Maraş’ın kurtuluşunun 87.yılı anısına..
Arkadaş, mâziye dön düşün bir an!
Düşün bu şehri ki, nasıl kahraman?
Dinle sevdiğim, bu ayrılık saatidir.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
Devamını Oku
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
hakkını almış şiir kutlarım.
Destanı yazdıran yüce ulusa ve şiiri yazan kaleme saygılar..
Maraş’ın kurtuluşunun 87.yılı anısına..
Şiire ve şaire tebrikler
Selam olsun Maraş'a... Maraşlılara...
Saygımla
Şiiriniz güzelmiş, tebrikler.
Soğuk sularından içtiğim Sütçü İmam Çeşmesi hâlâ öyle gürül gürül akıyor muki, hemen yanıbaşındaki o koca çınar ağacı da duruyor muki acaba?
Başlangıç:
Onlar
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
en bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
asırda onlar yendi, onlar yenildi.
çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
Nazım Hikmet Ran
Yedinci Bap:
922 ağustos ayı
ve
kadınlarımız
ve
6 ağustos emri
ve
bir âletle bir insanın hikâyesi
ayın altında kağnılar gidiyordu.
kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
ve ayın altında kağnılar
yürüyordu akşehir üstünden Afyon’a doğru.
“6 ağustos emri” verilmiştir.
birinci ve ikinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
gecenin içinde toprak.
gecenin içinde rüzgâr.
hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
ve onların arasında
birinci ordu ikinci nakliye taburu’ndan
İstanbullu şoför ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet:
ihtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu:
“6 ağustos emri”nde ondan ve arkadaşlarından
“… ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil…” diye bahsediliyordu.
ihzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda ahmet’in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
ahmet’in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.
vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
arkadaşlar ileri geçtiler.
ay battı.
manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
sen Süleymaniyelisin oğlum ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür’ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, harbiye nezareti’nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.
motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.
ne diyorduk oğlum ahmet?
dökmeciler sağda kalır,
derken, uzunçarşı’ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı:
“hikâyei billûr köşk”,
altı cilt “tarihi cevdet”
ve “fenni tabâhat”.
tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.
ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.
Uzunçarşı’yı dikine inersin.
sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
ve sen İstanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın İstanbullulara:
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
rüstem paşa camii.
urgancılar.
urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindankapı, Babacafer.
uzakta Balıkpazarı.
kuruyemişçiler.
yemiş iskelesindeyiz:
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.
sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
inip
baksam…
yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp’te niyet kuyusu’na gittikti.
elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
kaşları da hilâl gibi çekikti.
tam Kasımpaşa’ya yaklaştık, beyaz başörtüsü…
lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer…
dur bakalım babacafer…
üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
ahmet hatırladı:
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız…
iç lastik boydan boya patladı.
yedek?
yok.
dağlarda avaz avaz
imdat istemek?
sen Süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför ahmet
soyun…
soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.
bu şarkı nihaventtir.
deniz kıyısında bir şehir…
beyaz başörtüsü…
saatta elli yapıyoruz…
dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet’i,
dayan arslan…
hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti…
KUVÂYI MILLIYE - BIRINCI BAP
YIL 1918-1919
ve
KARAYILAN HIKÂYESI
Atesi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durdu
bu dünyanin üzerinde.
Istanbul 918 Tesrinlerinde,
Izmir 919 Mayisinda
ve Manisa,
Menemen,
Aydin,
Akhisar :
Mayis ortalarindan
Haziran ortalarina kadar
yani tütün kirma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
bugdaya baslanirken
yuvarlandilar...
Adana,
Antep,
Urfa,
Maras :
düsmüs
dövüsüyordu...
Atesi ve ihaneti gördük.
Ve kanli bankerler pazarinda
memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düstüler can kaygusuna
ve kurtarmak için baslarini halkin gazabindan
karanliga karisarak basip gittiler.
Yaraliydi, yorgundu, fakirdi millet,
en azili düvellerle dövüsüyordu fakat,
dövüsüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.
Atesi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik daglari ve Firat,
Yesilirmak, Kizilirmak,
Gültepe, Tilbesar Ovasi,
gördü uzun disli Ingiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Sögüt Gölü
ve gümüs basamakli türbesinde yatan
büyük, âsik ölü,
sapkasi horoz tüylü Italyan'i gördü.
Ve Çukurova,
kiyasiya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, daglar kiyasiya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kizi,
gördü mavi üniformali Fransiz'i.
Ve devam ettik atesi ve ihaneti görmekte.
