DEVE
Hikmet BARLIOĞLU
Öyküler
‘Eşim Nazire ‘ye”
“‘En bağışlanmaz ayıp gören bir insanın iki gözden yoksun bir insana çarpmasıdır. HB.”
Deve
- I -
Sarı, solgun, mahzun bir sonbahar her yere, her yana iplik iplik ağmış, ilik ilik-nakış nakış işlemiş, soluk soluk sinip sığınmıştı.
Ağacından yetim, dalından öksüz, yerinden-yuvasından yoksun sarı, kuru yapraklar ne yapacaklarından, ne edeceklerinden habersiz şuraya-buraya uçuşmakta, umarsız başlarını taşlara-tümseklere varmakta, yüreği soğumaya başlayan bir sabah yelinin elinde yelem-yelpirek koşuşmakta, gözyaşlarını sel gibi akıtabilecekleri bir tümsek, bir çukur, bir korunak aramaktaydılar.
Fidanlar soyunuyor, ağaçlar soyunuyor, dallar soyunuyordu. Yoksul bedenler bir deri-bir kemikti.
Tarlalarda acımasız bir kıyıma uğramış buğday sapları, yarıklarda-düzlüklerde-taşlıklarda buğday kanları vardı. Kaf Dağı ‘nın devleri toprağın üstünü-başını yırtmış, derisini soyup-yüzüp kaldırmıştı.
Çaylar düzlüklerde esniyor, duldalara sığınıp uyumak istiyor, dönemeçlerde olmazlanıyor, inişlerde kendini olacağının ellerine bırakıyordu.
Güneş, kanı kurumuş ellerle dağı-taşı, yolu-yolağı okşamaktaydı.
İnsanlar bezgin, hayvanlar yorgundu ve hayvanlar insanların önlerinde, insanlar hayvanların arkalarında gelip görünüp uzaklaşıyorlardı.
Otobüs bir canalıcı, bir kandökücü gibi asfalta dalıyor, yolu etiyle-kemiğiyle yalayıp yutuyor, dönemeçlere süzülerek girip silkinerek çıkıyor, bazen başını yukarı kaldırıp aşağı indiriyor, bazen sağa, bazen sola dönüyor, bazen ara vermeksizin döne döne tırmanıyor, kıvrıla-çalkalana aşağılara iniyor, bazen inliyor, bazen yakınıyor, bazen derdini haykırarak dışarı boşaltıyordu.
Pembe kadife ceketli, beyaz yakalı, Tarzan saçlı kaptan, bir “Sahipsiz mezar olsam; ” havasındaydı ve onu içinden birine, birilerine söylüyor, mendille gözyaşını ona, onlara bırakıp kendi ölümünü kendisi sahipleniyordu. Kanı kırmızı olan yardımcısı yanına oturmuştu ve kanı mavi olan yolculara yasaklanmış sigarasını, onlardan birinin, birilerinin yerine tüttürmeye başlamıştı. Sigarasının dumanında yarinin imansızlığını görür gibiydi.
Aramaya, bakınmaya gerek bile yoktu. Her otobüsün bir ağlayan bebeği olurdu. Bu otobüs de bir otobüstü ve onun da ortalarda-biryerlerde bir ağlayan bebeği, bir susturmaya çalışan annesi vardı. Bebeksizler bir şeyler çiğnemekte, bir şeyler içmekte, dergi-gazete okumakta, esnemekte, uyumakta, içeriye-dışarıya gözler gezdirmekteydiler.
Cam dibindeki yerimde anılarımın bir kırık plağına binmiş, başımı döndüren, midemi ağzıma getiren bir hızla dönüp dönüp duruyordum: “Gökte ne var? ” “Gök boncuk.” “Yerde ne var? ” “Yer boncuk.” “Anan ne pişirmiş? ” “Tarhana.” “Sen de beni arkala.”
Arkala… Arkala… Arkala…
Neden ağarmış kara olamadıklarını düşündüğüm sararmış yeşil çimenler-çayırlar, neden kırmızı olmadığına saplandığım mavi gökyüzü yanımdaki camdan akıp durmaktaydı. Demir yataklı Golyat ‘ın bir eli, çulha sırığını andıran mızrağını kavrarken, obir eli penceremdeki biçimleri örseleyip hırpalamış, eğip bükmüş, ezmiş yassıltmış gibiydi. Gözlerimin önünden ıssız tarlalar, daldan-yapraktan soyunmuş ağaçlar, kapısı-penceresi çarpılmış ve beli bükülmüş evler, başından dibi görünen bahçeler, dişleri dökülmüş yaşlı duvarlar geçmiyor, yerlerine kirlenmiş-lekelenmiş çizgiler geçiyordu. Çizgiler, bezgin yumaklardan tiftik çözülen ipler gibi dalgalanıyor, telleniyor, uçuşuyordu. Bağlardan-kayalıklardan-tepelerden gözlerime püsküller yağmaktaydı. Ve gözlerim benim değil, çocukluğumun gözleriydi. Parmağım benim değil, çocukluğumun parmağıydı, Çocuk parmağı işte. Yerinde duramadı ve kalkıp otobüsün dışı serin, içi sıcak bir camına silik bir “Ann” yazdı.
Mısırdan perçemi denizden gözüne inen yanımdaki çocuk:
- Eksik yazdın. Dedi. Yanına “e” koyacaksın. “e”. Anne.
- Benimki “Ann”. Dedim. “Anne” değil.
- Benimki “Anne” ydi. Diyerek başını çevirdi. Baba öldü, anne gitti. Gitti, kayboldu.
Otobüs yavaşlamıştı. Dinlence vereceği söyleniyordu. Önce çocuk koşup indi. Babanın nasıl öldüğünü, annenin neden ve nereye gittiğini soramadım.
Otobüsün açık kapısında öyle bir durakladığımda; doğa oradaydı ve Golyat yoktu. Birileri inmek için izin istediler, izin-mizin vermeden indim.
Cehennemin arka kapısının cennete açıldığının bilincindeydim ama cennetin bu denli yakınımda bulunmasına şimdiye dek hiç olasılık tanımamıştım. Hurisiz-gılmansızdı fakat cennetlikler çoktan şurasına-burasına dağılmışlardı.
Hemen önümüzde bulunan bir köy lokantasını andıran yapının arkasında, yanlarında, yakınlarında, çevresindeydi. Yapı, bir yanını bir çardağa vermiş, bir yanını kalın, gelişkin, boylu bir ceviz ağacına yaslamış ve cennetin önüne bağdaş kurup oturmuştu. Çardağın yanları, arkası, üstü ince uzun tahta çıtalarla çevriliydi. Sarmaşıklar, çiçekler, asma yaprakları, üzüm salkımları birbirleriyle kucaklaşıp öpüşüyor, dallara-yapraklara-çıtalara taraklı kuşlar inip kalkıyor, kelebekler konup desen ve nakış sergiliyor, cıvıltılar ve böcek sesleri su şırıltılarına karışıyordu.
Göze, çardağın sol ve çağlayan sağ arkasındaydı. Gözede sular görücüye çıkmışlardı. Duru suyun içindeki pırıl pırıl çakıltaşları titreye-durula soluklanıyor, su dipten üste nabız atıyor, uslu, minicik dalgalar meraklı gözlere sofralar açıyorlardı. Meraklı yapraklar, utangaç otlar, çekingen çiçekler, sevecen bir sonbahar yeli altında yaylana-kalka, eğile-dikile sudaki güzelliklerinin ortadan yanlara esneyişine-nazlanışına bakmaktaydılar. İnsanı canlıdan saymayan şımarık serçeler gaga gagaya gelecek yer bulabilmenin ardına düşmüşlerdi. Nereye düştüğünü bilemeyen kimsesiz bir çınar yaprağı gözenin kıyılarını tek tek dolaşıyor, yolu fokurdayan zemzem kasesine düştükçe havalanıyor, yeniden kıyı-bucak dolanıp duruyordu.
Çağlayan dal-yaprak kuşanmış kayalıkların taşa-toprağa rahmeti gibiydi. Birkaç adam boyu yukarıdaki sarıya çalmış varsıl yaprakların arasından üşüye-titreye ortaya çıkıyor, sağına-soluna aldırış etmeden bembeyaz bağrını açıyor, köpükleniyor, canına aldırış etmeden kendini çıplak kayalıklardan aşağı bırakıyor, solgun güneş altında zerre zerre yaldızlanarak pelerinini yele-sele veriyor, eteklerindeki damlaya kesmiş yaldızlarını döküyor, canını örseleyen taşlarda sendeleyip sıçrıyor, inleyip hıçkırıyor, soğuk terler içindeki başını alıp taflanlar arasında dalarak uzaklaşıyordu.
Başıboş bir kaldırım serçesi, kanatlarının paraşütüne sığınıp minicik ayaklarını çağıltılı sularda yıkamanın şımarıklığındaydı. Kelebekler çağlayanın köpükleri üstünde pul puldu. Uzaklardan bir kurbağa vıraklamakta, çardak arkasındaki ayarı bozuk bir horoz ikindide sabahı vurmaktaydı.
