımsıyor. Kısacık bir zaman parçasında duy-guları Cengiz'i alıp yıllar öncesinin Atina'sına götü-rüyor. Şimdi ayakları Melbourne'da, beyni Atinada-dır... Omonia'dan Akademia meydanına doğru ateş- li, coşkun ve öfkeli bir kalabalık yürüyor. Protesto-nun hedefinde Avrupa Birliği ve hükümetin işçi po-litikası var. Buradaki kitlenin çoğunluğu erkekler-den oluşuyor. Çünkü yapım işçileri bunlar.Yanların da eşlerini ve çocuklarını da getirmişler... Gösterinin en önünde kocaman gövdesiyle betondan yapılmış bir işçi abidesini andıran Yerasimos var. Yumruklarıyla öfkeli hareketler yaparak ve gür sesiyle belgiler haykırarak yürüyor. Omuzunda dört yaşındaki oğlu Yorgo. Yorgo'nun küçücük ellerinde bir karton ve kartonda " Açım süt istiyorum! " yazısı...
Mantıvar'a ilk kez bu gösteride rastladı Cengiz. Bir gurup bayan işçi geçiyordu yakınından.Kadınla- rın pankartını okuyup, fotoğraflarını alırken ilgile-rini çekmiş olmalı ki, işçilerden birisi guruptan ay-rılıp Cengiz’e doğru geldi. Çok rahat hareket eden, spor giyimli genç bir bayandı bu. "Ben Akdenizli-yim" diyen bir yan vardı kadının duruşunda ve karakteristik çizgilerinde. Ama öte yandan da bal-kan ülkeleri ya da doğu avrupa insanını çağrıştırı-yordu rengi ve boyu-posuyla. Kaymak tenli, ince ve orta bedenli ve oldukça açık, sarıya çalar kumral saçlı. Karşısındakinin bakışlarını mıknatıs gibi kendine çeken tılsımlı bir durum vardı sanki bu kadının gözlerinde. Yüzüne bakınca insanın gözüne ilk çarpan yeri gözleri oluyordu. Gövela, iri ve canlı, karşısındaki kişiyi hemen etkileyen, umman gibi derin gözleri vardı.
- Gazeteci misiniz siz?
- Evet.
- Hangi gazete?
- Community.
-Nasıl bir gazete o?
Kadıncağız ilk başta Cengiz'i büyük bir günlük gazetenin muhabiri sandı anlaşılan.Gazetenin adını duyunca biraz afalladı.
- Bir göçmen gurubun gazetesi.
Cengiz göğsündeki pankartın altındaki imzayı gösterdi bayana. İngilizce ve Türkçe iki ad vardı kartonda. Bayan dikkatlice okuduktan sonra başını kaldırıp, Türkçe olarak,
- Merhaba, dedi.
- Türkçe biliyor musunuz siz?
- Türkçe benim babamdan öğrendiğim kendi öz dilimdir gazeteci.
Hoppala! Neden anasından değil de babasından öğreniyordu kendi anadilini bu kız? Cengiz " herhalde bu kızın babası Akdenizli bir Türk ve anası da, balkan ya da doğu avrupa ülkelerinin birisindendir" diye düşündü. Elini uzattı bayan işçiye. El sıkıştılar.
- Benim adım Cengiz. Adınızı bağışlar mısınız?
Biraz ikirciklenir gibi oldu genç kadın. O’nun bu ikirciklenmesi, söyleyecek bir ad uydurmak için düşünüyormuş izlenimini verdi Cengize.Sonra gü-
lümseyerek Cengize baktı.
- Mantıvar.
“Mantıvar...” diye mırldandı birkaç kere Cengiz. Mantıvar adını duyunca duyguları derin bir boşlu-ğa savrulmuşçasına dalgalandı. On beş yıldır göre-mediği ve hasretini yüreğinde o dağlar gibi büyüt-tüğü yurdunun başı dumanlı dağları gelip dikildi gözlerinin önüne... Torosların, Binboğanın, Beritin, Bolkarın tepelerinde açan bir çiçeğin adıydı man-tıvar... Bir zamanlar kız çocuklarının boncuk gibi boynuna takılan, kadınların sandıklarından kokusu hiç eksilmeyen sarı hakik çiçeği. Kurutulup uzun süre saklanan, hafif ve güzel kokan. Türkülere, ma-sallara girmiş bir çiçek.. Bahta bakılan, üzerine tür-küler yakılan... Başlı başına bir destan, bir toplum-sal tarih olan bir anlamlandırmaydı mantıvar....
- Bu sizin gerçek adınız mı?
- Evet, gerçek adım. Niçin sordunuz? Yoksa sahte adlı insanlar da mı var buralarda?
- Olabilir belki de. Ama ben, ilk kez Mantıvar a-dında bir insana rastlıyorum da ondan sordum.
- Ben hiç rastlamadım daha benim adımda baş ka bir kişiye.
- Belki de siz dünyada bu adı taşıyan ilk ve tek insansınız.
- Bilmem. Olabilir de, olmayabilir de.
Cengiz memnun olduğunu söyledi Mantıvar'a. Söyleşerek yürümeye başladılar. Kızcağız Cengiz'e tamamen katılmış gibi bir durum hissettiriyor. Her gördüğü güzel pankartın, marş söyleyenlerin, slo-
gan atanların resmini çekmesini istiyor. Ateşli bir işçi. Yüreği çağlayıp coşan bir kız... Cengiz ise onun istediklerini anında yerine getiriyor. Yüreği mağ-rur, yanında güzel ve genç bir bayan var.Kendinden emin... Cengiz de Mantıvarın yönergesine girmiş görünüyor.
- Mantıvar, dedi Cengiz. Siz Maraş, Adana, Mer-sin, Antalya illerinden hangisinde doğdunuz?
- Hiç birisinde.
- Peki adınızın ne anlama geldiğini biliyor mu- sunuz?
- Babamın söylediğine göre bir çiçek adıymış. Ama ben hiç görmedim o çiçeği ve nasıl bir şey ol-du ğunu da bilmem. Ben ayrıca kendime “siz” diye hitabedilmesini de sevmem. Lütfen senli benli ko- nuşalım olmaz mı?
- Özür dilerim.
- Özürlük bir şey yok.
- SenTorosların çiçeğisin. Bir yanında masma- vi Akdeniz... Çam, sedir, mezdeği, murt, zeytin ve turunç cenneti uzanır. Garbi eser akşam üstleri pü-für, püfür... Keklikler, turaçlar, üveyikler ötüşür… Öbür yanda bozkırların cehennemi. Kışın fırtına, kar, boran…. Yazın sıcak, yalım, yangın...
Güldü Mantıvar.
- Bir şairle yürüyorum anlaşılan.
- Hayır şairle yürümüyorsun. Çok duygusal ve çabuk heyecanlanan yüreği hasret yüklü, yüreği a-cıların deryası bir garible yürüyorsun.
-Ne bileyim. Şiir okur gibi konuşuyorsun da…
Daha neler biliyorsun bakalım benim adım hakkın-da anlat biraz?
- Çok şey biliyorum. Ben Torosların çocuğu-yum. O dağlarda doğup büyüdüm. Yazın yayla, kı-şın Çukurova... Konar göçer bir toplumun nesliyim ben. Seni yazın dağlarda toplayıp kuruturlar ve güzün sahile inende seninle bahtlarına bakarlardı genç kızlar eskiden.
Hafif bir kahkaha attı güzel bayan;
- Benimle mi?
- Özür dilerim, mantıvarla.
- Nasıl yaparlardı bunu?
- Önce sana, senin nasıl bir çiçek olduğunu anlatayım. Sen tam dağların doruğunda bitersin. Yerden beş-on santim yükselir ve çiçeklenirsin. Çi-çeklerin saman sarısı ile altın sarısı arasındadır.Yu- varlak boncuk gibi, çapı bir santimden daha küçük bir çiçeksin. Tıpkı bir Çorum leblebisi büyüklüğün-de. Kuruyunca güzel bir koku verirsin.
- Beni kurutmak mı istiyorsun yoksa. Dünya-nın üzerine karabasan gibi çöken tek kutuplu ser-maye sistemi kanımı iliğimi kuruttu zaten.
- Hayır, ben seni yeniden yeşertmek istiyo-rum. Gücenmeyin lütfen. Özür dilerim yanlış anla-maya meydan verdiğim için.
Gülüştüler.
- Hayır gücenmiyorum.
- Bizim göçerler yazın yaylada mantıvar çiçek-lerini toplar demet demet kurutup, kışın evlerin ya da çadırların direklerine asarlardı. Bilhassa genç
kızlar yapardı bunu. Göçerler güzün sahile inince gençleri de evlendirirlerdi. Evlenme işleri yüzde doksan güzün olurdu. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman bizim toplumda derlerdi ki; " yaşı uzun ol-sun, düğünü güzün olsun..."
- Neden güzün oluyor?
- Güzün iş güç biter. Kış başlar. Kış mevsimi köylülerin boş oturduğu mevsimdir. İş güç yoktur. Ne ile meşgul olacak köylüler peki koca kış boyun-ca, eğer güzün evlenmezlerse..?
Mantıvar katıla katıla güldü köylü düğünleri-nin güzün yapılması nedenine.
- Sen çok komik bir adamsın dedi. Sakın Nas-reddin hocanın torunlarından olmayasın.
- Hayır, değilim. Ben Karacaoğlanın torunların-danım. Ama Tatar Azizi çok okudum.
- Belli oluyor zaten, şiir okur gibi konuştuğuna göre sende bir şair damarının olduğu.
- Sağ olun iltifatınızdan dolayı.
- İltifat etmiyorum. Merak ettim. Genç kızlar nasıl bakarlardı bahtlarına?
- Kızlar bir evde toplanırdı. Yere serili, o renk cümbüşüyle nakışlanmış Türkmen kiliminin üze-rine içi su dolu bir leğen konurdu. Kızlar leğenin etrafına dizilirlerdi. Her kız kendi evinden getirdiği mantıvar çiçeğini suya bırakırdı. Sonra leğenin üzeri bir tülbentle örtülür, her kız kendince bir ni- yet tutardı aklında. Bu niyet hep sevgili ve evlilik üzerinedir. Ve kızlar hep birlikte mantıvar türkü-sünü söylerdi. Türkü bitince tül açılır ve her kız
kendi mantıvarına bakardı. Kuru çiçekler suyu e-mince açılmaya başlarlardı. Tabi, az açılanı, çok a-çılanı, hiç açılmayanı da olurdu. Kimin mantıvarı iyi açılmışsa, onun şansı açılmış ve evlenmesi yakın de mekti. Toplum inanırdı buna, ya da inanır görüne-rek kendini avuturdu.
Mantıvar bir kahkaha daha attı.
- Meğer ben neymişim de kendimden haberim yokmuş. Şu mantıvar türküsünü de söyle bari de dinleyelim. Güzel bir konser olur şu uyuşuk göste-rinin ortasında.
Bu sırada parlamentoya gelmişlerdi. Meydan tıklım tıklım dolmuştu ama daha yürüyüş kolları-nın arkası görünmüyordu. Bir sendika yöneticisi konuşuyordu:
" Bayanlar ve baylar! İşçi kardeşler! İşveren-ler ekmeğimize göz koydular. Işyerlerimizi başka ülkelere, işgücünün ucuz olduğu ülkelere taşıyor-lar. Ulusal ekonomiyi felcediyorlar. Ülkede işsizli-ğin artacağı kesindir. İşsizlik ise bunalım demektir, sefalet demektir. Onların bu isteğinin gerçekleşme-sine izin vermeyeceğiz! Hiç bir kimse umutsuzluğa düşmesin. Biz güçlüyüz. Tekstil patronlarına gere-ken yanıtı sendikamız verecektir..."
Mantıvar Cengize;
- Bak işte, dedi. Bizim sendika patrunumuz na-sıl güçlü palavra atıyor. Senin, bu düzende geleceği parlak bir gazeteci olabilmen için, iyi palavra ata-bilmen gerek. Bunun içinse, bizim sendikacılardan birazcık ders almalısın.

- Olur. Hemen derse başlamalı. Sen bu işi ayar lar mısın benim için? Gerçi benim öyle ahım şahım gazetecilikte felan pek gözüm de yok ya.
- Sen bilirsin. Benden söylemesi.
- Sen işçi arkadaşlarını bulmayacaksın anlaşılan, sana gereksinimleri olmayacak mı?
- Onlarla benim bir ortak görevim yok. Orada yalnızca tanıdığım bir kaç işçi vardı ve ondan ötürü onlarla yürüyordum. Ben tek başına mavi gökte ka-nat çırpan perakende bir kuşum...
- Heeeey, diye gürledi Cengiz. Ne yaman bir şairane söz o öyle.
- Görmüyor musun, sabahtan bu yana şiir okur gibi konuşan biriyle yol yürüyorum. Sen şu mantı-var türküsünü söylemeyecek misin?
- Hayır olmaz.
- Niçin ama?
- Ben şimdi türküye başlarsam, şu yüz elli bin kişilik gösteri dağılır, üç milyonluk şehir boşalır. Bu durum da işverenlerin işine yarar. Toplumun huzu-runu bozmaya hiç niyetim yok vallahi. En iyisi ben sana bir kaset getireyim ve sen o türküyü kasetten dinle.
Cengiz'in bu söylediklerine gülmekten gözleri yaşardı Mantıvarın. Ama ısrarını da değişik bir bi-çimde sürdürdü.
- Şiir gibi oku.
Cengiz için kaçacak yol kalmamıştı. Mecbur o-kuyacaktı. Ama nasıl? Şiir okumak bile onu rahatsız ediyordu. Berbat sesi ve kötü bir okuma bu güzeller güzeli, her bakışı bir şiir, her gülüşü bir destan ve her duruşu bir öykü olan bu militan işçi
bayanın yanında utanılır bir şeydi onun için. Aklına köyde kadınların oturup karşılıklı mani söylemesi geldi. Mantıvar türküsü de manilerden oluşmuyor muydu zaten. Mani söyler gibi okudu.

Hey mantıvar, mantıvar
Mantıvarın vaktı var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var

Hey hezine hezine
Kürkü düşmüş dizine
Oturmuş yol üstüne
Kimse bakmaz yüzüne

Söğütten yılan aktı
Dalını kıra kıra
Bana bir yiğit baktı
Terini sile sile

Mantıvarım ağvan ol
Kaza bela savan ol
Ne gelene yüz çevir
Ne gideni kovan ol

Mantıvarım açıldı
Kokuları saçıldı
Anasına müjd'olsun
Kızın bahtı açıldı

Karşıda koyun kuzu
Kıvrım kıvrım boynuzu
Yok demen, yoksul demen
Yiğide verin kızı

Mezdeğinin küründen
Ok işlemez püründen
Bir incecik nur doğmuş
Muhammedin nurundan

- Çok anlamlı, dedi Mantıvar. İlerici ve toplumcu yönü ağır basan bir türkü. Köylünün değer yargılarının ana damarlarını iyi ortaya koyuyor.
İşçi kızın türküyü tahlil edişi çok hoşuna gitti Cengizin. Demek ki, bu kız heyecanlı ve aktif bir işçi olduğu kadar, aynı zamanda bilinçli de biriydi. Bu kızın eylem üzerine görüşlerini gazeteye yansıtma-lıydı. Mantıvarın bir kaç tane pozunu aldı, önden ve iki yandan. Gösteri hakkında ve hükümetin gümrük duvarını kaldırma kararı üzerine Mantıvar ile söyleşi yapmayı planladı.
- Mantıvar, ben bu gösteriyi gazetede uzunca ve etraflıca yazmak istiyorum. Yazının zenginleş-mesi için bazı işçilerin görüşlerini de almam ve yaz mam gerekiyor. İlk senden başlasam ne dersin?
- Güzel olur derim.
- Tamam o zaman. Soru yağmurumda ıslanıp da hastalanmazsan iyi.
Mantıvar ciddi bir sorun olarak gördüğü gazete ve haber gündeme gelince aniden ciddi bir tavır takındı.
- Hastalanmam korkma. Gırgırı bırak da, sor-mana bak sen.
- Sizce hükümetin tekstil ürünlerinden gümrü-ğü kaldırması kararını bu gösterilerle dile getirilen pasif tepki değiştirebilir mi?
- Hayır. Bırakın değiştirmeyi bu tepkiyi hiç dikkate bile almayacaklardır. Gösterinin düzenlen-mesinin böyle bir amacı bile yok bence.
- Amaç o değilse nedir peki?
- Sendikalar ile hükümetin danışıklı döğüşü var ortada. Amaç işçilerin öfkesini yatıştırmak.
- Peki sizce işçiler bu yasayı durduracak güce sahip değiller mi?
- İşçilerin gücü var. Ama o gücün direksiyonun-da bürokratlar oturuyor. Bunlar işveren ve hükü-metin işini kolaylaştırmakla görevli kişilerdir. Bu sendikacıların yönetimi altında işçiler için başarı olanaklı görünmüyor.
- Sence nasıl bir karşı koyuş hükümeti caydırabilir?
- İşçiler bayrama gider gibi değil de kavgaya gider gibi giderlerse eyleme, günlerce sokakları iş-gal altına alırlarsa, fabrikaları kontrollerinde tutar-larsa bir kaç günlüğüne, değil yasayı değiştirmek, hükümeti bile değiştirebilirler.
- Hükümet yetkilileri bu yasayla tekstil işyer-lerinin azalacağını ama işçilerin işlerinin korunaca-ğını söylüyorlar. Siz buna ne diyorsunuz.?
- Yalnızca kocaman bir yalan diyorum. İşçile-rin tepkisini törpüleme oyunu. İşyerleri azalacak ama, işçiler işsiz kalmayacaklarmış. Bu kadar kaba
bir yalana inanacak ahmaklar var mı günümüzde?
- Tekstil ürünlerinin ucuzlayacağını ve bu du-rumun genel olarak toplumun yararına olacağını da söylüyorlar ama. Olanaklı mı bu?
- Bence hep yalan, hiç olmayacak şeyler bun-lar. Aşırı kar elde etme dürtüsünün temel yasa olduğu bir sistemde hiç ucuzluk olur mu? Bugüne kadar malların ucuzladığını gören varmı? Olsa bile kısa süreli, göz boyamayı amaçlayan küçük indirimler olabilir ki, arkasından fiatlar daha da artar.Hükümet bu yasayı sermayenin isteği üzerine çıkarıyor. Tüm ilerlemiş capitalist ülke sermayedarları kendi ülkelerinde işgücü ve öteki üretim harcamaları yüksek olduğundan sermayelerini alıp Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde üretime başlıyorlar. Buralarda hammadde, işçilik ve her girdi ucuz. Üstelik işçilerin pek öyle kayda değer sosyal hakları da yok. Sonuç olarak üretim engelsizce yürüyecek ve çok çok ucuza mal olacak. Şimdi bir düşünün. Avustralyalı tekstil patronları sermayelerini oralara taşıdıktan sonra, ürettikleri malları nerede satacaklar? Boş pazar var mı dünyada? Yok. Tüm pazarlar paylaşılmıştır. Yine eski pazarların-da, elbet yine Avustralya'da satacaklar. İkinci bir soru çıkıyor önümüze burada. Gümrük vergisi ni-çin kaldırılıyor? Halk ucuz giyinsin diye mi, yoksa işyerlerini yurtdışına taşıyan patronlarımızın mal-ları gümrük engeliyle karşılaşmadan geri eski pa-zara dönsün diye mi?
- Şeytani bir tuzak bu. İşverenler için dikensiz gül bahçesi yaratma işi.
- Böylelikle tekstil işverenlerinin kazançları üç- beş kat artacaktır. Tüm hesap buna göre yapıl- mıştır ve sorunun özü de budur.
Mantıvar konuşurken ona yaklaşan orta yaşlı
bir Maori kadın "merhaba Zainip" diye araya girdi. "Merhaba" dedi Mantıvar bu koca gövdeli Yeni Ze-landalı kadına. Kadın hemen sohbete başlamıştı bi-le. Mantıvar kadının kolay kolay çekip gitmeyece-ğini anlayınca Cengiz'e döndü.
- Başka sorunuz var mıydı?
- Yok. Çok sağ ol. Bir iki kişiye daha kısa birer soru sormak istiyorum. Ben şöyle bir dolaşayım. Siz sohbetinizi sürdürün. Buralarda olursun değil mi?
- Tamam görüşürüz.
Sendikacılar nutuk atmaya devam ediyorlardı. Bu kez bir başkası,daha kerli ferli birisi kürsüdeydi. Ve bu adamcağız bir mizah yazarı gibi tüm sözleri-ni sulandırarak söylüyordu. İşçiler iyice gevşemiş-ti. Herkes etraftan yiyecek, içecek şeyler satın a-lıyor, birileriyle sohbet ediyorlardı. Sabahki nisbe-ten canlı ve öfkeli gösteri, miting alanında tama-men bir panayıra dönüşmüştü....
Cengiz iki kişiyle daha kısa söyleşi yaptı. Onla-rın fotoğraflarını çekti. Karnı iyice acıkmıştı. Gidip Mantıvarı da alıp bir yerlerde bir şeyler yemeyi planladı. Geri Mantıvarı bıraktığı yere geldi. Sağa sola bakındı. Girdi çıktı kalabalığın içine. Belki beni görüp o gelir diye parlamento binasının merdivenlerinin üst kısmına çıktı. Yukardan kitlelerin fotoğraflarını çekti. Geri indi caddeye tekrar kolaçan etti etrafı. Olmayıp Mantıvarı bulamadı. O şeffaf, güleç kır çiçeği yüzlü, ceylan endamlı, can kız, peri kızları gibi kayıplara karışmıştı.

