Dikkat Canavar Var Şiiri - Fevzi Günenç 2

Fevzi Günenç 2
3

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Dikkat Canavar Var

DİKKAT CANAVAR VAR!
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
(Canavarı ti’ye alan öyküler.)
Onlar, sizin çocuklarınız. Göz nurunuz, altın topunuz… Küçücük harçlıklarını biriktirerek anneler gününde, babalar gününde sizlere armağanlar alırlar.
Ya siz?
Onlar için en değerli, en gerekli olan bir kitap alıp armağan ettiniz mi hiç?
Etmediyseniz daha fazla beklemeyin. Çocuklarıma iyiyi, güzel, doğruyu öğreten öykülerin yazarı Fevzi Günenç’in bir kitabını alarak armağan edin kendisine.
Unutmayın ki, başarılı çocuk, çok okuyan, iyi okuyan çocuklardır. Siz de çocuğunuzun başarılı bir öğrenci olmasını istiyorsanız onu kitap okumaya özendirin. Kendisine kitap, kitaplar alıp armağan edin ki bu kitaplar çocuklarınızın derslerinde de başarılı olmasını sağlasın.
Kitap seçerken onlara vurdulu-kırdılı, silahlı kitaplar almayın. Fevzi Günenç’in, okurken bilgi veren ve gülümseten kitaplarından alıp armağan edin.
Örneğin şu anda aşağıda okuyacağınız öykümü içeren kitabı alın ona.
Bunu nasıl yapacaksınız?
Çok kolay. Aşağıdaki telefon ya da e-posta adresimden kitabı isteyin. Değeri 10 TL’dir. Kargo ücreti bizden. Postacı, istediğiniz kitabı kapınıza kadar getirecektir. Ödemeyi kitabı alırken postacıya yapacaksınız.
İsterseniz önce siz okuyun. Sonra çocuğunuza armağan edin. Çünkü Fevzi Günenç kitapları her yaştaki insana hitap eder. Ve unutmayın ki, yaşımız kaç olusa olsun, hepimizin de içinde hâlâ bir çocuk vardır.
ADRES: Tel: 0342 338 16 18
0507 752 75 48
e-posta:
[email protected]
Fevzi Günenç

DİKKAT
CANAVAR
VAR!
Güldüren Çocuk Öyküleri

İçindekiler:
Fare Canavarı 2
Toprak Canavarı 10
Televizyon Canavarı 14
Düğme Canavarı 24
Gazete Canavarı 33
Saat Canavarı 37
Fındık Canavarı 42

FARE CANAVARI
Fare düşmanı bir belalım oldu benim de. Başıma açmadığı iş kalmadı bu canavarın. Üç gün içinde dünyamı kararttı.
O, canavarın yok ettiği canlı bir fare olsaydı keşke. Buna memnun bile olurdunuz. Böyle olsaydı kendisini ele geçirmek zor olmazdı. O zaman kuşkulanılacak tek sanık, evin kedisi olurdu.
Hatta kedi kendiliğinden gitmezse, farenin üstüne ben salardım onu.
Peki, fare bildiğimiz canlı fare değilse, hangi fare?
Canavar kim?
Fareye açıklık getirebilirim. Bu benim bilgisayarımın faresi. Yani mouse’u.
Canavara gelince, onu yakalamadan bir şey söyleyemem.
Önce mous’umu birilerinin almış olabileceğini düşündüm. Kim girmişti bugün benim odama? Komşumuzun küçük oğlu Tosun.
Yok canım, o almış olamazdı. Akıllı uslu bir çocuktu Tosun. Hem odamdayken ellerini cebinden çıkartmamıştı bile.
Demek ki evimizde bir fare canavarı vardı.
Aramadığım yer kalmadı onu.
Bulabilmek için her yola başvurdum.
“Şeytan aldı götürdü
Satamadı getirdi” tekerlemesini bile söyledim.
Yok yok yoktu mouse’m.
Bu durumda yapılacak tek iş kalıyordu. Gidip bir yenisini almak.
Ben de bilgisayar aparatları satan bir mağazaya gittim. Bir sürü fare vardı vitrinde. İçlerinde en güzel olanı beyaz renklisiydi. Ederini sordum.
“220 lira…” dediler.
Aha!
220 liraya fare mi olurmuş… Gider bu parayla bir tablet alırdım. Bunu söylediğim zaman oradaki görevliler gülüştüler.
Cici bir abla vardı aralarında.
“Daha ucuzları da bulunur bizde dedi.”
“Daha ucuzu ne kadar?” diye sordum.
“49.99” dedi.
O da çok ucuzmuş dedim. 50 lira versem bir kuruşumu da geri verir misiniz diye sordum.
Yine gülüştüler.
“Veririz,” dediler.
“Daha ucuzu yok mu?” diye sordum.
Bundan ucuzu 39.99’muş.
39’u anladık da ş 99 ne oluyor? diye sordum.
O bir kuruşluk indirim malı daha ucuz gösterirmiş.
“Sahtecilik değil mi bu?” diye sordum.
“Değil,” dediler. Bütün satıcılar yapıyormuş bunu.
“Herkes yapıyor diye siz de sahtecilik yapmak zorunda mısınız?” dedim. Cevap vermelerine bırakmadan sürdürdüm.
“Böyle dört rakamlı sayı insana malı daha pahalı gösteriyor. Oysa kestirmeden 40 lira deseniz, daha ucuzmuş gibi gelir. Siz müşteri piskolocisinden anlamıyorsunuz,”
“Piskoloci değil, piskoloji!” diye düzeltti biri.
“Haklısınız, sizin o dediğiniz bozulur işte. Dilim sürçtü,” dedim.
“Demek en ucuzu 39.99 oluyor. Daha ucuzu yok mu?”
“Yirmi dokuz doksan dokuza olan var.”
“Daha…”
Oradaki yakışıklı dedi ki:
“Sen şunun en ucuzu hangisi diye sorsan daha kestirme olmaz mı?”
Doğru söylüyordu.
“Evet,” dedim. “En ucuzu?..”
“Dokuz doksan dokuza”ymış. Neyse ki on liram vardı. On lirayı verip fareyi aldım. Hiç de kötü değildi yeni farem. Gerçek bir fareye benziyordu. Rengi de tam fare tüyü rengindeydi.
Artık yeni bir farem vardı. Bilgisayarımda rahatça çalışabilirdim.
Bu rahat çalışmam ancak yarım gün sürdü. Ertesi sabah komşunun Tosun’u kapının zilini yine çaldı. Açtım.
“Buyur Tosun.”
“Konuk kabul ediyor musun abi?” diye sordu.
“Etmiyorum,” dedim.
“Ediyorum,” demişim gibi sırıtarak içeriye daldı.
Şimdi bana kızacaksınız. Konuğa, “kabul etmiyorum” denir mi, diye. Denmez ama o konuk Tosun’sa denir. Hatta onun geldiğini anlarsanız kapıyı bile açmazsınız.