Köy lokantasının çevresinde otobüs yolcularının garden partisi vardı. Herkes ayaktaydı ve herkes ayakta bir şeyler yiyor, bir şeyler içiyor, birbirleriyle bir şeyler konuşuyor, bir biryanlara, bir de otobüslerine bakıyordu.
Dipten yarıya mavi, yarıdan yukarıya beyaz sıvalı lokantadan kızarmış et ve baharat kokusu gelmekte, havada ekmekarası bir şeyler uçuşmaktaydı.
Bulgur suyuna bir çorba içebilme düşüncesiyle örtüsüz, hantal, ağaç masalardan birine oturduğumda; onu gördüm. Hemen karşımdaki masadaydı ve çevresine aldırmadan bir şeyler yiyordu.
Yanılmamıştım. O ‘ydu. Eski Yunan Tanrısı Apollo.
Solgun sarı güneş, aslan yelesini andıran kapkara ve gür saçlarını yaldızlamakta, saçının parıltısı gözleri kamaştırmaktaydı. Kendine güvenen bir perçem sağ kaşının üzerine inmişti. Varsıl kara kaşları, sürmesiz kara gözlerinin üzerinde kaytanları andırmaktaydı. Burnu kavisliydi ve yüzü fildişinden oyulmuştu. Uçlarını yukarı kaldırmaya gerek bile görmediği kara palabıyıkları, kalın erkek dudaklarını süsleyen sırmalardan farksızdı. Görkemi tüm ihtişamıyla basit bir masaya çökmüş, masayı ve çevresini haşmete boğmuştu. Sırtında sıradan bir ceket, ceketinin altında yakası açık bayrak kırmızısı bir poplin gömlek mevcudu ve göğsünün kapkara kılları, her soluk alışında göğüsten boğaza soluklanıp durmaktaydı.
Çorbamın getirildiğini, önüme koyulduğunu, ancak buharı çenemin altına vurunca fark edebildim. Büyük bir aşağılık duygusu içindeydim ve kendimi, tonlarca yükün altında kalmış gibi algılıyordum. Gözlerimi daha ilk anda elimden almış, tıpkı hakkında fidye istenecek bir tutsak gibi elini*kolunu bağlamıştı.
İçimden, yaratılışa karşı gelmek isteyen, tıslayan, ıslıklar çalan, keleplendiği yerden başını kaldıran ve yaratanını adaletsizlikle suçlamaya kalkışan bir engereğin kuyruk çırptığını sezer gibi oldum.
Birbirinden yakışıklı kuşakların yakışıklılıklarını kaldırıp görülmemiş bir cömertlikle ona vermek ve önü-sonu gelmeyen kervan yolcularını bundan yoksun bırakarak kel-kör idare etmek, ideal adalet duygularıma nasıl da bir ters gelmekteydi.
Çorbamı içtim mi, içmedim mi, içtimse; nereme içtim, bilemiyordum. Gözlerim onda, ağzımı arayıp durmaktan bıkan kaşığım elimdeydi.
Yemeğini bitirdi, oturduğu yerden ve başını çevirmeye bile gerek görmeden içeriye; köy lokantasına seslendi ve kendisine şekersiz bir kahve yapılmasını istedi.
Sesi, o arı ve duru gözenin kaynaması, o altın tozlu, altın tozaklı çağlayanın çağıltısı gibiydi.
Ve sonra? Sonra masadan kalkmaya davrandı. Davranırken masanın altından, altı ince, uzun ve sivri, üstü çatallı bir koltuk değneği buldu, onu sağ koltuğunun altına yerleştirdi, sol eliyle masadan güç alarak kalkıp ayağa dikildi.
Sağ bacağı yoktu.
Rengi solmuş pantolonunun paçasını bomboş olarak dizinin dört parmak yukarısına kadar katlayıp kaldırmış, pantolonunu bir şeylerle tutturmuştu.
Gençti, dinçti, uzun boyluydu, eski Yunan Tanrısı ‘ydı, Apollo ‘ydu ve bir bacağı dizinin üstünden kesilmişti.
İçimdeki yılan tıslamasından, baş kaldırıp diş göstermesinden utandı, suçlamalarını el-ayak öperek geri aldı, sönen bir balon gibi fısalarak kıvrıldı, ortalarda görünmemek istercesine derinlerdeki biryerlere çöreklendi.
Kızgın bir çöl rüzgarında savrula savrula kelle-paça piramide girmiştim ve girmişken Firavun ‘u görmek istiyordum.
Düşüncelerim topuzların, duygularım satırların altındaydı. Masamda boş bir tabak, kirli bir kaşık vardı ve esmer köyekmeği merakla bana bakıyordu.
Yerimden kalkıp lokantaya girdim. Et kızarttığı isli ızgarada cezve kaynatan adama kahveyi ikiletmesini söyledim ve iri cezvelerden doldurduğu kallavi fincanları bşir tepsiye koydurarak alıp çıktım.
Çağlayan yanındaki dallarla-yapraklarla örtülü bir kayanın üstündeydi. Oturmuş, bacaksız kalçasını yerleştirmiş, bir bacağını upuzun açarak ayağını yere dayamış, koltuk değneğini yanına yaslamıştı.
Selam verip yaklaştım. Doğrulup toparlanacak oldu, bırakmadım. Fincanlarımızı bölüştük. Ayaklarının dibindeki bir taşa oturdum.
Hiçbir şey dememe, sormama fırsat bırakmadı:
- Soracaksın, biliyorum. Dedi. Çünkü; herkes soruyor, herkes merak ediyor. Sormadan söyleyeyim: Doğuştan değil, sonradan oldu.
Şoför yardımcısının sesi, lokantayı-çevresini-gözeyi-çağlayanı dolaşarak yanımıza kadar ulaşıp sözünü kesti:
- Otobüsümüz kalkıyor, sayın yolcular… Kimse kalmasın…
Çevremizde yankılanan sesi onaylamak için fincanı dudaklarından uzaklaştırdı:
- İlginç olaydır. Anlatırdım ama otobüsün kalkıyor. Sonraki karşılaşmaya kim öle, kim kala.
Uyarmak üzere yanıma gelen çığırtkana döndüm:
- Gidin. Ben kalıyorum.
- Ama beyim burası…
- Kalıyorum.
- Valiz-maliz?
- Hiçbir şeyim yok, bir kuru başım.
- Valla siz bilirsiniz ama burası…
- Yolunuz açık olsun.
Kahvesinden bir yudum alarak hafifçe gülümsedi:
- Yolundan oldun.
- Değmez miydi?
- E, değer değer. Kahvelerimiz bitsin, yine öyle oturalım. Oraya. Masaya.
Yüzünde insanı alıp götüren tatlı ve aklı başında bir gülümseme vardı. Sonbaharın solgun esintileri ve çağlayanın ak köpüklü şırıltıları içinde güçlü bir yürek vuruşu gibiydi. Ilgıt ılgıttı, nabız nabızdı, buram buramdı. Bir tarlakuşu saçlarına değip geçti ve yorgun bir güneş sol yanağını okşadı.
- Otobüsün kalktı. Dedi. Kavuşabilirsin.
- Gitsin. Dedim. Yolu açık olsun.
- Kararlı mısın?
- Evet.
Tanıştık. Adı “Mahmut” tu ve kısaca “Mam” dı. Doğarken ölen anasını hiç görmemiş, yedi yaşındayken babasını bir sabah yatağında ölü bulmuş, ona-buna el-ayak uşaklığı, çobanlık-mobanlık yaparak büyümüştü. Yanına kapılandığı Gidinin Behram kervancıydı. Yük taşıyor, develerinin yünüyle-yapağısıyla-emekleriyle geçiniyordu. Yaşlıydı. Günü gelip ölmüş, yirmibeş devesini ve deveciliğini ona bırakmıştı.
Değneğini koltuğunun altına aldı, tek ayağının üstüne dikildi ve başıyla çardağın altını işaret etti:
- Oturalım, kimse kalmadı. Dedi. Bir sen, bir ben bir de İsmail.
Ben bendim, o oydu ve İsmail de bu gökten yere indirilmiş cennetteki köy lokantasının sahibi olmalıydı. Nitekim bu kanım, birbirlerine seslenmeleriyle kesinleşti:
- Çay ister misiniz, Mam? Yeniden demledim.
- İsteriz İsmail, isteriz.
Yardım-mardım beklemedi. Koltuk değneğini çardağın çıtalarından birine dayadı ve çıplak masalardan birine oturdu. Başı ve saçları, çardağın üstünü süsleyen sarmaşıkların-asmaların yaprakları arasından süzülen solgun sarı ışıklar altındaydı. Yukarıda her bir yaprağın kıpırdanışı yüzünü pullar- benekler içinde bırakıyordu.
