Derdistan Şiiri - Mehmed Sarı

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Derdistan

Tam otuz yıl geçti aradan...
Adana otobüs garından
sabaha karşı kalkan otobüs
Antep oto garına girerken
karşılamıştı güneşi.
Geride bırakarak
Nizipin yediyüz yıllık zeytin bahçelerini,
Geçerken karşı yamaca
Birecik köprüsünden Fırat nehrini,
Bir başka ülkede duyumsamıştım kendimi...
Doğa değişikti benim doğamdan
ve eski,
Hava değişikti benim havamdan
ve ağır,
İnsanlar değişikti bildiğim insanlardan
ve ezik...

Değişikti toprak,
değişikti su,
dağlar ve ovalar değişikti,
Şehirlerin, köylerin ve evlerin görünümü,
Değişikti insanların kültürü, dili...

Çok ince ve keskin bir sızı,
Çok eski ve derin bir ağıt,
Ve öldüresiye bir yalnızlık
kaplamış gökle yeri.
Yaşartan gözlerimi,
Dilimi lal eden,
sızlatan yüreğimi...

Geçerken
Birecikten
koca Fıratı
kaydırıp gözlerimi yaşlı kayalara
aradım oralarda kelaynak kuşlarını.
Kim bilir
kaçlarca kelaynak kral
hüküm sürdü bu topraklarda,
ve cana kıydı çağlar boyu
tanrılaştırarak korkularını.
Ve günü yetince
eti yağı çürüyünce
yuvarlanıp gitti tarihin çöplüğüne
taşlarda bırakarak tacını ve tahtını...

Ne zalim bir didişmeydi öyle
insanların yaşam savaşı,
üzüm yetiştirirken
çakmak taşı
kayalıkları üstünde,
Taşıma topraktan yapılan
kocaman saksılar içinde...

Uzun mistik söylenceleriyle,
Kutsal balıkları ve gölekleriyle,
Nemrutu ve İbrahimiyle
seyrederek geçtim tozlu Urfayı.

Adım başı belirsiz bir tarih,
Adım başı efsaneler
ve çöl yazının her yanından
acı acı sızlar binlerce yankı;
Ağıtlar
hoyratlar
ve çoban öyküleri şivanlı- berivanlı...

On bin yıllık kölelerin emeği
daha dün gibi duruyor kayalarda
ve fetva okumakta
oturup taş saraylarda
yarı tanrı sami kralları.
Güneş tapınakları dökülmüşse de yere
yakar güneş cayır cayır cehenneminde
Harran ovasında ırgatları.

Siverek, Suruç, Ceylanpınarı
Urfa toprağı bir ateş harmanı,
Bu harmanda yanar çalışanlar
bu harmanda tanrıdır ağalar!
Ağalarda din- iman cehennem dolusu
Ağalarda insaf- vicdan kelaynak kuşu!

Bir uctan öte uca serap bir dünya,
Ya cenneti hayal eder
ya da yeşili ve suyu
Ömründe bir nefescik
mutluluk tadamayanlar burda...

Kim bilir kaç bin yıl gerilerdedir
ağaların ayakları,
Kaç bin yıldır köledir
ağa kapısında marabası- ırgatı?
Ve dağların eteklerinde daha eski kaleler
ve daha mazgal delikleri,
Vermiş sırtını dağlara
vermiş elini resmi makamlara
kapısında bir düzine uşak
uşakların elinde resmiyetin silahı,
Ve basmış demir ökçeli çarıklarıyla
bir ucube dev gibi toprağa
derebeylik kırıntısı
bir takım zebaniler,
Bin yıllık hortlak görünümüyle
meydan okur zamana,
Bir yanı sefalete yaslanır
bir yanı paranın saltanatına...

Çıkarken dışarı
Diyarıbekirin kale kapısından
iki şaka ayrılmış ortasından
altmış kiloluk bir karpuzun aynasında
dikildi göğsüm üstüne kanlı darağaçları
Ve kızgın demir gibi dağladı yüreğimi
yakın tarihin kocaman katliamı..!

Sonra,
ardısıra
gelip oturdular karşıma
sıra sıra,
Yüzyılların biriktirdiği sorunlar gibi ağır,
Yüzyıllardır kanayan çıbanlar kadar acı,
Yüzyıllardır sarılmamış yara, kurumamış kan;
Sason
Kozluk
Bitlis
Tatvan
...........
.............

Malabadi köprüsü
kıldan ince
kılıçtan keskin
bir ürküntü gibi göründü bana.
Veysel Karani çağırır cehaleti
karanlık kuyularda derin uykulara...
Nemrut dağı koca bir piramit Mısır çölünde,
Yükseltilerinde marallar gezen
eteğinde köpüklü gemiler yüzen
maviş bir göl üstünde...

Kuzgunkıran
Süphan
Artos
Gevaş
Akdamar
Urartu hatırası Van,
Ve yeşil bir cennet köşesi Edremit
uğrun uğrun Vana bakan...

Van denince benim aklıma
Akdamar adası gelir,
Tarihin bir görkemli harikası
başı pare pare karlı dağların
buza kesmiş bakışları altında
sodalı plajlar yaz sıcağında
dağlar arasında bir akçadeniz,
çöller ortasında koca bir vaha...

Van denince benim aklıma
yemyeşil ve şirin
bir deniz kızının inci dişleri gibi
dağ eteklerine
ve göl çevresine dizilen
öbek öbek beldeler gelir,
İçlerinden durmadan
Sarmanlar akan,
Ve gözleri hep Vana bakan...

Van denince
benim bağrım
kalbura çevrilir
otuzüç yerinden kan akan...

Bir başka ülkeydi burası
ve ben bir yabancı.
Ve ben turist gibi dolaştım
ol diyarı
yedi yıl kışlı yazlı...

Yedi yıl
bir uçtan öbür uca,
bir dağdan öbür dağa,
bir ağıttan öbür ağıta.

Şehir- şehir
köy- köy
dere- tepe
ova- bayır...
Her dağda bin yıllık bir dert yükselir
Her köyde bin yıllık bir talan tüter
Her ovada bin yıllık bir yangın alazlanır!