Esraf ve âyân ve mütehayyizânin çogu
ve agalar :
Bagdasar Aga'dan
Kellesi Büyük Mehmet Aga'ya kadar,
düsmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunlari, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin irzina geçip,
çocuklari öldürüp
ve istiklâli yakip yiktikça düsman,
daga çikti mavzerini, nacagini, çiftesini kapan
ve çig gibi çogaldi çeteler
ve köylülerden pasalar görüldü,
kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanli Haci Ahmet,
kisik gözleri,
seyrek sakali,
hafif makinali tüfegiyle
daglarda bir basina dolasti.
Ve sabahleyin ve ögle sicaginda ve aksamüstü
ve ayisiginda ve yildiz alacasinda geceleyin,
ne zaman sikissa bizimkiler,
peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ates etti
ve düsmani dagitti
ve kayboldu daglarda yine.
Atesi ve ihaneti gördük.
Dayandik,
dayandik her yanda,
dayandik Izmir'de, Aydin'da,
Adana'da dayandik,
dayandik, Urfa'da, Maras'ta, Antep'te.
Antepliler silâhsor olur,
uçan turnayi gözünden
kaçan tavsani ard ayagindan vururlar
ve arap kisraginin üstünde
taze yesil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sicak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.
Karayilan
Karayilan olmazdan önce
Antep köylüklerinde irgatti.
Belki rahatsizdi, belki rahatti,
bunu düsünmege vakit birakmiyordular,
yasiyordu bir tarla siçani gibi
ve korkakti bir tarla siçani kadar.
Yigitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun ati, silâhi, topragi yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafaliydi
Karayilan
Karayilan olmazdan önce.
Düsman Antep'e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fistik agacindan
alip indirdiler.
Altina bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kirmizi kayalarda
yesil kertenkeleler.
Sicak bulutlar dolasir havada
ileri geri...
Düsman tutmustu tepeleri,
düsmanin topu vardi.
Antepliler düz ovada
sikismislardi.
Düsman sarapnel döküyordu,
topragi kökünden söküyordu.
Düsman tutmustu tepeleri.
Akan : Antep'in kaniydi.
Düz ovada bir gül fidaniydi
Karayilan'in
Karayilan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafasi öyle büyüktü ki onun,
namliya tek fisek sürmeden
yatiyordu yüzükoyun.
Antep sicak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhsor olur.
Antepliler yigit kisilerdir.
Fakat düsmanin topu vardi.
Ve ne çare, kader,
düz ovayi Antepliler
düsmana birakacaklardi.
«Karayilan» olmazdan önce
umurunda degildi Karayilan'in
kiyamete dek düsmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düsünmege alistirmadilar.
Yasadi toprakta bir tarla siçani gibi,
korkakti da bir tarla siçani kadar.
Siperi bir gül fidaniydi onun,
gül fidani dibinde yatiyordu ki yüzükoyun
ak bir tasin ardindan
kara bir yilan
çikardi kafasini.
Derisi isil isil,
gözleri atesten al,
dili çataldi.
Birden bir kursun gelip
kafasini aldi.
Hayvan devrildi kaldi.
Karayilan
Karayilan olmazdan önce
kara yilanin encâmini görünce
haykirdi avaz avaz
ömrünün ilk düsüncesini .
«Ibret al, deli gönlüm,
demir sandikta saklansan bulur seni,
ak tas ardinda kara yilani bulan ölüm.»
Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olan,
firlayip atlayinca ileri
bir dehset aldi Anteplileri,
segirttiler pesince.
Düsmani tepelerde yediler.
Ve bir tarla siçani gibi yasayip
bir tarla siçani kadar korkak olana :
KARAYILAN dediler.
«Karayilan der ki : Harbe oturak,
Kilis yollarindan kelle getirek,
nerde düsman varsa orda bitirek,
vurun ha yigitler namus günüdür...»
Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin basinda yillarca nâmi yürüyen
Karayilan'i
ve Anteplileri
ve Antep'i
aynen duyup isittigimiz gibi
destânimizin birinci bâbina koyduk.
Nazım Hikmet Ran
ÖNDERİMİZ ATATÜRK KUMANDASINDA,ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞIMIZ VE ONUN KAHRAMANLARI.BİZ ULUS OLARAK HER YERDE VE HER ZAMAN TARİH YAZARİZ VE DE YAZACAĞIZ.BİZ ÖYLESİNE BÜYÜK BİR MİLLETİZKİ BUNU HER ZAMAN HER YERDE İSPATLADIK,ISPATLAR VE DE ISPAT ETMEYE HAZIR VE NAZIRIZ.HER METRE KAREDEN BİR YİĞİT,BİR LİDER YETİŞTİRİRİZ.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
ATAM İZİNDEYİZ.
kutlarım başarılar
Bu şiir ile ilgili 34 tane yorum bulunmakta