Hataizm
Yetmişli yılların başında yedi sekiz yaşlarında iken, babamın eti senin kemiği benim diyerek bir terzi ustasının yanına verdiği ve benim de istemeye istemeye gittiğim gün ilk kez radyo dinlemiştim. Haberlerde duymuştum Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan adını. Yakalandıklarından söz ediyordu. O zaman Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan’ın denizi gezdikleri için yakalandıklarını düşünmüş, denizi gezmenin yasak olduğunu sanmıştım. Bir kaç gün sonra benden beş yaş büyük ağabeyim ve ondan daha büyük bir kaç ağabey, bizim evde toplanmışlardı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan Hüseyin İnan adını telaffuz ettiklerini duyar duymaz, bu isimlerin bende düşündürdüklerini söylemiştim. Gülerek, öyle değil demişlerdi. Babamların “anarşistmiş bunlar” dediği bu kişileri, ağabeyler halkçı, solcu diye anlatmışlardı. Komünizmden bahsetmişlerdi yarım yamalak bilgileriyle. “Komünizm nedir? ” diye sorduğumda, bir sürü şey söylemişlerdi. Ama aklımda kalan '”bir çocuk on sekiz yaşına kadar devletçe okutulur” demeleriydi. Olay bitmişti benim için. Kesin olarak komünist olmaya karar vermiştim. Daha çok ve ayrıntılı bilgi edinmek istiyordum. Bıktıran soru sormalarım bana dayak olarak dönüyordu. Elime bir şeyler verirlerdi oku diye. İlkokul öğrencisiyim, ben ne anlarım Marksizm’den, Leninizm’den, daha Türkçe sözcük ve cümleleri telaffuz edemezken. Bilen birileri anlatsın istiyordum. Çok bilen çok, ama bilen yoktu.
Aktif örgütlere dinleyici olarak katılmaya başlamıştım. Çırak olarak çalışmak istemiyordum. Ama örgütlerdeki şahısların ayakkabılarını boyayarak aldığım parayı babama terzideki haftalığım diye veriyordum. Bu şekilde hem sevmediğim işi yapmıyordum, hem de öğrenme isteğimi gerçekleştirmeye çalışıyordum. Bir gece duvarlara yazı yazmaya çıkıldığında beni de götürdüler ve gözcü olarak görevlendirirler. Faşistlerin “Ne Amerika Ne Rusya Ne Çin Herşey Türkiye İçin” sloganının üstüne, komünistler “Bağımsız Türkiye” yazmıştı. İlk ciddi sorum “bu iki slogan arasında ne fark var” olmuştu. En yetkili olan pos bıyıklı asık suratlı ağabey, böyle sorular sormamam gerektiğini tembihlercesine elindeki fırçanın sapını kafamda kırmıştı.
“İnsanlar eşittir”, bunu öğrenmiş ve ilk ciddi eylemi gerçekleştirmiştim. Ustamın benden küçük oğlu ben çalışırken oturduğu yerden beni aşağılarcasına “bana su getir ulan” demişti. '”Ben senin uşağın değil, emeğini meslek öğrenmek için size veren bir işçiyim, kalk kendin al” demiştim. Biraz da abartarak babasına, yani ustama şikâyet etmiş, bir güzel dayak yememe sebep olmuştu. Ustanın elinden kurtulur kurtulmaz terzi makasını ustaya fırlatmıştım. Bacağına denk gelmişti. Artık vukuatım da vardı, Adım belalıya çıktı. Ufak tefek bir çocuk olmama rağmen kendine güvenen bir havaya bürünmüştüm. O olaydan sonra babam kemiğini kendisine istediği etimi bir lokantacıya vermişti. Bulaşıkçı olup akıllanmalıymışım. Görmediğim, tatmadığım yemeklerden ötürü o işi sevmiş ve biraz uzun kalmıştım. Akşamki pilavı sabah çorba yapan aşçının, “köylüler anlamaz ne versen yerler” şeklindeki söylemlerine kızmış ve lokantadan da vukuatla ayrılmıştım.
Ortaokula başladığımda Sosyal Bilgiler öğretmenimden eşek sudan gelinceye kadar dayak yemiştim. O derste kara tahtanın bir yanına Türkiye haritasını diğer yanına ise Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtaya yayıldığını gösteren haritayı asan öğretmenimiz Osmanlıyı “girdiği her savaşı kazanmış, üç kıtaya hâkim olmuş.” şeklinde anlatırdı. “Hocam nasıl oluyor da Osmanlı her savaşı kazanıyor, ama bizim elimizde kalan toprak sadece Türkiye.” diye sormuştum. Sen misin bunu soran, yer misin, yemez misin? Soru sormamaya yemin ettirmişti. O sene gece gündüz hep onun dersine çalışmıştım. Her ders özel sözlü yapardı beni, ama her sorduğunu bildiğimden zayıf not veremezdi.
