Deneme - İnanmak veya İnanmamak

Engin Çakar
714

ŞİİR


11

TAKİPÇİ

Deneme - İnanmak veya İnanmamak

İnanmak ya da inanmamak.. Bu herkesin kendi elinde olan bir kavramdır. Kimseyi bir şeye zorla inandıramazsınız.. İşte bu yüzdendir ki, cennet de, cehennem de, kişinin kendi özgür seçimine bırakılmıştır. Cehennemlikleri bekleyen hâlihazırda bir ateş yoktur. Her cehennemlik, dünyâdaki kötü seçimiyle, zulmetiyle kendi kıvılcımını canlandırır ve alevlerini kendisi götürür, âhiret kervanına...

Belki, insanoğlu önce şüphe eder, sonra doğruyu bulur. Belki de, dünyânın aldatıcılığıyla, düşünmeyi bile gereksiz bulur, ölümün soğukluğunu unutur... Peyami safa'nın dediği gibi, 'şüpheden doğmayan iman piçtir' teorisi de savunulabilir.. Ki, bir bakıma bu en mantıklı olandır denilebilir. Çünkü imanın tahkik mertebesine erilir; anneden, babadan ve kültürden alındığı gibi (taklîdi olarak) değil de araştırarak, Kurânı (tek gerçeği) derinlemesine anlamaya çalışarak ve zamanla hissederek, yaşayarak.... Belki bir serçenin kanat çırpışından, yuva yapışına kadar, doğanın her seyrinde, aklımıza gelebilecek tüm muazzam sanat eserlerini dahil edip, beyni yetkin kullanarak tefekkürün tadına varmaktır, imânın tahkik meselesi.. İşte bu da bazılarına göre şüphe ile başlar ve zamanla belirli düşünme eylemleri ve çalışmalarla kuvvetlendirilir.. Şüphe beraberinde merâkı getirir.. Her merak, doğruyu bulmak için atılan bir adım, bir arayıştır. Çeşitli araştırmaların yapılması, düşünmeye sevkettiği gibi, tefekkürün de tadına ulaşılmasını sağlar.. Bu itibarla imânın yapı taşları, sağlam temellere dayandığından taklîdi imânda olduğu gibi, her zelzelede sarsılmaz... Kısacası imânı tahkik yoluna gitmek için, beynin tüm şüphelerini gidermek gerekir.. Ki, imânımız gerçek ve kalıcı olsun da biiznillâh, bizi ebediyete dek korusun ve huzurun dinmeyen demlerine taşısın. Aksi takdirde taklîdi imânın (yâni dünyâya gözlerimizi açtığımız an itibariyle bize öğretilen, belki de dikte ettirilen inanmışlığın etkisi) kalıcı bir etken olmayacağı gibi, her an sönmeyi bekleyen bir mum misâli yanar ve bir zaman gelir ki, erimenin vermiş olduğu tükenmişliğin etkisiyle, korunamayacağı için, ölmeye yüz tutar.. İmânın tahkik meselesinde ise bir mumun etkisiz halinden söz etmek mümkün değildir. Evet o da yanan bir ateştir fakat sönmesi zor olan bir ateş; belki bir yanardağın kaynayan bağrını, buna örnek olarak verebiliriz...

İnanmak veya inanmamak bu kavram kişinin kendi elindedir. Lâkin inanmamanın da bir inanmak olduğunu unutmamak gerekir.. Aslında imânsızların da, vicdanlarıyla beraber kaldıklarında bir kaç saniye, dakika da olsa, belli süre zâfında, inanmaya başlıyor olması bize gösteriyor ki, tamamen inançsız bir insan düşünülemez. Çünkü, düşünme yetisi Halıg olan yüce Yaratıcı tarafından her insana kutsal nimet olarak sunulmuştur.. İnsan düşünmeden duramayacağı için, düşünmeyi yaratanı da bulması çok zor olmayacaktır.. Evet bulması hiç de zor olmaz; bir süre inanmaya başlar, fakat kafasındaki soru işaretleri barındıran nice şüpheleri cevaplayamadığı ve bunlarda sonuca varamadığı için, inançsızlık kuyusuna düşer ve böylelikle kaybolmaya yüz tutar, imânın ışığı... Bunun için, inancı tasdikleyerek, sönmeyen bir nûra gark olmanın en sağlam yolu, beyni karıncalandıran şüphe boşluğundan, tefekkür iksiri ile düze çıkmaktır... Tefekkürün kalitesi de bilimsel verilerin iyice araştırılmasından geçer. Çünkü, yaratılış sanatı ne kadar çok incelenip, bilimsel olarak tasdiki göz önünde bulundurulursa, tefekkür rengimiz de o kadar yeşilimsi ve sürükleyici olacaktır.. Belli bir vakitten sonra tefekkürsüz edemeyip, 'Samed' olan; her an kendisine muhtaç olduğumuz, bizlere hava veren, su veren, kısaca hayat veren; 'Hayy' olan Rabbimize daha da yakınlaşıp, bu dünyâ metasının sonu, âhiret gerçeğinin ise başlangıç noktası olan ve de takvâ ehli dışındakilere buz gibi soğuk gelen ölüm gerçeğini, sıcacık yaşayacak nitelikte, ölümün yeni bir başlangıç olduğunu anımsayarak, ferahlığın verdiği huzur içinde olunacaktır...

