Deneme: (Hayallerin Dansı / Yüzleşme)

Turgut Baki
194

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Deneme: (Hayallerin Dansı / Yüzleşme)

Gene gece yarısı oldu ya, binbir türlü hayal dans etmeye başladı odamda.
Bir türlü yalnız kalamayacağım anlaşılan bu ara.

Kedi yetmiyor sanki yalnızlığımın içine etmeğe. Bütün gün bir aşağı bir yukarı koşturup ilk fırsatta sessizce gelip ardımdan pati atarak sataşması yetmiyormuş gibi tam gece olup da, ben benimle başbaşa kalacağım derken başlıyor bütün muzurluğunu sergilemeğe.

Yahu hiç yorulmaz mı bu kedi? Bu aralar Garfield diye takılıyorum ama -sanırım bir şeyi kırk kez söylersen olur derlerdi- korkarım oluyor! Resmen gözlerimin önünde kedicik Garfield’e dönüşüyor. Şimdi de nasıl etsem de devirsem şu şarap şişesini diye muzur muzur düşünüyor, gözlerinden anlıyorum. Şarap içmeğe mi niyetli ne? Oysa daha iki gün önce kadehe burnunu sokmaya çalışmış, hoşlanmamış olacak ki iki saat söylenmişti. Bak işte söylenmişti deyince hatırladım bir de ben bu kedinin ağzı var dili yok maaşallah diyordum, diyordum da maaşallahlar ters tepmiş olacak ki bu aralar bayağı dillendi bu.

Garfield konuşuyor muydu ki acaba? Tabi canım çizgi kahraman olduğuna göre konuşuyordu ama bizimkine ne oldu ki şimdi durup dururken?

Hadi kedi gel sana biraz daha mama vereyim de beni yalnız bırak.

Bir de şu odada dans eden hayallere takılmadan geçebilsem mutfağa, tüm evi işgal altına almışlar adeta.
Tüm bunların bu şarapla da ilgisi olamaz, kesinlikle eminim, eee durduk yerde neyin partisini veriyor peki bu hayaller benden izinsiz odamda?

Dur en iyisi bir kadeh daha içeyim, hazır radyoda nostalji de varken, hem onlarla ilgilenmediğimi görürlerse giderler belki başımdan. Yani kışt diyince gitmeyeceklerine göre. Hazır Garfield de yok.

Hala tıkınmakla meşgul, homurtusunu çalışma odamdan bile duyabiliyorum. Bayılıyorum aslında bu kedinin yemeği keyifli keyifli söylenerek yemesine de, çok da yememeli obez olacak Allah muhafaza. Başka türlü de ayrılmıyor ki dibimden. Elinden gelse yemeği de çalışma masamda yiyecek.

Bu şarabı sevdim gerçekten, ucuz ama kalitelidir demişti şarküterideki adam. Ev yapımıymış. Eşe dosta kıyak olsun diye senede birkaç kez getirtirmiş.

Güzel, gerçekten güzel.
Birkaç şişe alıp koymalı bir kenara.

Haydaaa, bu gürültü ne şimdi?

Hani apartmanda olsam yan ya da üst komşunun gürültüsü diyeceğim ama...

Duyduğum ayak sesleri bizim kedininki de olamaz, ne alaka, bak saçmaladım gene.

Hey Garfield bu ne telaş, neden korktun ki sen?

Kucağıma gelmek için bahanen desem, öyle patilerin popona vururcasına yüz metre engelli yarışından fırlamış gibi kucağıma pike yaparak konmazdın hiç sen.

Dedim ya bu aralar gece yaramıyor ikimize de anlaşılan.

Yok canım duyuyorum işte düpedüz! İyi de bu kim şimdi ağır ağır merdivenleri inen?

Tamam sakin ol kedi neyse ne. Gelince göreceğiz, bence sen hiç kafanı çıkarma gömleğimin altından. Hiç değişmedi bu huyun, küçükken de kaçar koltuk altıma, yatak ya da kazak, gömlek altına sinerdin.

Kim şimdi bu tüm hayalleri oraya buraya itiştirerek bana doğru gelen kişi?

Korkmam ama hayaletli hikayeleri de sevmem, nedense hüzünlü gelir bana. Hüzünlüdür çünkü eşik arasına sıkışıp kalmış zavallılardır hayaletler.

Ne oraya aittirler ne buraya. Genellikle ani ölümün şokunu atamamışlardır. Kaza, cinayet ve benzeri ansızın gelen ölümlerdir onları bu şoka, bu travmaya iten.

Dedim ya, zavallıdırlar.

Her şeyi görür, algılar ama seslerini duyuramazlar, dokunamazlar.

Kapatıp gözümüzü kendimizi koyalım onların yerine, kesin kafayı yeriz, onların da bir kısmı da yemiş olsalar gerek ki intikam almak için küçük oyunlarla korkuturlar insanları.