Sigara uzattım, aldı. Yaktım, pekilendi ve ilk dumanını, kapıp götüren bir sonbahar yeline bıraktı.
Gözlemlerimle arama kalın bir ses girivermişti:
- Merhabalar…
Başımı çevirdim; aşçıydı. Elinde plastik bir tepsi ve tepside üç dolu çay bardağıyla bir şekerlik vardı. Bardakların ikisini Mam ‘la bana vererek birisini kendisine ayırdı ve elindeki boş tepsiyi yandaki boş masaya bırakıp masamıza oturdu:
- Benim adım İsmail. Dedi. Aşçı İsmail. Barakanın sahibiyim. Kuruçay ‘dan oluyorum.
- Biliyorum. Diye gülümsedim. Mam ‘ın sana seslenmesinden anladım. Adım Fuat. Bir boş gezenin boş kalfasıyım.
- Yüzüme şaşkın bakıyordu:
- Sen az önceki otobüsten indin. Ağzın yana yana, ivedi ivedi çorba içtin ama gitmedin.
- Gitmedim.
- Arabanın kalktığının farkında mı olnadın?
- Oldum.
- Buralarda yolcu inmez, yolcu kalmaz.
- Ben kaldım işte.
- Peki ama neden?
Mam, elini iki kere çardağa dayalı koltuk değneğine vurarak gülümsedi:
- Bundan.
Aşçı yanıt vermedi. Şekerlerini bardağına attı ve çayını karıştırmaya koyuldu.
Mam, çayını çenesinin altına çekmiş, ellerini-kollarını masanın üstüne koymuştu. Gözleri, gözlerimi kovalayan ve onları kaçacak-sığınacak yer aramak zorunda bırakan durgunluklar içindeydi ve ıssız kıyılara demir atmış gemiler gibi sessizdi.
- Deve konusunda ne biliyorsun?
Diye sordu. Soru ansızın gelmişti ve ben yanıt veremiyordu:
- Efendim?
Diye kekeledim.
Önündeki çayın farkında değildi, ya da ona aldırış etmiyordu. Sigarasından soluklanıp üflediği duman dallar-yapraklar arasında yükselmekte, dağılmaktaydı:
- Yeryüzünde iki tür deve vardır. Diye başladı. Bunlardan biri tek hörgüçlü, obiri çift hörgüçlüdür. ‘Hörgüç’ hayvanın sırtındaki tümsektir. Tek hörgüçlü deveye ‘Hecin Devesi’ adı verilir. Bu deveye ‘Çöl Devesi’, ‘Hacı Devesi’ de denmektedir. İran kökenli bir canlıdır ve Afrika anakarasının kuzey kıyılarına kadar yayılmıştır. Latince adı ‘Camelus Dromedanus’ tan ibarettir. Evcilleştirilebilen devedir.
Mam, eliyle yoklamaya gerek görmeden ve yüzüne bakmadan:
- Şunu bir değiştir, İsmail. Dedi. Çayım soğudu.
Kuruçay ‘lı İsmail, dolu bardağı alıp kalktı ve aşevine doğru yürürken:
- Bekle beni. Diye seslendi. Sözünü unutma, geliyorum.
Mam yanıt vermedi. Yüzünde sarı sarı, ılık ılık pullar oynaşırken dumanının asma yapraklarıyla sarmaşıklar arasından ince ince süzülüşüne daldı. Çayının tazelendiğinin farkında değilmiş gibiydi. Paketinden yeni bir sigara çıkarmış, izmaritinden yakmış, izmariti parmakları arasında tutarak küllüğe gereksindiğini işaretlemiş ve izmariti önüne koyulan küllükte özenle söndürmüştü. Kekelemeden, zorlanmadan, araya garnitür sokmadan konuşuyor ve:
- Çift hörgüçlü deve evcil değil, yabanıldır. Diyordu. Çin kökenli olduğu söylenir. Asya bozkırlarında yaşar. Onun Latince adını bilmiyorum. Her iki devenin ortalama yaşam süreleri kırk yıl kadardır. Gebelikleri bir yıl sürer. Anneliklerini alabildiğince kıskanç, alabildiğine özenle sürdürürler. Yavrularına ‘Hottik’ adı verilir. Köpekdişlerine sahiptirler. Mideleri üç bölmelidir ve geviş getirirler. Çift tırnaklıdırlar. Hem geviş getirdikleri, hem de, tek veya çok tırnaklı olmadıkları için Müslümanlar etinin yenmesini helal sayarlar.
Yapraklar ve çıtalar arasından dökülen son yaldızlar önce sol kaşını, sonra kapkara saçlarını öpe öpe titreştiler, daha sonra çardağın yan çıtaları arasından sürüne sürüne çekip gittiler. İki parmağıyla önündeki çay bardağının sıcaklığını ölçmeye uğraşmakta ve ve ayni akıcılıkla konuşmaktaydı:
- Devenin parmakları hem geniş, hem esnek, hem yastıklıdır. Kumlarda-çöllerde rahatlıkla yürüyebilmesini buna borçludur. Gıdalardan aldığı yağın, bedeninin gereksinimine yeterinden fazlasını hörgücünde biriktirir ve yağ deposundan ibaret hörgücüne, yağsız kaldığı zamanlarda başvurur. Tek hörgüçlü deve yani Hecin Devesi çift hörgüçlüye oranla susuzluğa daha çok dayanır. Zira; değişkenkanlı hayvandır. Doğal termostatı sayesinde beden sıcaklığını gündüzleri 40-42 dereceye ve geceleri 30-32 dereceye ayarlar. Kanı zehirlenmesin diye sidiği karaciğerde toplanmaktadır. Bedeninin sözünü ettiğim derecelerdeki sıcaklığı sidiğinin hacmini düşürür. Susuz kaldığı veya bırakıldığı zamanlarda, bedenindeki tüm dokular, sahip oldukları suyun üçtebirini harcarlar ve herhangi bir zarar da görmezler. Böylesine bir su kaybından sonra, suya ilk kavuştuğu yerde ikiyüz litreye kadar su içebilir.
Çayını soğutmuştu ama yudumlamaktaydı. Bir süre susup yüzümdeki şaşkınlığı durgun gözlerle inceledi, sonra bardağından ardı ardına iki yudum daha alıp bıraktı:
- Deve hendek atlayamaz, düzlüğü sever. ‘Atla şu hendeği.’ Demişler, atlayamamış. Koş şu at gibi.’ Demişler, ata bir menzil avans vermiş. ‘İnişi mi seversin, yokuşu mu? ’ Diye sormuşlar, ‘Düzün suyu mu çıktı? ’ Demiş. Hayvanın doğru sözlü olduğu pekilenilmiştir. Elbette ki; kelam etmesi-söz söylemesi açısından değil. Uysallığı, kendine düşeni eksiksiz yapması, akla-zekaya sahip olduğunu kanıtlaması yönünden. Boynunun neden eğri olduğu sorulduğunda, heryerinin esasen eğri olduğunu söylemiş görünmesi bundandır ve bu söylem, onun yerine acı bir yakınmadır. Çözümü zor bir sorunun çözümünü sembolize eden ‘Deveyi düze çıkarmak’ deyimi, devenin de inişten-yokuştan pek o kadar hoşlanmadığını betimleyen güzel bir deyimdir.
Mam, çayından son bir yudum daha alarak tabağını hafifçe öne sürdü ve yeniden sigarasının dumanlarına sığındı:
- Kafasını koparmadıkça; boynunu kesmek yani hayvanı boğazlamak devenin canvermesine yetmez. Birçok darbeye karşın kolay kolay ölmeyen Rasputin ‘ler için söylenmiş ‘Deve değil ki; yedi yerinden boğazlayasın’ sözü, bunun göstergesidir. Kervandayken ve bir eşeğin, ya da başka develerin ardında yürürken deveyi bulmak, tanımak, istenene getirmek kolaydır. Ama bir başına kalmış bir Hacı Devesi ‘ni yani Hecin ‘i bulmak, pöstekinin kıllarını saymaktan zordur. Bu nedenle, saman yığınında dikiş iğnesi, gölde cam parçası aramaya kalkanları Halep yolunda Hecin izi aramaya kalkışanlarla bir tutarlar.
Bir ara bana gülümsüyormuş gibi geldi ama gülümsemedi:
- Atalarımız deveye çok değmiş, çok dokunmuşlardır: Başkasının malını-mülkünü gövdeye indirenler için ‘Deve yaptı.’ Deyimini kullanırlar. Bu, ayni türden insanlara ‘Deveyi hamuduyla (Yani semeriyle) yutar’ deyimini benimsemiş olmalarındandır. Atalarımız, devenin korkak bir hayvan olduğunu ‘Deve yürekli’ deyimiyle anlatmaya çalışmışlardır. Herhangi bir hakkın-herhangi bir payın azımsandığını anlatmak için kullanılan ‘Devede kulak’ deyimi, devenin kulaklarının bedenine oranla çok küçük kaldığının vurgulanmasıdır. Esrar çekenler argoda, esrar çektiklerini söylemezler, yerine ‘Deveye bindiklerini’ söylerler. İnanılması güç bir şey için ‘Yok devenin başı.’ Denir. ‘Yok devenin pabucu’ dendiği de olur. bir şeyi anlamadan dinlemenin adı ‘Deve nalbanda bakar gibi’ dir. Çünkü; deve, kendisine gerekmediğinden, nalbandın dövdüğü nalın ne işe yaradığını kestiremez.