Tekrar etmekte fayda vardır, hiç inanmayan insan veya cin, kesinlikle düşünülemez. Elbette ki, o da bir şeylere inanıyordur. Kendisini yoktan var eden Allâh'a inanmaz belki ama, şeytana inanmıştır. Farkında olmadan şeytanın hileli kucağına oturmuştur da, bundan dolayı, morfin yemiş insan misâli, pek düşünme çabasına girmek istemez.. Ama canlı ve cansız yaratılan her sanat eseri, sürekli göz önünde olan doğa harikaları, insanı ister istemez düşünmeye iletecektir. Bu doğanın değişmez kanunudur. İnsan düşünmeden yaşayamaz.. İnsan, yaşamın her ânında düşünme eylemi sayesinde çıkış yolları bulur ve doğruyla yanlışı ayırt edebilecek kapasiteye bürünür.. Çünkü bizleri yoktan var eden yüce Yaratan düşünme yetisini, bize has kılmıştır.. Hayvanlar düşünemez... Maalesef bazı insanlar da var ki, nedense düşünmek istemez, sahip olduğu bu koca nimeti israf eder, araştırmak sıkar onu, çünkü eğer inanırsa, özgürlük sandığı, sınır tanımayan edebsizlikleri bırakmak zorunda kalacaktır...

İnanmayanları eğer görürseniz, anlayacaksınız ki, hepsinde ortak odak noktası; eğlenmeyi çokça, (hatta buna sınırsızca da diyebiliriz) seven kişiliğe sahip olmalarıdır. Yani kısaca dünyâya sıkı sıkıya bağlanmış kişilerdir. Ölümü akıllarının ucuna bile getirmezler. Ölümü düşünmek şöyle dursun, mezarlıkların yanından geçerken dahi korku doludurlar. Çünkü ölümün onlar için bir bitiş olduğuna inanırlar.. Neyse ki inananlar böyle değildir. Ölümün yeni bir doğuş olduğunu bilinir. Bu yüzden inanmayanlar gibi, deli bir korku içinde olmazlar.. Mevlana hazretlerinin ölümü 'Düğün Gecesi' (Şeb-i Arus) olarak nitelendirmesindeki rahatlık, imânına olan güveninden kaynaklanmaktadır. İmânına güvenen ölümden korkmaz çünkü... Hatta, bazen iman eden kişi, Hakk'ın aşkıyla öyle bir duruma gelir ki, Hz. Ebu Bekir gibi: "Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın" demeyi göze alır da, tüm îmân ehlinin, tüm Allâh'a inanmışların, ateşte yanmaması için kendi benliğini, tüm insanlık için feda edecek duruma gelme büyüklüğüne, yürekliliğine bürünür... Nasıl ki, meyvenin kalitesi varsa, insanın da kalitesi var; insanın kalitesi de imân merhalesi ile ölçülür.. Hz.Ebu Bekirin içten yaptığı bu duâ, onun imânının ne derece samimi ve kıymetli olduğunu gösterir.. İnsan kendi canı pahasına, diğer tüm mü'minleri kurtaracak derecede cesaret sergiliyorsa, bu ahlâkının; 'ebediyeti simgeleyen yüceliğini' gösterir. Çünkü kişi duâsının büyüklüğü ile ölçülür. İnsan kendi nefsinden sıyrılıpta ne kadar çok kişiye duâ ederse, ne kadar çok sabrederse ve ne kadar çok affedici olursa, o kadar güçlü kişiliğe sahiptir. Bu da bulunulan merhaleyi açıkça ortaya koyar...