2

Hey bre gavurdağlı hey,
torosların çiçeği değil miydim ben,
hani güz gelip de obalar yayladan inende
kızların bahtına bakardım ya eskiden…

O gün Cengiz'in tüm cinleri başına toplanmış-tı. Yine işini yaptığı yapı patronlarından biri iflas çekmişti. Bu kaçıncı iflascı alçak düzenbazdı? Hesap lamadı. Bunlar sermaye sisteminin kokuşmuşluğu-nun iğrenç görüntüleri diye söylendi kendi kendi-ne. Dört bin doları gitmişti bu kez. İflascı, 1 milyon 850 bin doların üzerine yatmıştı. Bu paranın yarısı doğrudan veya götürü iş yapan emekçilerin öden-memiş alacaklarıydı. Diğer bölüm ise, malzeme pa-ralarıyla vergiydi. İflascı mal varlığını resmi nikahsız olarak yaşadığı karısının adına geçirmişti. Tasfiye kurulu iflsçının bürosuna elkoymak için gitmiş, fakat kiralık bir büro ile iki kırık sandalye ve bir kırık masa bulmuştu. İflasçı, "Kumar oynadım, kaybettim herşeyimi" diyordu. Ve yasalar bu çapulcuya hiç bir yaptırımda bu-lunmuyordu. Tüm sinirleri ayağa kalkmış alarm halindeydi Cengizin, ama elinden de hiç bir şeycik gelmiyordu. Yalnızca yasalara ve sisteme içinden okkalı küfürler savurdu.
O sinir kargaşasıyla eve geldi. Yorgundu. Ayak-larını sürüyerek yürüyordu. Mutfağa girdi önce. O-cağın üzerinde bir tencere kaynıyordu. Bu ocakta her zaman tek tencere kaynardı. Aç olmasına kar-şın tencerenin içindeki yemek hiç ilgisini çekmedi. Bir bardak soğuk su içti giden emeğinin üzerine ve küfretti ağız dolusu iflascı patrona. " Sen Avustral-ya'da değil, Anadolu'da olacaktın ulan alçak" diye söylendi dişlerinin arasından, " on yerinden oyardım seni." Tencereyi control için gövdesini zorla televizyonun karşısından ayıran, evin patronu yöneltti silahını bu kez de Cengize;
- Utanmıyorsun değil mi bu yaşta küfretmeye... Küfür kültürüyle büyümüş n'olacak... Eline ne geçi-yor ha? Sen hiç aile adamı olmayacak mısın?
Sigortaları yeniden attı Cengizin.
- Ben kendimce adamım. Sen kendine bak. Ben yaşamı yaratıyorum. Ne televizyon başında uyuk-luyorum tüm gün, ne de başkasının emeğini çalıyo-rum. Benim içim yanıyor, senin değil... Benim kol-larım sızılıyor, senin değil... Benim emeğimi çaldı-lar, senin değil... Bir sen eksiktin ulan soyguncuları savunma işinde. Şimdi hepsi tamam oldu...
Cengiz deliye dönmüştü. Ama karısının her za-man mederi iftihar gibi tekrarladığı söz onu iyice
zıvanadan çıkardı.
- Bizim evde hiç küfür edilmezdi.!
- Bura sizin ev değil ulan, bizim ev. Anlaşıldı mı? Bizim ev! Ben ederim! Emeğimi çalanlara bin kere ederim! Ve edeceğim! ... Ben senin gibi başka- sının emeğinin ürünüyle geçinmiyorum. Benim o-nurum, şerefim, namusum, her şeyim emeğimdir! Anladın mı?
- Utanmaz! deyip çekip gitti kadın televizyonun karşısına. Oturup, reklam aralıklarını kullanarak birlikte izlediği sonu gelmez üç diziden birini sey-retmeye koyuldu.
Cengiz salona geçti bu kez. Yorgun gövdesini sıkılıp çöpe atılan buruşuk bir limon gibi koltuğun üzerine attı. Gözleri yanıyordu. Kapatıp dinlendirmeye çalıştı. Gözlerini kapatır kapatmaz, karşısında iflasçı müteahhidi gördü, müteahhitler, taşeronlar, fabrikatörler, armatörler, bankacılar, bankerler kara bir duvar gibi dikildiler karşısına ve etraflarında polisleri, avukatları, politikacıları ve de şakşakçıları… Başını hızlı hızlı sarsarak gözlerini açtı. Bu kez de gözleri sehpanın altına kaydı.Bir haftadır hiç girmemişti bu salona. Sehpanın tablası zarflarla dolmuştu. Hepsini gözden geçirip ayıkladı. Zarfların bir çoğu uzun zaman önceden oraya konmuşa benziyordu. Bazı-ları çoktan ödenmesi gereken faturalardı. Ödeme tarihleri geçmişti.
Faturaları toplayıp karısına götürdü;
- Bunların hep vakti geçmiş Feryal. Şimdi bir de zamlı fatura ödeyeceğiz. Niçin açıp kontrol etmi-yorsun da, götürüp sehpanın altına depoluyorsun zarfları?
- Kendi işini kendin yap! Ben senin sekreterin değilim.
Cengiz kös kös geri gelip yerine oturdu. Nutku durmuştu kadının tavrı karşısında. Sanki o ev ve bark kendisinin de evi ve barkı değilmiş gibi hare-
ket ediyordu kadın. Böylesi tavırlı biriyle ne tartışı-labilinirdi ki?
Eski memleketinden gelen bir de mektup vardı zarfların arasında. Cengiz zarfı merakla açıp okudu. Mektup Beko'dan geliyordu.
" Heval Cino. Kısa yazıyorum kırılma. Yeni bir yayına başladık. Haftada bir yayınlıyoruz. Derginin adı GELECEK. Ekonomik, politik, toplumsal ve kül-türel konuları işleyen insanı ve emeği temel alan bir yayın. Derginin ora sorumlusu olmanı istiyo-ruz. Bir fotoğrafla kimlik bilgilerini yolla ve sana basın kartı çıkartalım. Ayrıca dergiye sürekli haber, yorum, araştırma yazıları yollamalısın. İlk etapta bize Avustralya'yı bir güzel tanıtıver. Orada yaşam nasıl, göçmen topluluklar arası ilişkiler ve Türkiye-lilerin durumu... Haydi kolay gelsin. Beko "
Beko'nun mektubu Cengiz'in yüreğine bir avuç su serpti. Bir nebze mutluluk yeli estirdi. Ertesi gün Cengiz hemen ve zevkle işe koyuldu. Tüm belgeleri ve bilgileri topladı. Yazılara uygun resimler de bul-du bol bol. Öykü tadında ama bilimselliğin işlendiği bir yazı planladı. Bir küçük kitap oluşturacak kadar çaplı olacaktı hazırlayacağı yazı. İlerde kitap olarak da yayımlayabilirdi. Her şey yolunda gidiyordu. Ge-riye istatiksel bilgiler kalmıştı. Onları da buldu mu yazmaya koyulacaktı. Estetik dokularla işlenmiş bilimsel, herkesin beğenebileceğini umduğu bir ya-zının dergi sayfalarına yansıması geldi gözlerinin önüne. Kıvançlandı birden bire. İstatistiksel bilgile-ri toplamaya koyuldu hemen.
Ama istatistikler Cengiz'in canını sıktı. Avust
ralya İstatistik Bürosu'nun en son yayınladığı bilgi-leri toplarken, işsizlik sıralamasında Türkiyelilerin Vietnamlılar ve Lübnanlılardan sonra üçüncü sıra-yı işgal ettiğini öğrendi. Üstelik işsizlik oranı da çok yüksekti. Yüzde otuz yedi. Bu durum çok garip geldi ona. Birazcık da onuruna dokundu açıkçası. Toplumun önemli bir kesimini tanıyordu ve işsiz insan bulmak oldukça zordu toplumda. Peki ama neredeydi bu işsizler? Demokratik toplum kuru-luşlarına gitti. Sordu, sual etti. İş Kazaları Tazminat Yasasını hükümet değiştirdikten sonra, aşağı yuka-rı herkes işe dönmüştü. Bu kuruluşların çevresinde ancak üç- beş tane işsiz ev kadını bulmak olanak-lıydı. Peki kimdi bu Türkiyeli işsizler? Sermaye sı-nıfının devletlerinin her şeyini kuşkuyla karşılayan Cengiz bu istatistik bilgilerin de yanlış olabileceğini düşünmeye başladı.
Sorunu nasıl çözecekti peki? Olayı kendi kafa-sında irdelerken, aklına Carlton'da bulunan sendi-kalar merkezi geldi. Oraya gidip, sendikada çalışan uzmanların birinden doğru bilgiler alabilirdi.
Düştü yola, doğruca sürdü arabasını Carlton'a. Sırtında çantası, boynunda fotoğraf makinesi...Tam binanın kapısından atarken adımını içeriye "mer-haba" sözüyle irkildi. Burun burunaydı bir genç ve güzel bayanla...
- Ne o gazeteci, dedi bayan. Gözlerin ayakları-nın ucuna düşmüş, yarım metre ilerisini bile göre-miyorsun...
Aval aval kızın yüzüne baktı Cengiz.
- Merhaba dedi. Birazcık dalgınlık ortamınday-dım da..
Lafı eveleyip, geveleyerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Acaba kimdi bu kız? Nerede ve ne za-man tanışmıştı onunla? Adı neydi peki? Olmayıp bir türlü aklına gelmiyordu. Cengiz duyduğu,gördü- ğü, yaşadığı bir olayı asla unutmazdı ama aylardır ve hatta yıllardır sık sık gördüğü insanların adlarınıysa hiç aklında tutamazdı. Hep karşısındaki kişinin gözlerine bakıp durur ve sonunda” seni tanıyorum ama adını unuttum” derdi ya da bir yanlış adla hitabederdi. Yine öyle bir durumla karşılaşmıştı.Kahretsin! En iyisi işi pişkinliğe döküp gerçeği açıklamak diye karar verdi sonunda.
- Ayıptır söylemesi ama.
- Ayıpsa söyleme.
- Yok canım, öylesi değil.
- Ya heylesi?
- Yani söz gelişi derler ya, öyle işte.
- Söyle o zaman.
- Ben sizi çıkartamadım da.
- Nasıl yani? Beni tanımadın mı?
- Tanıyorum ama nereden? Ve adınız neydi?
Koyverdi kahkahayı genç bayan.
- Hey bre Gavurdağlı hey! Torosların çiçeği değilmiydim ben... Hani güz gelip, obalar yayladan inende... Kızların bahtına bakardım ya eskiden...
Bu sözleri duyunca Cengiz’in kafası dank etti. Ama iş işten geçmişti.
- Vayyy! Bunları ben anlatmıştım size.
- Sen ya... Peki adım ne benim?
- Tamam, dedi Cengiz. Tamam... Aradan üç yıl geçti altın çiçek. Gel bir kahve yap da birlikte içek.
Trafikten beynim sulanmış benim anlaşılan. Azıcık dinlenirsem aklım gelir ardımdan.
Oturdular. Birer kahve yaptı Mantıvar. Hem kahveleri içiyor, hem söyleşiyorlardı. Cengiz Man-tıvara:
- Eğer zamanın varsa, senden yardım isteyece-ğim, dedi. Biliyorsun, benim İngilizcem berbat. Şu sendikada çalışan bürokratların birisiyle bazı şey-ler konuşmak için geldim buraya. Hem bocaladığım yerde beni düzeltirsin, hem de benim etkinliğime katılırsın bundan böyle.
- Olur elbette. Zamanım var. Ne üzerine konuş-mak istiyordun.
- İşsizlik.
Mantıvar’a istatistikleri anlattı Cengiz. Ve is-tatistik bilgilerinin yanlış olabileceğini düşündüğü-nü belirtti.
- Doğrudur onlar dedi Mantıvar Cengiz'e, hiç bir kuşkuya yer vermeyecek bir kesinlikte. Sendika uzmanlarının sana söyleyecekleri de aynı şeyler olacaktır.
- Ama nasıl olur bu? Herkes çalışıyor Türkiyeli toplumda.
Katıla katıla güldü yine Mantıvar. Bu ne cahil bir gazeteci böyle diye düşündü belki de.
- Hocam, dedi. Biz Türkiyeli deyince, cumhu-riyet nesillerini, yani komünist, sosyalist, kemalist
felan, feşmekanları anlıyoruz herhalde. Ama bir de cumhuriyet öncesi çağda yaşayan tarikatçı, şeriatçı, osmanlıcı, arapçı Türkiyeliler var. Ve, ne yazık ki bunların sayısı toplumun yarısından daha fazladır.
Cengiz bir daha bozum oldu gayet tabi. Mantı-var'ın yüzüne bakmaya başladı mayışıkça. Anlat demek istediğini hemen anlıyordu kızcağız. Kendisi gibi kalın kafalı değildi ya. Ve devam etti.
- O kesimler çoğunlukla işsizdir, ya da işsiz gözüküyor.
- Nasıl oluyor o?
- Kadınların bazıları evde dikiş dikiyor nakitle. Pek çok erkek de nakit parayla cemaat arasında düzensiz çalışıyor. Pek çoğu çiftliklerde çalışıyor nakitle, Shepperton, Mildura, Griffit ve çevredeki tarım alanlarında.
- Neden yasal olarak çalışmıyorlar? Yakalanır-larsa büyük ceza var bu işte.
- Olsun, dedi Mantıvar. Cezayı kim ipliyor ki… Onlar hem çalışıyor, hem işsizlik parası alıyor ve böylece daha çok paraya sahip oluyorlar. Akılların-ca kafirlerin devletine vergi vermeyip, üstelik onun parasını sürekli alarak, devleti zayıflatacaklarını da düşünüyorlar.
Söyleyecek hiç bir şey bulamadı Mantıvar'ın anlattıklarına Cengiz.
- Seni dedi Mantıvar, bizim semte götürüp gös-tereyim. Ne kadar çok Türkiyeli kadın evde otur-maktan uyuzlaşıyor, bunalıma giriyor. Bunun sonu-cu ailenin yıkımını getirecek. Beş- on yıl sonra bu
klasik Türk ailesinden eser kalmazsa ortalıkda hiç şaşmam.
- Onlardan birkaçıyla şöyle bir söyleşi yapabilir miyiz? Ev işleri, karı-koca iklişkileri ve çalışma ko-şulları üzerine.
- Yaparız dedi mantıvar. Ben ayarlar, seni ara-rım. Gelirsin konuşuruz. Ama bu evkadınları çalış-madıklarına göre, onlarla sohbetimiz ancak ev ya-şamıyla ilgili ve sınırlı olabilir.
- Tamam. Öyle olsun.
Mantıvara yapacağı göçmen kadın işçiler konu-lu araştırmayı ve kitabı anlattı Cengiz. Mantıvar çok sevindi bu işe. Çalışmalara kesinlikle katılaca-ğını ve elinden gelen yardımı yapacağını söyledi. Birbirlerine telefonlarını verdiler. Artık hep ilişki içinde olacaklardı. Ve şakayla karışık kesinlikle bir daha hiç unutulmayacağını söyledi Cengiz Mantı-var'a. Gülerekten ayrıldılar. Mantıvar şehir merke-zine gitti. Oradan trenle eve gidecekti. Evleri ters yönlerdeydi. Cengiz'in kendisini evine bırakması-na izin vermedi. Cengiz ise arabayla trafik bataklı-ğına dalıp, asıldı direksiyona.


3

Mantıvar
kedersiz, dertsiz
meltemli bir deniz…

Cengiz araba sürüyordu ama beyni hep Man-tıvar'laydı. Onda acayip bir etki bırakmıştı Mantı-var yeniden. Tatlı dili, sıcak dostluğu, içten kahka-hası Cengiz'in tüm varlığını sarıp sarmalamıştı san-ki yine. Mantıvara yeniden rastlamak Cengize kay-bettiği bir hazineyi yeniden bulmuş gibi mutluluk vermişti.
Cengiz’e göre:
Rahatlık ve huzur kaynağıydı bu kız...
Düşmansız, dostsuz
Gamsız, tasasız
Kaygısız,sorunsuz.
Dünyanın sıkıntılı papucunu atıp dama,
kalbini ve kafasını verip rüzgara,
esip tozuyordu gönlünün kulaçlarıyla.

İnsan, kendini çok rahat duyumsuyordu onun ya-nında. İnsanın içini ısıtan, gamını, kederini dağıtan bir havası vardı... Çok mu güzeldi? Kadına fiziki ve ticari ölçüler çerçevesinde bakan birine göre çok çok güzel sayılmazdı. Ama Cengiz'e sorarsan eşi bulunmaz bir güzelliğin simgesi gibi biriydi.Günlük yaşamda ilişkiler içine girilen insanlardan çok çok farklıydı. Ya da Cengiz'e öyle geliyordu. Bu kızın iç dünyası da pek renkli olmalıydı.

Kalbinin denizlerinde hep meltemler eser,
minik dalgalar çırpınırdı sürekli...
Kuşlar cıvıldaşırdı bağında gün boyu
ve kelebekler uçuşurdu...
Sımsıcaktı suyu, havası ve güneşi...