***

Bilgisayarımın faresi Tosunun geldiği gün kaybolmuştu. Uğursuzun tekiydi demek ki bu çocuk.
Aslında zararsız bir çocuktur o. Gelir, ben bilgisayarda çalışırken uslu uslu yanımda dikilir. Gözlerini bilgisayarımdan ayırmaz.
“Ne zevk alıyorsun bilgisayara bakmaktan” diye sorarım.
“Baka baka öğrenirim,” der.
“Bakmayla öğrenilse, kediler ciğerci olurdu,” derim.
Güler.
O gün de beni uslu uslu izledi. Bari zamanını değerlendirmiş olsun, diye ona bir iki şey öğrettim. Çok memnun oldu. Teşekkür etti.
Bilgisayarda çalışmaktan usanmıştım. Kapattım.
“Mutfağa gel de sana bir kakao yapayım,” dedim.
Geldi. Kakaolarımızı yaptım. Söyleşerek içtik.
Sonra o izin isteyip gitti.
Ben de son aldığım kitabı okumaya başladım.
Akşamüstü yeniden bilgisayar krizim tuttu. Geçtim bilgisayarımın başına. Çalışacağım… Aaa!... Bilgisayarımın faresi yine yok.
Aradım taradım bulamadım.
Nereye gider bu fare?
Tosun aldı desem, yanımdan hiç ayrılmadı ki. Bilgisayarı kapatıp mutfağa geçtiğimde benimle geldi. Oradan da çıkıp evine gitti. İki arada bir derede fareyi aşırması olanaksızdı.
Kesin fare canavarının işiydi bu.
Evimizde gizlenen bu fare canavarını yakalamalıydım. Ama onu nasıl yapacağımı bilemiyordum.
Faremi bulamayacağımı anlayınca bir yenisini daha almak üzere harekete geçtim. Bunun için annemden kredi almam gerekti.
Neyse ki annem itiraz etmeden 10 lirayı verdi. Gidip yeni bir fare aldım. Bu kez gri renklisini seçmedim. O gerçek bir fareye benziyordu. Fare canavarının iştahını kabartmış olabilirdi.
Bu kez kırmızı bir Mouse aldım. Eve geldim. Keyifle çalışmaya başladım.
Ertesi gün Tosun ziyaretime yine geldi.
Beni izlemesi sinirime dokunduğu için bilgisayarı kapattım. Onu mutfağa götürdüm. Yine kakao yaptım. İçtik. Yine teşekkür edip gitti.
Ne uğursuz bir çocuktu bu Tosun. O gitti, benim üçüncü mouse da kayboldu.
Yapılacak bir şey yoktu. Boşuna arayıp yorulmamalıydım. Bilgisayar Canavarı yine yapmıştı yapacağını.
Babamdan da 10 lira kredi almayı başardım.
Bu seferki farem yeşil renkliydi. Artık bunu kaybetmemeye kararlıydım. Kapının zili çaldığında:
“Eyvah!” demekten kendimi alamadım. Yine Tosun geldiyse yanmıştım. Sadece uğursuz değildi bu çocuk. Fare Canavarının kobayıydı. Sanırım fare canavarı onu hokus-pokusla büyülüyor, emrine alıyordu. Ona her istediğini yaptırıyordu.
Bu düşünceler içinde açtım kapıyı. Ne yazık ki gelen yine Tosun’du. İstemeye istemeye içeriye aldım kendisini.
Tosun bir süre yine beni izledi.
Ben onun beni izlemesine yine sinirlendim.
Bilgisayarı yine kapattım.
“Haydi mutfağa geçelim,” dedim. Geçtik.
Ama bu kez önlemliydim. Yeşil mouse’ımı yanıma aldım.
Kakaolarımızı içtik. Tosun’u evine yolladım. Ben yeniden bilgisayarımın başına döndüm ama fare yine yoktu.
Ne yapmıştım ben bu fareyi?
Mutfağa geçerken yanıma almamış mıydım?
Almıştım…
E, sonra ne oldu?
Sonrasını bir türlü anımsayamıyorum.
Her halde fare canavarı beni re büyüleyip uyutmuştu. Faremi kapıp gitmişti.
İşte yine faresizdim. Fare olmayınca bilgisayarda çalışamazdım. Annemden de babamdan da kredi almaya artık yüzüm kalmamıştı.
Evin içinde bu kez mouse’umu değil, fare canavarını bulmak için uzun süre dolaşıp durdum. Onu bulabilmek için bakmadığım yer kalmadı.
Camaşır makinesinin, fırının, bulaşık makinesinin içine bile baktım. Yoktu…
Ne yapacağımı bilemez bir halde bahçeye çıktım.
Bahçede çocuklar oyun oynuyorlardı. “Onları seyrederek sıkıntımı gidereyim bari,” diye düşündüm. Yakınlarına gelince ne görsem iyi.
Çocuklar kamyonculuk oynuyorlar. Her birinin elinde bir Mouse kablosu, Kamyon gibi yürütüp duruyorlar fareleri.
Bu fareler benim farelerimdi!
İlki maviydi işte o en önde, Tosun’un elindeydi.
İkincisi gri olanıydı. Onu da Tosunun bir arkadaşı çekiyordu.
Kırmızı farem bir başka çocuktaydı.
Yeşil farem bir başka çocukta.
“Ne yapıyorsunuz bakalım burada siz!” diye bağırdım.
“Kamyonculuk oynuyoruz” dediler.
“Peki bu kamyonları nerede buldunuz?” diye sordum.
Saklamadılar. Tosun’dan satın almışlar.
“Kaça aldınız?” diye sordum.
“Fareden kamyon”ları karşılığına her biri bir çikolata parası ödemiş.
Sonunda yakalamıştım fare canavarını.
O, komşumuzun küçük oğlu Tosun’dan başkası değildi.
Farelerin hepsine birden el koydum.
Çocuklar ağlamaya başladılar.
Tam bu sırada Tosun’un babası çıkagelmez mi?
Çocuklara niçin ağladıklarını sordu.
“Bu abi kamyonlarımızı aldı,” dediler.
“Niye aldın çocukların kamyonlarını?” diye sordu komşumuz.
Oynadıkları şeyin kamyon olmadığını, benim bilgisayarımın fareleri olduğunu söyledim. Tosun’un yaptıklarını anlattım. Bir türlü anlamak istemedi.
“Bir fare için küçücük yavrular ağlatılır mı?” diye çıkıştı bana.
“O zaman sen al onlara birer fare,” dedim.
Hiçbir şey söylemeden gitti.
Fare Canavarı Tosun’un bir daha bize gelmesini yasakladım.
Şimdi bilgisayardan usandığım zaman farelerime sarılıyorum. Onları arka arkaya dizip odalarımızdaki halıların üstünde kamyoncuk oynuyorum.

TOPRAK CANAVARI

Hoş işmiş yaa bu kamyonculuk. Kum taşıyıp, toprak taşıyıp para bile kazanabiliyorsun.
Evde kum olmadığı için ben toprak taşımacılığı yapmaya başladım. Balkonumuzdaki çiçek saksılarından aldığım toprakları kamyonlarıma yükleyip kilere taşıyordum.
Gerçi elime geçen taşıma ücreti sanal para oluyordu ama olsun. Epeyce para kazanabiliyordum bir günde ya, sen ona bak.
Toprak taşıma oyununun en heyecanlı yerindeydim. Balkondan alıp kilere taşıdığım topraklar kocaman bir höyük oluşturmuştu.
Tam bu sırada annemin çıldırmış gibi bağırdığını duydum.
“Kim aldı çiçeklerimin topraklarını!”
Fareden kamyonlarımı hemen toplayıp sakladım.
“Koşarak yanına gittim.
“Ne olmuş anne?”
“Topraklar! Görmüyor musun? Çiçeklerimin saksılarındaki bütün topraklar boşaltılmış.”
Aman be anneee! Azıcık toprak için bu kadar bağırılır mı?
Bağırılırmış tabii.
“Ne yapacağız şimdi?” diye sordum.”
“Önce bu işi yapanı... Sonra da toprakları bulacağız.”
“Kim yapmış olabilir ki bu işi?” diye sordum.
“Bu evde bir toprak canavarı var galiba!” dedi. “Çiçeklerimin topraklarını Toprak Canavarından başka kim çalar?”
Güldüğümü görünce sordu:
“O canavar sen misin yoksa?”
“Ben mi? Güldürme adamı anne! Canavara benzer tarafım var mı?”
“Var,” dedi annem.”
“Nasıl var?” diye sordum.
“Git boy aynasında kendine bak…”
Koşarak gittim. Boy aynasının karşısına geçtim.
Aman Tanrım! Kim boyamıştı üstümü başımı böyle topraklarla?
Ya ellerimin, yüzümün hali neydi öyle?
Elimi yüzümü çabucak yıkadım. Üstümdeki toprakları silkeledim. Aklımca suç kanıtlarından kurtulmuştum. Yeniden annemin yanına döndüm.
“Ben aynada bir şey göremedim,” dedim.
Beni tepeden tırnağa kadar süzdü.
“Hım…” dedi, “Demek ki ben yanlış görmüşüm.”
“Ne olacak şimdi?” diye sordum anneme.
“Topraklarımı bulmalıyım,” dedi annem.
“Canavar ne yapmış olabilir ki toprakları?” diye sordum.
“Ne yaptığını ben biliyor muyum?” dedi.
“Bir canavar niçin toprak aşırır ki?”
“Toprak Canavarları toprak yer. O da yemek için ayırmış, bir yere saklamış olmalı.
“Öyleyse bırakalım sakladığı yerde kalsın topraklar. Yazıktır, aç kalmasın canavar.”
Sert sert baktı bana annem.
Sonra da odaları dolaşmaya başladı.
“Aman Tanrım! Her taraf toprak! Bütün halılarım kirlenmiş! Gerçek bir canavar bu Toprak Canavarı! Elime geçirirsem çekeceği var benden.
Doğrusu kendim için kaygılanmaya başlamıştım.
Neyse ki kilerde biriktirdiğim toprakları buldu annem. Yerlerine geri döktü de biraz rahatladı.
Annemin odaları temizlemesi saatler sürdü. İşi bittikten sonra bana geldi.
“Toprak Canavarını bulmama yardım eder misin?” diye sordu.
“Belki edebilirim,” dedim.
“Onu bul, sana iki avuç misafir çikolatası vereyim.”
İki avuç çikolata!
Bunlara kavuşabilmek için ben kendimi bile ihbar edebilirdim.
Yine de önlemli olmakta yarar vardı.
“Arayalım bakalım…” dedim. Belki bulabilirim. Bulamasam bile, en azından bir daha senin topraklarına dokunmasını engelleyebilirim.
“Olsun…” dedi annem. “Buna da razıyım.”
“O zaman çikolata pazarlığımız gereçli olur yine değil mi?”
“Eh, kısmen…”
“Ne demek kısmen anne?”
“Yani yakalasaydın iki avuç çikolata alabilirdin. Ama sadece engel olursan bir avuç verebilirim.”
“O zaman canavarını kendin bul. Ben yokum bu işte.”
“Tamam tamam, hemen kızma,” dedi annem. “Topraklarıma ilişmesin yeter. Yine de iki avuç çikolata vereceğim sana.”
Anlaşmıştık.
O günden sonra bizim evde Toprak Canavarının adı bile anılmadı.
Tabii ki ben ödül olarak aldığım çikolataların dibine çoktan darı ekmiştim.