Bu meçhule sayılmış garip memlekette
ne çok karakol vardı öyle
ve ne çok kışla...
Ve her şehrin kalesinde
ve her nedense,
her zaman
kral edasıyla dalgalanan
bir bayrak asılı dururdu.
Ve her dağın bağrında
döğme gibi işlenmiş
beyaz taşlarla
Ö'lü, V'li
iki kelimeli
bir yazı okunurdu...

Korkunç ve vahşi bir doğa
korkunç ve ızdıraplı bir yaşam,
Kuş uçmaz
eşkiya geçmez koyaklar,
Başı yıldızları öpen volkanik dağlar,
Ve dipsiz vadiler, çılgın ırmaklar...

Sırtta şelek...
Döşte kurşun...
Koyunlar kurtlar...
Beyler ırgatlar...
İmamlar cemaatlar...
Koyunlar kurtlar...
Koyunlar kurtlar...

Yaşamak
kavga yapmaktı ol diyarda,
Doğası gereği doğayla
Çatılmış kubbe
yapılmış bina
yazılmış yasayla..!

Yaşamak bir rüyaydı belki
çoğunluğun hiç göremediği.
Yaşamak
ayırdına varamamaktı
yaşamla ölümün,
Biri yaşar
bini ölürdü,
Biri koşar
bini sürünürdü...

Süründüm oralarda yıllarca
Çaldırandan Munzura
Harrandan Nurhaklara.
Dağlar
ne kadar
eskiydi öyle
ve çileli, yaslı.
Ovalar
ne kadar
ezik ve ızdıraplı.
Toprağın alnından okunurdu
bin yılların vurgunu ve talanı
Ve toprak kadar yorgundu
toprak kadar çilekeş, yaralı
ezilirdi yerde toprak gibi,
ezilirdi, ol diyarın insanları...

Dolaştım şehir şehir,
Koşturdum bölge bölge,
Dağlar el vermezdi birbirine
ayırırdı bir aşireti ötekinden,
Aşiretler düşmandı birbirine
ayırırdı bir bölgeyi diğerinden,
Köyler el vermezdi birbirine,
Dağ tavşana küserdi
tavşan karıncaya,
Çökerdi karanlık memleketin üstüne..!

Yaşam ve ölüm bir arada
Ne yaşamın ayırdındaydı insanlar
ve ne de ölümün farkında.
Yaşam paslı bir hançer yarasıydı
sürekli kanayan toplumun sırtında...

Geldim gittim yıllar yılı güneşle
Gezdim durdum yıllar yılı dört yönde
' Çıktım yücesine seyran eyledim'
dört iklim tüm ülkeyi,
Kulak verip kurda- kuşa
dinledim sızlaya sızlaya
tarihin derinliklerinden gelen
yürekleri delen geçen
sonu gelmez bir iniltiyi...

Gelen vurmuş kelle gitmiş
Gelen giden talan etmiş
Gelen kırmış kemikleri ortada
Gelen yemiş diş izleri doğada
Öylece durur gözlerde
bin yılların çilesi,
Öylece sürünür yerde
tarihsel bir inilti...

Ben sevdalı bir dervişim
Serden geçer sever kalbim
Hep ezilenleri sevdim
Hep yoksul yetimleri
garibanları, çaresizleri
ve derdini bilmezleri
sevdim....

Evinde evsizleri,
Yurdunda yurtsuzları,
Elsizleri,
Dilsizleri
Ve hürriyetsizleri sevdim...

Sevgi
karanlık kuyuda
karanlık gecenin ortasında
balkıyıp kaybolan bir dolunaydı,
Dostluk
açlar sofrasında
bin elin üstüne uzandığı
bin faltaşı gözün kontrolunda
buğusu tüten esmer bir bazlamaydı...

Ve her şey
hem sapına kadar sağlam
hem çöp gibi çürüktü,
Varlık, esenlik- efendilik,
yokluk, kölelik- sefillikti.
Ve en dayanıklı duvar,
en şaşmaz inanç
MERTLİKTİ...

Her şey sanki bir ilkel güdüydü
Aşk bir körebe oyunu,
mutluluk yerde kalmış ölüydü.
Herkesin bir ayağı eşikte
Herkesin bir parmağı tetikte
bekler durur neden
bekler durur bilmeden
bekler durur ömrünce...?

Aradan tam otuz yıl geçti
Fako nöbet tutardı
karakol kapısında
silahı babasına çevrili,
Haso kan koklardı eski bir gömlekten
karlı dağlarda aç kurt gibi eşkiya,
Aradan tam otuz yıl geçti
dehşeti beynimde daha...

Yaşamak bir rüyaydı
Ekmek kurtların ağzındaydı
Ekmek orakla değil
mavzerle kazanılırdı...
Namus uğruna akardı kan,
Hiçten bir şeyler için sönerdi ocaklar,
Değiş- tokuş edilirdi
davarla
tarlayla
silahla
parayla
on iki yaşındaki körpecik kızlar...

Torbama sorunlar doldurdum yedi yıl
belleğime acılar, ızdıraplar...
Yazı, kışı, baharıyla
sevdalı bir sarhoş gibi,
çilekeş bir derviş gibi
taban döğdüm o dağlarda.
Karlara bata- çıka
yanımda bir gebe kadın,
ensemde azrailin süngüsü,
ayaklarıma yapışıp kaldı dertler.

Beynimde çadır kurdu
zozanda aşiretlerden daha çok,
istilaya uğramış köylerden daha yıkık,
talan edilmiş hürriyetlerden daha acıklı,
tarihin derinliklerinden gelen
kör düğüm edilmiş toplumsal problemler...

Araya ülkeler girdi
Araya kıtalar girdi
Araya denizler,
araya okyanuslar girdi,
Tam otuz yıl geçti aradan
Alamadım yüreğimi
o yoksul diyardan...

O günden bu güne
savaştım kendimce
onlar için,
Dayanıştım çıkarsız,
Çalıştım evime çalışır gibi,
Bin zerre hicranla dağlayıp yüreğimi
Bir zerre mutlulukla yeşerterek beynimi...