Aslında zayıflardır, gölgelerini bile taşıyamayacak kadar zayıf, bir yere ait olma duyguları olamadığından olsa gerek, deli divane dolaşır dururlar ortalarda.

İyi de kim bu şimdi? Sırası mı yani gece seansı hayalet terapistliğinin?

Ama bu...
Bu...
Arif bu!
Evet, Arif bu! Çocukluk arkadaşım, kan kardeşim Arif!

Bıktım bu hayal oyunlarından artık.

Ne alakası var canım? Arif’i kaybedeli nerdeyse bir çeyrek asır oluyor.
Hayalet olsaydı çoktan karşılaşırdık onunla.
Karşılaşmış mıydık hiç acaba? Bak iyice karıştı kafam.
İyi de neden bekliyor ki orada, emin olmamı mı yoksa buyur etmemi mi?

Onunla son geçirdiğim anlar belirdi birden karşımda.
Çocukluk arkadaşım, kan kardeşim Arif ve ben.

Bir okul çıkışında nereden geldiği belli olmayan kurşun yağmurlarından kaçmaya çalışarak, çamurlu toprak yola kendimizi atmış, sonra da sürünerek çöp birikintilerinin ardına sinmiştik.

Etraftan yayılan çığlık sesleri ve feryatlar silah seslerine karışmıştı.

12 Eylül öncesinin en kargaşa dolu semtlerinden biri olan Şehremini’de sıradan kahvehane ve okul taramalarından birini yaşıyorduk gene.

Kimin kime neden kurşun sıktığını bilmediğimiz günlerden bir gündü işte.

Kurşunların başımızın üstünden vınlayarak geçmeye başladığını nice sonra ardımızdaki okul camlarının kırılmasından anlamış, adeta birbirimizi korumak adına kendimizi kurşunlara siper etme yarışına girip yerlerde debelenmiş, eski kamyonetin yanına kadar gidebilmiştik.

Ta ki sesler kesilip ben Arif’i üstümden kaldırmaya çalıştığımda bana gülümseyerek bakan bir çift gözle donana kadar.

O kör kurşun dedikleri kurşunlardan biri gelip Arif’i bulmuş, daha doğrusu Arif o kurşuna, bana karşı siper olmuştu.

Çocukluk arkadaşım, kan kardeşim Arif.
Belki de yaptığımız onca güreşte ilk defa beni tuş ettiğini düşünerek gülümsemişti.

Hatırladın mı?
Ben hiç unutmadım Arif.

Bir de bostancı dedenin bahçesinde yaptığımız çocukça yaramazlıklardan sonra, mahalleye dönüşte böyle gülümserdin sen.

Gerçi korku karışırdı hep gülümsemelerine o zaman, bostancı dedenin bir gün ardımızdan gelip ailelerimize şikayet etme ihtimali hep korkutmuştu bizi.

Ama yine de gidip bostanı talan etmekten büyük keyif alırdık değil mi?

Talan dediysem, hiç bir şeyi kırmadan dökmeden ama çocukça bir yaramazlıktı bizimki.
İlla da ağaçlara tırmanır, illa da yeni meyveleri, bostandaki sebzeleri önce biz tadardık.
Olur da biz vardığımızda bostan sulanmamışsa kesin sulardık bostanı. Arada birbirimize tutardık hortumu, sen hep ıslanmaktan nefret ederdin.
Ya da yarım kalmışsa bostancı dedenin çapası, döndüğünde mutlaka bir sürpriz bırakırdık bizden geriye. Gerçi sen kaytarır en çok bana çapalatırdın ama...

Bostanı talanımıza, onu kızdırmamıza, kurduğumuz çocukça tuzaklara rağmen bilirdik ki severdi bizi, hiçbir çocuğu sevmediği kadar, hiç başımızı okşamasa da, ardımızdan fırlattığı taşlar, ettiği küfürler yine de bizi sevdiğinin göstergesiydi, böyle düşünüyorduk değil mi?

İstese gelir bizi evlerimizde bulur, babalarımıza çoktan şikayet ederdi. Ama hiçbir zaman etmedi. Hatta ilk sigarayı onun bostanında içmiştik seninle gizli gizli hatırladın mı?

Biliyordu sigara içtiğimizi. Bazen duvar dibinde içinde bir iki Bafra kalmış paketle kibrit bulurduk ya. Ve nedense bahçeyi suladığımız veya çapaladığımız günün ardına gelirdi bu tesadüf, bence dedenin küçük armağanıydı bunlar bize, sense hiç kabul etmedin böyle birşeyi. Hep tesadüftü, şanstı işte.

