Gelincikler ıslanırdı gözlerinde, kirpiklerinden kızıl kısrak taylar kanatlanırdı. Yanardı göğsü güneşin, şöyle dönüp bakınca Delfinyum. Ahu ahu bakışlarında büyürdü gökyüzü. Saçlarını salar sinelerinden o mavisi pür pak bedenini büker, eğilip öperdi alnından ham güzeli. Samur samur saçlarında gece başka güneşlenirdi, susadıkça, gerdanının dizisinden bir çiy taneciği aşırıp sabaha durulanırdı… Gece başka yosmaydı Delfinyum’un kollarında. İnci tanesi doğardı gözeneklerinden, ta ki güneş kıskançlığından kamaşıp, hepsini ısısıyla eritip, yeşil yosunlar aralanan vadilerden sızıncaya değin. Şeffaf ırmaklar acelesi gelmiş bakir çaylar akardı gizlerinden. Çiçekli fistanını çıkarıp ne zaman uykuya dalsa, koyaklarından gelin eteği kovalayan şelaleler dökülürdü. Sırılsıklam düşler ne güzel yakışırdı körpe kızın koynuna. Uyku onunla sarmaş dolaş, kim bilir yine sevdiğiyle hangi hayalin duvağından salınırdı ah Galanima’ya Galanima’ya. Ah Ganita, yeşillimin yosma Rum kızı, aşüfte Ganita sevdiğimi benden alan, ırağa en ırağına gölgesini bırakan gavur dölü Ganita! Kaç yalanı görmezden geldi gözleri, kaç aldanmışlığı ağlayarak anlattı, sığınıp kucağındaki oyuğa. O ağladıkça, yalezin karnı büyüdükçe büyüdü. Ah ağladıkça kaç kız, yavrum hayallerinin akıntısına kapılıp kayboldu açıklarında bulanık meçhullerin. Bir Delfinyum gördü onu birde, kuzey. Sustular şahit olmak aldanmışlığa meğer ne zor şeymiş aşka sevdaya savrulan yalanları duymak; çelimsiz bedende filizlenirken tomurcuklar, henüz sızısı tazeyken bedenin Allah’ım, meğer aşkın bir aldanmışlıktan bir yalandan ibaret olduğuna şahit olmak ne zor şeymiş! Hep buğday tarlalarına koştu bu yüzden, hep gelinciklere. Gözlerinde tutunamayan yaşlarıyla suladı gelincikleri. Yoksa kırmızısı böylesi içli olur muydu, bu kadar güzel gelinciklerin! Yeşil tepeler, dağ başları, hep mekanı oldu kimsesiz kumsallar mavisi ağaran körfezler… Yılmadı, bekledi ;bir gün ellerinde çiy tanelerinden sonsuz bir demet, aşkla gelecek olan sevgiliyi! Belki de hep yakınlarındaydı. Belki de hep kıyısından sekti, hunharca yağmalanırken düşlerinde mavileri!