Dost bilindim gün geldi
gün geldi düşman görüldüm,
Yıldıramadı beni
cehaleti kışkırtan karanlık,
Yangınlar, yıkımlar kurutamadı yüreğimi...

Satmadım inancımı kimilerince
ele geçince kelle
basınca kalbi ölümün gölgesi
çark etmedim gün ışığından
rezil rüsva görünümler içinde.
Sığınıp da karanlığa
atmadım elimden silahımı
Ve dönmedim geriye bir daha...

Benim
yüreğim
hiç bir sey yitirmeden
eski sevgisinden
yanıyor alev alev o diyar için!
Benim
ellerim
hiç yorulup- yılmadan
çeyrek asrın kahır ve ızdırabından
işliyor durmadan o insanlar için..!

Bende acı çektim onlar gibi,
Üzüldüm onlardan çok,
Sürüldüm ülke ülke,
Terkettim taşlı beşiğimi,
Terkettim doğduğum yeri.

Tam yarım tur attım ekvatorun üzerinde
Kulaçladım dünyayı kuzeyden güneye,
Gecem gündüze döndü
Yazım kış oldu
Oturup kaldılar beynimin hücrelerinde
Yırtılıp kanadılar kalbimin derinliklernde
Atamadım içimden hiç bir acıyı...

Acılar göğündürdü gövdemi
Ayrılık acısı
yokluk acısı
ekmek acısı
hasret acısı...
Hele de özgürlük acısı!
Vatanında vatansızlık acısı!
Acılar onların acısı
onların acısı benim acım!
Acılar dağladı bağrımı! ..

II

Ve sonra
daldım kitaplara.
Her sayfada bir hazin feryat,
Her satırda bir kanlı yıkım,
Her devir kör döğüşü,
Her çağ bir başka katliam...

Gelen giden talan etmiş
Yalnızca orada kalan
Yaşlı hırçın bir doğa,
ezik paslı bir toprak
ve bir inatlı ızdıraplı toplum!
Haritası paramparça,
Yüreği kan deryası,
Baharı kar fırtınası,
Yazı tarumar edilmiş
Her ferdi birbirinden uzakta,
Her düşüncesi birbirine soğuk!
Ve kurmuş sarayını orta yere
yaşar üç- beş tane antik asalak
göbeğini gere gere
inim inim inleyen
bu acıklı feryadın üzerinde..!

Deşmek öyle zor ki
bu nasırlaşmış kanseri,
Çözmek öyle zor ki
bu kocaman toplumsal çelişkiyi,
Ve nefes almak öyle zor ki
dört yanı kurşun kuşatmasındaki
bu garip memlekette...

Ben dalmışken
kitabın derinliklerine,
hayal meyal içinde
binlerce yıl ötesinden
çıkıp gelmişçesine,
sakalı boyundan uzun
alın çizgileri
ol diyarın vadileri gibi derin
bir bilge kişi
dikildi önüne hayalimin...

Dedim, sen kimsin?
Dedi, ben gerçek tarihim.
Dedim, ya pir!
Dedim, bapir!
Nedir
anlat bana
bu milletin
bu acıklı
vaziyeti coğrafyası
ve bu coğrafyanın
bu perişan manzarası!
..................................
..................................

Ve aldı sözü tarih baba
dedi ki bana:
Bu dağlar oğul
dert yüklü dağlar,
Bu dağlara kar değil
dert yağar.
Bu topraklar
dertle yoğrulmuştur,
Bu insanlar dert doğurur.
Dertle doğar
dertle yaşar
dertle ölür
ve dertli dertli gömülür.
Burası dert diyarı
Bu topraklar Kürdistan değil
canımın çekirdeği
senin belledigin gibi,
bu topraklar bir derdistan...

Bu ülkenin göğünden dert yağar
Bu ülkenin ırmaklarından dert akar
Ancak ben bilirim bu diyarı
bu diyarın dert yüklü toprağını
ve dertle inleyen insanlarını...

Kölelik zamanıydı,
İnsanlar kul
krallar tanrıydı.
Kulaklarımda
çınlar durur benim daha
üç bin yıl ötesinden
anaların göklere ağan feryatları
ve çığlıkları kurbanlık çocukların.
Nereye baksam kan görürüm
nereye baksam kasapla koyun...
Izdırap ve kahkaha..!

Irmaklar kan akardı
Çiçekler zehir kokardı,
Selamete almak için
zalimlerin saltanatını
vurulurdu incecik boyunlar
kanlı bir baltayla!
Ve akıtılırdı kan
putlar ve tanrılar aşkına,
Krallar ve sultanlar namına!

Bu dağlar içine gömüyor
Bu sular denize götürüyor
on bin yıldır ilkelliğin
kanlı tanrısal ayıplarını,
Ve de
kapkara zihinlerde
işlevini sürdürüyor henüz
zulüm saltanatlarının kanlı baltası...

Kanli firtina bulutlari gibi
gelip geçerlerdi sik sik
ve ikidebir,
bu çiplak yurdun sinesinden
gögsü çarpili
basi migferli
zirhli sövalye alaylari
Çikip taaa günbatimindan
yikip yakan dogasal bir afet gibi
sarkarlardi aceme, hinde.
Sömürüp yerlerdi,
Süpürüp götürürlerdi
yükte hafif
pahada agir
ele geçirdiklerini,
ve genç ve güzelleri
yorulup geri döndüklerinde...

Zalimdiler
magrurdular
ve heybetli tanri katinca,
Ot biçerce biçerlerdi insanciklari
Kuruturlardi sulari
Toprak kisirlasir
varlik çiplaklasir
dönerdi memleket cehennem kuyularina...

Sonra istilalar...
istilalar... istilalar..
Çekirgeler basardı sürüleri
çekirgeler otları, ekinleri...
Çekirgeler gelirdi
kara duman gibi
çöl fırtımalarıyla
bugün kutsal sayılan topraklardan,
kalkanlı kılıçlı
ve öşürlü cizyeli..!
Ellerinde kara kaplı kitapları
Dillerinde ' allah allah' naraları.
Önü alınmaz bela sürüsüydüler
ve gözü kara çapul birlikleri...