Sırf bu nedenle sana uyar, aynı gün meyveleri ya da bostanı talan ederek teşekkür ederdik bu tesadüfe. Küfür ve taş yağmuru ile alırdık cevabımızı da.
Nedense hiçbir taş denk gelmemişti kafamıza ve edilen hiçbir küfür de anne babamızı içermiyordu nedense. Sadece henüz tanıma şerefine erememiş olduğumuz kaynanalarımız ve tadına dahi bakmamış olduğumuz o şarap çanağı!

Bak ben artık biliyorum şarabın buruk tadını. Sana da vereyim mi bir kadeh içer misin?
Hey durma öyle orada hadi geç şöyle yanıma otur. Seni kucaklayamam biliyorsun. İmkan yok buna.
Ama seni gördüğüme sevindim en az senin sevindiğin kadar.
Hadi geç otur. Gelişin nedensiz olamaz. Ya anlatacakların vardır, ya yardıma ihtiyacın. Söyle ne yapabilirim senin için?
Devam mı edeyim diyorsun? Hoşuna mı gitti? Doğrusu benim de. Unutmuştum çoktan, yani hatırlamıyordum daha doğrusu.

Neyse nerde kalmıştık. Evet bize ettiği küfürlerden. Küfür müydü ki onlar? Bizi hiç incitmemiş, hatta hep güldürmüştü katıla katıla, özellikle kaynanalarımıza edilen.

Oysa bilirdik ki küfürün kitabını yazacak kadar ilim irfan sahibiydi bu konuda. Bostancı dedeyi tüm mahalleli ve illaki kahve halkı iyi bilirdi. Özellikle kızdırırlardı bu küfür edebiyatının baş yazarını, kızdırırlardı ki o henüz keşfedilmemiş yeni küfürleri ile methiyeler dizsin kendilerine, sonra bir kahkaha tufanı kaplasın mahalleyi bostancı dedenin davudi sesi ile karışık.

Bir okul dönüşü onu hastaneye yetiştirmeye çalışan mahallelinin telaşıyla karşılaşmıştık, sen önde ben arkada kovalamaca oynayarak daldığımızda mahalleye.

Yüreği sıkışmıştı durup dururken ve yığılıvermişti kahvenin ortasına anlatılanlardan anladığımız kadarıyla. Şimdi koca bostan bize mi kaldı yani diye göz kırpmıştık birbirimize. Üstelik salatalıklar da yeni yeni olmaya başlamışlardı ve biz bir gün önce hayalini kurmuştuk onları nasıl aşırsak diye.

Okul çıkışı bir paket tuz kapıp gitmek yetecekti ziyafet için. Kadir Dayı’nın bakkal dükkanından sersem kızı Seval’i bir öpücükle kandırarak alacaktık tuzu. İkindi namazına denk getirecek, Kadir Dayı çıktı mı dalacaktık peşinden dükkana. Ama önce yazı tura atmalıydık. Aklıma gelmişken sanırım sen hile yapıyordun ki o çilli şişman tavuğu hep ben öpmek zorunda kalıyordum. Ben yanağını bile gözlerimi kapayarak iğrene iğrene öpmeye çalışırken o inadına gözlerimin kapalılığını fırsat bilerek dudaklarını uzatıyordu bana. Saatlerce siliyordum dudaklarımı kazağımın kollarına ama yine de Seval kokuyordu burnuma. Bizden de büyüktü değil mi Seval? Saf diyorduk ama, hani pek de saf değildi sanki. Asıl sen şimdi gör o çilli şişko Seval’i. Ben gördüm, ama uzaktan gülümsedik birbirimize. Nejla teyzenin büyük oğlu Cihan’ın düğününde. Kürkler içinde alımlı bir kadın olarak geldi, kolunda kocası, kocası dedim de bil bakalım kim bizim çilli şişko Seval’in kocası? Bilemedin değil mi? Sıkı dur kesin şok olacaksın, ben oldum da! Dümbük İsmail. Hani laz müteahitin oğlu. Koca bir inşat şirketinin başındaymış.

Neyse, işte böyle!
Bir kadeh şarap istemediğinden eminsin değil mi?

Bak bu hala gömleğimin altından çıkmamak için çırpınan koca popolu tüy yumağı var ya, kedim bu benim. Cüssesine bakıp aldanma, hala şişko, ödlek bir çocuk o.

Peki anladım, sen oldum olası sevmezdin zaten kedileri ki onlar da pek sevemedi seni. Yani sen sevmediğin için olsa gerek, yoksa yanlış anlama.

İzninle hele şu kadehi doldurup bir sigara daha yakayım, devam edeceğim kaldığımız yerden. Sahi sen bunları nasıl olur da hatırlamazsın?
Hiç hatırladığın birşey yok mu bize dair?
Anladım. Tamam, sıkma sen canını.
Ben de şimdi sana anlatırken hatırlıyorum zaten çok şeyi, çoktandır ben de unutmuştum.