Aradan tam üç yıl geçmişti tekrar karşılaştık-larında. Bu zaman, içinde yaşanılan elektronik ça-ğında çok uzun bir zamandı. Yaşam eski zamanlar-da olduğu gibi yavaş yürümüyordu. Her şey koşar adımdı. Zamana uyamayan kişi yaşamın zulmü al-tında ezilip kalırdı. Ve bu yüzdendir ki, insanın za-manı yapılması gereken şeyleri yürütmeye yetme-yip, yarının işini öbür güne taşımakta zorlanan be-yin dünkünü unutuyordu çoğu kez. İnsan belleği unutkanlıklar yurdudur sözü yirminci yüzyılın bit-mek üzere olduğu şu günlerdeki kadar hiç bir za-man gerçek olmamıştı. Halk unutmaz, atasözü ise geçerliliğini yitirmişti çoktan. Halka her türlü kötü-
lüğü yapan hükümet partileri çoğu kere, dört yıl sonra oylarını çoğaltarak yeniden sandıktan çıkıyorlardı.
Mantıvarı hatırlamayışı oldukça olağan geldi aslında Cengiz'e. Ama artık bu güzel kızı unutmaya-caktı. Onun için kalpten Mantıvar'a söz verdi "artık seni hiç unutmayacağım" diye. Gerçekten de Cengiz verdiği sözü ölüm durumu hariç hep yerine getiren birisiydi ve Mantıvar’ı yaşamı boyunca bir an bile olsun aklından ve kalbinden çıkartmayacaktı…
Ve o ikinci karşılaşmadan sonra arkadaş oldu-lar. Bundan sonra birbirlerini kaybetmeleri olanak-lı değildi. Sık sık görüşüyorlardı. Ama, hem iş güç, geçim meşagatinden, hem de Cengiz'in ailesel so-runlarından ötürü görüşmeleri giderek iyice seyrek leşti. Toplumsal olaylardaki gerilemeler ve kitle ör-gütlerinin işlevsizleşmesi de bunun tuzu biberi ol-du. Ama arada bir görüşme şeklinde veya telefon söyleşileriyle de olsa dostluk sürüyordu.
İlginç insanlar tanıyordu Mantıvar. Onların dert ve sorunlarını anlatıyordu Cengiz'e. Bu insan- ların bazılarıyla bizzat gidip konuşmuşlardı. Konu-şamadıkları bazı ilginç kişilerin öyküsünü ise Man-tıvar yazıp Cengiz'e getirmişti. Güney Avustralya tarafındaki tarım işçilerini ziyaret gezileri sırasın-da, Mantıvar'ın dışarıya yansıtmadığı, derin acı, öz-lem ve çözümsüzlük yüklü, bambaşka bir iç dünya-sının olabileceği düşüncesi Cengizin beyninin mer- kezine gelip yerleşti. Tarım işçisi Maral'a söylediği, "... sen kendini doğurduğu çocuğu elinden alınıp kaçırılan ve bir daha hiç gösterilmeyen bir anne ye-rine koy bakalım neler duyumsayacaksın." sözü ve
uykuda birileriyle gırtlaklaşması, sonra da koltuğa yumruk savurması Cengiz'in bu sezisini güçlendi-riyordu. Oysa dıştan bakılınca gülen, oynayan, kah-kaha atan, bol şakacı, şen şakrak biriydi. Cengiz o-nu görünce sıkıntılarından sıyrılıyordu hemencecik. Çok mutlu, derin ve geniş bir dünyası vardı. Öyle gözüküyordu başkalarınca. Ama O neden “mavi gökte tek başına kanat çırpan perakende bir kuştu.” Mantıvar ne anlatmak istemişti bu sözle? Cengiz o zaman hiç düşünmemişti bunun anlamını. Yalnızca şairane bir söz olarak algılamıştı onu. Ama şimdi, aradan geçen bunca uzun zamandan sonra düşünüyordu o cümlenin içinde kocaman bir kitap dolusu öykünün gizlendiğini.
Buna karşın o hep toplumun içindeydi. Emeğe korkunç bir değer veriyordu. Onu yakından tanı-mayan onun emeğe tapındığını sanardı. Peki ama, inanç durumu neydi bu esrarengiz kızın?
Mantıvar, bilimle örtüşmeyen tüm düşüncele-re,dinsel ve mistik şeylere hiç bir değer vermeyen,
ve onlarla zamanını öldürmeyen güneşin ürünü bi-riydi. Ve bu güleç yüzlü güzel kız çok derin bir in-sani sevgiye sahipti. Belki de onu öyle güzel kılan şey, yüreğinden çağlayıp akan insan sevgisinin se-liydi. Ve içinde ateşli bir insan sevgisi barındıran doğa vergisi birisi yemez içmez daldan dala konup göçmez yalnızca ve yalnızca, mutlak surette onun ardısıra takılıp giderdi...
Mantıvar'ın dünyasını keşfetmeye, onun üze-rindeki sır perdesini sıyırıp, iç alemlerini öğrenme-
ye ve onun eteğine yapışıp, ardısıra gitmeye karar verdi bir gün Cengiz. “Takdir olan gelsindi başa.” Onca uzun yıllardan bu yana arkadaştılar ama birbirlerinin özel yönleri hakkında hiç mi hiç bilgileri yoktu. Yalnızca birbirlerini kişilik ve fizik olarak tanıyorlardı. Asılları, nesilleri ne idi? Nerden gelip nereye gidi-yorlardı? Yaşamın yollarında ne gibi badireler at-latmışlardı şimdiye kadar? Bilmiyorlardı. Nasıl ya-pacaktı peki bu işi? Çok zor bir sanattı insanın iç dünyasını anlamak. Birbirlerine gönülden yürekle-rini ve beyinlerini açmaları gerekirdi. Yoktu henüz bir başka yol. En yeni teknoloji bile insanın beynini, hele hele yüreğini okuma ve anlamada yaya kalmış
iken bir başka yol olabilir miydi? O zaman yapıla-
cak iş, bu güzel insanla sıcak ilişkilere girmek, sıkı bağlar kurmaktı. Korkunç zor ve o kadar da güzel ve tatlı bir maceraydı bu. “Erişir menzil-i maksu-duna aheste giden" desturuyla yola çıkacaktı Cengiz. Acele etmeksizin ve anlaya anlaya yürüye-cekti yolunda.