Mam sözünü keserek işaret parmağını bana doğru uzattı:
- Çaylarımız tazelensin mi?
Yanıta gerek bırakmayan Kuruçay ‘lı İsmail, boşları alarak masadan kalktı ve kalkarken ‘Bekleyin’ demeye gerek görmeden:
- Hemen geliyorum.
Demekle yetindi.
Sigarası sol elinin iki parmağı arasındaydı ve sağ elinin işaret parmağıyla örtüsüz masaya vurup durmaktaydı:
- Fık Fık ‘ı beğendin mi?
- Neyi?
- Fık Fık ‘ı. Göze ‘yi. Kaynağı.
Hoşuma gitmişti. Ne güzel, ne yalın insandı. “Kaynak” az-çok bir anlam taşıdığı halde, “Göze” hiç de o kadar anlam taşımıyordu. Fık-Fık çok daha güzel, çok daha arı, çok daha duru, çok daha anlaşılırdı. Suyun nasıl su olduğunu olduğu gibi ortaya koymaktaydı. Fık-Fık, Bak-kal veya Bak-Al ‘a benziyordu. Çakar-Almaz ‘ı andırıyordu. Yanar-Döner gibiydi.
Yanıtımı beklediğini sezinleyip soru yeni sorulmuşcasına mırıldandım:
- Beğendim, beğendim. Çok beğendim.
- Buna “Marmar Fık-Fıkı” diyorlar. Doğrusu “Meryem Fık-Fıkı” dır. Meryem Ana ‘nın buradan su içtiği söylenegelir. Avuçlarını ıslak ve kaypak çakıllara dayayıp eğilerek suyunu dudaklarıyla içesiymiş. Ben suyumu dudaklarımla içmeyi severim. Bakırdan yapılma, gümüşü andıran pırıl pırıl kalaylı bir tasım var. İçine buz gibi suyu doldurur, tasa değdirmeden dudaklarımla ortasından içerim. Suyla aramda hiçbir şey yoktur. Tanrı ‘yla arama kimseyi sokmadığım gibi.
Deveci olduğuna inanmakta güçlükler çekmekteydim. Ummadığım-beklemediğim şeyler söylüyordu.
- Tanrı ‘yla arana gerçekten kimseyi sokmaz mısın?
- Sokmam. O ‘nunla candanım-yürektenim-yakınım. Sen ‘li-Ben ‘liyim. O susar, dinler. Ben konuşur, ben söylerim. Konuşurken “Siz” kadar uzağımda olmayıp “Sen” kadar yakınımdadır. “Tanrı ‘m, siz bana yardım edin.” Yerine; “Tanrı ‘m sen bana yardım et.” O, kendi için “Biz”, benim için “Sen” dir.
- Geldi çaylar…
Rize Çayı ‘yla Seylan Çayı arasındaki farkı bilemiyordum. Kuruçay ‘lı İsmail, Seylan Çayı demlediğini söylemekteydi. Öyle olmalıydı. Nar rengindeydi ve buram buram tutuyordu. Mam yüksekten kokladı, pekilendi. Gözlerimiz yüzünde-gözlerinde gezinmekteydi ve bizi fazla merakta bırakma yanlısı olmadığı ortadaydı:
- Develer… Dedi. Bayram yaparlar. Giyinmekten-donanmaktan hoşlanırlar. Süsleneceğinde; deve, başlığını, atkısını bekler. Adından da anlaşılabileceği gibi; başlık, devenin başına takılır. Değişik enlerde, değişik renklerde olan bir örtüdür. Renkli boncuklarla, seçme denizkabuklarıyla süslenmiştir. Ne denli süslü, ne denli renkli olursa; deveyi o denli mutlu eder, gururlandırır. Devenin atkısına “Deve Önlüğü” de denir. Atkı, devenin sırtından iki yana atılır ve yanlarıyla göğsünü süsler. Püskül püsküldür, saçak saçaktır, renk renktir, boncuk boncuktur, nakış nakıştır, süs süstür, kabuk kabuktur, yıldız yıldızdır, sırma sırmadır, ışıl ışıl, pırıl pırıldır.
Bu kere çayını sıcak içmeye ve içerken koklamaya başladı. Bir süre yeniden konuşmasını bekletti ve sonra bardağını tabağına koyup anlatmasını sürdürdü:
- Başlıktan ve atkıdan söz ederken, Deve Güreşleri ‘ni atlamam doğru olmaz. Deve Güreşi, insanoğlunun acımasızlığının bir göstergesi gibidir. Horozu horozla, köpeği köpekle, boğayı matadorla boğuşturan, atı atla, kaplumbağayı kaplumbağayla yarıştıran insanoğlu deveyi de deveyle güreştirir, canlıyı canlıya parçalatır. Deve Güreşi, saydıklarımın hiçbirine benzemez. Ölümüne bir boğuşmadır. Hayvan bu canavarlığı kendiliğinden yapmaz, onu ona yaptırırlar. Önce, başlıkla, atkıyla süsler, donatır, gönlünü alır, gururlandırırlar ve sonra güreş alanında iki erkek deveye karşı bir dişi deveyi gezdirerek hayvanların cinsel duygularını kötüye kullanırlar. Adına “Deve Güreşi” denen ölümüne boğuşma, hayvanlararası bir ölüm-kalım savaşından, bir ölme-öldürmeden öte şey değildir. Deve, hasmını öldürmeden veya onu öldürücü yaralar içinde koymadan bırakmaz. Hasım, ya ölmek, ya da öldürücü yaralarla kaçmak zorundadır. Güreşte bazan öylesine birbirlerine geçerler, öylesine kanlı-bıçaklı olurlar ki; onları ayırmaya sahiplerinin de gücü yetmez. Akıllı güreşçiler gibi birbirlerini boyunduruğa aldıkları, kündeye getirdikleri çok görülmüştür. Yenen deve, ölen, yenilen, yıkılan, çöken devenin yüzüne, kaçan devenin arkasına tıpkı insan gibi tükürür. Ülkemizin Ege ve Akdeniz Bölgeleri ‘nde yaşayanlar bu tür güreşe tutkundur ki; güreşi kumara çevirmekten, öleceğe-öldüreceğe bahse girmekten, para yatırmaktan çekinmezler.
Aşçı İsmail, çayı beğendiğini ve bardağını boşalttığını görünce; eliyle “ Bekle” dercesine bir işaret yaparak çaydanlığı getirmeye koştu ve koşmasıyla geri dönmesi, dönmesiyle bardaklarımızı yeniden doldurması bir oldu.
- Deve, yılın ilkbaharında tüy döker. Bu tüy yapağısıdır. Yapağısı yumuşak dokumalarda kullanılır fakat yününden çok değerli kumaşlar yapılır.
Akşam, yumuşak kanatlı bir kelebek gibi geldi.
Mam ‘ın yüzü tüllerle gölgelendi, uzaklaştı, sesi ürperişlerle süslendi. Güçlenen sonbahar yeli, boynubükük, uysal ve yoksul bulutları sürmüş götürmüş, gören gözlere engin ve durgun bir gökyüzü bırakmıştı. Ay yusyuvarlaktı, testekerlekti, altın-gümüş karışımıydı ve yeni yeni mahmurlaşmakta olan uysal tepelerin saçlarını öpmekteydi. Tarlakuşları yerlerini gecekuşlarına, böcek cırlamalarına ve körpe kurbağa seslerine bırakmışlardı. Çardağın tahta çıtalarını kollarının arasına alan sarmaşıklar ve asma yaprakları külrengi süzgeçlerinden beyazımsı-sarımsı ışık eliyorlardı. Meryem Fık-Fıkı içine kapanmıştı ve çağlayan şırıltılı ninniler içindeydi.
Konuşan; tek bacaklı, koltuk değnekli bir deveci miydi? Ses sanki uzaklardaki biryerlerden gelmekteydi ve ben bundan kesinlikle emin değildim:
- Güneş vefasızdır ama gerçekçidir. Ay vefalıdır ama yalancıdır. Onun gerçeği yalındır, mızrak gibidir. Hiçbir zaman paslı tenekeyi gümüşe çevirmez. O, bacağımın dostu, sızılarımın düşmanıdır. Ay düşmanımın dostudur. İçeri girelim isterseniz.