Nerede kalmıştık.
Sersem Seval’den elde ettiğimiz bir paket tuz değil mi?
Tuzu kapıp doğruca bostan yoluna koşmuştuk birlikte. İlk defa eve uğramadan, okul çantaları ve formalarla gidiyorduk bostana.
Hem de hiç plan yapmadan.
Birkaç gün yatacakmış ya bostancı dede hastanede, rahattık.

İlk defa duvar diplerine sinmeden, yerlerde sürünmeden ve birbirimize gözcülük etmeden rahat rahat ziyafetin tadını çıkaracaktık.
Üstelik o hep olmayı hayal ettiğimiz derme çatma kulübenin önündeki verandada duran, fırlamış yaylarının eski bir minderle kamufle edilmeye çalışıldığı sallanan koltukta tellendirecektik sigaralarımızı.

Bu konuda hiç konuşmamış olsak da, sen de benim kadar üzülüyordun aslında bostancı dedenin durumuna ve aslında ikimiz de pek keyif almıyorduk onun yokluğunda, çünkü heyecanı kalmıyordu olayın. Bizi cezbeden bu heyecandı belki de.

Bu nedenle olsa gerek, hayal ettiğimiz hiçbir şey olmadı. Kütür kütür salatalıklar, onca yemiş, hiçbirini canımız çekmemişti. Verandaya kadar rahat rahat yürümemize rağmen sallanan koltuğa oturmak da istememiştik. Bahçedeki tavukları yemleyip, karabaşın kabına köşedeki çuvalda duran kurumuş ekmekleri doğradıktan sonra garip bir buruklukla dönmüştük eve. Bu kez gülümsememiştik işte. Nedense bu kez gülümsemiyordu gözlerimiz yaptığımız yaramazlığın çoşkusuyla.

Senden çok sonraları ilk şarabı da ben onunla içtim biliyor musun?

Hatta ilk kadehi kaldırarak gökyüzüne doğru, sana selam söyleyen de oydu.

Sonra ne zaman içsek birlikte seni andık, kimi zaman kadehlerimizi, kimi zaman şişeleri senin şerefine göğe kaldırdık.

O zamanlar öğrendim bizi aslında ne çok sevdiğini. Ve bize hiç kızmadığını. Oynadığımız oyunlardan onun da en az bizim kadar zevk aldığını. Bu oyunların onun da hayatına heyecan ve renk kattığını.

Senden birkaç yıl sonra bostan da kalmadı zaten. Bir gece kahve dönüşü patlayan bir bombayla önce bacağını, birkaç ay sonraysa hayatını kaybetti. Hangi arada ne zaman satmıştı ve neden bilmem ama sözümona laz müteahite satmışmış bostanı. Neden öyleyse mahalleli kaldırdı cenazesini anlamadım. Günahı söyleyenlerin boynuna ama güya bir ketenpereye getirip bir kısmına oyun parkı bir kısmına da okul yapacağım diyerek bedavaya almış diyorlar laz müteahit koca bostanı.

Şimdi koca bir site var sanırım bostanın yerinde.

Bak sana bir itirafta bulunacağım ama kızmak yok tamam mı?

Hani mahallenin ve okulun en güzel kızı Ceren vardı ya, senin deli gibi aşık olduğun. Ne zaman görsen dizlerinin bağının çözüldüğü, dilinin tutulduğu, bu yüzden aşk mektuplarını bana taşıttığın, güzel gözlü, berrak yüzlü evlilik hayalleri kurduğun Ceren.

O hiçbir zaman kabul etmedi senden giden mektupları.
Ve hiçbir zaman da cevap yazmadı sana.
Ben yazdım hep.
Sırf sen seviyorsun, sırf sen ondan gelen her mektupla delirip havalara uçuyorsun ve sırf sen her sevinç nöbeti sonrasında tükürük köftesiyle gazoz ziyafeti çekiyorsun diye.

Hani zaman zaman pastanede Kürt böreği ile ayran ya da fıstıklı baklava ile limonata da ben ısmarlıyordum ya havalara uçarak.
Sana Almanya’da olan bir akrabamın kızına aşık oldum, çok seviyoruz birbirimizi diyordum ya.

Yalan!

Yalandı aşkıma dair anlattığım onca şey. Almanya üzerine kurduğumuz nice hayal.

Yalan!

Evlenip Almanya’ya yerleşecektim, seni ve Ceren’i de alacaktım yanımıza, koca bir aile olacaktık orda ya.
Yalan!
Evet, ilk ve tek yalanımızdı bu birbirimize söylediğimiz, ilk ve tek!

Çok sonraları öğrendim aslında senin de her şeyi bildiğini. Senden çok sonra!

Seni kaybettiğimde tam birbuçuk ay çıkmadım sokağa, okula da gitmedim üstelik, ve o sene bütünlemeye kalmadım ama zar zor geçebildim sınıfı.