TELEVİZYON CANAVARI

Son günlerde bizim evin televizyonu sık sık bozulmaya başladı. İlk bozulduğunda babam bir tamirci çağırdı. Tamirci televizyonu onarıp gitti.
Önceki iyi tamir edememiş olmalıydı. Bir hafta sonra televizyonumuz yeniden bozuldu. Babam bu kez başka tamirci çağırdı.
Gelen yeni tamirci de televizyonu tamir etti. İçinden çıkarttığı bazı şeyleri çöpe attı. Parasını aldı. Biraz da şaşkın gitti.
Üç dört gün sonra televizyonumuz bir kere daha bozulunca babam sinirlendi.
“Artık tamirci çağırmayacağım!” dedi. “Vereceğim tamir paralarıyla bir yenisini alırım daha iyi.”
Annem, “Yeni televizyonumuz LCD olsun bari” dedi.
Babam, “Eski tip aldık da LCD’si kaldı!” diye konuştu.
Annem, “Herkesin evinde LCD var. Bir tek bizimkinde yok. Madem eski tip alacaksın, git bitpazarından bir ikinci el al bari…” diyerek babama sitem etti.
“LCD ne anne?” diye sordu küçük kız kardeşim.
Küçük kız kardeşimin adı Selva. Daha dört yaşında ama afacan bir şey. Buna karşılık çok da iyi yürekli bir kız. Evdeki ekmek kırıklarını toplar, bahçedeki kuşlara verir.

O yaz, gündüzler çok sıcak geçiyordu. Kuşlar, sokak kedileri, sokak köpekleri susuzluktan kıvranıyordu. Bunu hepimizden önce Selva gördü.
Beş litrelik plastik bir su şişesini kesti. Suluk yaptı. Bunu da götürüp bahçede ayakaltı olmayan bir yere yerleştirdi.
“Bu suluk ne olacak Selva?” diye sordum. “Kuşların burada su mu içecekler yoksa?” diye de dalgamı geçtim onunla.
“Neden olmasın?” dedi. “Kuşlar da içebilir…”
“Kuşlara göre küçük bir suluk değil mi bu?” diye sordum. Onunla eğlenmeye devam ediyordum.
“Biraz daha büyük olsaydı havuz gibi içine girer banyo yaparlardı…”
Bana kızacağını sandım. Kızmadı Selva. Makasla yüksekliğini biraz azalttı suluğun.
Kuşlar içine düşmeden su içebilirlerdi artık bu suluktan.
Selvacık daha sonra iki suluk daha yaptı. Bunlardan birinin boyu öncekinden yüksekti. Üçüncüsünün boyu daha da yüksekti.
Bu işi bitirince bana geldi küçük kız kardeşim.
“Abi, bana büyücek üç etiket yazar mısın?”
Selva daha çok küçük olduğu için okula gidemiyor. Okula gidemeyince de okumayı yazmayı bilmiyor elbette.
“Senin büyücek dediğin ne kadar?” diye sordum ona.
Bir elinin parmaklarını açtı. Karış yaparak bana gösterdi.
“Bu kadar…”
“Üzerlerine ne yazılacak?
“Birine kuşlar içindir… İkincisine kediler içindir, üçüncüsüne köpekler içindir…”
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
“Hayvanlar okuma bilmezler ki,” dedim.
“Bilmesinler, anlar onlar.”
Kız kardeşime yardım etmeye karar verdim. Çalıma masamın başına geçtim. A/4 kâğıdını üçe böldüm. İstediklerini yazdım.
Küçük kız kardeşim yazıları görünce çok sevindi.
“Şimdi bunları suluklara yapıştırmak gerek…” dedi.
Tamam… O konuda da yardım edecektim. Resim iş dersinde kullandığımız malzemelerimi çıkardım. İçlerinden mobilyacı yapıştırıcısını aldım. Birlikte bahçeye indik. Etiketleri suluklara yapıştırdım.
Şimdi oku bakalım bunları” dedi Selvacık.
Okudum.
“BU SULUK KUŞLAR İÇİNDİR.”
Çok sevindi küçük kız kardeşim. Ellerini çırptı.
İkincisini okudum:
“BU SULUK SOKAK KEDİLERİ İÇİNDİR!”
Sevindi yerinde zıplayıp durdu Selvacık.
Üçüncüsünü okudum:
“BU SULUK SOKAK KÖPEKLERİ İÇİNDİR!”
Sevincine diyecek yoktu küçüğümün.
“Biraz eğilir misin?” dedi.
Ne yapmak istiyordu ki? Merak ettim. Eğildim. İki yanağımdan şapur şupur öptü. Kendisine yardım ettiğim için beni ödüllendirmişti.
Ona bir akıl verdim.
Kuşların suluğunun yeri iyi. Onlar uçarak her yere girer çıkarlar. Kedilerinkinin yeni de iyi sayılır. Onlar da arsızlık eder, her yere girip çıkarlar. Ama köpekler öyle değil.
“Nasıl değil?”
“Onlar ezik hayvanlardır. İnsanlar, ısırır sanarak kendilerinden korkar. Kendilerine yaklaştırmazlar. Bu yüzden bizlerden uzak durur onlar da.
Uzaklaşmasalar ya başlarına taş gelir ya da kıçlarına bir tekme yerler. Bu yüzden evlerin bahçelerine giremez sokak köpekleri.
“Canııım…” diye onlara acıdı Selva. “Ne yapacağız peki?”
“Onların suluğunu bahçe duvarının üstüne koyalım. Parmaklıkların arası geniş nasıl olsa. Başlarını uzatıp suyu içebilirler oradan. Bu öneriyi çok beğenmişti Selvacık.
“Çok akıllısın abi!” diyerek bir kez daha onurlandırdı beni.
Suluklar yerini bulduktan sonra evimize döndük. Salonun penceresinden bahçe görünüyordu. Dirseklerimizi pencerenin kenarına dayadık. Ellerimiz yüzlerimizde beklemeye koyulduk.
Önce bir kedi geldi. Köpek suluğuna uzandı. Boyu yetmediği için vazgeçti. Gidip kedi suluğundan suyunu içti.
Sonra kuşlar geldi. Neşeyle cıvıldaşarak küçük suluktan sularını içtiler. Bir köpeğin gelip su içmesini görebilmek için epeyce beklememiz gerekti. Sonunda o da çıkageldi.
Köpek, boyuna uygun olan büyük suluğun önünde durdu. Önce sağına soluna bakındı. Kimselerin olmadığını görünce suluğa iyice yaklaştı. Suluğun üzerindeki etikete dikkatle baktı.
Selva:
“Bak abi, okuyor!” dedi sevinçle. “Hani hayvanlar okuma bilmezdi?..”
Onu düş kırıklığına uğratmak istemedim.
“Haklıymışsın…” dedim.
Köpek suyunu içti.
Küçük kız, kardeşimin sevincini görecektiniz.
Hayvanların susuzluğunu gidermek hoş bir şeydi. Hele üç türün aynı anda su içtiğini görmek, en güzeliydi.
Biz bu manzarayı keyifle izlerken baktık fotoğrafçı bir abla onların fotoğrafını çekiyor. Gazete muhabiriydi galiba.
Fotoğrafçı abla işini bitirdikten sonra sağına soluna bakındı. Kimseyi göremeyince başını kaldırdı.
Gülümseyerek kendisine baktığımızı görünce bize el salladı. Biz de ona el salladık.
“Bu suluk işini siz mi düşündünüz!” diye seslendi.
Başımızı salladık.
El etti. İşaret diliyle, “Gelin de sizin de fotoğrafınızı çekeyim” dedi. Olanları kısaca anlatıp annemden izin istedik. İzini alınca merdivenleri atlaya atlaya aşağıya indik.
Gazeteci ablanın adı Zahide’ymiş. Sulukların yanında fotoğraflarımızı çekti. Görüntülerimizi kameraya aldı. Bize bunları niçin yaptığımızı sordu. Anlattık.
“Haberinizi bu akşam Şehir TV’de izleyin,” dedi. “Yarın da Şehir Gazetesinde okursunuz.”
Sonra vedalaşarak bizden ayrıldı.
Selva’yla ikimiz sevinçle annemize koştuk. Ona Zahide ablayı anlattık. Televizyonda, gazetede çıkacaklarını söyledik.
“Ah, ah!” diye içini çekti anne. “Televizyon da tam bozulacak günü buldu. Ne yazık ki sizin haberinizi izleyemeyeceğiz…”
Tam bu sırada bir ses duyuldu.
“İzleyeceksiniz…”
Dönüp baktık. Babamdı. Kucağında kocaman bir LCD televizyon vardı.
“Baba!”
“Babacığım!”
”Kocacığım!”
Üçümüz birden çığlıkla ona atıldık. Az kalsın televizyon yere düşecekti.
Televizyonu evin en uygun yerine yerleştirdik.
Babam telefon etti, tamirciyi çağırdı. Tamirci televizyonu antene bağladı.
Baba:
Gelmişken şu eski televizyona da bir bakıver,” dedi. “Onarılırsa onu da çocukların odasına koyalım.”
Eski televizyon da onarıldı. Tamirci, televizyonun içinde çıkarttığı bir sürü ekmek parçasını küçük kıza verdi.
“Al, bunlar kuşlara yedirirsin,” dedi.
O gece televizyonda Zahide ablanın haberini izledik. Çok mutlu olduk.
Okula giderken bir de Şehir Gazetesi aldım. Boy boy fotoğraflarımızla süslenmişti haberimiz.
Okulda forsum bin beş yüz olacaktı.