Uzundu urganları
gerilirdi kollar ağaç dallarına,
keskindi kılıçları
düşerdi kafalar yol boylarına...
Ve kan akardı ırmaklar
emerdi kanı toprak
gömerdi acıyı, feryadı
kara bağrına...

Kızarırdı Fırat
kızarırdı Dicle,
Yanmış yurtluklar
Yaralı topluluklar
Göğsü kamalı dağlar
Tecavüz artığı obalar
getirilirdi hizaya!
Karartılır gören gözler
ve kapatılırdı güzellikler
çarşaf altına!
Ve kalırdı
bir kanayan onulmaz yara
çağlar boyunca..!

Sonra işgaller...
işgaller... işgaller...
Nallarla deşilirdi toprak,
Kama ve hançerle biçilirdi ekin.
At eti yer
at sütü içer
ve hep at üstü gezerlerdi,
Gelip çöreklenirlerdi başına
elde avuçta ne varsa,
Vurup kellesini düşürürlerdi
kim onlara karşı koyarsa..!

Kururdu yeşil
kızarırdı bulut,
bir utanç ağıtıdır
bin yıllardır süregiden
başlar ve bitmezdi,
Gelip otururdu
toplumun yaralı sinesine
toprak beylerinin onursuz ihaneti.
Zihinleri zindan gibi karartırdı
din bezirganlarının üfürüklü illeti.

Tanımazdı kendini insan
Tanımazdı kendini toprak
Tersine akardı sular
Başlardı kol- bacak arasında
bir bitmeyen kavga,
Her el kendi kendini yerdi,
Kuzu sürüyü terkeder
kurdun ardınca giderdi...

Aradan yüz yıllar geçti
Aradan bin yıllar geçti
Aradan çağ geçti
devir geçti
düzenler değişti
Gidişat değişmedi henüz
bu çileli
bu çetrefilli
çoban toplumda.
...........
.....................

Yine cengaverlerle tıklım tıklım
bu yaslı, çıplak yurdun sırtı- başı,
Yine yiğit ve kahraman
bu yaralı toplumun insanları
biribirine karşı...
Yine tarla takım, namus belası
Yine koyun kuzu aşiret kavgası
Oturup başına suyun
toplar ürünü haramiler,
Salıp içine kollarını
güder sürüyü tilkiler...
........................
..................................'

Daldı tarih baba
tarihin katran karanlıklarına,
Düşündü uzun uzun,
Hüzünlendi gözlerinin akı
Bir damla acıyla titredi sakalı.
Dikti bakışlarını gözbebeklerime
Sevdalı bir derviş sabrıyla
Alımlı bir gül mahmurluğunda
Dokundu ellerime sıkıca,
dokundu sımsıcak,
Çevresinde tam bir çember dönüp
içli bir ağıt gibi başladı söze yeniden.

Kurudu kırlarda çiçekler
Yoktu artık
med ülkesinin parlak güneşi,
Bir yanı boydan boya
mahpushane oldu,
bir yanı kışla boydan boya...
Ve işgal birlikleri bir yanda
Öte yanda kararır durur
kara dağlarca kapkara
Kürdün esareti..!

Üç sacayağı otururdu
bu viran edilmiş yurtta
Aşiret ağası
Toprak ağası
Din ağası

Toprakların
hayvanların
alet ve edavatın
ve insanların
efendisiydi mülk ağası!
Köylünün öküzü, arabası
atı, eşeği, katırı
erkeği, kadını, çocukları
boğaz tokluğuna ona çalışırdı.

Vicdanın ve inancın
talimin ve törenin
korkunun ve günahın
ecirin ve sevabın
cennetin ve cehennemin
sahibiydi molla!
Korku yağdırırdı üstüne insanların
elinde tanrının kılıncı
dilinde cehennem ateşi
karartırdı gönülleri
söndürürdü yürekleri.
Ve süründürürdü yerde
kölenin kölesinin kölesi gibi...

Soyun- sopun
aslın- neslin
kabilenin- aşiretin
Damarda akan kanın
hısmın- akrabanın
ocağın- obanın
başıydı aşiret ağası.
Kan akıtırdı durmadan
oydu komşuyu komşuya vurduran,
Oydu mezarların üstünde
oturup zafer kutlayan..!

Üç sacayağı otururdu hep
bu viran edilmiş memlekette,
Salarlardı korkuyu
ekerlerdi acıyı
toplarlardı haracı
yaşarlardı toplumun sırtında
keneler gibi şişe şişe....

Koyunun yağı- sütü
halısı- kilimi- yünü
ve genç kızların düşü
hep onlar içindi.
Toplum bunların rencberiydi
bunlar başkalarının rencberi.
Sürüp gitti
binlerce yıldır bu kepazelik,
Ve sürüp gidiyor işte
gözlerimizin önünde
gelenekselleşmiş
bir yasa gibi
bugün bile...
.............

Sustu tarih baba.
Film şeridi gibi
beyninden geçirdi
insanlığın geçmiş serüvenini.
Kaydı bakışları uzaklara,
Ayağının biri
tarih öncesi bir yerlerdeydi,
Keskin bir kılıç gibi
biçiyordu karanlığı elleri...

Dedim ki;
bu kadarcık mı
bu alfabesiz halkın tarihi?
Anlat bana şu dağlarda
harap viran kışlaklarda
ve üryan bir ihtiyar gibi
inleyen zozanlarda
neler oldu, neler bitti..?

Ve döndü tarih baba yeniden
dedi ki bana:
' Nesini söyleyim
güzel kardeşim
İşte bak
kalbini dört açarak,
Gör gözlerinle
kurdun- kuşun
atın- itin
etin- kemiğin
bitmeyen çilesini.
Ve dinle!
kulaklarınla değil,
yüreğinle!
Dağın- taşın
toprağın ve suların
sonu gelmez iniltisini!