Senden hemen sonra taşınmışlar Ceren’ler mahalleden, can güvenliğimiz kalmadı diyerek babası alıp götürmüş Cerenleri denizin karşı yakasına.

Sen yoktun.
Ceren de gitmişti.
Yıkılmıştım.

Gerçi kalsa ne değişirdi ki.
Ne değişirdi?

Sen de biliyorsun ki hiçbir şey!

Çünkü o senin sevgilindi, benim de bacım.
Nefret ediyordum aslında bu kelimeden, sırf bu nedenle de hep ettim biliyor musun?

Yıllar sonra karşılaştık tesadüfen Cağaloğlu’nda, okurken gazetecilik yapıyordu o da benim gibi. Ve bir akşamüstü köprüaltı muhabbetlerimizden birinde itiraf etti.
Hiç yalnız kalmamıştık o güne kadar.
Ya gazeteden, ya üniversiteden arkadaşlar oluyordu hep yanımızda.
O gün kimseler yoktu.
En soğuk kışlarından biriydi İstanbul’un.
Ayaza kesen bir soğuktu ve sulu kar serpiştiriyordu. Galata Köprüsü’nün en dip kahvelerinin birinin önüne sinmiş üşüyen ellerimizi ovuşturarak, kanyaklı çay içiyorduk birlikte.

Kokusunu soluksuz ciğerlerime doldurabildiğim tek an olan o gün, o yerde ilk defa o kadar yakın oturuyorduk birbirimize.

Kabanına rağmen üşüyordu ve ben her zamanki gibi delikanlılık yaparak, beni zatüreeden on beş gün yatıracak o hamleyi yapmış parkamın yarısıyla da onu sarmıştım.

Ayaza kesen bir soğuktu ve artık kar serpiştiriyordu.

Ben ona bu kadar yakın olmaktan, oysa içtiği kanyaklı çaylardan biraz sarhoştu.
Nerdeyse göğsüme yaslı başını kaldırdı ve gözlerimin içine bakarak, ‘’Biliyor musun? O her şeyi biliyordu’’ dedi.

Ayaza kesen bir soğuktu ve kar serpiştiriyordu, bense buz kesmiş hiçbir şey hissetmiyordum artık. Ama içim kavrulurcasına yanıyordu.

Benim senin mektubunu götürdüğüm ilk gün kızmıştı bana.
Bacım dediğimdeyse, fırlatarak mektubu ‘’Bacın değilim ben senin’’ demişti.

Ben kafamı önüme eğmiş kaskatı kalmıştım karşısında.

‘’Neden yürekli değilsin, neden sen kendin için değil de, başkasının mektubunu taşıyorsun bana? ’’ dediğinde ben çoktan ruhumu teslim etmiştim sanırım.

Sonra da hiçbir zaman onun karşısına çıkamadım, hep kaçtım.

Akranı değildi kızkardeşim ama benim üstüme konuşuyormuş onunla hep.

Beni soruyor, beni sevdiğini ve senin için yaptığım fedakarlıktan dolayı benden nefret ettiğini anlatıyormuş hep.

Evet, doğru bende hoşlanıyordum ondan, hem de çok, ama o senin sevdiğindi benim de bacım.
Çünkü sen benim kan kardeşimdin, can yoldaşımdın. Başak türlüsü yakışık almazdı.

Bu yanlıştı. Olmazdı. Olamazdı.

Hep kendimle kavgalar ettim, gizli gizli ağladım birçok gece.

Bazen sen, dilin iyi laf yapıyor senin, benim yerime sen yaz diyordun ya ona mektubu.
Benmişim gibi yazıyordum o mektubun sahibi.
Yüreğimi koyuyordum ortaya.

Ama o hiç okumuyordu, çünkü kabul etmiyordu mektuplarını.

Sonra onun ağzından yazmak zorunda kalıyordum sana, içim acıyarak ve büyük bir suçluluk duygusuyla.

Saçlarımı okşayan eliyle irkildim. Artık soğuk muydu bilmiyorum. Ama kar yağıyordu lapa lapa.

Bir anne şefkatinde duru ve sıcak bir sesle,
‘’Üzülme, ben konuşmuştum onunla,
ve kırgın değildi hiçbir zaman sana,
üstelik kendini suçlu hissetmişti sana karşı bu yaptıklarına,
ve ağlamıştı onu bu kadar çok sevdiğin için’’
dedi.

Sadece ‘’Nasıl? ’’ diyebilmiştim.

Söylediğine göre, sen aramızdan ayrılmadan bir hafta önce, Kadir Dayı’nın bakkalında karşılaşmışsınız bir gece vakti.
Konuşmak istemiş seninle ve birlikte yürümüşsünüz eve kadar.
Kabul etmediği mektuplardan, bana karşı hissettiklerinden ve benim farkında değilmişim gibi davranmamdan bahsetmiş sana.
Sen sadece susmuş ve dinlemişsin. Ve ağlamışsın sözümona. Ki ben hiç görmedim herhangi birşey karşısında senin ağladığını. Ben de ağlamazdım güya ama gene de aramızda en sulu göz ben sayılırdım seninle mukayese edildiğinde.