4

Yüreğimde derman kalmadı gülüm
susadım sesine çöllercesine…

Ama sözkonusu olan olay hiç de Cengiz'in dü- şündüğü gibi gelişmedi.
İçinde derin bir boşluk vardı sanki o sabah. Kendini bir ıssız adada, bir kum çölünde ya da karlı bir dağ başında yapayalnız hissetti birden. Boyamak için yeni başladığı iki katlı gösterim evinin kapılarının menteşelerini aceleyle söküp bir kutuya doldurdu. Kutuyu mutfak dolaplarının bir gözüne sakladı. İki kişi tahtaların çivi deliklerini macunla dolduruyordu. Onlara macun, zımpara ve pencerelerin naylonla kapatılması işi için gerekli malzemeyi verdi. O iş bittikten sonra dışarıda saçak altlarını boyamalarını söyleyip, bir teneke boya ve boyama aletleriyle merdivenleri bırakıp, Sunbury alış veriş merkezine indi. Bir kahve ve sandviçle kahvaltı yaptı. Avare takımı, özellikle de ev kadınları çocukları ya okula, ya da kreşe bırakıp, gelmiş burada kahve içiyorlar, dedikodu yapıyorlar ya da cemakanları dolaşarak vakit öldürüyorlardı. İçindeki sıkıntıyı bir türlü savamadı Cengiz.
Mantıvar'a telefon etti. En iyisi biraz dertleş-mekti. Fakat Mantıvar yanıt vermedi.Telefon kapa- lıydı ya da servis kapsamı dışında bulunuyordu.Ça- lışıyor ya da başka bir uğraşı içinde olmalı diye dü-şündü Cengiz. Kısa bir mesaj yazıp gönderdi. "Yü-reğimde derman kalmadı gülüm, susadım sesine çöllercesine..."
Sonra arabayı Melton'a sürdü. Zaman geçmi-yordu. Bari orada bitirilen evin kapılarını takardı. Melton'daki kapıları taktıktan sonra yeni açılan çarşıya geldi. Köşedeki takeawaycıdan bir hambur-ger satın alıp, bir bankta oturup yedi. Henüz yeni açılmış pırıl pırıl bir alış- veriş merkeziydi burası. Daha pek çok dükkan boş duruyordu. Yiyecek sa-tanlarla büyük süper marketler yerleşmişlerdi ve bir kaç tane de ufak tefek butik vardı yalnızca.
Çarşının ortasında bir ressam yaptığı yağlı bo-ya tablolarını sergilemiş, satıyordu. Hepsi klasik doğa çalışmasıydı. Doğaya her zaman vurgun olan Cengiz "ne güzel tablolar" diye geçirdi içinden. Çok pahalı olması gerektiğini düşünüyordu. Ressama tabloların fiatları sordu.
- Tanesi seksen dolar, dedi ressam. Ama üç ta-ne alırsan toplamı yüzseksen dolar.
Tanesi seksen dolardan iki tane almayı düşü-
nen Cengiz üçünün yüzseksen dolar olmasına çok sevindi. Hemen üç tane tablo seçti. Gidip arabadan çek yazıp getirdi.
Ressam çeki alırken Cengizle söyleşiye başladı. Sanatla ilgisi, mesleği, hobileri, memleketi ve daha bir yığın konuda sorular sordu.
- Ben de senin gibi boyacıyım, dedi Cengiz. Aramızdaki fark; sen tuval boyuyorsun, ben ise duvar boyuyorum.
Gülüştüler. Mutlu görünüyordu ressam. Üç tabloyu birden satmıştı. İnsanların parasız dağıtılan yerel gazeteleri bile alıp okumadığı, basın-yayın tekellerinin televizyonlarından başka bir şeye bakılmayan, kitap okunmayan, tiyatro ve sinemaların seyircisiz oynadığı, sanat ve edebiyatla yüksek eğitimlilerin bile ezici çoğunluğunun hiç ilgilenmediği bir toplumda çok ucuz fiatla da satmış olsa büyük bir başarı sayıyordu ressam yaptığı alışverişi..
Tablonun birini yeni ev yaptıran Filipinli bir arkadasına ev hediyesi olarak götürecekti Cengiz. Birini Mantıvar'a vermeyi düşünüyordu. Birini de kendi evine asardı belki.
Saatler geçtiği halde mesaja yanıt gelmedi Mantıvar'dan. Tekrar telefon etti, yine aynıydı. Bir daha mesaj yazıp yolladı Mantıvar'ın telefonuna.
"Çiçeğim ne durumdasın? Niçin telefona yanıt vermiyorsun? Beni acele ara ne olur...”
Fakat hayır. Mantıvar'dan telefon beklemek boşunaydı. Yaşam günlük yörüngesinde sürünüp gidiyordu, ama telefon gelmiyordu bir türlü...
Gecenin geç bir saatiydi. Mantıvar'dan haber alamayan Cengiz'i uyku tutmamıştı. Oturmuş ÇATLAK adlı bir roman okuyordu. Çok ilginç
bir sahne vardı romanda. Roman kahramanı devrimci militan kahvedeki randevusuna gitmeden önce sevgilisine uğrayıp, kızla sevişiyordu. Sevdiği kızın bedenini ilk kez çıplak olarak gören militanın dikkatini sevgilisinin memeleri çekti. Bu işçi kızın sağ memesi sol memesinden daha büyüktü. Militan bunun nedenini anlayamadan ve kız arkadaşına da soramadan acele randevusuna gitti. Randevulaştığı kişiyi tanımadığından işaret kullanacaktı. İşaretse bir kibrit kutusu üzerine iki küçük şekil çizmekti. Kahveye varıp, nasıl bir şekil çizeceğini düşünürken, aklına sevgilisinin çıplak göğüsleri geldi. Militan kibrit kutusunun üzerine biri ötekinden biraz büyükçe olan iki tane yuvarlak çizip, ortalarına da birer nokta koydu. Fakat durumu izleyen polis tam bu anda, kuşkulanıp militanı enseledi.
Polis kafayı hep ortasında birer nokta bulunan ve biri diğerinden birazcık büyük olan o iki yuvarlağa takmıştı. Neydi bu yuvarlaklar? Birisi ötekinden neden küçüktü? Noktaların anlamı neydi? Militana durmadan soruyorlar, her tür işkenceyi üzerinde deniyorlardı. Ama bir türlü inandırıcı bir yanıt alamıyorlardı. Devrimci militanın yanıtı hep," hiç bir şey değil, öylece çizilmiş iki yuvarlak... " oluyordu. Namus sorunu yapıp o yuvarlakların ne olduğunu açıklayamıyordu.
Cengiz'in kafası takıldı bu Yunanlı devrimcinin durumuna. Kendisi böyle bir sınavdan geçmemişti.
Acaba o devrimcinin yerinde olsaydı ya da eski memleketindeyken polis kendisini de aynı şekilde yakalasaydı açıklayabilir miydi? Yoksa feodal
gururuna yediremez ve Yunanlı ağabeyi gibi aylarca işkence mi çekerdi? Şu an televizyon başında Amerikan polis dizileri izlerken uykuya dalan eşi de bir zamanlar militandı ve tıpkı Yunanlı devrimcinin sevgilisi gibi biri küçük, diğeri büyük iki daireye sahipti.
Gece yarıyı geçmişti. Mayışık ve tedirgin bir durumdaydı Cengiz. Ne bedeni hareket ediyordu, ne de beyni. Kalkıp yatmaya bile eriniyordu. Zaten uykusu da kaçmıştı. Gerçi doğru- dürüst uyku uyuduğu da yoktu ya. Var olanını da saat ondan sonraya kalırsa kaçırıyordu. Eğer saat ondan önce uyursa gece saat iki veya üçte uyanırdı. Dört-beş saat uyku, bu onun normal uykusuydu. Gecenin üçünden sabah altıya dek döner dururdu yatakta. Saat altı oldu mu uyku yeniden bastırırdı. Bu durumda ya hemen kalkıp, uykuyu gözlerinden kovacak, ya da bir- birbuçuk saat fazladan uyuyacaktı. Eğer uyursa daha rahat duyumsardı o gün kendini. Ama uyuyamazdı, çünkü erkenden işe gitmek zorundaydı. Baş ağrılı, uykusuz gidip gelecekti işe yıllar yılı. Cengiz'in yaşamı hep böyleydi.
“Mantıvar'a ne oldu acaba” diye düşündü. Başında bir iş vardı kızın muhakkak. Yoksa telefon ederdi. Kalkıp evine mi gitseydi? Saate baktı. İkiye geliyordu. Sabahın aydınlanmasına üç saat kalmıştı. Evine gitmeyi neden düşünenemişti erken saatlerde? "Her şeyi manda gibi dokuz saat sonra algılıyorsun oğlum" diye kızdı kendi kendine. Çözümsüz bir sorunun altında ezilip duruyordu. En iyisi bir kadeh şarap alıp, azıcık efkar dağıtmak diye düşündü. Kalkıp mutfağa gitti. İçki kadehi yoktu Cengiz'in. Uzun ince, her şeye kullanılan ve de 'öksüz doyuran' denilen bardaklardan birini alıp doldurdu. Salona geçti tekrar, koltuğa uzanırcasına oturup şarabını yudumlamaya başladı. İki- üç yudumdan sonra acı geldi şarap. Yeniden mutfağa yöneldi. Buzdolabını açıp yiyecek bir şeyler arandı. Elma vardı bir naylon torbada. Bazıları çürümüştü. Çürükleri çöpe atıp sağlamları yıkadı, kurulayıp geri dolaba koydu. İçlerinden birini alıp kemirerek şarabın başına oturdu yeniden. Büyük bir yudum aldı. Elmayı ısırdı, geveleyip yuttu. Bardağı yeniden ağzına götürecekken telefon çaldı. Kim olabilirdi gecenin bu saatinde? Telefonun ekranına baktı. Gelen sinyalde ne ad vardı, ne de telefon numarası... Mantıvar olabilir miydi?
Telefonu açıp kulağına dayadı... Oydu. Sesi bir tuhaf geliyordu.Bir eziklik mi dese, yoksa hasta veya rahatsızlık mı dese… anlayamadı Cengiz.
- Özür diler........
Cengiz kesti Mantıvar'ın sözünü hemen.
- Sen iyi misin? Neyin var?
- İyiyim. Bir şeyler yok sayılır. Seni de özledim.
- Niçin böyle geç telefon ettin?
- Etmek zorunda kaldım da ondan.
- Mantıvar bugün seni sürekli aradım, telefonun çalışmıyordu, mesaj yazdım kaç kez yanıt alamadım senden. Senin başında bir iş var. Ben hemen geliyorum.
- Nereye geliyorsun?
- Senin eve.
- Ben evde değilim ki.
- Ya nerdesin?
- Williamstown'da sahilde oturuyorum.
- Nasıl bulurum seni orada?
- Bilemiyorum.
Cengiz Mantıvar'ın yerini nasıl tespit edeceğini düşünürken aklına yat limanı geldi. Oraya git ve bekle diyecekti.
- Orada ünlü bir lokanta var. Adı Pelikan kondu. Orayı biliyor musun? Hani önünde de yat iskelesi var.
- Evet biliyorum. Hemen arka tarafında da polis karakolu var. Birazıcık yukarısında, yat kulübünün kuzeyinde, denizin kenarındayım.
- Orada bekle beni. Yarım saat içinde geliyorum.
Fırladı yerinden Cengiz. Hangi yoldan gitse daha çabuk ulaşırdı perakende kuşa. Paralı yoldan elbette. İki dakikalık mahalle yolundan sonra otobana girdi. Asıldı gaza, kurşun gibi fırladı araba. Yolboyu dizilen ışıklar arabanın hızından birbirlerine ulanarak kocaman bir ışık kaynağına dönüşüyor, parlak bir gökte gün ışığı gibi aydınlatıyordu etrafı. Otoban ıpıssızdı. Gengiz Citylinkten ayrılıp Westgate otobanına dönerken devrilip takla atma tehlikesi geçirmesine karşın, Westgate köprüsünü de şimşek hızıyla geçip gitti. On beş dakika sonra Williamstown'daydı. Sabah saatin ikisi, yollar tenha, park yerleri bomboştu. Park edip daldı sahile. Cengiz'in hemen önünde oturuyordu Mantıvar. İn- cin top oynuyordu oralarda o saatte... Ve o saatte, tek başına insan pek dolaşmazdı dışarda bu memlekette... Dalmıştı bir yerlere. Sahil lambalarının ışıkları çırpıntılı denizde yakamoz parıltılarını andıran görünümler yaratıyordu. Denize mi dalmıştı? Yoksa gövdesini orada bırakıp beynini uzaklara mı salmıştı? Arabanın sesini bile duymamış olmalı ki, hiç kımıldamıyordu. Uyuyor olmasındı?
Gelip önünde dikildi Cengiz. Mantıvar birden irkilip ayağa kalktı. Baktı ki önünde duran kişi Cengiz, attı üzerine kendini. Kollarına aldı Cengiz Mantıvar'ı. Sırtını ve saçlarını ovup okşadı. Dudağını kızın yüzünde, yanağında gezdirdi. Saçlarını, boynunu kokladı. Öteki hareketsizdi. Cengiz'e yapışmış gibi bir hali vardı. Çok korkmuş olabilir miydi? Belki. Ama korkmuş olsa bu gece vakti bu sahilde tek başına oturur muydu? Çok yalnız olmalıydı bu yavrucak. Gökteki yıldızlar gibi, masal denizlerindeki kızlar gibi yapa yalnız....
Mantıvar'ın gözlerinden sessizce yaşlar boşandı. Akmaya başladı Cengiz'in boynundan aşağıya. Cengiz ilk kez böyle üzgün görüyordu onu. Güya buluşup da onun hoş sohbeti ve gülüşleriyle kendi derdini dağıtacaktı. Oysa şimdi Mantıvar'ı teselli etmek düşüyordu kendisine. Ama nasıl? Mantıvar olsa bin bir söz bulur, ağuyu bal eyler, soğuğu sıcak eyler, insanın yüreğini sarıp sarmalar, ana gibi, yar gibi ısıtırdı. Dağıtırdı insanın gamını, kederini. Cengiz ise odun gibi biriydi. Tam bir odun. Ancak sobada yakılırsa ısı verebilecek kupkuru bir odun. Beceriksiz, panikleyen, şaşkın biri...
Mantıvar'ın başını omuzundan alıp, gözlerini sildi.
- Gidelim can, diyebildi titrek bir sesle.
Yalnızca susuyordu Mantıvar. Hiç bir ses vermedi Cengiz'e. Arabaya doğru yürüdüler. Hiç bir iradi varlığı yok gibiydi. Yelin önünde yaprak gibi tozuyordu sadece. Arabaya girip oturdular.
Mantıvar oralarda uzunca kalmanın tehlikeli olacağını düşünerek Cengize oradan hemen uzaklaşmaları gerektiğini söyledi. Cengiz arabayı çalıştırıp gazladı. Yeni Liman mahallesinin tenha sokaklarından birisinde durdular.
Cengiz'in aklına bir şeycik gelmiyordu söylesin ki, Mantıvar açılsın birazcık. Nutku durmuş gibi bir hali vardı. Zorluyordu kendini konuşmak için ama yapmacık sözlerden çekiniyordu. Sonunda kızın ellerini eline aldı, başını göğsüne yasladı.
- Can dedi, neyin var senin? Bu acıklı durum ne böyle? Benim de içimi doğruyorsun. Konuş ne olur. Ve korkma. Sen korkusuz bir kızsın biliyorum. Yalnız da değilsin, gökte kanat çırpan perakende kuş. Ben varım yanında. İyi insanlar var. Güneş, ay ve yıldızlar var. Çiçekler, böcekler ve kuşlar var. Herkes ve herşey seni seviyor.
- Hiç konuşacak kıvamda değilim. Sonra bol bol konuşuruz. Yalnızca, bu durumda, böyle kalmak istiyorum şu an.
Sırtını kapıya yasladı Cengiz, Mantıvar'ın başını da kendi göğsüne. Karıştırmaya başladı eliyle kızın saçlarını. Ve uyuyup kaldı Mantıvar Cengiz'in kucağında. Cengiz Mantıvar'ı sarsmadan koltuğa uzattı. Başını kucağına aldı ve öylece bekledi, Mantıvar sabah saat yedide uyanıncaya kadar.
Sabah oluyordu. Gökte yıldızlar kaybetti ışığını. Etrafı koyu bir karanlık kapladı. Ardından şafak sökmeye başladı. Yavaş yavaş ışıdı ortalık. İlkyaz günlerinin ılık bir gecesiydi ve takibeden gündüz sıcak olacağa benziyordu. Deniz dupduru ve hareketsizdi.
Bahar güneşi denizin üzerinden yükselip geldi. Arabanın camlarından kırılarak doldu içeriye. Ve Cengiz'in kucağında uyuyan masum, sapsarı solmuş bebek yüzlü kızın göz kapaklarını araladı.
Gözlerini elleriyle ovdu Mantıvar. Dört saatten fazla hareketsiz uyumuştu. Demek ki çok uykusuz ve yorgundu. Yüzünün sarılığı da bundan olmalıydı. Gözlerini Cengiz'e dikip mayıl mayıl bakmaya başladı.
- Günaydın dağlarımın çiçeği.
Hafifçe gülümsedi Mantıvar.
- Günaydın.
Doğrulmak istedi ama Cengiz kalkmasını istemedi.
- Rahatını bozma canımın içi.
- Korkma benim rahatım bozulmaz senin yanında.
Dinlemedi Cengiz'i. Doğruldu ve başını Cengiz'in bağrına yasladı.
- Ben hep uyudum mu?
- Evet can, hep uyudun. Bebekler gibi. Çiçekler gibi.
Gözlerini Cengiz'in gözlerine göçertip gülümsedi. Mantıvar'ın gülüşü gerçekten de bir yaşında bir bebek gülüşünü andırıyordu.
- Sen uyumamışsın ama.
- Sen uyudun ya çiçeğim. O bana da yeter.
Cengiz parmaklarını Mantıvar'ın saçlarına gömdü. Hafif hafif başına masaja başladı. Mantıvar masajın verdiği rahatlıkla kendini bulutlar gibi hafif ve yumuşak hissediyordu. Cengiz'in kucağında değil de göklerdeydi sanki. Ve tek başına değil, bir dostla kanat çırpıyordu mavi boşluğun derinliklerine doğru.
- Sen açsın değil mi can?
- Hem de nasıl? Kaç gündür bir şeycik yemedim.
O saatte her taraf kapalıydı. Milk barlar bile. Dışarıda karın doyuracak bir yer bulma olanağı yoktu. Geriye tek çare kalıyordu. Eve gitmek.
- Karnımızı doyuracak bir yer bulabilir miyiz bu saatte?
- Bulamayız can. Her yer kapalı şu an. Eve gidelim.
- Ben evi terkettim. Oraya uğramıyorum ve uğramayacağım da bir daha.
- Benim eve gidelim.
- Olmaz. Sen bağımsız bir kişi değilsin. Ortağın var. Karın beni seninle görünce deprem olur, fırtına kopar, savaş patlar...
- Olsun, kopsun, patlasın. Hiç önemi yok.
- Hayır olmaz. Aşırı fedakarlık felaket getirebilir. Seninle çıkıp birlikte evine gitmem doğru olmaz.
Cengiz önerisini kabul ettiremedi Mantıvar'a. Yavaş yavaş çarşıya doğru gidelim, diye önerdi bu sefer. Mantıvar olurladı. Çıktılar yola. İşe de gitmeyecekti o gün Cengiz. Dani'ye telefon edip, O günlüğüne işleri ayarlamasını ve kontrol etmesini istedi. Meşgul olduğunu ve kendisinin gelemeyeceğini bildirdi. Öteki işyeri hakkında bilgi verdi. Zaten iki gurubu çalışıyordu o günlerde Cengiz'in. Hiç önemi yoktu işin.Dani hallederdi onları. Ama o karısına ne diyecekti? Önemli olan da bu konuydu. Gerçi karısıyla araları çok gergindi. Herkesin dünyası kalın çizgilerle ayrılmış durumdaydı ve herkes kendi dünyasına çekilmişti. Karısına göre Cengiz'in "canı cehenneme"ydi. Cengiz ise karısından kurtulursa büyük bir parti vermeyi düşünüyordu. Tüm bunlara karşın henüz resmen karı- kocaydılar ve bir evde yaşıyorlardı. Uygun bir düşünce bulup, yalan da olsa ona söylemeliydi durumu. Ya da direk gerçeği söyleyecekti. En iyisi gerçeği söylemekti herhalde. Dürüstlük de buydu. Zaten Mantıvar'la aralarında hiç bir duygusal ilişki yoktu. Nasıl bir sevgiydi Cengiz'in Mantıvar'a duyduğu? Bir çiçeğe, bir bebeğe, minik bir kuşa duyulan sevgi. Bir anaya duyulan sevgi. Bir can dosta duyulan yakınlık... Mantıvar Cengiz'e bu duyguları veriyordu. Peki, Cengiz hangi duyguları veriyordu acaba Mantıvar'a? Aynısını mı? Olabilirdi. Ama Cengize göre yine de bilinmezdi insanın kalbinin içindeki kuyularda ne hazinelerin yattığı.
Açık olmak kadar güzel şey yoktu kuşkusuz. Ama açıklığı kaldıracak insan neredeydi? Açıklığı öneren bir kültür oluşmuş muydu yeryüzünde? Hayır, henüz oluşmamıştı. İnsanlar çoğunlukla hep yalana inanıyorlardı daha. Yalanın peşi sıra gidiyor, kendilerini yalanla avutarak mutlu olmaya çalışıyorlardı. Dinlerin tümü yalan- dolan ve gerçek üstü şeylerden oluşmuyor muydu? Seçimlerde oyları en iyi yalan atan politikacılar toplamıyor muydu?
Şimdi eve gidip Mantıvar'ı anlatsa ve dese ki; " işte bu can kız, benim kızım. Benim mavi minik kuşum. Dağlarımın doruklarında biten sarı hakık çiçeğim, mantıvarım, Akçadağ’ın, Bolkar’ın Düldül’ün dumanlı vadilerinden kopup gelmiş yavru maralım...." Feryal hatun Cengiz'e inanır mıydı? Olanaksızdı inanması. “Oynaşını evime getirmiş utanmaz alçak herif” diye düşünür, Mantıvar'ın dediği olurdu. Fırtına patlar, yer yerinden oynar, savaş çıkar, kıyamet kopardı.
Eve telefon etti Cengiz. Karısı aldı telefonu.
- Ben erkenden çıktım. Gençlerle Echukaya gidiyoruz. Pazara döneceğim.
- Ne yaparsan yap, beni ilgilendirmez, dedi karşıdaki buz gibi bir sesle.
İstersen bir daha dönme de diyebilirdi, ama demedi.
Cengiz ile karısı arasında geçen iki tümcecik telefon konuşmasından, leb demeden leblebiyi anlarcasına anladı Mantıvar Cengiz'in karısıyla ilişkisinin derecesini.
- Ben sizin aile ilişkilerinizi bozmak istemem. Benim yüzümden huzursuzluk çıkmasın eşinle aranızda. Lütfen bana yardım edeyim derken eşin ve çocuklarına acı verme.
- Huzursuzluk başından beri var aramızda. Sen hiç bir olumsuzluğa neden olmadın ve asla olmayacaksın da. Bu konuda rahat ol. Sen kendi yaşamını anlatmasan da bana, ben sana kendi yaşamımı anlatacağım. O zaman daha iyi anlarsın durumu. Açık olmak her zaman iyidir. Eşler arasında da, dostlar arasında da, ve hatta iş ortakları arasında da....
- Haklısın elbette. Ama ben kendi derdimle insanları rahatsız etmekten korktum hep.
- Derdini anlatmayan derman bulamaz ama. Hatta derdini çoğaltır durmadan ve sonuçta dert deryasında boğulur gider...
Yavaş yavaş yol alıyorlardı. Hem gidiyor, hem de konuşuyorlardı. Nasıl olsa vakit henüz erkendi ve çarşı- pazarın açılmasını bekleyeceklerdi.
Mantıvarın gözleri yeniden kapanmaya başlamıştı. Demek ki günlerdir uyumamıştı bu kızcağız.
- Çiçeğim, dedi Cengiz. Sen uyu bir- iki saat daha.
Cengiz arabayı sola çekip durdu. Mantıvar’ın koltuğunu iyice arkaya yatırdı ve Mantıvar hemen uykuya daldı. O uyurken Cengiz özenle arabayı yavaş ve sarsmadan kullanıyor ve yapılması gereken işleri düşünüyordu.
Bu kıza yeni bir ev ve iş gerekecekti. Sosyal ve yasal konumu neydi Avustralyada? İşi ve evi neden terketmişti? Ama anında iş bulmak da, ev kiralamak da olanaklı değildi. Bir motele yerleştirse çok pahalı mı olurdu? Belki. Ama başka bir seçenek de görünmüyordu. Kendi evinde iki tane oda boş duruyordu oysa. Bu oda bolluğunda motele para dökmek hiç de usa uygun değildi. Değildi ama başka çare var mıydı cehaletin toplumun gövdesini ahtapot gibi sardığı şu günde. Varsın pahalı olsundu. Beş-on günlük masraftan bir can dost için kaçınılır mıydı? Fakat Mantıvar bunu kabul eder miydi? Bir de orası vardı işin. Etsin ya da etmesin, başka yol yok gibi geliyordu Cengiz'e.
Hafta sonuydu ve birlikte olacaklardı. Ev sorunu olmasaydı ne iyi olurdu şimdi. Çekip giderlerdi şöyle Lorne ya da Hallsgab taraflarına. Deniz ve dağ havası hem bedensel, hem de zihinsel sıkıntılara ilaç gibi iyi gelirdi. Mc Kenzie çağlayanına, aborijini müzesine, balkon kayalarına giderlerdi. Belki balık avlarlardı barajda. Dönüşte de Stawellda minyatür dünyayı gezerlerdi. Gerçek olmasa da minyatür bir gezi yapmış olurlardı eskimo yurduna, Hindistan, Çin, Kanada, İsviçre, Hollanda, Mısır ve Afrika ülkelerine...
Banyo felan da yapmamış olmalıydı bu kızcağız günlerdir. Zaman zaman agır olmasa da ter kokusu geliyordu. Bir gövdesi bir de çantası vardı. Telefonu bile yoktu yanında.
Arabayı Brimbank alışveriş merkezine sürdü Cengiz. Ön taraftan girip, arkaya dolandı. Arka giriş kapısına yakın bir yere park etti. Çarşı yavaş yavaş açılıyordu. Mantıvar uyuyordu koltukta. Yüzü bir bebek yüzü gibi masum, gözlerinin etrafında çukurlar ve mor halkalar oluşmuştu. Uyuyor başı pare pare karlı Torosların çiçeği. 'Uyusun bakalım' dedi kendi kendine Cengiz. Kıyamadı uyandırmaya.
Kafasında planını yaptı. Uyanınca, önce bir güzel kahvaltı yapacaklar, sonra Mantıvar için değişiklik, iç çamaşırı,gecelik ve üst- baş alacaklar ve sonra da motele gideceklerdi. Orada Mantıvar iyi bir yıkanıp su verilmiş çiçekler gibi açılacaktı. Yapılacak işleri ve sorunları başbaşa oturup tartışacaklardı. Çünkü itiraz dinlemezdi Toros'un eşkiyası Mullacık.
Mantıvar uyurken bir bebek gibi yanıbaşında, Cengiz yıllar öncesinin o kabına sığmaz textil işçisini düşünüyordu. Braford'daki kavgalı döğüşlü grev geldi gözlerinin önüne. Polisin grevci kadınlara saldırısı. Tutuklamalar, döğüşler, grevci kadınların joplanışı, vahşi polis sürülerince yerlerde sürüklenişi....Sonra toplum kuruluşlarınca yapılan destekleme ziyaretleri ve saldırıya karşı fabrika önünün barikatla kapatılması... Barikatın ardından gece gündüz ayrılmadan, işçileri sürekli dirençli tutan Amanos kartalı gibi cesur bir kız...Şu an yanıbaşında uyuyan bu masum bebekyüzlü kız, o kız mıydı? O şanlı direniş Mantıvar'ı nazlı ama hırçın bir bayrak gibi göndere çekmişti.
Mantıvar saat ona doğru uyandı. Gerindi. Gözlerini ovdu. Başını Cengiz'e döndürdü.
- Çok uyudum mu?
- Üç saate yakın uyudun.
- Saat kaç ki şimdi?
- On.
- Çok geç olmuş. Niçin uyandırmadın beni?
- Kıyamadım dokunmaya sana. Sen bebekler gibi güzel uyuyorsun. Uyurken bebekler gibi masumlaşıyor yüzün. Yanakların çiçekleniyor. Meltemli denizler oluşuyor gözlerinin derinliklerinde…Değil uyandırmak, saçını koklamaya bile kıyamıyorum ben senin. Hem iyi oldu uyuman, dinlendin. Dinlenmiş kafa ve beden daha iyi işler.
Sustu. Hiç bir şeycik demedi. Neyi düşünüyordu acaba? Bu adam beni çok seviyor, diye mi düşünüyordu yoksa başka bir şeyler mi vardı kafasında? Ya da kendi durumunu mu irdeliyordu? Kim bilir...
- Kalk, dedi Cengiz gidip birşeyler yiyelim.
Kalktılar. Çarşı giderayak kalabalıklaşıyordu. Cuma günleri hep kalabalık olurdu zaten. Ne kadar kadın varsa etrafta günü hep çarşıda mı geçiriyordu ne? İş günüydü ve çarşı daha sabahtan tıklım tıklım dolmuştu. Demekki çok işsiz vardı bu memlekette.
Cengiz poğaça ve kahvelerin parasını ödedi. Gidip bir masaya oturdular. Az sonra kahveci kız bir tepsi içinde kahvaltılıklarını getirdi. Aç kurt gibi daldılar poğaçalara. Mantıvar kaç gündür açtı zaten, ama Cengiz de onbeş saattir hiç bir şey yememişti. Karınlarını doyurunca kahveleri tazelettiler.
Önce Mantıvar girdi söze.
- Ben ne oldu, ne bitti bir anlatayım sana ve ona göre bir şeyler yapalım.
Kabul etmedi Cengiz.
- Önce bir şeyler alalım senin için. Pantolon, gömlek, fanila, gecelik ve çamaşır. Sonra bir motele gidelim. Orada yıkan ve değiş. Ondan sonra uzun uzun konuşur tartışırız oldu mu?
Başını anlamsız bir hareketle salladı Mantıvar. Olur mu diyordu yoksa olmaz mı? Hiç bir anlam veremedi Cengiz bu harekete.
- Ama....
Sözünü kesti Cengiz Mantıvar'ın.
- Eşkiya Mullacık itiraz dinlemez.
Mantıvar güldü hafiften.
- Eşkiyaya bak hizaya gel. İnce Memed deseydin bari.
- Hayır, diyemem. Mullacık gerçek bir eşkiyadır ve adı da Memed'dir. Ama İnce Memed adında gerçek bir eşkiya yoktur. O, Kürt Kemalin uydurduğu bir adlandırmadır.
Kalkıp konfeksiyon mağazalarına doğru yürüdüler. Büyük marketlerde Mantıvar'a uygun giysiler bulmak çok zordu. Fiatlar da çok pahalıydı. Mantıvar ucuza bakıyordu hep. Cengiz'e yük olma kaygısı olmalıydı onu böyle davrandıran.
- Mantıvar, dedi Cengiz. Bu Avustralya mağazaları hep İngiliz ölçülerine göre mal satıyor. Bunlar kadar tutucu bir millet yeryüzüne gelmemiştir. Bir milyon yıl geçse aradan bunlar yine İngilizdir. Biz burada kendimize uygun giyecek zor buluruz. En iyisi Asyalıların Butiklerine gidelim.
- Var mı ki burada?
- Olmaz olur mu? Nerde bir ticaret yapılan yer varsa, orada mutlaka en az bir Çinli vardır.
- Sen Çinlileri Yahudilere benzettin. Nerde para varsa, orada bir Yahudi var derler.
- Birazcık benzerler elbette. Çinli Asya'nın Yahudisidir. Ama bu Yahudi çok büyük ve modern bir Yahudidir. Kollektif bir Yahudi ve çok güçlüdür ondan ötürü.
Alışverişi Çin butiklerinden yaptılar. Gerçekten de ölçüler ve fiatlar çok uygundu.
- Tanrı razı olsun bu Asya Yahudisinden, diye güldü Mantıvar. Bunlar olmasa, bizim gibi bücür bedenli ve züğürt bütçeliler perişan olur bu leylek yapılı anglo- saksonların arasında.
Alışverişten sonra çarşıdan çıkıp motel aramaya başladılar. Bu memlekette şehir merkezinin dışındaki semtlerde motel bulmak kolay değildi. Üzerinde Hotel yazan yerler kumarhaneydi. Moteller ise genellikle yol boylarında şehir dışlarında oluyordu.
Arabayı Western High Way yönüne sürdüler.
Onbeş dakika kadar gidince moteli gördüler. Kapıda durdular. Cengiz motel yönetim odasına girdi. Üç geceliğine bir oda kiralamak istediğini söyledi. Kimlik göstermesi gerktiğini belirttiler. Geri gelip arabadan sürücü belgesini alıp götürdü. Üç gecelik kiranın tutarı olan 210 doları ödeyip anahtarı aldı.
Doğruca motel odasına daldılar.Mantıvar duşa girdi ve yarım saat sonra çıkıp geldi. İyice ferahlamışa benziyordu. Kirini pasını atmış, hafiflemişti. Oturdu Cengiz’in yanına. Başladı anlatmaya. Bakalım ne dedi....