Yardıma kalkışmanın onu inciteceğinin bilincindeydim. O da zaten yardıma gereksinmiyordu. Tek bacağının üstünde hafifçe zıpladığını ve değneğini koltuğunun altına aldığını sezer gibi oldum. Yürüdük, içeri girdik. Kuruçay ‘lı İsmail, orantılı olmasını istermişçesine; adam başına bir mum yaktı.
İçeride ocağın ve ızgaranın sıcaklığı vardı. Yapı, sıvasız-boyasız-badanasız, derme-çatma, kerpiçlerden bir kulübeydi ve içine sahiplerinin sığınarak bostan bekledikleri korunakları andırmaktaydı. Üstündekilerin ivedilikle torlanıp toparlandığı örtüsüz, battal bir masaya oturduk. Sundurmadaki mumlardan biri Mam ‘ın saçlarında yelpirdemeye, arkamdan vuran bir başkasının soluk kirli ışığı yüzüne ölgün bir hava vermeye başladı. Aşçı İsmail ‘in elleri bardaklarda, tabaklarda, çayda-çaydanlıkta, kulakları sözcüklerdeydi.
- Benden öte kimsesi yoktu. Nur içinde yatsın; Didi ‘nin Behram bana tam yirmialtı deve bıraktı. Dini kendinceydi: Namaz kılmaz, oruç tutmaz, hacca gitmez, Kelime, Şehadet getirir, zekat verirdi. Oruca yaşlı ve güçsüz bedeni, hacca yoksulluğu ve hamallığı engeldi. Gözucuyla ve el işaretiyle bile kılınabilen namazını niçin kılmadığı Tanrı ‘yla kendisi arasındaydı ve bana karanlıktı. Zekatı nisaba uygundu ve yılda, iki yaşına girmiş bir dişi deveden ibaretti. Bu hususta yolundan gittim ve malı zekatsız koymadım.
Kuruçay ‘lu çaylarımızı önümüze koymuş, kendi çayını da alıp yanımıza oturmuştu. Açık kapının eşiği ay ışığı altındaydı ve ışık, içeri girmekle girmemek arasında kararsızdı. Onun yerine içeri girenler; yakınlardan-uzaklardan duyulan böcek cırıltıları ve kurbağa sesleriydi. Onların ötesinde her şeyin üstüne ölü toprağının serpildiği saatlerdi.
Mam konuşuyor, anlatıyor, konuşurken ve anlatırken yormuyor, yıpratmıyor, hırpalamıyordu:
- Develerim ve ben mutluyduk. Benim insan olarak altından kalkamadığım yükün altından hayvan olarak develerim kalkıyordu. Onlar beni, ben de onları yedirip içiriyor, ayakta tutuyor, yaşatıyorduk.
Durdu, sustu, soluklandı ve araya başka konu soktu:
- Bacağa bak, bacağa. Gerçekte dizimin üstüne kadar yok bu meret ama inanır mısın, ben onu var sanmayı sürdürüyorum. Bazan sanki ayağımın parmaklarını oynatır, onları aralayıp birbirinden ayırır gibi oluyorum. Olmayan bacak sızlar mı dersin? İnan, sızlıyor. Ve sanki baldırımda bir sancı var ve ben oğuşturunca geçer yanılgıları içindeyim.
Çayını yudumlamadan sigarasını dudaklarının arasına koydu ve Aşçı İsmail ‘in maşayla uzattığı ateşle yaktı:
- Develi yörelerindeydim. Develi; Kayseri ‘nin çok güzel, çok şirin ilçelerindendir. Tarih, bağrında soluk alıp verir. Eski ve ünlü Kapadokya Krallığı ‘nın topraklarına kurulmuştur. Bağlıktır, bahçeliktir, ovalıktır, düzlüktür. Devenin hanı olur, damı olmaz. Çöker, açık arazide gevişini getirir, dinlenir. Cefaya dayanır, ezaya dayanmaz. Nasıl ki; “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu.” ysa; motorlu taşıtlar alıp yürüyünce kervancılık da bir öyle battı, yitti. Yerden yere, evden eve, evden tarlalara, tarlalardan biryerlere yük taşır ve boğazlarımızı zar-zor geçindirir olmuştum. Sefer dönüşü kumluğumda, taşlığımda, düzlüğümde, kayalığımdaydım. Develerim anam-babam, kardeşimdi, develerim eşim-dostum-yakınım-yarenimdi. Develerim evim-barkım, kışlağım-yaylağımdı. Develerim benim her şeyim ve ben de onların her şeyiydim. Gidi ‘nin Behram beni yanına almış, beni korumuş, benim elim-ayağım-dayanağım olmuş, beni gözlerden-nazarlardan esirgemişti. Ben de öyle yapmış, bir başka yoksul, bir başka kimsesiz Mam ‘ı yanıma almış, ona kol-kanat germiş, onun için bir başka Gidi ‘nin Behram ‘ı olmaya çalışmıştım. “Settar” olan adını “Set” etmiştim. Dinleneğimde tahta teknelerim, tahta yalaklarım ve bir kuyum vardı. Kervanı dinlenceye çektiğimde; Set ‘le kuyudan onlarca kova su çeker tahta yalaklara doldurur, tahta teknelerde çuvallarla undan hamur yapar, kendim soğan-ekmek yediğim halde, develerime ekstra undan yaptığım hamurları yedirir, kuyudan çektiğim soğuk suları içirirdim. Devecilik, bir yönüyle fırıncılığa benzer. Ne miktar una ne ölçek su koyulması, ne miktar tuz atılması, ne kadar öğütülmüş diken eklenmesi gerektiğini bir iyice bilmek ister. Deve hamurunun ekşiyip dinlenmesi gerekir ve bu da zaman alır, özen gerektirir. Deve hamurunun her bezesine “Künt” denir. Küntler, ikilik ekmekler büyüklüğünde ve ağırlığındadır. Acıkmış bir deve bazan dokun-on künt yiyebilir ve künt üstüne altı-yedi tahta kova su içebilir.
Mam, bacağının yokluğunu sezmiş olmalıydı. Kıpırdandı, rahatsızlandı ve Kuruçay ‘lının getirip koltuğunun altına dayadığı tahta iskemlenin sırtını seve seve pekilendi:
- O zamanlar böyle tek bacaklı, koltuğunun altı değenekli değildim. Mam ‘dım. Bozkırların, kumlukların, taşlıkların, tepelerin-düzlerin, taşların-kayalıkların egemeniydim. Devedikeni bulabilmek için bir solukta bin evliği kolaçan ederdim. Acı-sızı, yorgunluk-düşkünlük bilmezdim. Set ‘in ayağıma ayak uyduramayıp arkamdan “Mam, yoruldum, Mam, ayağım burkuldu, Mam yavaş…” diye çok sızlandığını hala anımsıyorum. Yakınlık kuramamış olanlar bilmezler: Develer sevecendir, develer duyguludur, develer akıl sahibidir, develer kıskançtır, develer uysaldır, develer kötülükten hoşlanmazlar, develer birbirlerinin haklarına saygılıdırlar. Ne kadar ac olursa olsun; hiçbir deve, başkasına yedirilen hamura uzanmaz, kendisine de verileceğini bilir ve özenle sırasını bekler. Bir deve, başka bir devenin hakkından koparılan hamur parçasını pekilenmez. Ana deve, önce yavrusunun doyurulmasını ister ve yavrusu yiyip doymadan yiyeceğe ağız vurmaz. Hamurunu yiyen, suyunu içen deve çekilir, yiyecek-içecek olanlara kalabalık etmez. Bir künt hamuru, acıkmış tüm develerin ortasına atsan; hiçbiri başını çevirip bakmaz. Onu kendiliğinden kendi hakkı olarak pekilenmez.
Onu merakla izleyip, merakla dinleyip durmaktaydım. Bazan, bardağına el bile vurmadığı halde, bazan iki bardak çayı üst üste deviriyor, anlattıklarını eliyle-ayağıyla anlatmıyor, mimiklere fazla başvurmuyordu.
- Bir “Hottik” im vardı. Yani deve yavrusu. Henüz yaşını bile tamamlamamıştı. Anasız, öksüzün biriydi. Sevgilimdi, canımdı, ciğerimdi. İki gözümdü. İki gözümün ışığıydı. Onu eşi-benzeri olmayan bir sevgiyle sevmekteydim. Adını “Cicik” koymuştum. Deveden cicik olur muydu? Olmuştu. Çünkü; cicilerden ciciydi. Yüzünü-gözünü öpmeye doyamazdım. Severken-okşarken kanım damarlarımda çağlayana döner, içimde-yüreğimde tatlı bir şeyler kıpırdanırdı. Yaşını doldurmadığından henüz tüy bile dökmemişti. Tüyleri kadife gibiydi, kendisi deveden çok ceylanı andırmaktaydı. Varım-yokumdu. Set ‘im-Settar ‘ımdı. Yük bir yana, sırtına bohça bile vurmazdım. Kervan kervan giderken önüne bakmaz, başını çevirip bana bakardı. Yeri ilk devenin ardı olduğu halde, orada asla kalmaz, yanıma gelmeden, benimle yürümeden rahat etmezdi. Sevildiğini çok iyi bilen ve daha da çok sevilmek, daha da çok ilgilenilmek isteyen bir Hottik ‘ti. Kayalıklar arasından ne zaman şöyle bir geçecek olsak; Cicik ‘in kayıplara karıştığını görür, kervandan geri dönüp onu arar, bir duldada kurnaz kurnaz beni beklerken bulurdum. Develerin en küçüğü, en körpesi ve benim başımın tacıydı. Dinlencede önce onun hamurunu elimle yedirir, onun suyunu elimle içirir, ancak ondan sonra kalanları doyururdum.