***

Artık odamızda televizyonumuz vardı. Geceleri yatmadan önce birazcık izleyip öyle uyumaya alışmıştım.
Selvacık da kendine yeni bir alışkanlık edinmişti. Uyanır uyanmaz çizgi film kanallarıyla buluşmak…
Gerçi o bunu önceleri de yapardı ama şimdi yatağından kalkmadan yapmak daha çok hoşuna gidiyordu.
Televizyonumuz yine bozulacak diye ödüm kopuyordu.

***

Bu keyifli alışkanlıklarımızın kaçıncı günüydü?.. Sabahleyin bir ağıt sesiyle uyandım. Gözlerimi aralayıp baktığımda kız kardeşim ağlıyordu.
“Ne oldu Selva!” diye yatağımda doğruldum.
“Televizyon çalışmıyor…” dedi.
“Bu televizyon artık emekliye ayrılma zamanı gelmiş olmalı. Boşuna para vermesin babam onarttırmak için.
“Ben niçin bozulduğunu biliyorum…” dedi Selva
“Niçin?”
“Söylemem.”
“Neden söylemiyorsun?”
“Söylemem…”
Çocukluk işte. Bir şey bildiğini sanıyor. Çocuklar hani her şeyi yapabileceklerini sanırlar ya. Öyle işte. Onu düşleriyle baş başa bırakıp düşünmeye başladım.
Niçin bozuluyordu bu sihirli kutu?
Onu bozan biri vardı muhakkak. Onu bulursak televizyonumuzu bir daha asla bozamazdı.
Kim olabilirdi ki bu?
Buldum!
Televizyon canavarı…
Televizyon canavarından başka kim olacaktı?
Demek bizime evde bir televizyon canavarı vardı.
Aman, babamın yeni aldığı LCD tv de bozmadan bu canavarı yakalamalıydım.
Geceleri nöbet tutmaya karar verdim. Selva’dan da yardım istese miydim acaba? Yo, hayır, o nöbet tutmak için henüz çok küçüktü.
O zaman işi ben tek başıma çözümleyecektim.
İlk gece uykuya fazla direnemedim. O nedenle canavarın suçüstü yakalayamadım.
İkinci gece biraz direndim ama uyku sonunda yine ağır bastı.
Tek çözüm gündüzden biraz uyumaktı. Ben de öyle yaptım. Ertesi gün akşamüstü biraz kestirdim. Gece de uykum gelmedi.
Yalancıktan uyumuş gibi yaptım. Televizyon canavarının gelmesini bekledim. Canavar beni çok beklemedi.
Ayak seslerinden onun televizyona iyice yaklaştığını anladım. Kendisini görebilmek için cep telefonumun ışıldağını açtım. Üstüne tuttum.
Aaa!..
Televizyon Canavarı!
Bizim küçük Selva…
Televiyonun arkasındaki kapağı aralamış, içine yiyecek bir şeyler atıyordu.
Doğruldum…
“Ne yapıyorsun Selva!” diye bağırdım.
“Abi!..” dedi. “Sana söylemiştim. Ben televizyonun niçin bozulduğunu biliyorum,”diye.
“Niçin bozuluyormuş bakalım?”
“Televizyonun içindeki insancıklar, açlıktan güçsüz düşmüşler. Onlara yiyecek atıyorum. Yiyince kendilerine gelecekler. Böylece televizyonumuzu bozulmayacak.”
Kalktım. Elektriği yaktım. Selvayı yatağımın üstüne oturttum. Yanına da ben oturdum.
Ona televizyonun içinde insancıklar filan olmadığını anlattım.
“Var işte, var!” diye inat etti. “Aç bak istersen.”
“Sen açtın mı? Baktın mı?”
“Açtım…”
“Gördün mü küçük insancıkları.”
“Karanlıktı. Görmedim. Ama varlardı.
“Varlar mı yoklar mı şimdi anlarız.”
Arka kapağı açtım. İçinden ne çıktı dersiniz?
Bir sürü ekmek parçası.
Selvacık ‘televizyonun içindeki küçük insanlar yesinler’ diye kutunun içini ekmek kırıklarıyla doldurmuştu.
Televizyonun fişini çektim. Elimi kablolara, metal parçalara dokunduramaya özen gösterdim. Fişin çekilmesine rağmen içinde birikmiş enerji olabileceğini okumuştum internette.
Mutfağımızda annemin tahta bir maşası vardı. Televizyonun içindeki bütün ekmek parçalarını onunla çıkarttım.
Televizyonun içini iyice gösterdim küçük kız kardeşime.
“Bak,” dedim, “içerde insancık filan yok. İnsanların önemli buluşlarından biridir televizyon. Teknik yöntemlerle vericilerden evlerimize kadar gelir görüntülerle sesler.”
Anlattıklarıma aklı bastı mı basmadı mı bilemem..
Kapağı kapattım. Fişi taktım. Tv’yi açtım. Aygıt çalıştı.
“Gördün mü?” dedim, “Televizyonu bozan, içine attığın ekmek kırıklarıymış.”
“Hayır…” diye başını salladı Selvacık, “Karınları doydu da onun için canlandılar.”
Bu televizyon canavarını yola getirmek kolay iş olmayacaktı galiba.