O’nun gözlerinde nisan; hep yeşil sineleri olan bir peri kızıydı, sütü kar suyu kadar saf ve temizdi. Rahmet yağarken sinelerinden nisanın hep yüzünü döndü, hep dudaklarını nemlendiren yağmurun o taneciklerini emdi şuursuzca. Utanmadan açtı göğsünü aşka sevdaya. Öylesi dirildi öylesi, incelen bileklerindeki titreyişle. Saçları masmavi şarkılara haykıran nisan, sabaha çiylerini bırakarak yavrulardı kucağına Delfinyum’un. İlk şiir sancısı yine bir nisan yağmuruyla doğdu. Atilla ne güzel okşuyordu oysaki ruhu ‘’Elimden tut yoksa düşeceğim, yoksa bir bir yıldızlar düşecek…’’ Yoksa şair miydi; ondan mı içinde tırmanan o yoksulluk dile gelip haykırmaya başlamıştı içine, arasında ah neleri sakladığı dizelerin! Nitekim ilk ağrı, ilk sancının suyu geldi, ıslandı mısralar, yazdı yazdı ve yazdı aşkı gözbebeklerinin suyuna…
Sonrası ardı kesilmeyen bitmek bilmeyen o aşk dolu sevgi sözcükleri. Nereden geliyordu bunca sevgi? Yaşamış mıydı aşkı yoksa yaşayamadığında mıydı bu denli duygularının temiz oluşu, kirlenmemiş oluşu diye düşünürdü bazen. Sevmek ne kutsal duyguydu. Sevmek ah sevmek! Mayıs dallarında cıvıldarken kuşlar birbirine ve yumurtadan çıkan aşkın o sonsuz cıvıltılarındaki yavrularına, domates dilimi yedirirken gülümseyişiyle göğe dikip gözlerini ‘’Kime gülüyor derken’’ anne kuşun telaşla dalda yavrularını besleyen bu delinin yavrularına bir şey yapıyor endişesiyle ötüşünden özür dilemesi tam kuzeyliydi, Delfinyum’luktu. Kuzeyliydi, deliydi en çok. Hayvanlarla konuştuğunu gören ne demezdi ki ardından. Mayıs, bir gelin edasıyla yeşil tellerini şakırdatırken, duvağından kopan o toz kümesiyle kendinden geçer; derin bir sessizliğe bürünür ormana dalıp giderdi susup şarkılarının koca köyü inleten nağmelerini. O koca gözlerini ormana dikip andıranaların ormana yaktığı türküleri dinliyor, “Şarkılarına nota çalıyor olacaktı” ki yaprak hışırtılarının ruhunda kıpırdayan sancısıyla adeta tenini silip süpüren o konçertonun en baskın sesini duymuş olmanın derinliğiyle, birazı yeşil ,birazı mavi bir çift göze süzülürcesine göçüyordu. Kirpiklerinde bir tutam hayal yeşili ,burnunun ucunda kıpkırmızı uğurböceklerinin benekli dansı, iç içe arıların ballanan vızıltısı; ilk çiçeklerin tomurcukları çatırdarken sabaha… Sevmek ne güzel şeydi onun ruhunda hayallenen şelalelerin dizelerden uçuşunda. Bal rengi miydi gözleri, yoksa elasını yeşil bir halka çevreleyen irislerinde harelenen düeti miydi güzden kalan baharların? Kaç aşık gömülüydü o gözlere, kim bilir? Kaç kişi o gözlerin büyüsüyle kuzeye kendini sunarken yitirip gitmişti?.. Ve çığlıkları yırtılırken kumsalların, kaç kızın gözleri yüzü suyu hürmetine avuntu oldu Delfinyum’un uğrunda. Aldatmak tam burada takınıyordu ya o ürküten ifadesini. Aldatılan gerçekte kimdi? Çok sevilen Delfunyum mu, yoksa kucağına sığınıp zavallılıkla sahip olduğunun sinesinde sayıklanırken Delfinyum, sahip olunan mı? Duymak hissetmek ve yaradılış serüveninin o sonsuz senfonisini dinlemek, ruhuna yatırıp çayırları dinlendirmek, sırtında yükü anaları ve oyalı yazmasını çözüp rüzgara dilek tutmak, uğruna bir yıldızın kayacağını bile bile gözlerinde koyulaşan aşkın kararlılığıyla. Yaratan’ın huzurunda ağlamak hıçkıra hıçkıra, kalbini alıp avuçlarına ağlamak, sesini dinlenmek, bir nazlı sevgili için kanı çekilene kadar damarlarından, kurutuncaya gözlerinde lerzan gelincikleri...Ve hiçbir zaman kavuşamayacağını bile bile sevmek birisini, haziran eteklerini savura savura gelip çatmışken. Bilseydi bütün ömür beklediğinin defalarca yanından teğet geçtiğini, defalarca ona yaklaştığını ve nedenini bilmediği bir gücün varlığıyla hissettiğinin o olduğunu, böylesi haykırır mıydı içine karanlık ve kamçılar mıydı bedenini nefessizliğin hışmı? Leylak hüznü bulaşan sürmelerinden akar mıydı izlerine rastladığı sevgilinin o mağrur halleri? Kaldırımlara düşer miydi karanfiller, sevda böylesi gazete altlarında uzanır mıydı? Sahi, sevdiği böylesi mağrur olur muydu Delfinyum eğer bulsaydı Ganita’nın dar geçit, Zağnos’un ander kaldırımlarında denizini?