Ay ışığıyla süslenmiş kapının eşiğinden içeriye bir kurbağa atladı, sonra ürküp yeniden dışarı fırladı. Hayvanın bu davranışı, dışarıdan ürpertici bir serinlik geldiğini sezmemize ve Kuruçay ‘lının kalkıp tahta kapıyı örtmesine yol açtı. Mam ‘ın gözbebeklerinde titreşen solgun ışıklar vardı. Yüzü durgundu ve mum ışığında daha bir fildişi görünmekteydi.
- O gün dinleneğe dönebildiğimizde, dar vakitlerdi. Hayvanları yedirip içirmeye kalmadan ortalığın kararacağından korkuyordum. Teknelerle hamuru zoruzoruna kavuşturabilmenin telaşındaydım ve Set hala su getirmenin ardındaydı. Tüm develeri yedirip içirdikten sonradır ki; ivedilikten Cicik ‘i yani Hottik ‘i unuttuğumun bilincine varabildim. Ayaktaydı. Uzağa çekilmişti. Alabildiğine alıngan bakıyordu. Gözleri, ağlamaya-haykırmaya hazır bir insanın gözleri gibi sisliydi. İncindiğini, en sona bırakıldığı ve hamursuz-susuz koyulduğu için bana kırıldığını anında anladım. Büyük bir çabayla hamursuz teknelerin bulaşıklarından bir küçük sandviç çıkarıp kendisine uzattım. İnsan gibi dudak büktü, başçevirdi, almadı, yemedi. Set ‘in yelemyelpirek koşup kuyudan getirdiği suya ağzını bile sürmedi. Sadece “Senin sevgin bu muydu? ” dercesine gözlerimin içine bakınıp durdu.
Başlangıçtan bu yana ilk kez olarak Mam ‘ın gözlerinin yaşardığını ve sağ gözünden düşen bir damla yaşın yanağına süzüldüğünü gördüm. Konuşurken sesi titreyişler içindeydi:
- Deve, sevdimi; eşi-benzeri görülmemiş biçimde sever ve kırıldımı; eşi-benzeri görülmemiş biçimde nefret eder. Kiniyle ünlü olmasının nedeni budur. Cicik ‘in darılmakla-kırılmakla kalmayıp benden, vefasızlık saydığı bu davranışımın öcünü alacağını sezmiştim. Bu öc; öyle tepmekle-ısırmakla alınacak öclerden değildi ve ölüm anlamındaydı. İnsan sevdiğini öldürür mü? Öldürenler çok görülmüştür. Deve de öyledir. Sevildiği için sever, aşağılandığı ve vefasızlığa uğradığı için de öldürür. İki ucu boklu, ortası çamurlu değneği elime almam gerekiyordu. Ya kendi ölümümü pekilenecek, ya da Cicik ‘i öldürecektim. Cicik ‘e parmağımın ucuyla bile vurabileceklerden değildim. Kendimi tanıyordum. Geriye Hottik ‘in beni öldürmesi kalıyordu ve ben azrailimden nasıl kaçabileceğimi bilememekteydim.
Kuruçay ‘lı masadaki bardakları-tabakları bir kelebek hafifliğiyle topladı ve ortaya üzüm salkımlarıyla dolu bir çinko tabak koydu.
- Korkumu Set ‘e söylemedim. Yere serdiği un çuvallarının üstüne düşüp uyudu. Alabildiğine yorgun olduğum ve derin bir uykuya gereksindiğim halde, uyuyamadım. Cicik ‘in atağını beklemek amacıyla sakomun yani paltomun altına sinip bir yana uzandım. Gözümü bile kırpmadan sakomun aralığından Cicik ‘e bakmaya koyuldum. Karşımda, epeyce uzağımdaydı. Dizlerini kırmış, çökmüştü. Kırgındı, durgundu. Dinlenek bir baştan bir başa arı ve duru bir ay ışığı altındaydı. Gök açıktı, bulutsuzdu. Bir yanımızda kayalıklar, obir yanımızda görünebildiğince uzanan bir düzlük vardı. Karşımda durduğu ve yüzü bana dönük olduğu halde, ay ışığı arkasından vurduğu için yüzünü seçemiyordum. Ama gözlerini kırpmaksızın beni izlediğini ve uykuya dalmamı beklediğini sezebiliyordum.
Mam, ışıldayan bakışlarını masadaki üzüm salkımlarında gezdirdiği halde, elini uzatıp tanesine bile değmedi. İyice meraklanmıştım ve benim de üzüme-müzüme aldırış edebilecek halim yoktu. Kuruçay ‘lının elinde, baş aşağı tuttuğu keçi memesi iri bir üzüm salkımı durmakta ve adam, çekine çekine koparıp ağzına attığı taneleri sessiz-sedasız ezmekteydi.
- Açlığa, susuzluğa, yorgunluğa, uykusuzluğa dayanıklı, cefaya alışkın, yola-yüke dirençli hayvandır. Uyumadığım kanısına vardığında; sabaha kadar sabredebileceğine emindim. Uyku, nedense hep böyle anlarda bastırır, sıkıştırır, adamın elini-ayağını bağlar, gözkapaklarına kurşundan ağır gülleler asar. Uyku beni habire sarıp sarmalıyor, bense habire direnip duruyordum. Zira; uykunun ölümüm olacağının bilincindeydim. O duruma fazla katlanamayacağımı kestirdiğimden, kendimi uyumuşluğa vererek Hottik ‘in duyabileceği bir biçimde horlamaya başladım. Yanılmamıştım. Cicik ‘in bir anda doğrulduğunu, başını ve boynunu bir mızrak gibi öne uzatarak ve yırtıcı bir sesle böğürerek üstüme dalışa geçtiğini dehşetle fark ettim. Önüne pıtıraklı telörgüler çekilmiş olsa; bedeninin yaralanmasına-parçalanmasına bakmadan, kanlarının sel gibi akmasına aldırmadan vurup geçecek haldeydi. Devenin kendini yitirmesine “Esirmek” denir. Esirmişti. Ay ışığı altında ağzından salyalar-köpükler saçıyordu. O sevdiğim, o uğruna canımı verdiğim, o yüzünü-gözünü öpmeye doyamadığım Cicik değildi. Bambaşka bir şeydi. Bir deli devdi, bir acımasız ejderhaydı. Kaf Dağı ‘nın arkasından dünyaya salınmış lap lap ayaklı, şap şap kanatlı bir canavardı. Bir söylence hayvanıydı.
Mam, üzüme dokunmamış, sigarasını küllüğe bastırmış, dehşeti yaşadığı o güne dönmüştü. Hottik, üstüne atıldı atılacak, onu öldürdü-öldürecek gibiydi. Esirmiş devenin salyalı böğürtülerinin kulaklarıma kadar geldiğini sanmaktaydım.