Lisede okurken birbirimizin evinden çıkmadığımız komşumuzun kızıyla aynı sınıftaydık. Kızı her gece ağabeyleri almaya gelirdi. Bir gün ağabeylerinin işleri çıkmış, eve ben de seninle geleyim demişti. Biraz çekinerek olur demiştim. Çünkü o zaman bir erkeği bir kızla görseler lümpen diyerek anında benzetirlerdi. Nitekim kızla okuldan çıkmış eve doğru yürümeye başlamıştık. Aramızda en az bir metre vardı. O sırada bir kişi yanıma yaklaşmış ”pis lümpen” diyerek yirmi santimlik inşaat çivisini sol mememin altına sokmuştu. Hastaneye çiviyle gitmiştim. Çivi iki santim daha yukarıda olsaymış bugün bu satırları yazamıyor olacaktım. Sonra öğrendim ki, oğlan kıza ilgi duyuyormuş. Beni de kızın sevgilisi sanmış.
Lise bitmek üzere. Üniversite sınavlarına başvurmuştum. Ankara’ya gideceğim diye nasıl seviniyorum anlatamam. İlk defa memleket dışına çıkacağım, uzağa çok uzağa gideceğim. Hem de kırk beş kişilik otobüslerle. Ama bir sorun var. Erzurum’dan nasıl geçeceğim? Tecrübeliler, Sarıkamış’tan bin demişlerdi. Öyle yaptım. Ankara’ya gelmiştim. İşimi bitirdikten sonra dönüş için garaja gittim, Kars otobüslerinin yazıhanesine yanaşıp, Kars’a gideceğimi söylemiştim. Kars’a gitmen zor, Sarıkamış diye bilet keselim, oradan Kars’a nasıl olsa gidersin, yoksa Erzurum’da seni gebertirler diyerek biletimi kesmişlerdi. Tamam demiştim, başka ne diyebilirdim ki? O zaman Kars komünist, Erzurumlular faşist olarak biliniyordu. Karslılar Erzurum’dan geçmeden bir yere gidemezlermiş. Başka yol yok. Erzurumlular da Karslıları öldüresiye dövmeden bırakmazlarmış. Bu şekilde yıllarca süren anlamsız bu kavganın başka şehirlerarasında da olduğunu da duymuş, ancak abartıyorlar diye önemsememiştim.
Otobüse binmiş, sabaha karşı Erzurum’a varmıştık. Şehrin girişinde, sarkık bıyıklı yeşil parkalı, asker postallı beş kişi otobüsü durdurmuş, otobüsten sadece beni aşağı indirmişlerdi. Üç ay yataktan kalkamadığım, burnumun kanının durmadığı darbeleri o sabah almıştım. Ankara’da Erzurumlular her Kars otobüs yazıhanesinin başına bir casus koyup bilet numarasını Erzurum’a bildiriyorlarmış. “Kars Birlik otobüsünün on üç numaralı koltuğunda bir deste gül var, koklayın” diyerek yollanan haber üzerine otobüsten indirilip koklandığımı çok sonra bir Erzurumludan öğrenmiştim.
Lise bitmişti. Benim elimde mesleğim var ve para da kazanıyorum. Eşitlikten, hakça bölüşümden bahsederdik ama kendimizdekileri bölüşmeye gelince kavga çıkarırdık. Ben yedi sekiz yıl ter kıçımdan çıkarcasına çalışıp elde ettiklerimi, yıllarını yan gelip yatanlarla niye paylaşayım, nasıl paylaşayım? Artık bu şekilde düşünüyordum. Oysa çalıştığım zamanlarda emeğin karşılığını alsın diye işçiler, sigortalı olsunlar diye ne çok çaba göstermiştim. Komünizmin artık bana göre olmadığına karar verip, biraz daha ılımlı olan sosyalizmi benimsemeye başladım. İleride liberal veya kapitalist olur muyum bilemiyorum.
Şimdi düşünüyorum, o dönem ilk düğmesi yanlış iliklenmiş bir gömlekti. Aradaki düğmelerin karşılığı isabetli gelse de, doğru görünse de sonuç hep yanlış olmuştur. Bu düğmelerin bir kaçını da biz ilikledik ve iliklenmeye devam ediliyor. Dilerim tez zamanda bu yanlışın farkına varılır. Gömlek de eskidi, düğmeler de, iplikleri çürüdü. En iyisi yeni bir gömlek.
Herkesin böyle bir öyküsü vardır, anlattığı, anlatmadığı veya anlatamadığı. Okumaya, sorgulamaya, irdelemeye, düşündürmeye, öğrenmeye, hayata ve insanlara bakışımızdaki yanlışlarımızı giderip doğrularımızı artırmaya daha çok çaba göstererek yeni gömleğe sahip olabiliriz. Bu da şairin dediği gibi; “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey. “
Rahim TAŞ
Kayıt Tarihi : 10.3.2006 16:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!