Duy etinde- kemiğinde
Duy kanında- iliğinde
Duy kalbinin derinliklerinde!
Yurtsuzluk ne demektir?
Dilsizlik ne demektir?
Ne demektir hürriyetsizlik?
.........................

Nesini anlatayım sana
güzel kardeşim,
Düş yollara
dağların delisi ol!
Ver ömrünü topluma
kavga gönüllüsü ol! ..

Herkes işte burada
her dert işte burada
ve memleket....
işte burada!
Geçmiş bende
gelecek sende,
Var git
Sabahları güneş gibi doğmayı
yurdun üstüne,
Geceleri fener olmayı
halkın gözüne,
Yaşamayı
yaşatmayı
ve aydınlatmayı
iş edin kendine..! '

III

Tarih baba çekip gitti.
Ben kaldım tek başıma
önümde kitaplarım
gözlerim yorgun,
Beynimde tilki gibi dolaşıyor
Henüz çözüme ulaşamamış
bin bir türlü sorun...

Sobada tezek bitti,
Kapının kolu
yapışıp yaktı avucumu
Dışarıda horon tepiyor kar ve tipi,
Doldurup fıçı sobayı ateşledim tezekleri.
Soğuk ölüm gibi çökmüştü Çaldıranın düzüne
Bakır bir ayazlıkta ışıyordu sabah
Çaydanlığı yerleştirdim
cehennem kızılı
sac sobanın üstüne...
Ölüm durgunluğunda
kıpırtısız ve donmuş durumda
yatadursun beyaz kefenli dağlar- ovalar,
Kurt sürüleri kuşatadursun köyleri,
Kaldırıp kadehimi doğan günün şerefine
bir bardak
tavşan kanı
kaçak çayla demledim yüreğimi...

Gel be bahar,
Gel tezkere!
Ayaklarımız toprak görsün
başımız buzsuz bir gökyüzü,
Ellerimiz okşasın
yavru ceylanlarca ürkek
delişmen bir kızın ayvalarını,
Güneş ısıtsın kanımızı,
Delirsin tutkusu
gönlümüzde özgürlüğün,
Bir sevdalı nefer olalım
gelecek günlere giden yollarda...
Deyip kendi kendime
girdim sayfa sayfa
toplumun gövdesine!
Daldım
karanlıkta bir şahin gibi
şafağın gözlerine!
Gönüllere değdi yüreğim
Düşlere gülümsedi beynim
Gecemi güne taktım
günümü haftalara- aylara
dokundu kalplere ellerim...

Gönüller açılırdı çiçek çiçek
Akardı gönüller pınar pınar
Yanardı içten içe
yalım yalım
Ve kanardı durmaksızın kurşun yarası gibi.

Düşünde tutulurdu sevdaya toplum
Düşünde yaşardı ceylan gözlü hurilerle
Düşleri kararırdı
sarp geçidinde yaşam kavgasının
Uyanılırdı düş kırıklığıyla
her gecenin köründe
ayazında sabahın...

Toplum açar yüreğini
uzatır ellerini,
Ve getirip serer önüne
zevkini- neşesini
acısını- kederini
umudunu- özlemini,
Verir ellerine geleceğini
okuyabilmişsen eğer
usta bir kitap gibi
toplumun yüreğini.
..................

Göz açıp kapamaya kalmadan
kar kalktı Çaldıran ovasından,
Gün vurmadan Haziranın ortasına
ve başlamadan köylü
buğday ekimine
koşup öküzleri karasabana.
Bir sabah erken
gün ışınları gülümseyerek gelirken
Ararat dağının eteğinden,
Kaldı gerilerde
yıllardır ölümün soğuk nefesini
sürekli yaşatan ensemde
çatlak tavanlı beton evim.
Ve daha altı ay geçmeden aradan
can verdi
o beton evlerin altında
pek çok öğretmen kardeşiyle birlikte
Malatyalı Cemalim.
Can verdi
kerpiç ve taş duvarların altında
Can verdi orta çağın karanlığında
on binlerce yoksul köylü!
Kiminin kimliği belirlenemedi
bulunamadı kimisinin ölüsü...

Artosun yüzünde
sürekli kar fırtına
teperken horon,
Süphanın tepesinde
bakarken aşağılara
kuş bakışı soğuk soğuk
bin yıllık buzullar,
İskele bulvarında
akşam voltasındaydı delikanlılar.
Ve ana cadde boyunca
kır çiçekleri gibi kokuyordu
nergis gözlü küheylan kızlar...

Katar katar turnalarla gökte
akşam alacasında,
Kabarmasıyla öbek öbek gölde
ürpertili ak dalgaların,
Yeşilin dağların eteklerinde
fışkırmasıyla çılgınca kabar kabar,
Saltanat kurmuştu Vanda bahar...

Güneş al bir elma gibi
salınıp kalmıştı Nemrutun yamacında,
Ve yıldızların şavkı
güz yaprakları gibi dökülmüştü
mor saclı sulara,
..........................
.....................................
Çalıştı motor
Düştü otobüs Gaziantep yoluna...

Karanlık göklerde
yapayalnız
bir yıldız
kayışıydı yolculuğumuz.
Uykulu bir sessizliğin ortasında
seyredip giderken ışıl ışıl yıldızları,
Dağlarda
ateş böcekleri gibi
sinsi sinsi yanıyordu aç kurtların gözleri
Ve çobanlar
el tetikte bekliyordu koyunları...

Yorgun akıyordu Dicle
bırakarak ağır yükünü
adım adım kıyılara
göğersin diye
altmış kiloluk karpuzlar,
Sol yanımız sapsarı bir firez çölüydü
sağda heyula gibi dikiliyordu dağlar...

Bir yangın sonrasıydı sanki
sanki bir çekirge istilası,
Yarılmış toprağı
ırgat tabanları gibi
Sararmış otu- çöpü
Ateş düşmüş boz böğrüne
çatır çatır yanıyordu Harran ovası...

Saman alevi harman yerleri
kupkuru otlar yol boylarında,
Çaldıranda henüz
yeni ekime başlamışken köylü
ekinler çoktan harman edilmişti Urfada...