- Yitirilecek tek saniyem yoktu. Set ‘e umut bağlamıyordum ve bağlayabilsem de bana yardım etmesi olanaksızdı. Kendi canım kendi elimdeydi. Anında sakoyu atıp yerimden fırladım. Düzlüğe doğru kaçmaya çalışmanın anlamsızlık olacağının bilincindeydim. Esirmiş bir devenin önünden uçan-kaçan kurtulamazdı. Umudu kayalıklara bağladım ve pabuçlarımı atıp o ana kadar kullanamadığım bir güçle kayalıklara doğru koştum. Benim on adımda aldığım yolu bir-iki adımda alıyordu. Dev önünde sinek kalmıştım. Kayalıklarda ne yapacağımı, nerelere saklanacağımı da bilemiyor, çıkaramıyordum. Eline geçmeme saniye kalmışken kendimi kayalıklarda buldum. Önümde, geçebileceğim genişlikte bir oyuk vardı ve ben canımı deli gibi oraya attım. Delik dardı, üstünde doğal bir taraça bulunmaktaydı ve üstü açık bir oyuktan ibaretti. Ayın ışığı oyuğun içindeydi. Sırtım kayaya rastladı ve daha geriye çekilemeyeceğimi dehşetle fark ettim. Kavuşmuştu, deliğin önündeydi ve başıyla boynunu oyuğun içine sokmuştu. Ama oyuğa sığmayan bedeni bana ulaşmasını engelliyordu. O güne kadar tek bir deveyi öylesine esirmiş durumda görmemiştim. Başı bir saplı fırça gibi yüzümün önündeydi. Görülmemiş bir hırsla sağa sola saldırıyor, bedenini oyuğa sokmaya uğraşıyor, çılgınca böğürüyor, ağzından varsıl köpükler saçıyor, ağzını hırsla-kinle açıp duruyordu. Haykırmalarımın, yalvarmalarımın, övgülerimin indinde hükmü kalmamıştı. Unutkanlığımı bir vefasızlık, bir ilgisizlik, bir hakaret saydığı ortadaydı. Eski Cicik değildi, beni öldürmekten öte hiçbir şey düşünmeyen bir canakıyıcıydı. Pek az sonra, göğsünü ezmek, yaralamak, parçalamak bahasına da olsa, biraz daha ileriye geleceğini, bedenini biraz daha içeriye sokacağını, beni ağzıyla kavrar kavramaz bir sinek gibi çekip dışarıya çıkaracağını, eşi-benzeri görülmemiş bir kinle ezeceğini, çiğneyeceğini, üstüme çullanacağını ve canımı almadan avunamayacağını kesinlikle biliyordum. Oyuğu deli gibi tarayan başıyla, kinden biçimini yitirmiş gözleriyle aramda bir karıştan öte uzaklık yoktu. Ellerimle asılıp kendimi oyuğun içindeki doğal taraçaya çekmekten başka çıkar yolum kalmamıştı. Başımın arkasını kayaya yaslayıp yüzümü yukarıya çevirdiğimde; azraili yanımda ve soluğunu ensemde buldum.
Ocaktaki odun ateşi sönmüş, yanındaki ızgara soğumuştu. Mam ‘ın titrediğini sezer gibi oldum. Omuzları titremeler, yüzü ürpermeler içindeydi. Bunu, benim gibi Kuruçay ‘lı da görmüş olmalıydı ki; çiviye asılı bir seccadeyi yerinden alıp Mam ‘ın omuzlarına attı. Ses çıkarmadı, pekilendi ve sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Azrail hem kapının önünü, hem taraçayı kesmişti. Taraçada, bel kemeri uzunluğunda bir yılan vardı. Yaşamım doğada geçtiği için tanımıştım. Engerekti. Rahatsız edildiğinden, keleplendiği yerde başını kelebinin üstünden kaldırmıştı ve öfkeyle tıslıyordu. Dişleri ortada, dili ortadaydı. Hottik oyuğun içinde böğürdükçe engereğin ıslıkları oyuğun içinde yankılanıyordu. Birinden birinin canımı alacağından zerre kadar kuşkum kalmamıştı. Altım taş, üstüm değnekti.
Mam, yaptığının farkında bile olmaksızın masadaki çinko tabaktan bir üzüm salkımı aldı fakat yemedi, tanelerini koparıp koparıp tabağa bırakmaya, arada bir durup elindeki salkıma bakmaya başladı.
- Esirmiş haldeki Hottik, yılanın farkında bile değildi. Öfke onu yormuş olmalıydı. Başını ve boynunu oyuktan çıkardığını ve öylece oyuğun önüne çöktüğünü gördüm. Kalın kafalılıkla suçlamak için insanlar birbirlerini boş ve haksız yere “Deve” diye suçlamaya kalkarlar. Zira; devenin ne denli akıllı olduğunu hiç bilmezler. Cicik, her deve gibiydi ve belki de çoklarından akıllıydı. Başıyla başım arasında çok az bir uzaklık kaldığını görmüştü. Benim daha gerilere kaçamayacağımı anlamıştı. Zorla ulaşmasının kendisine, hiç de hoşuna gitmeyecek bir şeylere malolacağını sezmişti. Oyuğun önünde beklemenin daha iyi olacağı kanısına varmıştı. Öyle yapmış, oyuğun önüne çökmüş, beklemeye başlamıştı. Bu bana, ecelimin biraz daha gecikmesinden başka yarar sağlamıyordu. Her deve gibi sabırlıydı. Beni ya açlıktan-susuzluktan, yorgunluktan-uykusuzluktan içeride öldürecek, ya da canımı dışarıda alacaktı. Önümde başka almaşığım yoktu. Zira; sabah olması, ortalığın ağarması, Set ‘in uyanıp durumu fark etmesi hiçbir şeyi değiştiremezdi. Çünkü; Cicik ‘i Set de yola getiremez, Set de engelleyemezdi. Ay ışığının yaldızladığı gövdesi oyuğun tam önündeydi. Ve başımın üstündeki engerek beni Cicik ‘e bırakmak eğiliminde de değildi. Başını, üstü açık oyuğun yukarısına doğru kaldırmıştı. Tıslıyor, kelebinden-çöreğinden çözülüyor, makaradan boşalan ip gibi taraçadan bana doğru akıyordu.
Mam sustu. Ben ürperdim. Kuruçay ‘lı titredi.
- Ya sonra?
Diye tek ağızdan seslendik.
- Sonrasını az sonraya bırakalım. Dedi. Ben üşüdüm. Bacak “Ben varım ve buradayım.” demeye başladı. Sen şu ocağını-ızgaranı yak ve üstüne bir şeyler atıver İsmail. Konuğumuz acıkmıştır sanıyorum. Evsahipleri kendilerini düşünürlerse; konuk onlara umut mu bağlayabilir?
- Ben acıkmadım.
Diyebildim.
- Acıkmışsındır. Dedi. Burası yazıdır, kırdır. Taş yemiş olsa; insanı acıktırır. Hele bir şeyler atıştıralım, anlatırım sonunu.
Ve konuya ilişkin başka söz etmedi.
Ocağın ve ızgaranın cana gelmesi kulübeye tatlı bir sıcaklık ve canlılık getirdi. Aşçı, eriyip kısalan mumlardan ikincisini yeniledi. Su getirmek için çağlayana gitmek üzere kapıyı açtığında, ilerleyen gece kendini bize anımsattı.
Bana kendi sigarasını uzatan ve kendisi de bir sigara yakan Mam:
- Kervancılar… Diye mırıldandı. Kervancılar tütün içmezler. Bitmeyen-tükenmeyen yolculuklarına ters düşer. Ben de içmezdim. Bacaksız kalana kadar. Sonradan dert ortağı edindim kendime. Hem zehirliyorum, hem de kendimi avutuyorum aklım sıra.
Kuruçay ‘lı elindeki dolu su kovasıyla içeri girdi, yanımdan dolaştı ve yanında getirdiği gecenin serinliğini bana bırakarak ocağının başına geçti.
- Bu Mam… Dedi. Bu Mam, ilk kez anlatıyor öyküsünü. Saklar dururdu devlet sırrı gibi. Kimse de soramazdı zoruna gider diye.
Mam başını ona çevirmeden mırıldandı:
- Gitmezdi. Alışıp gittiydim yıllar yılı.
Kuruçay ‘lı yiyecek bir şeyler hazırlıyordu:
- Mam benim çocukluk arkadaşım. Aynı köyün öksüzleriydik. Bize “İmamın Askerleri” derlerdi. Zira; imama hizmet eder, onun ekmeğini-suyunu yer-içer, camide yatar-kalkardık. İmam öldü, biz; ikimiz yine ortalarda kaldık. Çünkü; yeni imamın kendi çocukları, kendi askerleri vardı. Haliyle bizi terhis etti. Kuruçay, şu arkalarda kalır. Yaya iki-ikibuçuk saat. Hoş ortada Kuruçay-Muruçay da kalmadı ya. Gidebilen gitti yabanlara, gidemeyen öldü, kalan per-perişan. Mam deveci olabildi, ben aşçı.
Mam başıyla arkasındaki aşçıyı işaret etti:
- En hoşlanmadığı şey; kendisine “Ahçı” denmesidir.
Kuruçay ‘lı atıldı:
- Haklıyım da: Ben ah-mah çekmiyorum ki; “Ahçı” olayım. “Aşçı” yım, aş yapıyorum.
Mam başını kaldırıp muma dikti:
- Aşçı ‘dır ama aşçılığından yakınır. Ona aldırma. Kadere inanmaz.
- Sen inanır mısın?
- Ben bir önceden hesaplanmış-kitaplanmışlığa, bir düzenlenmişliğe inanırım. Senin şu, benim bu, onun o olacağı önceden hesaplanmış, kitaplanmış, düzenlenmişti. Bey ile geda burada bey ve geda olmazlar. Bey ile geda olabilsinler diye yaratılışın tezgahında öyle düzenlenir, öyle gönderilirler. Onun içindir ki; pire hiçbir zaman fil, fil de hiçbir zaman pire olamamaktadır. Bu kaderdir ve yaratığın onu pekilenmekten öte yolu yoktur.
- Yani yaratık kaderini değiştiremez mi?