Aydınlandı ya bir şekilde karanlık, bakışlarıyla kesişen bakışların yanan yakan ışıyışında. O an gönlünde kıpırdayan, debisi ıslanan kuraklaşmış yatağına dolan rahmet pınarlarına değen, sevgilinin gözleriydi. Sanki yıllardır hep birlikte olduğu oydu, hiç yabancı değildi, hiç yabancı gelmiyordu bu adam. Artık o bitmeyen şarkıyı bestelemek zamanıydı, ay ışığıyla sevişen uslanışında yanıp sönen irislerinde. Notaları portelerine iliştirmek için kuzeye göz kırpma zamanıydı, körfeze şöylesi zira. Nitekim öyle yaptı, göz kırptı Kuzey Yıldızı damlarken koynuna, küçük ancak sevgilinin çenesinde derinleşen o masmavi okyanuslarca açıklara süzülen, derinliği sığlarında saklı gülümseyişiyle.
Deniz gözlerine verdi sırtını, yaslandı senliğine sevdanın. İster kabul görsün, isterse görmesin çılgın ya, adı delikanlı ya; alacak sevdiğini hiçe sayıp erlik makamının şanını, daldı o sonsuz bestenin senfonisine! İspinozlar, isketeler, ah yağmur sonrası gözeciğini bedenin taşıran karatavuk ötüşleriyle yaslandı billur ırmakların çağlayan dügâhlarına! Rüzgar bir es bastı, dağıldı etekleri yârin suyuna. Baldırlarında okşanırken suyun dokunuşları, saç uçlarından damlayan su damlacıklarından havalandı su gövde kuşları filizlerinin. Boynunda birkaç saniye durup yerinde dönen su; kendini sinelerinden vadilerine doğru bırakıyordu. Yosunlar şımarıyordu ayaklarının altında ve su aynı hızla vadilerinden şelalelerce dökülüyor, şarkıları susuyordu kaynağına sevgilinin. Şapşallayan sevgili bir düş gördüğünü sanarken suyu, Delfinyum’un o saf boynunda duraklıyor, yerinde birkaç kez döndükten sonra sinelerinin üzerinden vadilerine süzülüyor, bakire bir şelale gibi haykırarak kaynağına çarpılırcasına geri dökülüyordu. Kabardı göğsü, kar tanecikleri tutamlanmış göğsünde ağaran kuşların sevinci miydi, yoksa yılların yorgunluğu mu bilinmez ya; debisini aşan suyunun altına Delfinyum’u alıp derinliklerinin akıntısına aldırmadan, öylesi gusletti, yüz sürdü çağlayanlarına safir gözesinin suyu karışırken Delfinyum’la ruhunu. Sonra çekildi kısıldı gözbebeklerinde aralığı vaktin, derken derinliğinde hep düşe kalmanın ağırlığıyla açtı gözlerini Delfinyum.
Gözleri, ah Delfunyum’un o ceylan gözleri… Okyanusları bakışlarına sığdıramayan sevgiliyi, ışığına sığdıran gözleri… Şafağı koynundan öptüğü, izlerinde tutuştuğu, inadına kuzeyin, sevdiğini güzden kalma koynundan öptüğü, teninde beyazlattığı, gurbeti yakınına mızraplarıyla çizdiği gözleri… İçine yansıdığı geceyi kozasından yırtan, kuşluk bağırtısı gelen fısıltıları çırılçıplak bir dokunuşla Kule’nin duvarlarında okşanan yalnızlığına sevgilinin resmeden seviyorum, aşığım, aşığım, aşık… diye buğulanan gözlerini Boğaz’a haykırtan susamışlığına tan çığlıklarının yağan gözleri… Harelenen çalkantısıyla duvarlara yansıyan ah! Yüreğiyle sevişen gözleri…Yıldızlarla içselleşen valsini galâksinin, sevgilinin hayaliyle kuşanan Delfinyum’un gözleri…
ne ayıldım
ne ayılabilirim
ne ayılmak isterim
başım ağır
dizlerim parçalanmış