Otobüs yapışmış sızlanıyordu
üstünde kurşun suratlı yolun,
Dert yüklü bir katar gibi
ağır ve bulanık akıyordu Fırat,
Kamışlıda büyük ozan Ciğerhun
Fırata derdini döküyordu
Kürt toplumunun...

'Ahmedo lo lo' söylüyordu
bir dengbej otobüste,
üstünde şal ü şapik
elinde kocaman tefiyle.
Dinledim kesip nefesimi ve uzun uzun,
Ve düşündüm yüreğimin gel- gitleri arasında
zorlayarak beynimin incecik damarlarını
hüzün ve öfke toplamı bir duyguyla
düşündüm tüm noktalarında
bu maceralı yolculuğun.

Işığı karartılmış
kurutulmuş gülleri
ve bülbülleri
susturulmuş olan
bu çok eski,
bu çok derin köklü
kocaman toplum
şakıyor acısını- ağıtını,
umudunu- düşünü
kendi sesiyle
kendi dilinden...

Oysa
yasaktır ona
okumak- yazmak,
radyo, kitap, gazete
ve türkü çağırmak
ve hatta konuşmak
y a s a k..!

Düşündüm ince ince.
Kim gelip gitmişse,
Kim istila etmişse,
Kim egemenliği altına alıp hükmetmişse
bu kötürüm ve yaşlı
bu çileli ve yaslı
topraklara
ve topluma,
Hep aynı şeyleri düşünüp,
vergi salıp, kılıç üşürüp
yeryüzünden silmek istemiştir izini,
Zorla unutturup aslını, neslini
kültürünü, dilini
kesmek istemiştir nefesini...

Gitgide gürleşiyordu
ve yayılıp devleşiyordu
beynimin kurnalarında dengbejin sesi,
Ezik de çıksa ezgiler gırtlağından
buruk da çıksa, acıklı da,
Yoksul ve perişan da olsa manzaraları,
Tatmamış da olsalar yaşamı doyasıya,
Onlar yaşıyorlardı inadına...
Ve yaşayacaklar!
Olmamış işte!
Olmuyor işte!
Olmayacak işte!
Aradan milyonlarca yıl geçse de,
Bu toplumun gövdesi
değil dörde- beşe
bin parçaya bölünse de,
Ve hergün hergün
yağmalansa da yoğu varı,
Gerçekleşmeyecek düşleriniz
çapul sultanları!

Çünkü
sağlam hamurdan yoğrulmuştur bu halkın mayası!
Çünkü
yiğitlik kökünden gelir bu halkın yaşam kavgası!
Çünkü zor zoru yaratır
ve zor inadı doğurur,
Zorbalığın kralları
bu halk inadına yaşayacaktır!

Açıp kör gözlerinizi görün,
Açıp sağır kulaklarınızı işitin,
Açıp paslı beyninizi düşünün,
Tarih tanıktır buna
Tanıktır karlı dağlar,
Tanıktır akan sular,
Tanıktır yakan güneş,
Top, tüfek, kılıç, kalkan
Tanıktır akıtılan kan..!
...........................
...................
.............

Otobüs girdiğinde bir sabah vakti
kızıl günün burnuyla
Gaziantep oto garına,
İki gündür döğüş halindeydi
Düztepede iki sevdalı yürek
yüzlerce tetikte parmak
ve alev kusan tanklarla...

Ve yok olmuştu
ben kara gecelerin
kör kuyularında
ışık ararken
geleceği için yaralı kalabalıkların
çantam ve eşyalarım
Van- Adana yolunda...

Hiç bir şey yakmamıştı içimi
ömrüm boyunca bu kadar
Ama kör bıçak gibi yırttı yüreğimi
iki yıldır duygularımı sayfalarına döktüğüm
küçücük bir şiir defteri.
Ve iki işçiye karşı
bir zırhlı ordunun küstah zaferi..!

IV

Karabasan gibi çöktü üstüme
onca acı ve ızdırabı geçen yılların
aç kurtlar gibi sırtımda dolaşan
ve üretken bir kanser gibi
düşlerimde kanayan...
Bir köz düştü göğsüme
kezzap gibi fokur fokur kaynayan,
bir köz düştü alev alıp yanan..!

Yokluk
yoksulluk
ve esaret
döğmeye başladı hızlı hızlı
kahır yüklü çıplak ayakalrıyla bağrımı.

Tandır ekmeği dikildi karşıma,
otlu peynir
kuru balık
ve kenger ışkınları,
ve madımak ve siremuk
ve lokman hekimin
arayıp da bir türlü bulamadığı
bin derde deva Müküs balı...

Kurşundan bir dağ kadar ağır bir yük
gelip oturdu sol bağrımın ortasına,
Gayyadan daha derin bir yara
Oyulmaya başladı yüreğimin başında.
Yok dedi beynim,
Yok dedi yürek,
Kalın bir çizgi çekip üstüne
gönlümün dağlarında dolaşan
Düldül çiçeği ürkek maralın,
Gavurdağlarının
Akdenize bakan yüzünde,
çevirdim yönümü kuzeye doğru
ve tuttum yolunu Nurhak dağlarının...

Nurhak dağlarında
kalbime üç bıçak saplanır her mayısta,
Ve her sabah
üç kırmızı gül düşer toprağa dalımdan.
Nurhak dağlarında Sinanım kaldı
Kadirim kaldı ve Alpaslanım,
Nurhak dağlarında her sabah
üç filiz yeşerir
güneş doğarken toprağımdan...

Beni biz eyledim
dağları düz eyledim
süzülüp kondum bir ovaya.

İnsanlar üretiyorlardı
yaşam için hiç durmaksızın,
Yaratıyorlardı toprağın kara bağrından
bütün gereksinimlerini yaşamın.
Eti, sütü ve yünü
baklayı, nohutu ve pancarı
üzümü, dutu ve elmayı
ve dünyamızın
hiç bir yerinde
benzeri asla bulunmayacak olan
otuz kiloluk lahanayı...