DÜĞME CANAVARI

Komşumuz İbo amca bir dürümcü dükkânı açtı. Dükkânda sahanda yumurta da yapılıyor.
Sanko Park’ın çalışanları bu sahanda yumurtayı pek sevdiler. Telefonla durmadan sahanda yumurta isteniyor.
İki çırak siparişleri taşıyıp duruyor.
Çıraklar koşturmaktan şikâyetçi değiller. Dükkân ne kadar iyi iş yaparsa, usta da kendi haftalıklarını o kadar kolay öder. Bunu biliyorlar.
İbo baktı ki pişirip taşırmaya kendisi yetişemiyor, bir pişirici ustası almaya karar verdi. Gelen adaylardan bir kaçıyla konuştuysa da ücrette anlaşamadılar. Ustalar çok para istiyorlardı.
İbo amca çok yoruluyor. Akşam dükkânı kapatılıp eve kapağı attığında canı televizyon izlerken kahve içmek bile istemiyor.
İbo amcanın tatlı bir eşi var. Adı Sultan Hanım teyze…
Sultan teyze kocasının bu bitkin haline acıyor.
“Bir yardımcı al kendine İbo,” diyor. “Böyle olmayacak. Bak, hastalanırsan dükkâna bakacak kimse de olmaz. Ekmek kapımız kapanır.”
İbo amca:
“Bunu ben de düşündüm hanım” diyor. Dükkânın camına ‘Pişirici ustası aranıyor’ diye yazdım. Gelen usta adaylarıyla konuştum. Hiçbiriyle de anlaşamadık. Onlara istedikleri ücreti verecek kadar çok kazanamıyorum ki.”
“O zaman sen de emeği ucuz birini al.”
“Öylelerinin de elinden iş gelmez. İki günden dükkânın müşterileri kaçmaya başlar.”
“Hem elinden iyi iş gelen hem de ucuza çalışan bir eleman bulamıyor musun?”
“Bulamıyorum.”
“İstersen ben bulurum sana.”
“Sen nereden bulacakmışsın. Evden dışarıya çıktığın mı var. Yanına gelip gidenler de hep kadınlar.”
“Kadından usta olmaz mı?”
“Olmaz.”
“Neden olmazmış? Evde yemekleri kadınlar yapmıyor mu?”
“Yapıyor. Doğru söylüyorsun. Gerçekten… Bir kadın da yapabilir bu işi. Peki, öyle biri var mı tanıdığın? Hem becerikli hem ucuza çalışan?...
“Var.”
“Çağır gelsin. Konuşalım.”
“Çağırdım, geldi.”
“Ne diyorsun sen. Benimle alay mı ediyorsun?”
Gülüyor eşi.
“Yok valla alay etmiyorum. Çağırdım geldi işte.”
“Hani öyleyse? Ben neden göremiyorum?”
“Görüyorsun?”
“Görüyor muyum? Peki nerede?”
“Görüyorsun tabii. Bak, tam karşında.”
“Karşımda sen varsın.”
“Usta da bu zaten.”
“Ne diyorsun! Sen mi çalışacaksın benim dükkânda?”
“Çalışamaz mıyım?”
“Çalışırsın. Hem de pek güzel çalışırsın.”
İbo birden durgunlaştı.
“Ama olmaz…” dedi.
“Neden olmazmış?”
“Sen evin işleriyle güç bela baş ediyorsun. Bir de dükkân işi. Yorar seni.
“Yormaz. Ben yorulmam. Seve seve yaparım hepsini de.”
“Peki, ücret ne istiyorsun?”
“Ücret istemiyorum. Bedava çalışırım.”
“Bedava olmaz.”
“Olur. Sen dükkânı bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak için çalıştırmıyor musun?”
“Orası öyle.”
“Bundan sonra ikimiz de aynı amaçla çalışacağız.”
İbo kalktı, karısını kucakladı. Yorgunluğu filan kalmamıştı.
“Yap bakalım öyleyse şimdi az şekerli bir kahve!” dedi. “Bunu kutlamak gerek.”
Eşi mutfağa yönelirken İbo durdurdu onu.
“Ne oldu?”
“Dur sen. Kahveyi ben yapacağım.”
“Neden?”
“Daha ilk günden fazla yormaya gelmez ustayı.”
Gülüştüler. Kahveyi birlikte pişirdiler. Höpürdete höpürdete içtiler.
Çocukları Mert’le Eren onlara sevgiyle bakıyordu.
Mert:
“Dükkânda ben de çalışacağım,” diye konuştu.
“Olmaz!” dedi babası.
“Neden?”
“Senin okulun var.”
“Okul yarım gün. Öbür yarısında da dükkânda çalışırım.”
“Derslerinden geri kalırsın.”
“Kalmam. Geceleri de derslerime çalışırım. Gündüzleri bir iş yaptığım yok zaten. Top koşturup duruyorum.”
“Bir deneyelim öyleyse…”
Küçük Eren:
“Ben de çalışacağım dükkânda” diye söze karıştı.
“Sen daha çok küçüksün,” dedi ona babası. Ne iş gelir ki senin elinden?”
Anne atıldı.
“Müşterilere su, ayran verir.”
Gülümseyerek küçük oğluna baktı İbo.
“Verebilir misin?” diye sordu.
“Veririm.”
Böylece ailenin üç bireyi daha dükkânda çalışarak dayanışmaya katılacaktı.