Ahlâk kavramı herkes için değerlidir.. Hem inananlar hem de inanmayanlar için etik kelimesi, çok saf ve nârin bir kelimedir. İşte bundan dolayı iyiliği, doğruluğu; kısaca ahlâki değerlere saygılı olmayı şiar edinen kişilerin inanması kaçınılmazdır. Bunun kaçınılmaz olması; inanmanın getirmiş olduğu, iyi insan olmaya çalışma, günahlardan ve kötü davranışlardan kaçma yetisidir.. İmân etmeyen ise, daha doğrusu şeytana kulluk yapan ise, ahlâk kavramlarını tamamen dışlar. Çünkü onun düşüncesine göre hesaba çekilme yoktur ve tüm serbestliği ile her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahiptir.. Çünkü kendisine göre, kendisi; düşünen bir hayvandır.. İstediği zaman, istediği her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip bir hayvan. 'Halk içinde mahremiyetin sınırlarını aşan her şeytani pisliğin içinde, fütursuzca kaybolmak filliliyatı' diyebiliriz, kısaca misâl olarak buna.. Ortada değişmez bir gerçek var ki, sınırları aşmak, özgürlük değil derinlemesine bir felakettir.. Her şeyin bir sınırı olduğu gibi, bazen sınırları aşmak bir başarı değil, başarısızlıktır. Buna neden başarısızlık diyorum; çünkü burada edebsizliğin sınırı aşılmıştır...

İnanmayanlar için, bir ortak noktası daha ekleyecek olursak, yeterince utanmaz olmalarını, hâyadan oldukça uzak kalmalarını da ekleyebiliriz.. Çünkü haya, yani utanma fiiliyâtı, iman edenlere has bir duygudur. Bunlara neden böyle diyorum; çünkü inanmayanlar (şeytan tarafından narkozlananlar) ahlaksızdırlar. Bu bir teori değildir, bunun gerçekliği kesin olarak ispatlıdır. Şöyle çevremize iyice bir bakacak olursak, aradan ateistleri seçip ve yaşamlarına kısaca bir bakmayı denersek; yediklerine, içtiklerine, davranışlarına, güvenirliklerine, doğruluklarına uyku düzenlerindeki dengesizliklere kadar. Kısaca ahlâki düzeylerine, edeblerine göz atmak diyebiliriz biz buna.. Görülecektir ki, hiç bir âhiret hesabı planı içinde olmayan bu kişilerin, istedikleri gibi yaşadıklarını, o an canları ne isterse, sırf anlık dürtüleri ve güdüleri uğruna, utanmadan, çekinmeden yaptığını (örn: Ulu orta yapılan cinsellik ve pornografi içeren hareketler, toplum mahremine saygısızlık, kısaca; edebi yok sayan tüm davranışlar) hiçbir ahlaki terbiyeye bağlı kalmadan, kopmuş bir halat misâli, nereye gittiğini bilmeden bir boşlukta kaybolmaktadır.. Bu boşluğun derinliği, onları zamanla huzursuzluğun içinde kıvrandırmaktadır. Hem de bu öyle bir huzurluktur ki, yaşamları boyunca hiçbir zaman mutlu olamazlar. Sadece mutlu olduklarını zanneder dururlar. Hayatı geçici zevklerden ibâret sanır ve bunu zamanla böyle kabul ederler. Fakat yaş ilerledikçe nasıl bir boşluğun içinde olduğunun farkına varılır.. Ama onun için yapılmış bir çok yanlış vardır ve bunların hepsini geri dönülmez olarak kabul eder. Hiç bilmez; İslâmdaki sonsuz lütfu, ebedî güzelliği; Allâh'ın tüm günahları affettiğini ve umutsuzluğun haram olduğunu (Zümer 53) hiç bilmez, aklından bile geçirmez bunları.. Belki duyar ama farketmez.. Onların durumu: "İşte onlar, Allah’ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar gafillerin ta kendileridir" âyetindeki (Nahl 108) durumdan ibârettir. Mesela; her gün, beş vakit ezan sesini (huzura çağıran sesi) duyar kulakları, fakat beyni algılamaz.. Zaten kulak beyine iletmedikten sonra, kulak, şekil olarak kulak olmuş neye yarar ki.. Olay kulağın şeklinde değil, becerisinde, kazandırdığında, kısaca hissetme kabiliyetinde gizlidir.. Bu kabiliyet ise, insanın kendi acziyetini kabul edip, benliğini yaratanı tefekkür etmesiyle elde edilir. Aksi takdirde, şeytana en yakın huy olan kibir hastalığı ile yaşamını idame ettirerek, kibirle ölüp, hesap gününde; ahirette kervanında, dünyâdaki büyüklük egosuna karşı; küçülmesi kaçınılmaz olup, alçalma meydana gelir.. Ki, bu da; bunca zaman nimeti sunulmuşken, akıllı insanın tercih edeceği bir yol değildir.. Akıllı insan, akıl eder ve düşünür.. Gerçek bir düşünür ise araştırır. Araştıran da mutlak olarak görecektir ki, 'Samed' olan bir Yaratıcı vardır.. Samed ise; "her şey var olmak için kendine muhtaç olan, ama kendisi başka hiçbir şeye muhtaç olmayan" anlamına gelir...

Engin Çakar
Kayıt Tarihi : 27.12.2016 23:10:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


18 aralık 2016...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Engin Çakar