Ağlamışsın ama bana!
Fedakarlığıma ve senin bilmeden ne çok canımı acıttığına.

Peki, sen neden hiç anlatmadın ki bunları bana?
Hala anlamış değilim.

O günden sonra bir daha Ceren’i görmedim.
Görmek istemedim.
Sırf o nedenle de ayrıldım çalıştığım dergiden, olur da Cağaloğlu’nda karşılaşırız diye ve uzun süre köprüaltına gitmedim.

Belki de bir fırsattı ertelenmişliklerimizi yaşama adına, ama olmadı, yapamadım.

Kan kardeşimdin benim, can yoldaşım, nasıl böyle bir ihaneti yapabilirdim ki sana.

Ama sen biliyordun ya, öyle demişti Ceren, öğrenmiş, hatta gözyaşı dökmüştün benim için.

Peki neden, neden böyle bir şeyi gizledin benden?
Gerçekten bir kör kurşun mu gelip bulmuştu seni, yoksa sırf bu nedenle sen mi siper eyledin o kör kurşuna bedenini?

Bana daha fazla azap çektirme de söyle.

Neden hala anlamsızca susuyorsun ki böyle.

Yok, bu böyle olmayacak.
Bak, şişenin de dibini getirmişiz zaten.

Yeni bir tane daha açıp geleyim hemen.

Yeter artık be kedi, sıkılmadın mı gömleğin içinde? Hadi gel seni de yukarıya bırakayım, belki korkmazsın böylece. Hem benden sana izin yatağımda da yatabilirsin bu gece. İstersen sana akvaryum görüntüsü eşliğinde uydudan yayın yapan radyo kanalını da açayım, izle. Hadi kedi gel benimle.

Bak bu şarapları şarküteriden yeni aldım, ev yapımıymış bunlar, uzaktan geliyormuş.
Ucuz ama tadı fena değil.
İçmek istemediğinden eminsin değil mi?
Peki, sen bilirsin.
Ben yıllardır senin yerine de içiyorum zaten.

Eee anlat bakalım,
Nerden çıktın sen şimdi?
Desem ki günah çıkaracaksın, ama ben anlattım, sen dinledin ve üstelik hala tık yok sende.
Tamam tamam asma yüzünü.
Özlemiştim seni.
Konuştuk ve bitti. İkimiz de birbirimizin neler bilip bilmediğini biliyoruz şimdi. Rahat ol ben sana hiç kızmadım, yani belki de kızmışımdır arada ama en azından kızmıyorum şimdi. İnan bak.

Konuşmamız iyi oldu, yani benim anlatmam, için rahat olsun. Hiç yalan olmamıştı aramızda bundan başka benim bildiğim. Bunu da artık ikimiz de bildiğimize göre. Gene yok aramızda hiçbir şekilde bir yalan.
Merak ediyorsan söyleyeyim. Çoktan unuttum Ceren’i ben. Evleneli de yıllar oldu üstelik.
Gerçi ayrıyım şimdi ama üç tane oğlum var. Bir görsen! Anneleri ile yaşıyorlar Almanya’da.
Sömestr tatillerinde görüyorum dört beş haftalığına. Belki yakında bir gün alırım onları da yanıma.

Niye güldün?

Anladım!

Evet, sevdalandığım bir Almanya’lı akrabam olmadı ama ben Almanya’ya yerleşerek evlendim.
Sadece bu kadar değil hayallerimizden gerçekleşen.

Susacak mısın hep böyle?

Söylemeyecek misin bu zamansız gelişinin nedenini? Hiç değişmemişsin üstelik biliyor musun? Zamana karşı direncini mi göstermeye çalışıyorsun bana?

Oysa bir zamanlar ne çok aramış, yanımda olman için ne çok dua etmiştim.
Hiçbirine de cevap vermemiştin ve ben nedense hatırladığım onca anıya rağmen yüzünü unutmuştum senin.
Şimdi bunca zaman sonra, üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmiş bir zamanı, bugün yeniden yaşatıyorsun bana.
Söylesene neredeydin? Hep düşlerini kurduğumuz yıldız ülkesinden mi çıkıp geldin? Söyle.

Bak bunca zaman sonra bostancı dede ve bahçesi de yeniden belirdi usumda!
Gerçi yüzünü hatırlamasam da seni unutmadım ama,
hiçbir zaman bunları bu kadar net hatırlamamıştım senden sonra.

Şimdi seninle yine andım işte, bostancı dedeyi. Ve o çocukluğumuzun serpilip yeşerdiği bostanı.