Kaldı dökülüp gerilerde
kaldı küskün ve buruk
bir sevgili gibi eski anılar...
Kaldı vakit bulundukça
açılıp okunan
bir hatıra defteri gibi
eski arkadaşlıklar...
Kaldı Akdeniz yakası,
pamuk tarlaları,
zeytin bahçeleri,
limon çiçekleri
ve taşkın gönüllerimizi
fırtınalar gibi estiren bahar...

Şimdi önümde çelikten bir fikir dünyası
Şimdi pırıl pırıl gibi bir ilişkiler zamanı
Şimdi beynimde
çok boyutlu bir didişmenin
karmakarışık ip yumağı
Şimdi çıplak gerçekliğin
ağır acımasızlığı altında yaşam
Şimdi tarihsel bir güreş sahasında yürek...

Şimdi koşturulacak
dağ- bayır
tepe- ova
çarşı- pazar- fabrika
yüklenerek ürünlerini beynin
önü sıra kol gücünün,
düşüp kalkarak,
koşup düşerek...

Şimdi sarp geçidinde
ve çetin sınavında herşey
toplumsal
ve kutsal
bir kavganın,
Şimdi koşturulacak
engin deryasında emek dünyasının...

Kömür ocakları oradaydı işte
işte göğü delen santral bacaları,
işte şeker
işte ışık
işte enerji
işte küspe.
...............
İşçiler oradaydı işte
kitapsız beyinlere
hünerli ellere sahipti
hepsi de...

Ovanın yanı- yöresi çepeçevre dağlardı,
dağlar içinde minik vadiler
vadilerde küçücük köyler vardı.
Ve bu vadilerden fışkıran pınarların
her biri onbeşinde kızlardı...
Ve bu köycüklerin
elma ve kayısı kokulu güzellerinin
gönülleri sevgi seli çağlayandı.
Dostça, içten ve mert
bir bereket tanrıçası gibi cömert
ve kardeşliğin harman yeriydi
Kürecik beldesinin yeşil vadileri...

Çıkıp gelirdi
yıldızlı yaz gecelerinin bir vaktine
Elif kız,
bal armutlar
amber elmalar
ve altın kaysılar arasından,
Eteklerinden şekerpare kayısılar
al yanaklı elmalar dökülürdü koynundan...

Ben gözlerime nakış nakış işlemişim
çok uşaklı kabileleriyle
Akçadağın coğrafyasını,
Ve Nurhak dağlarının dibinde
virane köyler gibi terkedilmiş
kimsesiz üzüm bağlarını...
Pancarla doğup pancarla büyüyen
Demircilik kızlarının
toprak gibi esmer ve bereketli
şeker gibi beyaz ve tatlı düşlerini.
Çiçekli türkmen güzellerini,
Malapın gezginci işçilerini...

Damlar durur beynime
otuz yıl sonra bile
Serkis Çayırında
bir hiç yoluna
oluk oluk akan kanlar..
Sızlatarak
kırmızı boyalı mezarda
ak mermere kazılı Memo'nun yüreğini,
Ve bundandır ki,
ne zaman düşünsem
yeniden o yerleri
gözlerimi bir bulanık sel basar...

Binboğa, Nurhak, Kartal
yine yanım yörem dağlar,
Yine her köşe- bucağımda analar
ağlar...
Ve durmaksızın
çıkar gelirdi bir yerlerden
al kan içinde bir yağız yiğit,
Yiğit yuvasıydı bu dağlar....

Gönlümün köşesine
altından bir abide gibi dikmişim ben
elleri boş
kalpleri geniş
Malatya köyleri- obalarını,
Tohma vadisinin baharını
ve ekşi kayısı çağlalarını
Birmayıs sabahında
Karahan gediğinde çiçekken daha
aç karnına yediğimiz
Mustafa Suphi'nin anasıyla...

Güz yellerinin ürpertili esintisinde
solgun ışığında dolunayın,
kuşlar mesken edince tünekleri
başlardı ayakları işlemeye
ışık gibi yanan gözleriyle
taşkın yürekli gençlerin köy yollarında.
Ve çocuklaşırdı elleri bazan
günlerin ve gecelerin yorgunluğunda,
Sonra oturup gülerlerdi
yaptıkları çocukça yaramazlıklara.
Balık istifi yatışırken
kadın- erkek- kız
Hasan amcanın kömünde,
Ve dökülürken olgun armutlar
gecenin sessizliğini bozarak üstümüze...

En doğusundan en batısına
en kuzeyinden en güneyine,
Üç aşağı- beş yukarı
iki geri- bir ileri,
Hemen hemen her yerde aynı
hemen hemen her yerde birdi,
Acısı ve özlemiyle
geleceğe düşleriyle
bu coğrafyanın ortalama manzarası:
Beş- on koyunu
üç- beş keçisiyle,
İki öküzü
bir eşeğiyle,
Derdistanın en gelişmiş bölgesi
çekilmiş dağların eteğine,
Çekilmiş değil gerçekte,
İtilmiş
demir kuvvetin şiddetiyle,
Yaşamaya çabalar zeminsiz
yaşamaya, çağın yüzyıllar ötesinde...
Boyu Maraştan Mahabata
eni Kafkasyadan Mezopotamyaya
bin yıllık bir sancı gibi yüreklerde,
hedefsiz bir yolcu gibi yeryüzünde,
ne gündüzü bellidir ne gecesi
ne varlıkları kabul görür ne yoklukları,
Yani,
Med kavminin
günümüze ulaşan nesilleri
yani demirci Kawanın torunları...

Sarsmak için
çağlar boyu uyutulan ruhunu yığınların,
Kazımak için köklerini
dinsel, cinsel, ulusal ve sosyal tutsaklığın,
Tutuşturup yakmak için
karanlık dünyasını yarasaların,
Yapışıp kirli yakasına
dolarlı ve göktanrılı hortlağın,
Vuruşarak göğüs göğüse
Döğüşerek dişe diş
Silkinip kalkması için uyuşukluğun
Kükreyip taşması için suların
düştük yollara sıram sıram
yıkıp yüreğimizin duvarlarını
düştük yollara şafağın yüzünde...
Dost evinde düğüne gider gibi
imece kültürümüz üstüne işlenmiş
ateşli düşlerimizle,
Üreten ve yaratan ellerimiz
ve makineli
tüfekler gibi
konuşan dillerimizle...