***

Ertesi sabah erkenden dükkâna geldi Anne Sultan. Baba et, sebze gibi malzemeleri almaya gitmişti. Sultan anne dükkânı tepeden tırnağa sildi, süpürdü, yıkayıp temizledi.
O gün camlar, masalar, sandalyeler her günkünden daha pırıldı.
Bir saat sonra öbür çıraklarla Mert de geldi. Sultan ustanın gösterdiği işleri de o yapmaya başladılar.
İşe en geç gelen küçük Eren’di. Onun uykuya herkesten çok ihtiyacı vardı da onun için.
Gözünü ovuştura ovuştura dükkâna geldiğinde saat on olmuştu.
İbo baba malzemeleri alıp getirdi.
Sultan anne güzel salatalar hazırladı.
Ocakta ateş korlaşmıştı. Müşteriler de birer ikişer düşmeye başladı.
Sultan usta ilk siparişi hazırladı.
İbo baba ilk servisi yaptı.
“Bir ayran rica edeyim,” diye konuştu ilk müşteri.
“Ayrancı, müşteriye ayran ver!” diye seslendi babası küçük Eren’e.
Eren sevinçle buzdolabına koştu. Ayranlara boyu yetmiyordu ama o ayaklarının ucuna basarak bu işi başardı.
Ayran müşterinin önündeydi şimdi.
Öğleye kadar işler yolunda gitti. Öğlen dükkân ağzına kadar dolmuştu. Telefon üstüne telefon geliyordu.
Çıraklar siparişleri Sanko Parktaki müşterilere koşturuyordu.
Eren, işten çabuk bıktı. Su isteyen müşteriye su getirmedi.
Müşteri:
“Su istemiştim…” dedi ona gülümseyerek.
“Bana ne,” dedi Eren. “Kalk sen al.”
Müşteri kalkıp almaya davandı ama ona bırakmadı Sultan usta. İstenen suyu anında masaya götürdü.
“Müşteriye suyu neden vermiyorsun?” diye Eren’e sordu İbo Baba.
“Yoruldum…” dedi Eren. “Ben top oynayacağım.”
“Yorulan adam top oynar mı? Şu öğlen servisi bitsin, akşama kadar istediğini yap.”
“Bana ne…”
Sultan usta:
“Üstüne gitme çocuğun,” dedi. “Daha beş yaşında o. Anaokuluna bile gitmiyor.”
Üstüne gitmedi babası da Erin’in.
Küçük çocuk topunu almak üzere bitişikteki evlerine yollandı.
Evin bitişiğindeki terzi dükkânına gelince topu unuttu. İçeriye girdi.
“Ne o erkek?” diye sordu Terzi İdris. “Tostçu çıraklığından istifa mı ettin yoksa?”
Emre güldü.
“İstersen benim çırağım ol. Ben seni bedava da çalıştırmam baban gibi.”
“Ne verirsin?” diye sordu Eren.
“Günde bir külah dondurmaya ne dersin?”
“Bir külah olmaz, üç olsun.”
“Sen de amma pahalıcı çırakmışsın ha. Haydi, ikide karar kılalım.”
“Tamam. Ama ilk dondurma peşin.”
“Hak etmeden olmaz. Al bakalım şu süpürgeyi, dükkânın önünü süpür. Sonra da parayı al, dondurmacıya koş.”
Anlaştılar.
Erencik dükkânın önünü süpürdü. Parayı alıp dondurmacıya gitti. Ama geri dönmedi.
Biraz sonra evlerinin önünde oturmuş dondurmasını yalarken gördü onu İdris terzi. Anlayışla gülümsedi.
O ara, yitirdiği mini terzi makasını aradı. Bulamadı. Neyse ki yedeği vardı. Çekmeceden onu çıkartarak işini gördü.
“Terzi iğnesini yitirmese, günde fazladan dört takım elbise dikerdi…” diye söylendi.
Eren terzi çıraklığından daha çabuk bıkmıştı. Yeniden babasının tostçu dükkânına döndü. Hiç bir iş yapmadan ayakaltında dolaşmaya başladı.
Dışarıdan gelen telefon siparişlerine iki çırak yetişemez olmuştu. Arada bir baba da sipariş götürmeye gidiyordu. O zaman Eren onun arkasına takılıyordu.
En çok sipariş Bitex Mağazasından geliyordu. Burası büyük işyeriydi. Burada giyim eşyaları satılırdı. Çalışanı da çoktu.
Baba servisi sahibine ulaştırırken, Eren de giysilerin arasında aylak aylak dolaştı… Sonra babasıyla birlikte dükkâna döndü.
Siparişlere hep babanın koşturması anneyi üzüyordu.
Bir seferinde:
“Sen dur,” dedi İbo babaya. “Sen çok yoruldun. Bu kez ben götüreceğim.”
Dediği gibi yaptı. Bu kez de Erencik annenin arkasına takılmıştı.
Anne siparişi yerine teslim etti. Yeni sipariş aldı. Eren giysilerin arasında aylak aylak dolaşmayı sürdürdü.
O sırada bir müşteri, satın almak istediği bir ceketi prova ediyordu.
“Bu ceketin düğmesi yok,” dedi tezgâhtara.
“Nasıl olur efendim? Düğmesiz ceket olur mu?”
“Bak istersen…”
Tezgâhtar baktı. Gerçekten düğmeleri yoktu ceketin. Bir başka ceket getirdi. Aaa! Onun da düğmeleri yoktu.
Müdür Ayhan Bey aralarda dolaşıp işleri kontrol ediyordu. Müşteriyle tezgâhtarın konuşmalarını duydu.
“Ne o, düğmeler yok mu olmuş?” diye sordu.
“Öyle…” der gibi başını salladı tezgâhtar.”
“Nereye gitmiş olabilir ki düğmeler?”
“Bilmem…”
“Bu mağazaya sakın bir düğme canavarı girmiş olmasın?”
Bu söze müşteri de tezgâhtar da gülümsedi.”
“Ben o canavarı bulurum şimdi,” diye konuştu Ayhan Bey. Doğruca bilgisayarın başına gitti. Mağazanın dört bir yöresini gösteren kameralar bilgisayara yansımaktaydı. Mağazanın içini kontrol etti Müdür.
“İşte!” dedi. “Canavar orada!”
Birkaç kişi canavarı görmek için bilgisayara eğildi. Buların arasında Sultan usta da vardı.
“Aaa… Bu benim Emre!” dedi.
“Evet…” diye konuştu Ayhan Bey. “Mağazamıza dadanan düğme canavarı senin küçük.”
Oradaki herkes gülüştü.
Emre suçüstü yakalandığının ayırımında değildi. Terziden aşırdığı küçük makasla düğmeleri kesip kesip cebine atıyordu.
Ansızın kulaklarını parmaklar arasında buldu. Bunlar annesinin parmaklarıydı.
“Burada ne yapıyorsun bakalım sen!”
Eyvah!
Eyvah ki ne eyvah!
Ne cevap verecekti şimdi?
Düğmeler cepten çıkarıldı. Masanın üstüne kondu. Düğmesiz ceketler toplandı. Düğmelerle birlikte Terzi İlyas’a gönderildi.
Düğme canavarının buraya gelmesi yasaklandı.
İşi öğrenen baba ona ceza biçti.
Küçük Emre’nin cezası müşterilere ayranla su taşımak oldu. Bu işten usanmak yoktu.
Baba onun için bir yasak daha getirmişti:
Artık “yoruldum” diyerek dükkândan tüymek de yasaktı!
Neyse ki yasak olmayan bir şey de vardı. Öğlen servisi bitince gündeliği olan bir lirayı alıp dondurmacı dükkânına koşması yasak değildi.


GAZETE CANAVARI

Yazar amcanın evine her gün altı gazete gelir. Bunların üçü ulusal, üçü de yerel gazetelerdir.
Gazeteler gelir ama bunlar çoğu zaman yazar amcanın eline geçmez.
Neden?
Çünkü onun gazetelerini yiyen bir canavar var. Gazete Canavarıdır bunun adı.
Yazar amca canavarı ele geçirebilmek için çok uğraştı ama başaramadı. Gazeteleri kimi zaman bahçede çiçekler arasında ıslanmış buldu. Kimi zaman avluda parçalanmış olarak gördü.
Şu Gazete Canavarı bir yakalansa… Yazar amcanın elinden çekeceği vardı.
Amca sonunda karar verdi. Onu yakalayacaktı. Bunun için bir plan kurdu.
Erkenden uyandı, gidip apartmanın karşısındaki bir ağacın arkasına saklandı. Gazeteleri getireni, alıp götüreni gözlemeye başladı.
Sonunda gazete dağıtıcısı geldi. Bu işi bir motorla yapıyordu dağıtıcı. Yazar amcanın gazetelerini motordan inmeden bahçeye fırlattı.
O zaman yazar amca da saklandığı yerden fırladı.
“Bre delikanlı dedi. Senin işine hiç saygın yok mu? Gazete bahçeye fırlatılır mı? Bak kapıda posta kutusu var. Bir dakika motordan insen, gazeteleri o kutuya bıraksan kıyamet mi kopar?”
Dağıtıcı mahcup oldu. Bundan sonra böyle yapacağını söyledi.
Yazar amca gidip gazetesini yerden aldı. Posta kutusuna koydu. Ağacın arkasına saklandı. Beklemeyi sürdürdü.
Bu ara, bir dede apartmandan çıktı. Gazetelerden birini aldı. Bakkala doğru yürüdü.
Gazete canavarı bu muydu acaba?
Yok canım bu olamazdı. Bu olsaydı hepsini birden alırdı. Oysa dede sadece bir gazete almıştı.
Yazar amca onun ardından yetişti.
“Baba oradan gazeteyi neden aldın?” diye sordu.
Yaşlı adam sert sert baktı.
“Sana ne?” dedi.
“Ama o gazete benim…”
Yaşlı adam şaşkındı.
“Senin mi?”
“Benim…”
Mahcup olmuştu.
“Kusura bakma…” dedi. “Ben hani şu kapılara bırakılan, bedava dağıtılan gazetelerden sandımdı.”
“Yok, onlardan değil. Ben bu gazetelere aboneyim. Onları edinebilmek için para veriyorum. Eğer okumak istiyorsan, bir tanesine de senin abone olmanı sağlayabilirim. O zaman benimkini değil, kendi gazeteni alırsın.”
Yaşlı adam burukça gülümsedi.
“Ama ben okuma bilmem ki.”
Şaşırma sırası yazar amcaya gelmişti.
“Okuma bilmiyorsan gazeteleri neden alıyorsun baba?” diye sordu.
Adam açıkladı.
“Kahvaltı yaparken masanın üstüne seriyorum.”
“Sana bir dolu okunmuş gazete vereyim, benim yeni gazetelerime dokunma, olur mu amca?”
Oturmuş. Anlaştılar.
Gazete canavarı bu yaşlı amca olamazdı. Ne yapmalıydı yazar amca. Nöbete devam etmeliydi. O da öyle yaptı. Ağacın arkasına yeniden saklandı.
Biraz sonra temizlikçi kadın apartman zillerinden birini çaldı. Beklerken de gazetelerden bir ikisini aldı. Kapı açılmadan ona da yetişti yazar amca:
Gazeteleri niçin aldığını ona da sordu.
Meğer bu temizlikçi hanım da gazeteleri cam silme işinde kullanıyormuş. Hiçbir şey gazetelerden daha iyi silemezmiş camları.
Onunla da anlaştı yazar amca. Merdiven altındaki dolaba bir dolu okunmuş gazete bırakacaktı. Gerek oldukça onları kullanacaktı temizlikçi kadın.
Eee?.. Gazete Canavarı bu muydu?
Hayır, bu da olamazdı.
Öyleyse kimdi?
Yazar amca nöbeti sürdürdü. Sonunda ortaya çıktı canavar. Küçücük bir çocuktu bu. Bir numaralı dairenin yaramaz oğlu Emre’ydi canavar.
Emre gözlerini ovuşturarak bahçe kapısını açtı. Gazetelere baktı. Bir bölümü gitmişti ama işini görecek kadar gazete vardı orada daha.
Canavar buydu kesin!
İyi ama bu çocuk daha beş yaşındaydı. Kutu ise onun iki boyu yükseklikteydi. Oraya nasıl ulaşır da alabilirdi gazeteleri?
Siz de böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz? Bir canavarın ulaşamayacağı yükseklik yoktur.
Biçim apartmanın gazete canavarı da bunu kanıtladı. Apartman kapısının demirlerini basamak yaptı. Oraya tırmanıp gazeteleri kutudan alıp yere attı.
Sonra da indi. Gazeteleri buruşturup top yaptı. O topla da oynamaya başladı.
Ben gazete Canavarı gazeteleri yer sanıyordum. Yanılmışım. Yemiyordu. Onları sadece top oynamak için kullanıyordu.
Yazar amca Gazete Canavarıyla bir türlü anlaşamadı.
Ona oynansın diye bakkaldan lastik top aldı.
Dondurma parası verdi.
Ailesine şikâyet etti.
Hiçbiri de yarar sağlayamadı. Gazete canavarı her gün gazeteleri araklayıp kâğıtta top yapmayı sürdürdü.
Demek ki bunun zevki başka hiçbir şeyde yoktu.
Yapılacak tek iş ondan önce davranmaktı. Aşağıya inip canavar gelmeden gazetesini almalıydı yazar amca.