Bostancı dedenin bostanı diyorum ama sen de ben de biliyoruz ki o bostan daha çok bize aitti.

Biz, sokağın aykırı çocukları o bostanda şekillendik.
Evet, ikimiz de aykırıydık. kimsenin düşünmediğiydi düşündüğümüz,
üstelik düşündüklerimize inandırdık biz.

Mahallenin diğer çocukları bizim kadar cesur değildi. Zaman zaman onlar da ziyaret ederdi bostanı ama duvar dibinden pek öteye geçemezlerdi. Biz acır da verirsek bir şeyler nasiplenir, yoksa ciğerci kedisi gibi yalanarak bizi izlerlerdi.

Kimi bizim gibi duvarlarında dizlerini kanattı, kimi topaçlarını, kimi de misketlerini sakladı.
Sadece o kadar.
Onlar o kadarla sınırlı yaşadılar o bostanı.
Oysa seninle ben öyle mi? Büyüklerin tüm yasaklarına rağmen, çocuksu düşlerimiz, takıntılarımız o bostanda konakladı.

Benim bostandaki yerim koca çınardı, hani en tepelerine şahin gibi tünediğim, seninse çınarın gölgesi, üşenirdin yukarılara çıkmaya, biraz tembeldin sanırım.
Yoksa bilirim ki kertenkele hızında varırdın en tepelere ve ben bakakalırdım ardınsıra.
En son mavi afili misket üstüne girdiğimiz iddiada bunu ispatlamıştın bana.
Ne komik değil mi? Oysa biz hiç misket oynamamıştık seninle,ne de mahallenin maçlarına katıldık birlikte. Varsa yoksa düşlerimiz ve takıntılarımız vardı paylaştığımız.

Evet, benim o bostandaki yerim koca çınarın tepeleriydi, seninki de gölgesi, diğer çocuklarınkini hala öğrenemedim. Belki de onların hiçbir yerleri olmamıştı, zaman zaman tünedikleri duvar diplerinden başka.

Ya da iyi saklamışlardı bizden.

Benim takıntım uzay ve uzaylı varlıklardı, seninkiyse bilinmedik kentler, ülkeler.

Arif, can yoldaşım, kan kardeşim, ah be Arif seninle o bostanda ne hayallere daldık. Hayallerimizde hep yıldızlar ülkesine gitmek vardı. Uzaylılar için az mı senaryolar yazdık? Nereden biliyordum bilmiyorum ama daha o zamanlar bile bir kara delikten bahsediyordum hatırlar mısın?

Ve dünyanın sonunu bekleyen doğal felaketlerle içiçe geçmiş savaşları anlatıyordum sürekli.
Sona yaklaştıkça bizi gelip alacaklardı, bir ana gemiyle terk edecektik burayı ve yıldızlar ülkesine başlayacaktı yolculuğumuz.

Yıllar sonra bu konuda yazılmış dergiler geçtikçe elime ve yaşananlara baktıkça şimdi burada olsan da görsen hayallerimize nasıl bir adım daha yaklaştığımızı diye düşündüm hep.

İkimiz de dilek tutmuştuk kara bir delikten geçerek yıldızlar ülkesine gidecektik.

Uzun zaman oldu tam hatırlamıyorum ama yıllar önce bir gece bizi gördüm rüyamda, ki bana göre rüya değil düpedüz gerçekti.