- Değiştiremez. Kendisine çizilen yolda, gösterilen kanalda yürümek ve akıp gitmek zorundadır. Değişik yollara açıldığını sansa bile, yolları kaderine çıkar. İmrenişleri, hevesleri, dilekleri, çabaları, dirençleri boşunadır. Olması gerekeni olur. Ayna boşuna imrenmesin; radyo olamaz ve radyo boşuna çabalamasın; dikiş makinesi olsun diye yapılmamıştır. İradesi dileğine yetseydi; insan Yaratıcı aramazdı.
Kuruçay ‘lı ızgarada et çevirirken söze karıştı:
- Sen Mam ‘a bakma. Gidi ‘nin Behram ‘a kapılanana kadar Kuruçay İmamı ‘na askerlik etmiştir. Deveciler böyledir. Yol uzun, adım deve adımı, zaman bol, çevre ıssız. Habire beyni deve memesi gibi sağar dururlar.
Mam:
- İsmail ‘in noksanı burada. Dedi. Neden aşçı olduğunu ve neden başka bir şey olamadığını düşünmez.
- Neden düşünemeyeyim. Düşünürüm.
- Düşünürsün de, bunu hep kendi beceriksizliğine, kendi olanaksızlığına sayarsın.
- Benim şansım yok deveci. Şansım yok.
- Karıncanın da kuş olma, kuşun da insan olma, aynanın da radyo olma şansı yok. Düşünemiyor musun?
- Düşünüyorum da, kel kafam ötesini çıkaramıyor.
- Cem Karaca “İşçisin sen, işçi kal. Giy.” dedi “Tulumları”.
- E biz de giydik işte. Başka?
- Başkası can sağlığı. Getir artık pişirdiklerini.
Açlığımın farkına ızgaralar geldiğinde vardım.
Anlaşılmaz adamdı. Masanın donatılmasından hoşlanıyor, getirilenlere el bile sürmüyor, kopardığı bir çimdiklik ekmeği sedef dişlerinin arasında uzun uzadıya gezdiriyordu. Aşçı İsmail:
- Sen yemene bak. Dedi. Ona aldırma. Hep böyledir. Başkalarını develerini düşündüğünce düşünür. “Deveci” dediğin devesi gibi olur: Açlığa-susuzluğa dayanıklı, yola-yorgunluğa dirençli ve inanamayacağın kadar sabırlı. Yıllardır bana bile anlatmadı öyküsünü, bak sabrına. Anlattı, yarım bıraktı. Merakımızla-sabrımızla oynayıp duruyor İmamın Askeri. Arkası Yarın ‘a tutsak etti bizi.
- Hele bir karnını doyur.
- Acıkmamıştım ki.
- Konuğumuz acıkmıştır.
Gerçekten acıkmıştım. Uzun otobüs yolculuğuna ac çıkmış, arabaya kavuşamama kaygısıyla molada bulgur çorbasıyla yetinmek istemiş, onu da nereme içtiğimi, nasıl içtiğimi bilememiştim. Kuruçay ‘lı yemeğime eşlik ediyor, Mam elini bile uzatmadan mutlu gözlerle bizi izliyordu. Bir an kendimi, kendisini doyurmadan önce hamur yedirdiği, su içirdiği devesi gibi algıladım. Ben mutluydum, o benden de mutluydu.
Yemeğimiz biter bitmez aşçı ile aynı anda:
- Eee, sonra?
Diyerek meraklı gözlerle Mam ‘a baktık. Bir anda dalgınlaştı. Anımsamaya çalışır gibi oldu. Sonra, önündeki bir şeyleri okurcasına gözlerini masaya kilitledi ve anlatmaya başladı:
- Yanılmamıştım: Yılan engerekti. Kara bir başı, kara bir sırtı vardı. Ok gibi vuran, vurur vurmaz da öldüren yılanlardandı. Gözlerime inanamıyordum. Zira; ağzını açarak, tıslayarak, dilini çıkarıp çekerek ve yüzüme karşı başını üst üste sağa sallamaktaydı. Bana sanki “Sen yana çekil.” der gibiydi. Kayayı oyarcasına, içine girercesine sırtımı geriye bastırdım, ayaklarımı olabildiğince topladım. Taraçadan aşağı yağlı bir ip gibi, yağlı bir kayış gibi kaydı, bana değmeden dokunmadan ayaklarımın önünden aktı, hızla oyuktan dışarı çıktı.
Mam, hala masadaki belli bir noktaya bakmaktaydı. Gözlerini göremiyordum ama yaşadıklarını üst üste yutkunmasından ve sesinin titremesinden seziyordum. Sözlerini:
- Yılan dışarı akar akmaz… Diye sürdürdü. Dışarıdan Hottik ‘in şiddetle böğürdüğünü, tepindiğini, ay ışığını toza-dumana boğduğunu, sonra ortalığı derin bir sessizliğin kapladığını duydum, gördüm, sezdim. Yılan yeniden içeri dönüp bana doğru aktı. Bu kere beni zehirleyeceğinden emindim. Öyle olmadı. Değmeden, dokunmadan ayaklarımın dibinden geçti, döndü, kıvrıldı, kaydı ve taraçadaki yerine tırmandı. Hızır ‘ı göremiyordum ama o kayanın kovuğunda ve benim yanımda bulunduğuna çok büyük bir kolaylıkla andlar içebilirdim. Zira; yılan yerinde, taraçasındaydı, yine çöreklenmişti ve kaldırdığı başını yine bana doğru üst üste sallıyordu. Önce üç kere ardarda sola sallamaktaydı. Başını öyle sallaması bana “Şimdi çıkabilirsin.” demek istediğini anlatır gibi geldi. Oyuktan çevreyi kolaçan ede ede, korka korka çıktım. Cicik yerde yatmaktaydı. Ay ışığı altında yan dönmüş, ayaklarının her birini bir yana bırakmış, o öpmeye doyamadığım yüzünü-gözünü taşların-toprakların arasına sokmuştu. Körpe tüylerle süslü karnı beter bir biçimde şişmiş, neredeyse hörgücü kadar olmuştu. Karnının yanında yılanın diş izleri vardı. Bir kereyle yetinmemiş, ardarda ve yan yana iki kere ısırmıştı. Ölümden kurtuluşuma sevinemiyor, yaşadığım o inanılmaz olaya şaşamıyordum. Kaybım şeddeliydi: Hem Cicik ‘imi, hem de bir devemi yitirmiştim. Eşi-benzeri görülmemiş üzüntüler içindeydim. Yüzünü-gözünü öpmeye doyamadığım, sırtına bohça bile vurmaya kıyamadığım, sevgilim, canım, ciğerim, iki gözüm, iki gözümün ışığı, varım-yokum, Set ‘im-Settar ‘ım, bir yaşını bile tamamlayamamış Hottik ‘im, Cicik ‘im ölmüştü.
Acım sonsuzdu. Yaslara garkolmuştum. Başıma avuçlar dolusu topraklar saçıyor, başımı aya kaldırmış, itler gibi uluyordum. “ Cicik… Cicik… Ciciiik… Bunu niye yaptın? .. Buna niçin yol açtın? .. Beni niçin sensiz bıraktın? ..” Diye haykırarak çıplak ayağımı karnıma şöyle bir sürttüğümü biliyorum. Önce çıplak ayağıma, kunduracıların kullandığı bir bizin saplandığını sandım ve sonra… Sonra kendimi yitirdim. Gözlerimi açtığımda; beyaz duvarlı bir odada, bembeyaz yataklı-çarşaflı bir karyolada yatmaktaydım. Çevremde beyazlar giyinmiş erkekler, kadınlar vardı. Set yanımdaydı. Karyolamın yanında d iz çökmüştü. Elleri-başı yatağımdaydı ve küçücük yüzüyle hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Başıma geleni yanımdaki doktordan öğrendim: Çıplak ayağımı Hottik ‘in ısırıldığı yere vurmuş, yılanın zehirini, kaçarken yaralanan ayağımdaki bir çizikten almıştım. Set uyanıp beni bulduğunda vakit geçti. Eşeğe yükleyip Develi ‘ye götürmesi yarar sağlamamış, cankurtaranla Kayseri ‘ye ulaştırmışlardı. Doktor “Yat-kalk, şükret. Ölebilirdin de.” diyordu. Bacağım gangren olduğundan ta dizimin üstünden kesmişlerdi.
Mam öyküsünü bitirdiğinde, yanakları yaş içindeydi ve ben Cicik ‘e mi, yoksa bacağına mı ağladığını bir türü bulup çıkaramıyordum.
O geceyi köy lokantasındaki bir yer yatağında geçirdim ve kendilerinden ancak ikindi üzeri gelen bir otobüsle ayrıldım ve aradan yıllar geçtiği halde, Mam ‘ı, Cicik ‘i, Set ‘i ve Kuruçay ‘lı Aşçı İsmail ‘i unutramadım.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
DEVE isimli Öyküler 'inden > 1-42/143)
Kayıt Tarihi : 26.8.2007 21:43:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!