5

Benim ömrüm
bir macera olarak başladı
ve macera olarak devam ediyor
başladı başlayalı…

Evet, ömrüm macera olarak başladı ve bugünlere geldi. Bundan ötesi de maceralı geçeceğe benziyor. Şimdiye kadar sana kendimden hiç bahsetmedim. Yalnızca sana değil elbette hiç kimseye kendi yaşamım üzerine konuşmuş değilim. Sen de bana hiç sormadın. Niçin sormadın onu da bilemiyorum. Tabi ben de sana sormadım yaşamın hakkında. Sormadım çünkü, düşündüm ki, eğer ben sana sorarsam, sen de bana sorarsın. Buna hakkın da var. Ondan ötürü sürekli kaçındım kişiler hakkında konuşmaktan ve kendi sorunlarımı başkasına açmaktan. Zaman zaman bu konuya girmek isteyenler olduysa da bir yolunu bulup ben konuyu kapattım. Kimliğimi de söylemedim zorunlu kalmadıkça.
Yalnızca sen biliyorsun sivil toplum içinde benim gerçek adımı. Sana neden ilk gördüğümde gerçek adımı söyleyiverdim onu da olmayıp anlamış değilim bunca yıldır. İçimden öyle geliverdi herhalde. İşte ve çevrede adımı asla kullanmıyordum. Herkes beni Zeynep diye biliyordu.
-İlk tanıştığımızda tahmin etmiştim.
-Türkiyeliler arasına da bilerek pek girmiyordum. Konuştuğum, görüştüğüm kişi sayısı üç- beş tanedir. Aslında doğru dürüst, içli dışlı olduğum hiç bir arkadaşım yok şu anda. Çalıştığım işyerlerinden bazı kadınlarla oralarda çalışırken ilişkim oldu. Bir de sendikaya gidip geliyordum yıllar önce. Hiç düşündün mü, seni çağırdığım ilk evimden sonra dört kez ev değiştirmem hakkında?
- Düşünmez olur muyum hiç? Elbette düşündüm. Senin bir şeylerden kaçtığını, yalnızlığını, bir genç kız mı yoksa ayrılmış biri mi olduğunu ta ilk başlardan beri düşüne geldim. Daha sonra Güney Avustralya gezimiz sırasında, senin içinde bir yaranın sürekli kanadığını, ağır acılar çektiğini anladım.
- Nasıl yani?
- Senin bir çocuğun olmalı. Doğru mu tahminim.
- Doğru.
- Seni rahat bırakmayanlar eski kocan ve adamları değil mi?
- Evet onlar.
- Seni niçin rahat bırakmıyorlar? Verip de alamadıkları nedir senden?
-Hiç bir şey yok aslında, ama anlatması zor, bir uzun öykü aynı zamanda.
- Anlat şu öyküyü de dinleyelim o zaman.
Mantıvar'a bir kahve yaptı Cengiz. Bisküvit ve çukolata da getirdi beraberinde. Kendisine de bir limonlu çay. Kahve ve çaylarını yudumlayarak başladılar yeniden öyküye.
Mantıvar söze başlayacaktı ki, kapı çalındı. Motel görevlisi buzdolabını kontrol edeceğini bildirip içeri daldı. Yeni bisküvit, süt ve çukolata koydu dolaba. Bir isteklerinin olup olmadığını sordu müşterilerinden. Müşterilerse teşekkür edip, olmadığını söylediler. Görevli bayan iyi günler dileyip çıktı.
- Ben senin sandığın gibi bir genç ve minik kızcağız değilim. Beden yapımdan ötürü genç görünüyorum herhalde. 1965 yılında İskenderun'da doğdum. Anam Dalaman doğumluydu, Göçük Hatice derlerdi. Girit göçmeni bir ailenin kızıydı. Babamsa Göksün'lüydü. Babam subaydı. Abdullah yüzbaşı diye çağrılırdı. Babam anamın memleketinde görev yapmış. Orada görevdeyken anamla tanışıp evlenmişler. Benden büyük üç tane ağabeyim vardı. Ben belki de macera olsun diye geç vakit yapılmış ana- babamın dördüncü ve son çocuğuydum.
- Ben de dördüncü çocuğum, dedi Cengiz. Ama, anam benden sonra beş tane daha doğurmuştu.
- Senin anan tam "dokuz doğurmuş" diye güldü Mantıvar.
Bu kız gülünce ne kadar çok neşe veriyordu etrafına. İnsanın gamı kederi bir anda onun gülücüklerinin oklarına hedef olup gidiyordu. Gözlerinden bir ince ışık pınarı fışkırıyor, büyüyüp yayılıyor, karakış sabahında doğan güneş gibi insanı sarıp ısıtıyordu.
- Sadece çocuk bakımından değil. Yaşamın her alanında " dokuz doğurdu" çileli kadıncağız. Ömrü acı, hasret ve sefalet içinde geçti hep.
- Benimle benden bir önceki ağabeyim arasında dokuz yaş fark vadı. Kardeşlerimle sıcak bağım hiç olmadı. Babamın işi gereği Anadolu'nun çeşitli yerlerinde gezerek büyüdüm. İlkokul çağına gelinceye kadar İskenderun'da oturduk. İskenderun sıcak ve güzel bir şehirdi. Ve biz mutlu bir yaşam içindeydik orada. Babam sahildeki ordu evinde görevliydi. Evimiz ordu evinin hemen yakınındaydı. Arada kocaman bir cadde vardı. Fener caddesi...1971 sonuna doğru bu mutlu yaşamımız sona erdi.Babamın Erciş'e tayini çıktı. Tayini diyorum ama, işin doğrusu babamı sürgüne gönderdiler Erciş'e ve adamcağıza bir daha da terfi merfi vermediler. Daha sonra da, oradan oraya süründürüp durdular.
- 1971 yılı Türkiye'de önemli bir yıldı. Aynı zamanda karanlık ve çalkantılı bir yıl. Sürgüne neden olan şey neydi? Babanızın düzen tarafından sakıncalı görülen düşünceleri mi vardı?
- Hayır düşüncesinden değil. İhmal ve duyarsızlıktan dolayı.
- Nasıl oluyor o ihmal ve duyarsızlık suçu?
- Biz Fener caddesine açılan bir ara sokakta oturuyorduk. Bu küçük sokağa açılan ikinci bir küçük sokak daha vardı. Evimiz iki sokağın köşesindeydi. Hiç unutmam, evin tam köşesini, iki sokağın kesiştiği yeri kaplayan genç bir çınar ağacı vardı. Yazın kavurucu sıcaklarında gölgesi penceremizden hiç ayrılmazdı. Uzunlamasına ve iki katlı bir binaydı oturduğumuz yer. Ve bizim dairenin arka tarafında bir başka daire daha vardı. Arkadaki dairenin pencereleri yan sokağa, bizim daireninkiyse hem yan sokağa, hem de ana sokağa bakardı. Bu arka dairede bir takım bekar genç erkekler oturuyorlardı. Zaman zaman değişik kişiler gelip gidiyordu. Bazan gece yarısı gelenler oluyor, arkadaşları kapıyı açsın diye yanlışlıkla bizim pencereyi çalıyorlardı. Anam bu durumdan huzursuzlanmıştı iyice. Durumu babama anlattı birgün.
- Babanız evde olmuyor muydu geceleri?
- Babam genellikle gece görevi yapardı ordu evinde.
- Haaa.
- Anam ve babam o genç kişiler hakkında garip şeyler konuşuyorlardı.
Ben pek anlayamıyordum söylediklerini ama, aklımda " bu evde oturanlar her kimseler, garip ve esrarengiz insanlar, gündüz hiç dışarı çıkmıyorlar hep gece gelip gidiyorlar" sözü kaldı.
Cengiz otuz yıl öncesini hayalledi. Okuldan uzaklaştırılışı... Yeni yetme gençlik çağının maceraları, coşkuları, sevdaları ve yoksulluk, perişanlık içinde geçen günleri geldi gözlerinin önüne. Akıncılar Çırçır Prese fabrikasındaki gece işçiliği, humus lokantaları, kış gecelerinde yorgansız yatakta çarşaf altında üşüyerek uyumaya çalışması... ve bir gün, bir küçük kız çocuğunun pencerenin önünden geçerken arkadaşlarına söylediği korkunç bir söz... Gözlerini Mantıvar'ın gözlerine dikti. İki arkadaşıyla, ölgün Kasım güneşinin vurduğu pencerenin önünden yürüyerek uzaklaşan, sarı uzun saçları gün ışığında ipek gibi parıldayan, beş- altı yaşındaki minik kız, şu an karşısında oturan Mantıvar mıydı? Gözleri, beyni, belleği ve tüm algılarıyla Mantıvar'ın yüzünden minik kızın yüzüne gidip gidip geldi. Ondan başkası olamazdı. Ne garip bir raslantı.
- Ve sen bir gün, dedi Cengiz Mantıvar’a, arkadaşlarınla onların penceresinin önünden geçerken, "bu evde oturanlar kim ise, çok garip ve esrarengiz adamlar, gündüzleri hiç dışarı çıkmıyor hep gece gelip gidiyorlar" dedin. Adamlar da senin söylediklerini duydular. "Çocuktan al haberi" deyip tüydüler oradan değil mi?
Mantıvar yavaşça başını kaldırıp Cengiz'in gözbebeklerine dikti bakışlarını. Yüzü acayip bir hal almıştı. Merak, tedirginlik ve garip bir şaşkınlık okunuyordu gözlerinde.
- Sonra ne oldu? diye sordu Cengiz'e. Sanki kendisinin değil de onun öyküsü anlatılıyormuşcasına.
- Sonra ne olsun ki, dedi Cengiz. Senin arkadaşların da senin onlara anlattıklarını anne ve babalarına anlattılar. Onlar da polise ihparda bulundular "bu evde anarşistler yaşıyor" diye. Polis bir gece evi bastı. Ama evde onları bulamayınca etrafta soruşturma başlattı. Bir subayın oturduğu evin bitişiğinde “anarşistlerin” uzun zaman oturması ise o subayın suçlu görülmesine yetti de arttı bile. Ve senin peder sürgünü boyladı. Aslında çok şanslı bir kişiymiş baban. Kodesi de boylayabilirdi.
- Hayret doğrusu, dedi Mantıvar. Sen nereden biliyorsun bütün bunları?
- Senin beynini okuyorum.
- Bırak bu beyin okuma palavrasını lütfen. Öyle şey olamaz.
- Niçin olmasın?
- Olamaz! Çünkü ben senin beyin okumana da, beynin okunmasına da inanmam…
- Attım, tuttu herhalde.
- Bu atma-tutma işi de olamaz. Çünkü olay aynen anlattığın gibi oldu. Sen olayın içindeymişsin gibi anlatıyorsun.
- Bilmem. Belki de o gençlerden birisi bendim. Olamaz mı yani?
Mantıvar Cengiz'i gözleriyle sıkı bir denetime alıp, uzun bir sessiz sorgulamaya tabi tuttuktan sonra olay hakkında tartışmayı bıraktı. Cengiz ise mantıvarın soran gözlerinin ağır baskısı altında ve olayın büyüsüyle uzaklara kaçmış bir görünüm gösteriyordu. Yarı dalgın ve yarı hayal aleminde yüzer gibi bir hale bürünmüştü çehresi..
Kendi ve arkadaşına birer kahve yapıp getiren Mantıvar;
- Nereye gittin, diye sordu Cengize?
- Şöyle kısa bir İskenderun gezisi yaptım dedi Cengiz. Sahilde olta atan çocukları seyrettim biraz. Sonra ordu evinin önünden dolanıp Fener caddesine çıktım. Köşedeki humusçuda 150 kuruşa bir tabak zeytin yağlı humus yedim. Bakkal Sami Kıl'ın kızından bir külah beyaz murt satın alıp Yıldırımtepe'ye doğru murt yiyerek yürüyordum. Yanımda kısa boylu, geniş omuzlu, geniş alınlı, dili hafif peltek ve gözleri iki radar gibi sürekli etrafı tarayan biri vardı. Gevaşlı bir Kürt. İskenderun'dan ayrılırken yazlık gömleklerini "sonra müzeye koyarsın bunları" diye bana vermişti. Daha sonra ben de anama devretmiştim o emanetleri. Anam ölünceye kadar sandığında saklamıştı. Ama daha sonra ne oldu bilmiyorum...Bizim gibi yersiz yurtsuzların yüreklerinden başka müzeleri olabilir mi?
- Daha sonra İskenderun'da bizim bitişikte kalan gençlerden birisinin Kızıldere'de öldürüldüğünü, cenazesinin Van'a getirildiğini söylemişti babam, biz Erciş'e taşındıktan dört- beş ay sonra... herhalde o senin Gevaşlı Kürt arkadaşındı.
-Evet! Odur! Sabo derdik biz ona… Babanız o gençlere düşman değilmiş anlaşılan.
- Kesinlikle değildi. Babam çok insancıl ve ileri görüşlüydü.
- Karda kışta tuttu peder Erciş'in yolunu. Gerçi Erciş mahrumiyet bölgesi sayılmaz ya, yine de çok zor gelmiştir size.
- Sayılmaz olur mu? Aralık ayında düştük yola. Kar, kış, kıyamet her yer. Biz daha önce hiç karlı bir iklim görmemiş, soğuk bir memlekette yaşamamıştık ki. Babama bir lojman verdiler orada. Küçücük iki odası bir saloncuğu olan, beton bir ev. Evin dış duvarları buzla kaplanmış gibiydi. Yerde yarım metre kalınlığında buz örtüsü vardı. Her renk beyaz ve griydi. Pencereler çift camlıydı. Ama camın üzerine bir de naylon geçirilmişti. Salonda bir kömür sobası yanıyor. Elbiselerimizi üstüste giyiyoruz orada. Sobanın etrafında yaşıyoruz hep. Annem benim yatağı salona seriyor. Yatak odası buzdolabından farksız. Dışarıya çıkınca nefesimiz donuyor, burnumuzun delikleri buzlanıyor.
- Erciş güzel bir yer ama, dedi Cengiz. Etrafı bağlık bahçelik. Büyük bir ilçe. Tüm devlet kurumları var orada. Önünde deniz gibi kocaman bir mavi göl. Daha ne istiyorsunuz ki. Ya Çaldıran'a, Saray'a, Başkale'ye felan sürülseydi baban...
- O saydığın yerler hakkında bir bilgim yok ama, Erciş bile bize çok zor gelmişti. Babam pasiflenmişti orada. Askerlik şubesiyle ilgileniyordu yalnızca. Sonra tayinini istedi. Nasıl olsa çıkarmazlar diye düşünüyordu ama çıkardılar.
- Nereye?
- Hiç istemediği bir yere. Suşehri denilen bir yer. Sivas'a bağlı ama yol yolak yok. Karadeniz bölgesine düşüyor.
- İstemediği yere nasıl tayin ediyorlar ki?
- Babamın romatizmaları vardı. Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde ılıman iklimli uygun bir yer belirlemesi yapmıştı tayin isteminde.
- İyi ya, Suşehri'nden daha ılıman yer mi bulacaktı, diye güldü Cengiz.
- Babam mecburen kabullendi bu sürgünden daha beter olan yer değişimini.

Ben ilkokula İskenderun'da başlamıştım. Üç buçuk ay sonra okul değiştirmek zorunda kaldım. İlkokulu üç ayrı memlekette İskenderun, Erciş ve Suşehri'nde, orta okulu Suşehri ve Silifke'de bitirdim. Silifke'de lisenin birinci sınıfını bitirdikten sonra İstanbul'a taşındık. Babam emekli oldu. Ben İngilizce eğitim yapan bir liseye kaydoldum. Lise bitince üniversiteye başladım.
- Hangi bölümde okuyordunuz?
- Turizm.
- Bence çok güzel bir bölüm seçmişsiniz.
- Seçmedim. Ancak orayı tutuyordu puanlarım.
- Şu Silifke'yi anlatsana biraz.
- Silifke küçük bir İskenderun'du benim için. Çok samimi, gariban ve dost insanları vardı. Sakin bir şehircik. Önü yemyeşil bir ova, ardında gür ormanlı yemyeşil Toroslar ve içinden köpüre köpüre akan Göksu ırmağı... Etrafı bağlık, bahçelik bir cennet köşesiydi Silifke.
- Yaz akşamları kaleye çıkıp ayran içer miydiniz?
- Sen Silifkede de mi kaldın yoksa?
- Çok kısa bir süre, 3-4 ay kadar.
- İçilmez olunur mu hiç.
- Peki batırık da yer miydiniz?
- O da ne?
- Ayıp oluyor ama diye güldü Cengiz. Sen yıllarca Silifke'de yaşa ve batırık denilen şeyi hiç duyma. Batırık ve ayran ve bir de kadınların kendilerinden küçük yaştaki erkekleri bacı diye çağırmaları Silifke'yi anımsatır hep bana. Batırık, bulgur pilavına çoban salatası karıştırılarak ve üzerine buzlu su dökülerek yapılan bir yemektir. O kasabanın ayranı, batırığı ve bir de keklik halayıyla çingene kadınlarının küfrü meşhurdur.
- Gerisini anladım da meşhur küfür nasıl oluyor, onu anlayamadım.
- "Nasıl oluyor" olur mu, dedi Cengiz. Her yörenin bir küfür kültürü, bir küfretme şekli vardır. Örneğin Adana'nın da küfrü meşhurdur. Adanalı genellikle dine, imana, kitaba, kurana, tanrıya küfreder... Türkiyede tek bilimsel
küfreden kadınlar çingene kadınlarıdır.
Memleketin öteki yerlerinde kadınlar birbirleriyle sövüşürken hasmına karşı kendi kocasını joker olarak kullanır. "Kocam seni şaapsın..." diyerek söver. Çingene kadınları kendilerini boynuzlatmadan, ama kocasını boynuzlayarak eder küfrünü. Hasmına "senin kocanla şaaaparım" diye söver.
Mantıvar çingene kadınlarının bu sövme şekline katıla katıla güldükten sonra;
- Herhalde memlekette tek ozgür kadın onlardır dedi.
- Elbette diye sürdürdü Cengiz. Çingene yaşam tarzı kadını yaşamı yaratmada sürekli aktif kılmaktadır. Bu durum ise ona kendi ailesi ve toplumu içinde özgür olabilme olanağı veriyor. Çingene kadın kendisine yabancılaşmamıştır. Cinsel olarak da özgürdür. Erkek kendini merkeze koyarak küfrederse, kadın niçin etmesin? Ama toplumun öteki kesimlerinin kadınları ortaçağ din, talim ve töreleriyle eğitile eğitile iyice köleleştirilmiştir. Bir erkeğe kendini yamamadan küfür bile edememektedir.