Tutuştuk orta yerinde kara gecelerin
estik ovalarda fırtınalar gibi,
Selam bıraktık dağların güneşli yüceltilerine
tarım işçisi gençlerle
sülün bakışlı gelinlerle,
tunç bilekli işçiler
toprak göğüslü köylüler
ve ceylan sekişli kızlar ile...

Tutunup kol kola
yaslanıp omuz omuza
binlerce yürek bir sevdaya kaynar gibi,
güz sonu düğünlerinde köylülerin
harman yerinde sinsin oynar gibi
ateş yaktık göbeğinde gecenin...

Yıkılıyordu bir yerleri
kokuyordu küflü nefesleri
çekiliyordu ortalıktan
kan emici karanlık kenelerinin
ölümlü hortlak görüntüleri,
Ve siniyordu toprağa
siniyordu insanların korkularına
ölüm nöbetinde didinişlerinin dehşeti.

Kanıyordu tabanları
özgürlük tırmanışında adsız kahramanların,
Bileklerde kelepçe
ayaklarda pranga
iltihaplı yaraydı içi avuçlarının.
Gönüllerde sancı
yürekler yara
sığmazdı destanı kitaplara emekleyen kalabalıkların...

Bazan başını döndürür insanın
gözlerde kıvılcımlanan küçücük bir utku belirtisi,
Ve bazan kahreder insanı cilvesi
yaşam denilen hazanın!

Tersine dönmeye başladı çarkı mavi yuvarlağın
Yaz gelmeden kış yaklaşıyordu
ve kalabalıklaşıyordu
içi zindanların.
Zindanlaşıyordu dışı zindanların...
Ve inadına koyulaşıyordu karanlık
etrafında yanan ateşlerimizin,
Ve bir uğursuz kasırga koptu bir gece
söndü alevi gözlerimizin...

Yıkılıp kaldı
yolların bir yerlerinde
pek çoklarımız,
kimi uyandı romantik uykularından,
alıp başını avuclarına
somurtarak kasaplıklar gibi,
Küçücük dünyasına yüreğinin
burnu yerde sürünerek çekip gitti kimi.
Kimi tökezleyip yattı çamura,
Kimi usanıp geleceğin
güzelliğinin
zahmetinden
düzenin hanına attı kendini...

Geleceğe güven
ve geçmişe inat olsun diye
kucaklayıp eşi, dostu, kardeşi
Işıtarak gözlerimizle şafak yerini,
Isıtarak bilincimizle buzlanmış yürekleri
başı karlı dağlarda bekledik güneşi...

Yetsin diye
on bin yıllık acılar,
Bitsin diye
kollarda kelepçe
kursakta açlık
beyinde ve yürekte tutsaklık
ve karakollarda kanaması ayakların.
Kalksın diye kara bulutlar
Med diyarının göklerinden,
Yeşersin diye
çöl görünümlü toprakları
Ve gülsün diye insanları
dertli vatanın...

Adolfo- Benito soylu mikropların
çirkin karanlıklarında yarattık güzellikleri
acı, ölüm, direnç ve işkenceyle!
Sevdalansın diye
bin dertle yüklü gönüller
gelecek günlerin çiçekli bahçelerinde...

Melbourne
1993- 2004

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 28.6.2007 17:34:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Mîhemêdê Zirav
    Mîhemêdê Zirav

    ninova' dan babil' e, hozat' tan erciş' e, halepçe' den kamışlı' ya şairin dilinde petrolün, boraksın, ceylanın ve cefahirin yurdu medya ve mezopotamya ülkemdir benim....

    önünde saygı ile eğilecek ve esas duruşda saatlerce selamlanacak bir çalışma olmuş... tebrikler...

    Cevap Yaz
  • Tevfik Tükenmez
    Tevfik Tükenmez

    derdistan destanı olmuş Mehmet gardaşım gurbet eller hasret duygularını törpülemiş.dertlerin depreşmiş yazmışsın yüreğine saglık.

    Cevap Yaz
  • Ahmet Tahsin Çınar
    Ahmet Tahsin Çınar

    Bu uzun şiiri yorulmadan okudum. Aslında bizim kuşak uzun şiirleri okumaya ve başı ile sonunu yitirmeden aklında tutmaya alışıktır. Bunun yazmamın sebebi, zaman zaman şiirlerimin uzunluğunun eleştirilmesidir. Öyle şeyler varki; kısa yazılamaz.
    Sizin şiirlerinizi de bana Hazlıhan Hasköylü hanım önerdi. Kendisine hak verdim. Şu varki yeryüzünde emperyalist sömürünün sebep olduğu acılar ortak.
    Erdolusu Bade adlı şiirime yapmış oldğunuz tavsiyeleri düşüneceğim. Katkınızdan dolayı binlerce teşekkür ederim. Sevgiler.

    Cevap Yaz
  • Nazlıhan Hasköylü
    Nazlıhan Hasköylü

    Dertistan....ilk satırdan son satıra kadar anlam yitimine uğramadan, oldukça duru bir dille yazılmış bir destandı okuduğum...uzunluğuna rağmen ( yarım saat sürdü okumak, ki ben çok hızlı okurum ) her biri ötekini peşinden sürükleyen dizeleriyle kendini okutan, emek verilmiş bir çalışmaydı...kutlarım yürekli kaleminizi...

    Cevap Yaz
  • Hamza İnce
    Hamza İnce

    Yahu dost bir kıta önde bir ortada birde sonda okudum.
    bu kadar uzun yazmana ne gerek vardı,
    Anlıyana sivrisinek saz anlamayana davul zuana az:::)))
    Tabiki bu şaka,Yazdıkların her kelimenin altına imzamı atarım.Dik kalemin ve yüreğine binlerce selam....

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (8)

Mehmed Sarı