SAAT CANAVARI

Dün gece evimizdeki bütün saatler bir saat geriye alınmış.
Bizim evde hayat saat 07.00’de başlar. Saatlerimiz bir saat geriye alınınca 06.00’yı gösteriyordu. Biz de “daha vakit erken,” diye yatak keyfi yapıyor, uyanmıyoruz.
O zaman da hayatımız alt üst oluyor.
Kim yapardı ki böyle bir şeyi? Hani evde sadece bir tek saat olsa, türlü nedenler bulursun.
“Saatin pili zayıflamıştır,” dersin.
“Geri kalmıştır,” dersin. Ama evde birçok saat var.
Babam saat koleksiyoncusu. Gördüğü değişik türdeki her saati alıp eve getirir. Kum saatinden rüzgâr saatine kadar her tür saati görebilirsiniz evimizde.
Dediğim gibi saatler geri kalınca hepimiz de geç uyandık. Böyle olunca da hayatımız aksadı.
Sütçü kapıyı çalmış çalmış… Açan olmayınca evde olmadığımızı sanmış. Sütümüzü bırakmadan gitmiş.
Kapıcı da uyandıramamış bizi. O da gazetelerimizi, sabah ekmeğimizi getirmedi.
Babamla annem işe geç kaldı.
Ben servisi kaçırdım. İkinci derse zor yetiştim.
Okula gittiğimde ikinci ders başlamıştı.
Öğretmenim:
“Nerelerde kaldın çocuk!” der gibi bana bakıyor. “Sen hiç geç kalmazdın…”
Ona konuyu anlatmaya çalışıyorum. Yapamıyorum.
“Saat…” diyebiliyorum kekeleyerek. “Durmuş. Hayır dumamış, ileri gitmiş. Yok geri kalmış..”
“Tamam tamam diyor öğretmenim gülerek. “Otur yerine.”
Oturuyorum.
Bu kez sıra arkadaşım soruyor.
“Ne oldu?”
“Yok bir şey.”
“Var var anlat.”
“Konuşmayalım. Öğretmen kızar. Teneffüste anlatırım.”
“Teneffüse kadar merakımdan çatlarım ben.”
“Sus, öğretmen bize bakıyor,” diyorum.
Susuyor arkadaşım
“Teneffüse kadar beklediğimi değecek bir serüven mi bari?” diye soruyor.
Yanıt vermiyorum.
“Ne konuşuyorsun İhsan!” diye sesleniyor Öğretmenimiz arkadaşıma.”
Kekeleme sırası onda:
“Şey öğretmenim…” diyor. “Şeyin şeyine şey olmuş ta. Yani saat…”
Öğretmenimiz yine gülüyor. Bana dönüyor.
“Anlat bakalım şu saat işini diyor. “Yoksa arkadaşlarının hiç birisi kendini derse veremeyecek.”
Nasıl anlatsam ki?..
“Evimizde bir canavar var,,,” diye söze başladım.
“Aaa!..” diye çığlık attı kızlar.
“Ne hoş!” dedi bir iki erkek arkadaşım.
“Nasıl bir şey bu?”
“Korkunç mu?”
“Bilmediğimi söyledim.
“Daha onu görmedik,” dedim.
“Canavar diye bir şey yok,” diyor öğretmenimiz. “Onu biz uyduruyoruz. Sonra da kendi uydurduğumuz canavardan korkuyoruz. Korkmak hoşumuza gidiyor galiba. Ne canavarıymış bakalım sizin evdeki bu canavar?”
“Saat canavarı öğretmenim.”
“Nasıl yani? Ne yapıyor canavarınız. Saatleri mi yiyor?”
“Aaa! Canavar saatleri yiyormuş!” diye konuşuyor kızlar.”
“Hayır öğretmenim. Saatleri ileri geri alıp bizi şaşırtıyor.”
“İleri mi alıyor, geri mi?”
“Bazılarını ileri alıyor, bazılarını geri.”
Çocuklar gülüşüyor.
Gördünüz mü şu işi? Komik duruma düştüm şimdi.
“Keşke bizim evimizde de bir saat canavarı olsa…” diyor sıra arkadayım İhsan.
Öğretmenimiz:
“Her evde bir saat canavarı vardır,” diyor gülerek. “Göze görünmeyen bu canavar, yılda iki kez saatlerle oynar. Birinde saatleri ileri alır, öbüründe geri alır. Memleket saat ayarı düzenlemesi denir buna. Gün ışığından yararlanmak için yapılır bu. Bizler de saatlerimizi ona göre ayarlarız.”
Öğretmenimiz doğru söylüyor olabilirdi ama ben evimizde canavar olmasını istiyordum galiba. O nedenle öğretmenimize inanmamayı seçtim.
Öğretmenimizin açıklamasından sonra arkadaşlarımın saat canavarına ilgisi kalmadı.