6

Ne o beni sordu bir daha ne de ben
onu arayıp sordum, tam onyedi yıl
geçti aradan. Belki yaşıyordur daha,
belki de göçüp gitmiştir dünyamızdan.
Bugün yokluyorum da kendimi
o geçmiş yaşamdan yalnızca
babamın yüzü kalmış yanımda,
herşey silinip gitmiş anılarımdan…

Üniversitenin ilk yılında babam öldü. Babamın ölümü beni çok sarstı. Ailede bana en yakın olan babamdı. Arkadaş gibiydik onunla. Anamla yaşamaya devam ettim. Ama daha bir yıl bile geçmeden babamın ölümü üzerinden, benim güzel dul anam bir emekli subayla evlenivermez mi? Ben kaldım yapayalnız.... Babalığım olacak emekli subay kendileriyle kalmamı istedi ama kabul etmedim. Anama çok kötü bozulmuştum. Bir anda gözüme çok çirkin bir varlık suretinde göründü kadın. Düşman görmüş gibi bir duyguya kapılmıştım. Olanaklı değildi onlarla kalmam. Yurda yazıldım. Zaten onlarla kalamazdım. Kısa süre sonra Yalova'ya taşındılar. Ben ne yapacaktım Yalova'da. Okul İstanbul'daydı. Yalova'dan okula gelip gidemezdim zaten...
- Anneniz babanıza göre hayli genç olmalı diye düşünüyorum.
- Evet, gençti. Aralarında onsekiz yıl fark vardı.
- Peki ama neden istemedin annenin yeniden evlenmesini? Kadıncağız daha hayli gençmiş. Onun yeniden evlenmesi babanı sevmediği anlamına gelmez ki...Babanı da çok seviyordu mutlaka. Ama ölenle ölünmez. Herkes kendi payına ölür... Ve sağ olanlar için yaşam devam eder.
- Söylediklerinin tümü doğru ve tümüne katılıyorum. Ama bilemiyorum bu nasıl bir duygu. Belki de içgüdüsel bir durum. Genellikle çocuklar ana-babalarından birini kaybedince geride kalanın evlenmesine razı olamıyorlar. Anasını veya babasını da, sağ kalan hangisiyse, sağ kalanı da kaybedecekleri korkusuna kapılıyorlar. Anne ya da babasının yerini bir yabancı kişinin almasına gönülleri razı olmuyor. Özellikle anneyi çok fazla kıskanıyorlar.
- Kardeşlerinle ilişkin yok muydu? Onların yardımını alamaz mıydın?
- Yoktu ve hiç bir zaman da aramızda sıcak bir bağ olmadı. Zaten ben hiç ağabeylerimle birlikte yaşamadım. Onlar çok önceleri, hatta gençken aile ocağından kopmuşlardı. Arada bir geldiklerinde de hiç ısınamadım onlara. Çok soğuk mizaçlı kişilerdi. Hep ciddi bir görünümleri vardı. Hiç samimi değillerdi, her şeyleri resmiydi.Bana öyle geliyor ki onlar da bana hiç ısınamadılar. Beni bir yabancı, bir buluntu çocuk gibi gördüler. Daha sonra da zaten işlerinin başına geçtiler. Her biri Anadolunun bir köşesindeydi. Evlenip, çoluk çocuğa karışmışlardı.
- Ne iş yapıyorlardı?
- Üçü de subaydı.
- Askerlik, daha doğrusu subaylık eğitim ve yaşamı insanları kardeşi de olsa dış dünyadan, sivil insanlardan soğutup uzaklaştırıyor mu sizce de?
- Herhalde. Ben subay okulu yıllarında bile ağabeylerimin eve pek gelmediklerini, gelseler bile yılda veya iki yılda bir kaç günlüğüne geldiklerini anımsıyorum.
- Babanız öldüğünde gelmediler mi?
- Geldiler. Cenaze töreni biter bitmez de ayrıldılar. Ondan sonra da hiç bir gün arayıp sormadılar. Ben babamın adres defterinde bulunan adreslerine yılbaşı kartı yolladım birkaç kere, bir kere de bayram kartı. Ama hiç yanıt gelmedi onlardan bana.
- Anneleriyle ilişkileri nasıldı?
- Bilmiyorum, ama sanmıyorum ki anneleriyle yazışsınlar.
- Baban da subay ama?
- Babam değişikti. Güleryüzlü, hoş sohbet, tatlı bir adamdı. Benimle annemden daha çok ilgilenirdi. Şimdi düşünüyorum da, belki de babam oğullarında tadamadığı çocuk sevgisini hep bana verdi ve bende buldu. Ben lisede okurken, üniversiteye başladığımda bile benimle bir yaşdaşı gibiydi. Çok sevimli ve bahtiyar bir insandı öldüğünde. Çok dinçti daha. Ilık bir nisan akşamıydı. Birlikte yemeğimizi yedik. Çayımızı içtik. Televizyon izlerken uyuyup kalmıştı koltukta. Sonra ben onu uyandırıp yatağına götürdüm. Odasının kapısında bana sarılıp öptü. Ben sınavlara hazırlanıyordum o günler. Geç vakte kadar çalıştım. Sonra uyku sersemliğinde yatağa uzanıp kalmışım. Sabah olmuştu garip bir sıkıntıyla uyandım. Televizyonun sesi geliyordu salondan. Salona geçtim annem koltukta uyuyordu. Kaldırıp onu da odasına gönderdim. Duş alıp, kahvaltımı yapıp, okula gidecektim. Anam iki dakika sonra çığlık atarak geri geldi. " Baban..." diyebildi ancak. Ağlıyordu. Koşup yatağına vardım. Buz gibiydi teni. Yüzü masum ve aydınlıktı. Gözleri kapalıydı. Öldüğünü bilmesen derin bir uykuda uyuyor sanırdın...
- Okul işleri sonra nasıl gitti? Hep yurtta mı kaldınız?
- Bir yıla yakın yurtta kaldım. Annem evlenip Yalova'ya göçtükten sonra benim ekonomik durum sürekli bozulma göstermeye başladı. Annem babamın emekliliğinden gelen paradan bana düşen payı giderek azalttı. Neden öyle yapıyordu bilemiyorum. Belki kocasıyla yeni ve daha lüks bir yaşam kurmaya ayırdı parayı, belki de bana baskı aracı olarak kullandı. Babam ölünce çok geçmeden evlenmesi zaten aramızda soğuk bir ortam yaratmıştı. Ve giderek aradaki soğukluk arttı. Yurdun parasını ödeyemez oldum. Yurdun parasını ödeyemediğim için de daha o öğretim yılı bitmeden beni sokağa attılar. Bir akşam eşyalarımı toplayıp ayrıldım ve bir okul arkadaşıma sığındım.
Onlar üç kişiydiler. Bir evde kalıyorlardı. Kendi aralarında ortak bir bütçe oluşturmuşlardı. Beni de ortaklığa almalarını istedim. Kabul ettiler. Daha sonra bu arkadaşlarla komünal yaşayarak okulu sürdürmeye çalıştım. Ama hem maddi olanaksızlık ve hem de başka nedenlerden ötürü
yürütemedim. Ekonomik sıkıntı üzerime her gün daha da ağırlaşarak çöktü. Okulu bırakmak zorunda kaldım. Birbuçuk yıla yakın çıkmadım ortalığa hiç.
- O başka nedenler dediğin ne gibi şeylerdi? Kişisel sorunlar mıydı, yoksa politik felan mı? Birbuçuk yıla yakın neden çıkmadınız ortalığa?
- Bizim komünal okul yaşamı kısa sürdü. Ev ortaklarım komünizm taraftarı insanlardı. Onlarla birlikte oturmadan önce de bir tanesiyle iyi arkadaştım. Daha sonra aynı evde kollektif yaşama başlayınca hepsiyle kaynaştım. Benim gibi değillerdi. Politik bilinçleri yüksekti. Kitap okuyorlardı. Ben de hızla onlara ayak uydurmaya giriştim. Okuyup tartışıyorduk. Dışarıda tanıdıkları da vardı arkadaşların. Okulda pek çok öğrenciyle ilişki geliştirmişlerdi. Bir gün okulda bazı kişilerle bizim aramızda çıkan bir tartışma büyüdü, önce polemiğe, daha sonra da kavgaya dönüştü. Okulda gergin bir durum oluştu. Memleket o yıllarda en karanlık günlerini yaşıyordu üstelik. Askeri hükümetin işbaşında olduğu yıllar.
Haftanın ortasıydı. Benim parasal durum iyice kötüye gitmişti. Annem benim hesaba o haftanın başında yatırması gereken parayı yatırmamıştı. Bu durum beni iyice sarstı.Adeta arkadaşların sırtından yaşıyordum. Onlar bana üzülmemem için moral veriyorlardı ama, ben çok büyük acılar çektiriyordum. Dayanamadım. Arkadaşlara annemi çok özlediğimi, Yalova'ya gidip annemi göregeğimi ve aynı zamanda da para isteyeceğimi belirtip ayrıldım. Niyetim olumlulukla olursa biraz toplu para koparmaktı. Olmazsa da kavga yapıp dönmeyi düşünüyordum.
Çarşamba akşamı vapurla çıktım İstanbul'dan gece geç vakit vadım Yalova'ya. İskeleyle ev arası epeyce uzaktı. Bu uzaklığa karşın yaya olarak gittim parasızlıktan ötürü onca yolu.
Benim annemin evine varışımdan üç gün sonra ev arkadaşımın birinden telefon mesajı geldi. Arkadaşın tahminine göre okuldaki tartışma ve kavgadan dolayı gerici öğrenciler bizi polise ihpar etmişler. Polis Cumartesi akşamı tam yatsı zamanı eve baskın yapmış. Evdeki kitapları suç unsuru yasak kitap diye toplamışlar ve arkadaşları da alıp götürmüşler.
- Peki üçüncü kişi nasıl kurtulmuş?
- O bir şeyler almak için dışarı çıkmış. Daha evden yirmi metre uzaklaşmadan polisin binanın kapısını tuttuğunu görmüş. Arkadaş durumu anlamış ve eve yaklaşmamış. Polisler binadan ayrılıncaya kadar dışarıda beklemiş. Bir saat sonra arkadaşları sürükleyerek götürmüşler.
Bana, " İstanbul'a geri dönme" dedi. Kendisinin de okula ve eve uğramayacağını belirtti.
- Desene anneyle kavga yapmanız suya düştü.
- Suya düşmüştü düşmesine ya, sonunda yine de bir söz düellosu oldu aramızda.
Çok lüks bir evleri vardı. Zili çaldım iki kere açılmadı. Uzunca bir daha çaldım. Emekli subayın sesi geldi yukarıdan.
- Kimdir o!
- Benim, Mantıvar...
Yaşlı binbaşı yavaşça kapıyı açtı, beni içeri aldı. Uyku sersemi gibi bir hali vardı. Herhalde yeni uykuya dalmıştı adamcağız. Kendilerini uyandırdığımdan ötürü özür diledim.
- Üzülme dedi, olur bazan böylesi durumlar. Sen otur kahve yap kendine. Ben üzerimi giyip, anneni uyandırıp geleyim.
- Binbaşı yukarı kata çıkınca ben mutfağa geçtim. Annemin mutfağı oldukça lükstü. Mobilyalar, halılar kaliteli ve pahalıydı. Duvarlarda pahalı klasik yağlı boya tabloları vardı. Yer yeni polişlenmiş, duvarlar, kapılar, çerçeveler ve tavan yeni boyanmıştı. Evin içi de, dışı da pırıl pırıldı.
Yarım saat kadar bir zaman geçmesine rağmen bizim ihtiyarlar inmediler aşağıya. Ben bir kahve yaptım. Masanın üzerinde gofret vardı. Gofretle kahvemi içtim. Ben kahveyi bitirdikten sonra bizimkiler geldiler. Binbaşı hal hatır sordu. Anneyle kucaklaştık. Annem kahvaltılık birşeyler hazırladı.
- Daha sonra?
- Hafta sonu geldi. Ben geri İstanbul'a dönmüyordum. Bizimkilerin ilgisini çektim. Evin basılıp arkadaşların götürülmesi moralimi daha da bozmuştu. Ne yapacaktım şimdi? Gidebilecek bir yerim yoktu başkaca. Okulu bıraktığımı söyledim. İş aradığımı, çalışıp biraz para biriktirip tekrar okula başlayacağımı belirttim. Annemin kocası üzüldüğünü söyledi. "Niçin bize bildirmedin? Sana para yollardık" dedi. Duymazlıktan geldim ihtiyar binbaşıyı. O haftayı orada geçirdim. İstanbuldaki arkadaşa telefon ettim. Arkadaşlarımızı tutuklamışlar. Bir gece annem odama geldi. Telefon konuşmamı duyduğunu söyledi. Olayı saklamamam gerektiğini, kocasının bu konuda bana yardım edebileceğini belirtti.
Orada toplam yedi hafta kalabildim. Orası ne bana göre bir yerdi, ne de onların yaşamı bana göre bir yaşamdı. Ne yapacaktım evde gün boyu oturarak. İş bulup çalışmam gerektiğini söyledim, istemediler. Durmadan bana öğüt yağdırıyorlardı. Ve onların her öğüdü beynime sıkılmış kurşun
gibi acı veriyordu bana. Hele de anamınki… Yedinci haftanın sonunda arkadaşların serbest bırakıldığını ve okula döndüklerini söyledim. Benim ne yapmayı düşündüğümü sordu binbaşı. Okula gideceğimi ama ev borcumun olduğunu, önce bir işe bakacağımı ve borcumu ödeyeceğimi belirttim.
Bana pek inanmışa benzemiyorlardı ama, yine de beni bir kaç ay geçindirecek bir harçlık verdiler. Annem parayı elime verdikten sonra bir yığın nutuk çekti. Verdiği harçlığı daha vermeden başıma kakınç yapıyordu. İçimden yüzüne fırlatıp gidesim geldi, ama yapamadım. Ne rezil bir şeydir yokluk ve çaresizlik. Beş kuruşsuz biriydim, nasıl yapacaktım. Yine de öfkemi kustum:" Bunlar babamın paraları! " diye bağırdım kadının yüzüne karşı ve yürüdüm oradan... Hiç dönüp bakmadım ardıma...
Ne o beni arayıp sordu bir daha... Ne de ben onu arayıp sordum. Tam on yedi yıl geçti aradan... Belki yaşıyordur daha... Belki de göçüp gitmiştir dünyamızdan... Bugün yokluyorum da kendimi...O geçmiş yaşamdan yalnızca, babamın yüzü kalmış yanımda... Herşey silinip gitmiş anılarımdan...
Vapura binip İstanbula geldim. Polisin eline düşmeyen kız arkadaşıma telefon ettim. Onun belirttiği bir yerde buluştuk. Beni evine götürdü. İlginç bir yerde bir küçücük gecekondu kiralamıştı. O mahallede oturanlar hep tekstil işçisiydi. Arkadaş da bir konfeksiyon atölyesinde iş bulmuş çalışıyordu. Arkadaşa daha önce telefonla İstanbul'a gelip çalışmak istediğimi söylemiştim. Nasıl bir işe baktığımı sordu. Yapabileceğim her işi yapacağımı söyledim. Arkadaş, konfeksiyoncularda, lokanta ve çay bahçelerinde kolay iş bulabileceğimi belirtti. Ama belirttiğine göre en iyisi konfeksiyondu. Öteki yerlere herkes girip çıktığından tehlikeliydi oralar.
Patronundan bir gün izin alıp gün boyu önüme düştü bana iş aradık. O semtin etrafının hep tekstil ve konfeksiyon atölyesi olduğunu ilk kez gördüm. O işyeri senin, bu işyeri benim tüm gün dolaştık. İş yoktu.
Ayaklarımız gezmekten şişmişti. Yorgun argın kendimizi mahalle lokantasına atıp karnımızı doyurduk. Eve geldiğimizde bedenim de, beynim de haşat olmuş gibiydi. Arkadaş işe gidiyordu. Ben evde yapayalnız kalıyordum. Dışarı çıkamıyordum istediğim zaman. Değişik, alışık olmadığım bir çevre ve yaşama şekli......Herhangi bir uğraşı içinde olmazsan yaşanmazdı kesinlikle oralarda. Tek yaşam alanı bir iş bulup çalışmak... Yok başka bir seçenek. Ama iş de yok. Bunalım yorgun gözlere çökmüş uyku gibi gelip bastırıyor.
Benim o semte yerleşmemin ikinci veya üçüncü haftasında, bir akşamüstü arkadaşım eve neşeyle geldi.
- Hazırlan çıkıyoruz dedi.
- Nereye ve niçin çıkıyoruz?
Anlattığına göre bir konfeksiyon atölyesi işçi arıyormuş. Bizim kız bu işyerine daha önce uğrayıp iş sormuş meğer. Onlar da "telefonunu bırak, gereksinirsek biz seni ararız" demişler. İş aradığımız gün bize de hep aynısını söylemişlerdi. Ve arkadaşım bu sözlerin insanlara yalnızca umut verdiğini, gerçekte ise yalan söylemenin edebi şekli olduğunu belirtiyordu.
Yine o köhne mahalle lokantasında akşam yemeğimizi yedik. Hesabı
ödeyip kalktık. Verilen adres meğer bize çok yakınmış. Bizim kız bana " çok şanslısın" dedi. " Bu adamlar demekki çok dürüst insanlardır. - Biz seni ararız - sözünü yalandan söylememişler."
Kapıyı tıklayıp yönetim odasına girdik. Küçük bir odada üç kişi oturuyordu. Biz girince ayağa kalkıp,oturmamız için bize yer gösterdiler. Onların bu hareketleri çok garibimize gitti. Ve beni uzun zaman düşündürdü. Bürosuna iş arayan biri girince ayağa kalkan işveren görülmüş mü hiç yeryüzünde? Adımızı söyledik, adlarını söylediler, tanıştık. İlginç bir adı vardı esas yöneticinin. Duran Durmaz. Bunlar üç kardeş ortak çalışıyorlardı. Esas girdiyi, çıktıyı kontrol eden ortanca kardeşti. Büyükleri sessiz biriydi. Gözünde kalın bir gözlük vardı. O üretimi kontrol ediyordu yalnızca. Küçük kardeş ise pazarlama işini yürütüyordu.
- Güzel bir iş bölümü. Peki iş verdiler mi sana?
- Vermeseler ben bunları nereden bileceğim.
- Gerçekten şanslıymışsın.
- Ama iş geçiciydi. Beni büroya aldılar. Telefona bakıyorum, gelen giden kişilerin ilişkilerini sağlıyorum. Ufak tefek büro işleri. Bürolarında Ortanca kardeşin baldızı çalışıyormuş. Kızcağız yurtdışına tatile gitmiş üç aylığına. Beni o kızın yerine geçici olarak işe aldılar. Hemen ertesi gün işe başladım. Gerçekten çok iyi insanlardı. Sonradan öğrendim ki, o kardeşlerin babası onlar daha küçük çocukken ölmüş. Bir küçük kız kardeşleri varmış onu bir başkasına evlatlık vermişler. Anneleri bunları dedelerine bırakıp evlenmiş ve Adana'dan Maraş'a göçmüş. Bu çocuklar daha sonra dedeleri ölünce Antep'te bir başka akrabalarına sığınmışlar ve orada birazcık serpilince hayata atılmışlar.
- Kürt müydü bunlar?
- Hiç sormadım ama herhalde Kürttüler.
- Hımmm.
- Üç ay sonra eski işçileri yurtdışından dönüp geldi. Ben o zaman Avusturya anlamıştım ya, şimdi düşünüyorum da, kız herhalde Avustralyaya ablalarını ziyarete gelmişti. Uzun yolculuk, çekilir gibi değil felan diye söz etmişti.
- Elbette Avustralya dedi Cengiz.
- Kız işine geri başladı.
- Ve Mantıvar yine işsiz kaldı.
- Hayır kalmadım. Büyük kardeşleri ötekilere" Mantıvar'ı dışarıya atamayız çocuklar" dedi. "Ona üretimde bir iş verelim bari." Ve ben üretimde işe başladım. Ondan sonra daha da samimi bir yakınlaşma oldu aramızda. Patron ve işçi gibi değil, bacı kardeş gibiydi, yoldaş gibiydi yakınlığımız.
Bir gün dedi ki bana büyük kardeş;
- İbrahim.
- İbrahim de kim, diye sordu Mantıvar Cengiz'e.
- Büyük kardeşin adı İbrahim değil mi?
Mantıvar'ın aniden çehresi değişti yine. Solgunlaştı. Kızarıp, bozarıp renkten renge girdi. Cengiz'in gözbebeğine yeyici gibi bakmaya başladı. Dili tutulmuşa benziyordu. Dudakları kurumuştu iyice. Konuşmak ister de konuşamaz gibi bir hali vardı.
- Korkma, beynini okumuyorum dedi Cengiz. O kalın gözlüklü kardeş benim eski bir arkadaşım. Senin onlarda çalıştığın zaman o da senin gibi kaçaktı. O adam tam onsekiz yıl kaçak yaşadı. O senin kaçak olduğunu ve devrimci taraftan biri olduğunu anlamış ve ondan ötürü seni işsiz bırakmamıştır. Ben onların öyküsünü çok iyi biliyorum. Duran'ın baldızını da tanıyorm. Buraya geldiğinde beni ziyaret etmişti. Burada iki tane ablası var. Ablalarının kocaları din tüccarlarıdır.
Mantıvar derin bir nefes aldı.
- Beni çıldırtacaktın nerdeyse, dedi. Nereye gitsem sen de oradasın. Başımdan geçen olayları benden iyi biliyorsun. Ne garip raslantılar bunlar böyle...
- Suşehri hariç, dedi Cengiz. Silifke'ye de sen oradan ayrılmadan bir ay önce geldiğimi öğrendim. Benim askerlik için sağlık kontrolümü yapan heyette senin baban da vardı sanırım. Çerkezlik var mıydı sizin babanızda?