Meğer biz zaten yıldızlar ülkesindeymişiz ve o kara delikten çoktan geçmişiz. Komik değil mi?
Çünkü yıldızlar ülkesine gittiğimde çocukluğumuzu gördüm. İnan bana hepimiz ordaydık, sen, ben, bostancı dede, Tombul Hasan, Kekeç Rıza, Sinsi Murat, Erkek Necla, Sümüklü Mehmet hatta bahçedeki Karabaş bile ordaydı.
Üstelik bostancı dede nasıl becermişti bilmiyorum ama o bahçede yedi iklimi birleştirmişti.
Badem ağacından dut ağacına kadar her şey o bahçede buluşmuştu.
Sanki her meyve bir çocuk olmuştu. Oysa şimdi bakıyorum da bütün meyveler ayrı birer kök salmış beyinlerimize.
Öyle ki bazen şeftali oluyorum bazen erik, bazen üzüm oluyorum, bazen çilek..
Öyle ya, çocukluğumuz da gençliğimiz kadar karışıktı. Sen çoktan gitmiş kurtarmıştın kendini bu karmaşadan.
Her zaman bir şeylerin peşine düştük biz geride kalanlar, ya da en azından ben aradığım şeyin ne olduğunu anladığımdaysa farklı kentlerdeydim.
Hatırlar mısın? Seninle birlikte geçirdiğimiz son senenin yazıydı, siz köye gitmiştiniz, bense koca yazı babamın atölyesiyle mahalle arasında geçirmiş, döneceğiniz günü iple çekmiştim.
Her zamanki gibi yazın sonrasında bir araya geldiğimizde ikimiz de bir savaşın orta yerinde nefes almak için durmuş gibiydik.
Biz o zaman birbirimizden aldığımız güçle, hayat denilen hırçın denizin yıprattığı umutlarımızı yamalamıştık.
Şimdi senin yamaların ne durumda bilmiyorum ama benimkiler çoktan sökülmeye başladılar.
Ve neredeyse her üç beş yılda bir yamalayacak bir neden uydursam da kendime bazı
yıpranmışlıklar artık yama tutmuyorlar.
Kaç kış mevsimi geçti üstünden yıldız ülkesine göçüşünün ki bilmem gerçekten orda mısın?
Hani her zamanki küçük yalanlarınla ki şaka amaçlı beyaz yalanlardı onalar, yoksa - haşa - birbirimize hiç yalanımız olmamıştı bizim, en büyük yalanımızın günahını da zaten çıkardık biraz önce.
Hadi söyle,gerçekten yıldız ülkesinden mi geliyorsun? Yoksa gene beni kekliyor musun?
Kaç kıştır yoktun, nereden çıktı şimdi böyle ansızın çıkıp gelişin, kalacak mısın ki benimle?
Benim gelmemede çok var oralara, çünkü hala yapılması gerekenleri yapamadım daha kendi adıma.
Ama ansızın bir emir çıkar da ‘’gel’’ derlerse bilemem yıldız ülkesinin efendilerinden.
Tarih ne zamandı bilmiyorum ama gecenin bir yarısı bir postacı çalmıştı kapımı, şaşkınlığıma aldırmadan senin ve diğerlerinin kaldığı yıldızlar ülkesinden selam getirdiğini söylemişti.
Sesli postaymış getirdiği. Asıl şaşkınlığım ne gece yarısı kapımı çalan postacı, ne de yıldızlar ülkesinden bana ulaştırılan sesli selamınız, benim şaşkınlığım sizin hala o tarihte donup kalmanız.
Kolay olacak aslında kavramam, şu ‘gerçek’ denen, tenime, beynime kazınmışçasına yapışmış kalmış mikroptan kurtulsam.
Kolay olacak herşey.
Kaç kez yıkanıp arınmak istedim. Kaç kez kurtulmaya çalıştım ama olmadı. Çünkü ruhumun ve vücudumun her yerine yapışıvermiş gerçekler.

Şimdi müsaadenle kedinin mamasını vereyim, bak huysuzlandı gene, gün ışımaya başladı ya hala ayakta, aç duramaz o, bir ara sana şu koca oğlanı anlatmalıyım, hayatıma nasıl girdiğini bekle sakın ayrılma bir yere.

Sen bir şey ister misin? Acıkmadın mı hala? Şaraptan başka bir şey ikram etmek gelmedi ki aklıma.
Kusura bakma sormayı unuttum uzun yoldandı tabii ki gelişin.

Yahu dur be oğlum dolanıp durma ayaklarımın dibinde. Geldim işte. Ne açgözlüsün sen böyle.
Heyyy!
Hayaller nereye gitti?
Daha biz az önce sohbet ederken etrafımızda dans etmiyorlar mıydı?
Ne yani şimdi ben gene kendim mi uydurdum tüm bunları?
Arif..!
Arif..!
Gene şaka yapıyorsun değil mi?
Gene saklandın bir yerlere, aklın fikrin muzurlukta, bunca zaman sonra çıkıp gelmişsin ve ben seni yaşayamadan henüz çıkıp gidecek değilsin değil mi?

Arif..
Arif..

Hey koca oğlan, yoksa önce hayalleri sonra da Arifi de sen mi yuttun?

Bu ne pisboğazlık be oğlum böyle! ..

(uzun süredir karaladığım denemelerden birini sizlerle paylaşmak istedim)

Turgut Baki
Kayıt Tarihi : 7.12.2005 14:59:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Gülizar Turgut
    Gülizar Turgut

    Güzeldi.... çok uzundu ama akiciligi ile soluksuz okudum.. Tebrikler Gülizar Turgut

    Cevap Yaz
  • Ebru Delice
    Ebru Delice

    KURŞUN GİBİ VURMUŞ KELİMELER, GÜZEL ANLATIM, AKICI BİR DENEME

    Cevap Yaz
  • Leyla Akgül
    Leyla Akgül

    Çok uzun olmasına rağmen sıkılmadan okutan bir deneme...

    Zaman zaman hüzünlü zaman zaman komik...

    Tebrik ve saygılarımla...

    Cevap Yaz
  • Semayavçan
    Semayavçan

    Çık karşıma hadi hodri meydan.aramızda bir cadde var. ben kimseden kaçmıyorum. seni tanıyorum seslensen seni duyarım. ben bile,bile geldim oraya.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (4)

Turgut Baki