***

Benimse aklımdan çıkmıyordu evimizdeki canavar.
Bunu akşama kadar düşünüp durdum.
Evimizdeki canavar, işini herkes uyuyunca yapıyordu.
Onu muhakkak yakalamalıydım. Yoksa bütün günlerimiz böyle gecikmelerle geçecekti.
Sonraki gün daha kötüsü oldu. Saat canavarı işi iyice azıttı. Saatlerden bazısı ileriyi gösteriyordu. Bazıları geriyi… Hele salondaki saat büsbütün çıldırmıştı. O tam üç saat ileri gösteriyordu.
Pusuya yattım. Ne yapıp edecek, saat canavarını yakalayacaktım. Gece boyunca yorganımın aralığından odamdaki saati gözetledim. Bir ara yataktan çıkıp odaları dolaştım ama geç kalmıştım. Olan olmuştu. Saatlerin kimi ileriye gitmiş, kimi geri kalmıştı yine.
O haftayı türlü sıkıntılarla geçirdik. Sonunda pazar günü bir toplantı yaptık. Bu sorunu çözmeliydik.
Meğer ilk gün, öğretmenimizin dediği gibi ülkede bütün saatler bir saat ileri alınmış. Bunu unutmuşuz. İkinci gün babam saati düzeltmiş ama annem ne bilsin onun düzelttiğini. Bir de kendisi düzeltmiş. O zaman saat iki saat geriyi göstermeye başlamış.
Ben de düzeltme yapmıştım. Böylece üç saate çıkmış mı evimizdeki saatlerin gerilemeleri…
Mesele anlaşılınca uzun uzun gülüştük.
Evimizde saat canavarı bir tane değilmiş meğer. Tastamam üç taneymiş. Annem babam, ben…
Siz siz olun, evde saatleri ayarlama işini bir kişiye verin. Aklına esen, saatlerle oynamasın. Yoksa bizim evde olduğu sizde de işler arap saçına döner. Saatlerin kimi ileri gider, kimi geri kalır.
O zaman siz da kusuru, suçu günahı, saat canavarına yüklersiniz.

FINDIK CANAVARI

Babam gülerek anneme seslendi:
“Fındıkarı aldın mı hanım?”
Annem gülerek cevap verdi.
“Aldım aldım…”
Niçin gülüyorlardı ki bunlar?..
O Pazar günü Belgrat ormanlarına pikniğe gidecektik.
“Belgrat ormanlarını bilen bilir,” dedi babam. “Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından farksızdır.”
Küçük kız kardeşim Selva, babama sordu.
“Balta neden girmiyormuş Afrika’nın ormanlarına baba?”
Küçük kızının hinliğine gülümsedi babam.
“Pasaportu yokmuş da onun için…” dedi. “Her aklına esen giremez oraya.
Hepimiz gülüştük.
Aslında, “Balta girmemiş” sözünün, çok sık ağaçlarla dolu anlamına geldiğini hepimiz de biliyorduk.
Canım babam. Bildiğimizi bildiği halde bir kez daha açıkladı bunu.
Selma’da hinlik biter mi?
Yeni bir soru sordu:
“Belgrat ormanlarının neresinde piknik yapacağız baba?”
“Elbette ki içinde kızım.”
“İyi ama baltanın giremediği yere biz nasıl gireceğiz?”
Babam:
“Neden girmesin ki Belgrat ormanlarına balta?”
“Demin ‘Belgart ormanları Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından farksızdır,’ dememiş miydin?”
Yine gülüştük hepimiz.
Kızının oyununa geldiğini anlayan babam kaşlarını çattı.
“Bu kadar şaka yeter!” dedi. Herkes hazırsa doğru arabaya!
Hepimiz de kırmızı otomobilimize doluştuk. Annem götürülecek eşyaları daha önceden taşıtmıştı bize.
Otomobilimiz yol alırken şarkılar türküler söyledik. Çok eğleniyorduk.
Sonunda piknik yerine geldik. Oturmak için güzel bir yer seçtik. Eşyaları arabadan hep birlikte taşıdık. Annem hemen sofrayı hazırlamaya başladı.
Açık hava insanı acıktırıyor.
“Kurt gibi acıktım,” dedim ben.
Selvanın şakacılığı üstündeydi. Bu kez de bana takıldı.
“Ne kurdu gibi acıktın abi?”
Altında kalır mıyım onun.
“Kitap kurdu gibi,” dedim.
Ormanda ateş yakmak yasak olduğu için o gün kebap yapmayacaktık.
Annem evde mis gibi zeytinyağlı dolmalar yapmıştı. Patlıcan dolması, kabak dolması, domates dolması… Ayrıca pancar sarması da yapmıştı annem.
Dolmaları mis gibi lavaş ekmeklere sararak dürüp yaptık. İştahla yemeye başladık.
Ben öbürlerinden çok pancar sarmasına hak tanıdım. Bu pancar sarmaları da pek lezzetli oluyor canım.
Ayranımız boldu. Yiyip içtik. Karnımız doydu. Yediklerimizi hazmetmek için babamla top oynamaya başladık.
En çok sevdiğimiz top oyunu orta sıçanıydı. Orta sıçanlığına babam her seferinde gönüllü olurdu.
Ne var ki onun ebeliği uzun sürmezdi. Çabucak topu ele geçirir ya beni ya da Selva’yı orta sıçanı yapardı.
Canım babam… Bizim üzülmemizi istemezdi. O yüzden de bir süre sonra kendini yeniden orta sıçanı olmak zorunda bırakırdı.
Top oynamaktan yorulunca oyunu bıraktık. Piknik kilimlerimizin üzerine serildik. Annem termosta getirdiği sıcacık çaydan doldurdu bardaklarımızı.
“Alın, şu çayları sıcak sıcak için,” dedi. “Yanında da çıtır çıtır fındık yiyin.”
“Getir bakalım şu fındık torbamızı öyleyse,” dedi babam Selva’ya..
Çaylar geldi ama fındık torbası bir türlü gelmiyordu.
Babam:
“Fındıklarımız ne oldu kızım!” diye onu uyarmak zorunda kaldı.
Selva:
“Fındıkları bulamıyorum baba…” diye sızlandı. Torbasıyla birlikte piknik sepetindeydi ama şimdi yok.”
“Fındıklar nereye gitmiş olabilir ki?” diye sordu babam.
“Hiçbir yere gidemezler,” diye konuştu Selva. “Ayakları bile yok.”
Anlaşıldı,” dedi baba. Onu canavar çaldı.
Selva’yla ben:
“Canavar mı!” diye çağırıştık.
“Burada bir canavar mı var baba?” diye sordum.
“Var ya dedi babam.
“Ne canavarı?” diye sordu Selvacık.
“Fındık Canavarı…” dedi babam.
Ben sordum:
“Nerede peki şimdi o canavar?”
“Buradayım!” der gibi ciyk ciyk sesler duyduk. Sesler hemen üstümüzdeki ağaçtan geliyordu.
Bakınca gördük. Orada bir sincap oturmaktaydı. Sincap ele geçirdiği fındık torbamızdan fındıkları çıkartıyordu. Onları iri dişleriyle kırıyordu. İçini yiyor, kabuğunu da üstümüze atıyordu.
Babamın başından beri bıyık altından neden gülümseyip durduğunu anlamıştık.
Annemle ikisi bize oyun oynamıştı.
“Bu fındık sincabın hakkı…” dedi annem.
“Biz fındık yemeyecek miyiz?” diye sordu Selva. Dokunsanız ağlayacak gibiydi.
“Yiyeceksiniz,” dedi babam. Sizin hakkınızı saklamıştım.
“Nereye?”
“Otomobilin torpido gözüne…”
Selva ile otomobilimize koştuk. Torpido gözünde iki torba fındık bulduk. Birini ben aldım, birini Selva aldı.
Fındıklarımızdan annemizle babamıza da verdik. Şimdi hepimiz fındıkların içini yiyor kabuklarını sincaba atıyorduk.
Sincap da aynı şekilde bize karşılık veriyordu.
Fındıklar yenip bitirildiğinde her yer kabukla dolmuştu.
“Burayı böyle kirli mi bırakacaksınız çocuklar?” diye sordu babam.
Selva’yla ben aynı anda:
“Hayır!” dedik
Ben, “Biz çevre dostuyuz.” dedim.
Selva, “Kirlettiğimiz yerleri temizleriz!” dedi.
Temizledik de…

***

Dönüş için otomobilimize bildiğimizde, Fındık Canavarı sincap bize el sallıyordu. Sanki “Sizi sevdim, yine gelin…” diyordu.
Biz de ona el salladık.

Fevzi Günenç 2
Kayıt Tarihi : 3.1.2019 06:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Fevzi Günenç 2