- Tam kendisi. Çerkezdi babam.
- Heyetin başkanıydı. İç çamaşırı yüzünden aramızda kısa bir tartışma olmuştu da, uyarmıştı beni.
- Senin ne işin vardı oralarda ve neden babamla tartıştın?
- Ben de sicilimin başında bir soru işareti olduğundan okulu bitirir bitirmez o taraflarda, İran sınırında bir beldeye(eskiden bucak derlerdi) sürülmüştüm. Askerlik yoklamam gelince Erciş'e yolladılar. Önce kilo, güç ve boy ölçümü yaptılar. Sonra da bir heyetin karşısına çıkarttılar. Ben alt çamaşırımla dikildim subayların karşısına.
- "Soyun! " dedi birisi.
- "Soyunuğum ya! " yanıtını verdim.
- "Donunu da çıkarmalısın" diye söylendi Çerkez yüzbaşı.
- "Ben, devlet hastahanesinden sağlam raporu olan bir devlet memuruyum. Çürük olsam zaten memur yapmazlardı," diye itiraz ettim.
- "Ama evladım burası askeriye. Bu söylediklerin askeriyede işe yaramaz sözlerdir. Bu heyet senin tüm bedenini ve organlarını görmek zorunda. Anlaşıldı mı" diye beni uyardı yüzbaşı.
- Alt tarafımı da çıkardım.
-"Öksür! " dediler.
- Öksürdüm. Sağlam olduğumu belirleyip beni saldılar.
- Niçin öksürtüyorlar diye sordu Mantıvar.
- Gülünç bir nedenden ötürü diye yanıtladı onu Cengiz. Öksürterek erkeklik organının refleksini ölçüyorlar. Öksürünce, eğer bir sinirsel bozukluk yoksa, cinsel olarak kişi sağlıklı ve sağlamsa kamış ve yumurtalar sarsılır. O kişi sağlam erkek olarak belirlenir. Öksürünce organlar sarsılmazsa, o kişinin cinsel olarak sağlam olmadığına karar verilir ve askerlikten muaf tutulur. Askere alınmaz. Karı katagorisine dahil edilirdi. O zamanlar yasalar ve kafalar böyleydi. Şimdi nasıldır bilemem. Erkek adam askerlik yapabilirdi yani. Karının yeri evdi. İşi hizmet ve çocuk doğurmaktı.
- Şimdilerde pek çok devlet erbabı kadınları da askere almayı düşünüyor ama.
- O zaman belki de kamış kontrolü kaldırılır. Ya da yemiş kontrolü için de bir yasa çıkartılır.
Mantıvar Cengiz'in bu açıklamasına uzun bir kahkaha ile yanıt verdi.

7

Mutluluk,
acılarını paylaşan bir dostun
insanda bıraktığı anlatımı olanaklı
olmayan derin ve tatlı bir duygudur...

Karnının iyice acıktığını hisseden Cengiz saate baktı. Vakit geçip gitmişti. Onlar daldıkları anılardan dolayı geçen zamanın farkına bile varmamışlardı.
-Şimdi sohbete ara verelim can, dedi Cengiz. Vakit hayli geçmiş. Bir kiralık eve bakmamız lazım. Üstelik ben fena şekilde açıktım. Önce karnımızı doyuralım, sonra da ev acentalarını dolaşalım.
Mantıvar itirazsız uydu Cengiz'e. Motelden çıktılar. Cengiz arabayı Western şosesine sürdü. Burada, biraz lüks ve pahalı olmakla birlikte yemekleri gayet lezzetli bir Çin lokantası vardı. Cengiz daha önceleri de buraya başka uluslardan arkadaşlarıyla bir kaç kere gelmişti. Yemeklerini Çin lokantasında yedikten sonra çarşı merkezine inip ev acentalarını dolaşmaya başladılar. O semtde bulunan tüm acentaları dolaştılar. Hiç birinde tek odalı daire yoktu.
Acentanın birisi komşu semtdeki şubelerine sordu. Var dediler. Cengiz ile Mantıvar adresi alıp, acentacıya da teşekkür edip hemen komşu semte koştular. Vakit akşam üstü. İş paydosu, okul paydosu, kısacası yolların sıkışık olduğu bir vakit. Üstelik semtin ortasından tren yolu geçiyor. O saatte tren yolu da işlek ve tren yolu arabaların yolunu sık sık iptal ediyor. Trafik yarım saatte yüz metre ilerleyemiyor. Cengiz sinirden patlayacak gibiydi. Ama Mantıvar'dan ötürü trafiğe, lambalara ve sisteme küfredemiyordu. Bu semtte olağanın üzerinde trafik lambası vardı. Semtin alışveriş merkezi Saygon sokaklarını andırıyordu. Aşağı- yukarı nüfusun yarıya yakını, dükkanların daha da fazlası Vietnamlılarındı. Bu insanlar ne kadar sakindi böyle. Cengiz Asyalıların sinirsiz insanlar olabileceğini düşünmeye başladı. Bir de yavaş sürüyorlardı arabaları. İnsanı kabzediyordu velhasıl bu semtin çarşı- pazarı...
- Bugün, bu sıkışık trafikte, biz bu tren yolunu aşamayız, dedi Mantıvar.
Mantıvar'ın sözü üzerine rotayı değiştirip bir ara sokağa parketti Cengiz. Yürüyerek acentaya vardılar. On dakikalık yolu tam kırkbeş dakikada almışlardı.
Cengiz resepsiyondaki bayana durumu anlattı. Bayan bir erkek görevliyi çağırdı. Bu görevliye de sorunu anlattılar. Görevli anahtarı ve dairenin adresini verdi. "İstanbulda gideceğin yere zamanında ulaşmak istiyorsan yaya gitmelisin" demiş Aziz Nesin. Hey bre koca Nesin, senin bu sözü söylediğinde kaç araba vardı ki sokaklarda. Belki de şu an yaşıyor olsaydın evden çıkmayacaktın dışarı. Cengiz ve Mantıvar Aziz Nesin'e kulak vererek yaya yürüdüler yirmi dakika.
Burası iki katlı sekiz-on evden ibaret bir yapıydı. Bakacakları daire ikinci kattaydı.Daireyi açıp kontrol ettiler. İçerisi çok kirliydi. Duvarlar isli, paslı, sıyrık dökük içindeydi. Halıdan hafif küf kokusu geliyordu. Mutfak, banyo ve tuvalet berbattı. Ama fiatı da çok ucuzdu... Cengiz ne
düşündüğünü sordu Mantıvar'a daire hakkında.
- Bilmiyorum dedi Mantıvar. İyi bir temizlik yapsak idare eder sanırım.
- Ben burayı tutalım derim. Güzel bir boyarız ve iyi bir temizleriz. O zaman ne kir-pas kalır, ne de küf ve koku.
Mantıvar her şeyde olduğu gibi bu konuda da itirazsız onayladı Cengiz'i. Daireyi tutmaya karar kıldılar. Kendilerini karı-koca tanıtıp birlikte kiralayacaklardı. Gerçi Cengiz tek başına da kiralayabilirdi, ama kendilerini aile göstrerek işe başlamak evi almakta daha avantajlıydı. Mantıvar'a ise ev vermezlerdi kolay kolay. Çünkü,o işsizdi.
Yürüyerek geri acentaya geliyorlardı. Güneş ufkun üstüne iyice eğilmişti. Yolboyu dikili ağaçların gölgeleri upuzun asfaltı örtüyor, kara yüzlü yolların suratını daha da karartıyordu. Yürüyüş ve duruşlarında onları erken kocamış karı-kocalara benzeten bir hal vardı. Belki de ilerde karı koca olur yaşamın yollarını bugün burada yaptıkları gibi ayaklarını sürüyerek bitirmeye çalışırlardı. Cengiz göz ucuyla Mantıvarı sözdü. Mantıvarsa geri dönüp kendi gölgesine bakıyordu. Asfat yolu yirmi derece çapraz kesen ve bir ahşap evin duvarında donup kalan gölgesinin geçmiş ömründen daha uzun olduğunu düşündü. İnsan ömrü ne kadar da kısaydı? Bir ikindi gölgesi kadar bile uzun değil. Ve bu kısa ömür patırtı, gürültü içinde, kaçma ve kovalama altında geçiyordu hep. İnsanın doyasıya oturup düşünerek ve dostlarıyla güneşin altında dupduru akan bir çay gibi mutluluk içinde yaşama olanağı olmayacak mıydı hiç?
Mısırlı Kıpti acentacıyı kapıdan çıkıp giderken yakaladılar. Evi kiralamak istediklerini söyledi Cengiz. Bedeva boyayıp, temizleyip hemen taşınacaklarını belirtti.
- Beklemeniz gerek, dedi Kıpti acentacı.
- Ama lütfen diye israr etti Cengiz.
- Olmaz kardeşim, dedi Kıpti. Daireyi başka isteyenler de var. Biz sahibine bildireceğiz, sahibi belirleyecek kime kiralayacağımızı.
- Ölme eşeğim yaz gelsin, dedi Mantıvar. Morali iyice bozulmuşa benziyordu.
Cengiz anahtar elinde evi almaktan hiç vazgeçmeyecek bir direngenlikle acentacıya yükleniyordu. Bu Mısırlı Kıpti'ye de derdini anlatamazsa, kime anlatacaktı peki? Kıpti acentacıya iyice sokuldu.
- Bak kardeş dedi, biz birbirimizi anlamalıyız. Bir yığın ortak kültürel yanlarımız var. Beni iyi dinle lütfen. Biz yeni evlendik. Yeni yuva kurmaya çalışıyoruz. Kaynanamın dairesinde oturuyorduk. Kaynana bir yeni erkek buldu kendine ve bizi sokağa attı. Üç gündür moteldeyiz. Ben daireyi güzelce boyayıp, temizleyip karşılıksız tamir edeceğim sana. Daha ne yapmam gerekiyorsa yapayım ama şu evi hemen ver bana.
Mantıvar acentacının rüşvet isteyeceğini düşünmüştü, ama Kıpti adam rüşvet istemedi.
- İki aylık kira ve bir aylık da depozit verirseniz anahtarı hemen veririm size dedi.
- Tamam dedi Cengiz.
İçeriye girdiler. Kıpti memur sözleşme kağıtları getirip doldurdu. İmzaladılar. Cengiz koşar adım gidip arabadan çek defterini getirdi. Üç aylık kira bedeli olan 1260 doları yatırıp makbuzunu aldı. Anahtar zaten elindeydi. Mısırlı acentacı müşterilerine mutlu yaşamlar diledikten sonra Mantıvar ve Cengiz Kıpti adama teşekkür edip ayrıldılar.
Şimdi bu küçük daireyi güzel bir elden geçirip, kırığını döküğünü tamir edip, boyayıp temizlemek, içinde oturacak altın çiçeğe uygun bir yuva haline getirmek gerekiyordu. Cengiz'in iş minibüsü, haliyle bütün malzeme ve aletleri evde kalmıştı. Pazar akşamına kadar da eve gidemezdi. O bölgede oturan kendi boyacısı Amado'ya telefon etti. Amado ertesi gün gelip yapacağını söyledi. İş tamamdı. Cengiz ile Mantıvar da boyacıya yardım edeceklerdi.
O akşam Cengiz Mantıvar'a bir cep telefonu almadan motele dönmedi. Telefonu kendi üzerine kaydettirdi. Motele geldiklerinde vakit epeyce geçmişti. Mantıvar Cengiz'e evi kiralayabildiklerine hem çok sevindiğini hem de çok şaştığını söyledi.
- Hiç umudum yoktu. Nasıl oldu da alabildin o adamdan evi?
- Senin insanlara ve özellikle de erkeklere güven duygun erozyona uğramış Mantıvar, dedi Cengiz. Ama benim anlayamadığım bir nokta var. Şu an sen benimlesin ve birlikte bir motel odasındayız. Bana karşı hiç kuşku taşımıyorsun neden?
Cengiz'i ya anlamazlığa vurdu Mantıvar, ya da bilerek yanıtlamadı onun sorusunu. Yalnızca oturduğu yerden kalktı. Cengiz'in yanına gelip oturdu ve başını onun göğsüne yasladı. Cengiz her zamanki gibi parmaklarını kızın saçlarına gömüp yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Mantıvar su gibi duru bir iklime salmıştı düşlerini. Pelte gibi bir rehavet içinde sessizce Cengiz'e yapıştırdı sırtını. Konumunu hiç bozmadan çok sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
- Ben ömrümde hiç bu denli mutlu olmamıştım.
Anlamadı Cengiz kızın bu mutluluk meramını. Nasıl bir şeydi ki bu mutluluk, en acılı durumlarda ve yalnızlık ortamında zirveye ulaşıyordu?
- Sizin mutluluk anlayışınız çok değişik anlaşılan.
- Mutluluk, acılı bir anını paylaşan bir dostun insanda bıraktığı anlatımı olanaklı olmayan derin ve tatlı bir duygudur.
- Hımmmmm! dedi Cengiz. Derin ve herkesin her zaman algılayamayacağı bir mutluluk anlayışı. Bu mutluluk anlayışı gibi bunu verecek ve yaşayacak insanlar da çok azalmıştır dünyamızda. Diyebiliriz ki, nerdeyse Kelaynak kuşları gibi nesilleri tükenmek üzeredir böylesi insanların...
- Kendimi bilmem ama sen bu kelaynak kuşlarından birisin.
- Niçin kendini geriye alıyorsun?
- Çünkü ben sana güvendiğim kadar kendime güvenmiyorum. Sen evli bir adamsın. Buna karşın benim her derdimle ilgileniyorsun. Hiç bir çıkarsal şey gözetmeden bana yardıma koşuyorsun.
- Belki de gelecek için bir yatırımdır bu.
- Ben hiç anlamadım bu yatırımı.Nasıl şey o öyle?
- Seni iyice kendime bağlayıp, güvenini kazanıp, sonra da eşimden ayrılmayı planlamış olamaz mıyım?
Mantıvar başını kaldırdı, dönüp Cengiz'in gözlerine dikti bakışlarını.
Cengiz yarı sakin ve yarı tedirgin bir halde onun varacağı sonucu bekliyordu.
- Hayır, o dediğin doğru değil, diyerek gülümsedi Mantıvar. Senin yüzün kalbinin aynası gibi. İçinden geçirdiklerin hemen yüzünde yansıyor.
- Deme be Mantıvar.
- Dedim bile.
- Peki daha neler var bende?
- Sen acentacıya karı-koca olduğumuzu söylerken kulakların nar gibi kızardı. Bereket Kıpti adam çakmadı senin yalanını. Yalan söylemeyi hiç beceremiyorsun. Hemen yüzünde yansıyor. Ve ben gözlerinden içini okuyorum senin...
Mantıvar canına da okuyacaktı o gece Cengiz'in.


8

Yaşamı yaratmaya
adım attı ellerim ilk kez orada …

İbrahim usta atölyede gün boyu benimleydi hep. Önce doğrudan bir işe vermedi beni. Malzeme getiriyor, işçilere dağıtıyordum. Etrafı topluyor, temizlik yapıyordum. Fazla bir şey değildi bunlar. Ben olmasam da bunlar yapılırdı. İbrahim ağabey sanki benim için özel iş yaratıyordu ve beni orada tutmak istiyordu. Ben bazan sıkılıyor, orada çalışanlardan utanıyordum. Kendimi üretmeden tüketen birisi gibi duyumsadığım oluyordu bazan.

Ve tabi bu arada bol sohbetimiz oluyordu İbrahim ustayla. Bana hep dışarıda dikkatli olmamı tembihliyordu. Sanki benim yasal konumumu biliyormuş gibi bir hali vardı. Ve yavaş yavaş politik söyleşiler de başladı aramızda. Birbirimize karşı mesafeli dursak ve dolaylı anlatımları yeğlesek de giderek aynı şeyleri düşlediğimiz ve düşündüğümüz ortaya çıktı. Kendisine bir gün iyice açıldım. Ve asalak gibi yaşadığımı düşündüğümü belirtip ciddi bir iş isteğimi bildirdim.
-"Olur" dedi.
- Ve bunun üzerine bana önce ütü yapmayı öğretti. Ardından ovarlok ve düz dikişi...Ben bunları iyice öğrenince bir makinede düzenli çalışacağımı düşünüyordum. Ama olmadı. İbrahim ağabey, beni ara işçisi yaptı. Hastalanan, kısa süreli bir işi çıkan, işe gelmeyenlerin işlerini yapmaya başladım. Sonradan işi iyice ilerlettim. İbrahim usta bana kontrol işlerini de öğretti. Giderek onun yardıncısı durumuna geldim. Usta bir konfeksiyoncu olmuştum.
- Ne güzel şeyler öğrenmişsin. Uzun bir dönem çalışabildin mi orada bari?
- Orada yanılmıyorsam birbuçuk yıla yakın çalıştım. Onyedi ay kadar.
- Tutuklu arkadaşlardan ne haber bu ara?
- Tutuklular toplam ondört ay içerde kaldılar. Dört ay tutukluluktan sonra mahkeme başladı. Beşinci duruşmada tahliye oldular. Altıncı duruşmaya biz de katıldık. İfademizi aldılar. Ben kardeşlerimin yanında olduğumu, olay günü de annemin yanında Yalova'da bulunduğumu belirtim. Babalığımın emekli binbaşı, kardeşlerimin de subay olduklarını, benim subay kızı olduğumu öğrenince fazla üzerimde durmadılar. Tutuklu iki arkadaşa birer buçuk yıl hapis cezası verdiler. Arkadaşlar zaten ondörder ay tutuklu kaldıklarından yeniden hapse girmediler.
- Aslında o cezayı kendi suçlarını, suçsuz insanları boş yere içerde tutuklu bulundurmalarını kurtarmak için veriyorlar. Keyfiyet ve adalet her yerde, hep böyle işlemiştir.
- Adaletin kepazeliğinin örtüsüdür aslında böylesi cezalar. Böyle adalet mi olur?
- Başka türlüsünü bekleyemezsin. Kışla kafasının yaptığı yasa ve adalet öyle işler ancak. Asker mantığıdır. Seni sokakta çekip vurur. Sonra da babanı mahkemeye verir seni öldürmek için harcadığı kurşunun parasını ödetmek için...
- Ben subay kızı olduğumdan şanslıymışım desene.
- Şanslısın elbette. Neyse biz geri işyerine dönelim.
- Mahkeme bittiğinde daha Durmaz’ların konfeksiyon atölyesinde çalışıyordum. Yaz geliyordu. Okul yakında tatile girecekti. Sonbahara kadar orada çalışıp sonra da yeniden okula dönmeyi düşünüyordum. Ama evdeki hesap pazara uymadı. Bir gecede para yüzde yüz değer yitirdi. Her şeyin fiatı iki katına çıktı. Ekonomi alt-üst oldu. Bizimkiler ellerindeki ürünü satamadılar. Her şey durdu. İşyeri kapandı.
İşte ben bu Avustralyalıyla o yaz tanıştım. Okula da dönememiştim zaten. Ona takılıp buralara kadar geldim.
- Okula neden dönemediniz?
- Biz mahkemede aklandığımız halde okuldan 'sakıncalı ve öğrenciliğe uygun değil' savıyla kayıtlarımız silinmişti.
- Nasıl oldu bu Avustralyalıyla tanışma işi?
- Konfeksiyon sektörü tamamen çöktü. Başka işlere bakmam gerekiyordu.
- Evet.
- Başladım yeniden iş aramaya.
- Ne işi arıyorsun öncelikle?
- Turizm işi. Buldum da. Bir turizm şirketinde rehberlik işi çıktı. Benim diplomam yok, ama o zamanlar dil bilmek önemliydi. Benim İngilizcem ise çok iyiydi. İngilizce kitap, gazete, dergi okuyordum. Başladım işe.
- Hayırlı ve uğurlu olsun derler değil mi?
- Öyle derler ama, hiç de hayırlı ve uğurlu olmadı. Turistlerle ilk turda tökezleyip düştüm.
- Kırda bayırda yürümek kolay mı? Üstelik hep şehirde yaşamış birisi için. Umarım dizini parçalamamışsındır.
Mantıvar o meşhur kahkahasını bu kez son sürat saldı ortaya. Kahkahaya anlam veremeyen Cengiz bön bön Mantıvar'ın suratına baktı. Mantıvar ise gülmekten nerdeyse karnını yırtacaktı.
- Düşmek o anlamda değil.
- Ya nedir?
- Ne onlar benim konuşmamı anlıyordu, ne ben onlarınkini. Anladım ki, ben değil kitap okumak, kitap bile çevirsem bu ucube dili konuşmayı ve dinlemeyi bilmiyordum. O işyerinde ancak bir ay çalışabildim. İşime son verdiler.
- Peki ne çözüm düşündün?
- Kendi kendime konuşulanı anlama ve konuşmayı öğrenemiyordum. Kursa gitmeyi düşündüm, ama kurs çok pahalıydı. Çıktım yola.
- Nereye gidiyorsunuz?
- Akdenize doğru. Dedim ki kendi kendime, en iyisi bir bitli turizm yapmak. Zaruri eşyalarımı bitpazarından satın aldığım bir sırt çantasına yerleştirdim. Evim sırtımda artık. Nerde turist var ben de oradayım. Yakaladığımı bırakmıyorum. Soru soruyorum, onları konuşturmaya çalışıyorum, gönüllü rehberlik öneriyorum.
Otobüsle Muğla'ya geldim. Bodrum'da kaldım bir kaç gün. Bodrum turist kaynamasına karşın çok az İngiliz kökenli insan vardı. Var olanlar da aile veya gruptu. Baktım orası beni idare etmeyecek, oradan Antalya'ya geçtim. Antalya hep Alman işgalindeydi. Başka memleketlerden binde bir turist ya vardı, ya yoktu. Antalya'da da tutunamayınca Mersin taraflarına geldim. Bir gün Silifke'de kaldım. Eski günleri anımsadım. Taşucu'na, Susanoğlu'na gittim. Daha sonra da Kızkalesi'ne. Oraya İngilizler çok geliyorlardı. Birisiyle selamlaştık. Amacım konuşmak. Beni öte yollu birisi sanmış olacak ki otele davet etti. Epeyce tartıştık. Birazcık anlamaya başladım İngilizlerin o yamuk konuşma tarzlarını. Adamı ayıpladım. 'Ben dedim hem sana arkadaş olup yardım etmek, hem de konuşmamı geliştirmek istiyorum. Sen ise kötü şeyler düşlüyorsun. Ben ne yaptığını bilen, eğitimli bir kişiyim. Ayıp senin düşündüklerin.'
Adam yanlışlığını anladı. Renkten renge girdi yüzü. Özür diledi üç- beş kere. Kendisini bağışlamamı istedi. Baktım kötü birisi değil. Ne de olsa başka bir dünyanın insanı. Belki de onun yurdunda böyle şeyler bir kültür olayıdır diye yorumladım. Konuşuyoruz havadan sudan. Kendisine ve bana meşrubat ısmarladı. Ben hep konuşmak istiyorum adamla. Ama o pek konuşkan birine benzemiyordu. Adını sordum. Johny olduğunu söyledi. Ben de ona kendi adımı söyledim. Teşekkür etti, ama adımı söylemede çok zorlanıyordu. Başlangıçta hep genel şeylerden söz ettik. Türkiye, Akdeniz, Anadolunun tarihsel yapıtları, kültür mirası ve doğa üzerine oldu söyleşilerimiz. Johny Türkiyenin doğasına bayılmıştı. İlk kez böyle görkemli ve heybetli dağlar, vadiler ve ırmaklar gördüğünü söylüyordu. Onun ülkesinde yok muydu bunlar? Arizona’lar,Colorado’lar, Missisippi’ler ve öteki nehirler onun ülkesinde değil miydi? Ben nedense Johny’yi hep Amerikalı olarak düşünüyordum.
- Johny, dedim. Sen Amerika'nın neresindensin?
-Ben Amerikalı değilim.
- Ya Kanadalı mısın?
- Hayır!
- Öyleyse İngiliz?
- İngiliz de değilim.
Hoppala... Ya neresi olabilir? Avustralya hiç aklıma gelmiyor. Kırk yıl düşünsem de bu ülke aklıma gelmezdi zaten o zamanlar.
- Peki Johny sen nerelisin?
- Avustralyalıyım.
Ben yine Avustralyayı Avusturya anlamışım. Yani sen Alman mısın? diye soruvermez miyim. Johny lakır lakır güldü. Avustralyayı anlattı bana uzun uzun. Bilgisizliğimden ötürü utandım.
- Utanmayacaksın, dedi Cengiz. Avustralyalı, Amerikalı, Kanadalı, İngiliz milyonlarca Johnyler Türkiyeyi bir Arap ülkesi, başkentini de İstanbul olarak bilirler. Türkiyenin coğrafyasını da çöl olarak tarif ederler.
- Johny ile arkadaş olduk. Johny bir de kendisinin subay olduğunu söylemez mi? Eee, ne de olsa ben de subay kızıyım. Kendi ailemi ve geçmişimi anlattım. Çok acayip ilgilendi. Geziye çıkmaya karar verdik.
Johny'ye;

-Bak Johny, ben yoksul bir kızım, iş buldum, fakat konuşma zorluğundan ötürü işten kovuldum. Buralara gönüllü rehberlik yaparak, İngilizcemi geliştirmek için geldim. Çok az param var, dedim.
- Üzülme dedi Johny. Biz arkadaşız. Benim bütçem iyidir. Para sorunumuz olmaz. Sen hiç kaygılanma.
Düştük yola. Uzunca burç, Nekro polis, Ayatekla, Silifke kalesi, Taşucu, Cennet- cehennem mağaraları, Eshabülkehf dolaşıp duruyoruz. Bir kaç gün sonra Johny Kapadokya'ya gitmeyi önerdi. Ben de merak ediyordum doğrusu o esrarengiz yapıları.
'Tamam' dedim Johny'ye.
Atladık otobüse, düştük yollara,
Geride bırakıp
Çukurovanın yalım yalım yanan sıcağını,
Tırmandık Toroslara döne döne.
Geçerken Gülek boğazından,
Tekir ve Bürücek yaylasından,
Görünce çam, köknar ve sedir ormanlarını
derin vadileri, çağlayan suları,
Duyunca teninde serin rüzgarı
alınca nefesi dağların binbir çeşit kokularını,
ağzı bir karış açılıp kaldı Johny'nin.
Ve faltaşı gibi büyüdü aynası gözlerinin...
Johny şaşırıp kaldı gördüğü doğa güzelliği karşısında.
Hele Kapadokya,
hele o peri bacaları,
bacaların içine heykeltraş ustalığıyla kazınmış evler,
Yeraltı barınakları
Bir uçtan öte uca geçip giden tüneller,
Oya gibi işlenmiş duvarlar
Mozayikle bezenmiş kiliseler
ve neler, neler...

- Meğer neler varmış dünyada.
- Anadolu'da dedi Cengiz.
- Evet... Anadolu'da.
Gerçekten de bir harikaydı o peribacaları...Doğanın içine oyulmuş evler... Kiliseler...Uzun ve derin tüneller... Yer altı şehirleri... Küçücük koyaklarda yemyeşil bağlar bahçeler... Her yer doğa ve tarih.
Johny üstüme titremeye başladı. Bana çok değer veriyordu. Nerdeyse Beni bir bebek gibi sırtına alıp taşıyacaktı.
Kapadokya gezisini bir haftada tamamlayabildik.
Kayseri, Ankara, Bolu üzerinden istanbul'a geldik.
İstanbul'a gelmeden önce Johny'ye Ankara kalesini, anıt kabri, Çubuk barajını, Gordion'u gezdirdim. Boluda inip Abant gölüne gittik. Bir gece Abant'ta kaldık. Alabalık yedik.
- Yarasın...
- Sağ ol.
- Ve sonra düştünüz İstanbul yollarına.
- Johny'ye İstanbul'un inciğini- boncuğunu gösterdim. Gelmişini geçmişini anlattım. Gezdirmedik yerini bırakmadım. Onu evimde konuk ettim.
- Dur hele. Sen kaçak kız arkadaşınla bir küçük gecekonduda kalmıyor muydun? Yoksa sonradan tek başına yeni ev mi kiraladın?
- Hayır kiralamadım. Arkadaşla birlikte kiralamıştık. Eski ev hem çok dökük bir evdi, hem de göz önü bir yerdeydi. Kaçaklıktan kurtulunca arkadaş memleketine gitmişti.
- Kızcağızın yatağında yatırdın Johny'yi.
- Ne yapayım. Öyle oldu. Evde yemekler yaptım. Çok memnun oldu. Bana olan borcunu nasıl ödeyeceğini söylüyordu durmadan.
Dedim ki ona;
- Bak Johny, ne sen bana borçlusun, ne de ben sana. Ben sana arkadaşlık ettim. Ülkemi gezdirdim. Evimde barındırdım. Sen de bana maddi destek oldun, dilimin gelişmesine yardım ettin. Kimse kimseye borçlu değil. Tamam mı?
- Ben dedi Johny, seni mutlaka Australya'ya davet edeceğim. Benim ülkem de güzeldir. Çok değişik bir doğaya ve iklime sahiptir. Gezip görmeni muklaka isterim.
Telefonunu ve adresini verdi bana. Ben de adresimi ve telefonumu verdim. Hava alanına kadar gidip, uçağa bininceye dek bekledim Johny'yi. Uçak havalanınca hava alanından ayrıldım ve eve döndüm ancak.
- Johny'ye karşı bir duygusal yakınlaşma oldu sizde anlaşılan.
- Bilmiyorum evet mi desem, yoksa hayır mı? Ama onu yolcu edince kendimi yapayalnız hissettim. Onunla üç hafta beraber olduk. Demek ki, insan farkına varmadan alışıyor ve yakınlaşıyor yanında dolaştığı birine. Ve ondan ayrılınca anlıyor her şeyi. Bir boşluk oluşuyor. Bir şeyleri kaybettiğini duyumsuyorsun, yalnızlaşıyorsun.
Bu boşluk ve yalnızlık ortamında üç- beş gün evde oturdum. Baktım boş durmanın yaşama bir katkısı yok, iş bulmak için düştüm yola.
- Akdenize, yeni bir Johny bulmaya mı?
Mantıvar koyverdi kahkahayı.
- Oh be! dedi Cengiz. Şu kahkaha bir ton ilaca bedeldir.
- Akdenize değil, turizm şirketlerine. İş bulup çalışmam gerek. İki hafta iş peşinde koşturdum. Sonunda İstanbulda büyük bir eskici mağazasında iş buldum.
- Özür dilerim. Eskici mağazasıyla turizmin pek ilişkisini kuramadım ben.
- Eski halı, kilim ve tüm diğer antik eşyalar satılan yer ve müşterileri hep turistler.
- Amma da kalın kafalıyım ha!
- Değilsin, diye güldü Mantıvar. Ben olayı pespayeleştirerek anlattım. Antik eşya mağazası deseydim hemen anlardınız.
İşimi beğendiler. İyi konuşup, reklam ediyormuşum malları. Satış başarılı ve artıyormuş. Ben de memnunum elbette. İş İstanbulun içinde. Yol yürümek yok, dağ tırmanmak yok. Akşam eve git, sabah işe gel. Gayet güzel değil mi? "Tökezleyip düşmek ve dizleri parçalamak da yok! "
Burada Mantıvarın kahkahasına Cengiz de katıldı.
- Güzel olmasına güzel de, biraz durgun bir iş. Coşkusu ve macerası yok. Böylesi işler doğanın maceraya vurgun evlatlarının fırtınayla çalkalanan gönüllerini kurutup çölleştirir.. Yani tembel işi.
- Ama her coşkun ırmagın bir de durgun akan geçit yeri vardır. Sözümü saptırmasan olmaz mı?
- Birazcık edebiyat yırtalım diye düşünmüştüm. Özür dilerim. Sen devam et öyküne.
- İş güzeldi. Sevdim ve canla başla çalışıyorum. Ücretim düşük, farkındayım. Ama beni geçindiriyor. Bol bol konuşuyorum. İngilizce anlama ve anlatmam iyice gelişti. Ama hayli de gevezeleştim. Her yerde, her arkadaşın yanında durmadan konuşuyorum. Çenesi düşük biri olacağım nerdeyse.
Aradan beş aydan fazla zaman geçmişti.
- Johny'den telefon geldi, öyle mi?
- Johny gitti gideli hiç aramadı beni.
- Sen onu aradın mı?
- Hayır. Yalnızca ben onunla beynimde bir iki hafta ilgilendim. İşe girip, çalışmaya başlayınca beni pek ilgilendirmez oldu. Ve giderek de belleğimden anısı silinmeye başladı. İşim, iş arkadaşlarım çevrem ve
diğer uğraşlarım beni mutlu kılıyordu. Yaşama yeniden atılmış gibiydim. Kendi yaşamımı yaratıyordum ve bu bana hayli heyecan veriyordu. Eski arkadaşlar ve bazı yeni kişilerle ilişkiler kurmuştum. Arada bir görüşüyorduk. Zamanım doluydu.
Bir hafta sonu arkadaşlarla haberleşip dışarı çıktık. Amacımız yeyip içip eğlenmek değildi elbet. Ama öyle bir ortam içinde bir araya gelebiliyorduk. Hem eğlendik, hem konuştuk ve geç vakit dağıldık evlere.
Gece yarısından sonraydı. Eve geldim ki ne göreyim?
- Kapına tabancalı kargalar mı tünemiş?
- Hayır.
- Ya nedir öyleyse?
- Kapının eşiğinde birisi oturuyordu. Başı önündeydi. Uyuyor muydu, yoksa gözleri pusuya mı yatmıştı? Anlaşılmıyordu. Yarı karanlık ortamda adamın yüzünü seçemiyordum. Aklıma değişik olasılıklar gelmiyor değildi. Korkunun esintileri göğsüme çarpıp çarpıp geçiyordu. Ama öte yandan yiğitliği de elden atamıyordum bir türlü. Ne yapabilirdim ki? O saatte çekip gidecek bir yerim de yok üstelik. İçimden bir dürtü "ne olursa olsun" dedi. Yavaş yavaş ve çekine çekine adama yaklaştım. Johny idi. Gerçekten uyuyordu. Hafifçe dokunup sarstım. Tedirgince uyandı. Gözlerini dikip bana baktı uzun uzun. Uyku sersemliği altında olduğu anlaşılıyordu. Sonra aniden ayağa kalkıp boynuma sarıldı.
Şaşırıp kaldım. Johny'nin ağlamaklı bir hali vardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kendiliğinden bir refleksle onu içeriye buyur ettim. Johny kırk yıl hasret kaldığı baba evine girer gibi girdi benim eve. Yer gösterdim. Oturdu. Halini, hatırını sordum memleket geleneğince.
- Ne oldu Johny, dedim.
- Ben, dedi Johny seni çok özledim. Burdan Avustralya'ya giderken uçakta çantamı çaldırdım. Senin adres ve telefon numaran çantayla birlikte kayboldu. O yüzden sana telefon edemedim. Mektup yazamadım. Senden telefon veya mektup alacağım hayaliyle altı ay bekledim. Senden haber gelmeyince ben çıkıp geldim. İki gündür buralarda senin evi aradım.
"Sen niçin beni aramadın? " diye sorup, puslu gözlerle öyle bir bakış bakıyordu ki, sanki insanın bir yerlerini kesip götürüyordu. Ayağa kalkıp sarıldı boynuma yeniden. Ağladı, ağladı... Oturttum koltuğa. Kahve yaptım. O kahvesini içerken ben alel usul bir şeyler hazırlayıp getirdim sofraya. Yedik beraberce. Gözlerini gözbebeğime dikmiş, hiç oradan ayırmıyordu.
- Ben seni çok seviyorum dedi. Sensiz yaşayamadım Avustralya'da. Dünya başıma zindan oldu sensiz. Beynime ve kalbime iyice yerleştin. Seni Avustralya'ya götürmek için geldim.
- Buharlaşıp, uçup gideceğimi sandım bir anda. Adam sırıl sıklam aşıktı bana. Ayaklarıma kapandı... Öptü, ovdu, okşadı... Acıma ve sevgi arası bir duygu bastırdı yüreğimi. Bilmem ki ne yapmalıydım?

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 13.10.2009 05:28:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mehmed Sarı