Üçyüz Bin yıl öncesinden başlayan bir tarih.
Ve Üç Bin yıllık Şehir olma ömrü ile sahih.
Tarih; M. Ö. 3000 Yılı.
Ne, Neolitikler ve nede, Kalkolitikler farkındaydı,
Ne yaptıklarının ve neyi neye hazırladıklarının...
Megaralılar ilk temeli atarken, şehir seviniyordu,
İstilalara uğradığında yaralanıp, canı yanıyordu.
Delfi Tapınağında kör bir kahin görüyordu;
Şehrin Sultanının, serfirazının kim olduğunu.
Şehir Dilsizdi ama sabırla, özlemle bekliyordu,
Üzerine basacak o mübarek adımlar ile sahibini.
Bizantion, bazen sabırsızlanırdı çatlardı sıkıntısından,
Beklediği ne Vespasianus, nede Septimus Severus’tu.
Çocuğa hasret, kısır bir kadından farksızdı hali,
O’ Nerede diye, Dalgalar her gün döverdi sahillerini.
Canı yanıyor, hicabından ağlıyordu Constantinopolis...
Şereflenip, Onurlanacak, hayat bulacaktı,
Bağrına basarsa, O biricik sevgiliyi...
Tarih; M.Ö. 700. Yıl
Hükümdarlar, kumandanlar sızısını dindirmek için,
Hipodromlar, mabetler yaptılarsada, avunur gibi olsa da,
Yinede dindiremediler acısını...
Cünkü onun istediği sendin! ..
O, yani Constantinopolis seni bekliyordu.
Her gelen, beklenen benim diyerek hışımla vururken,
Sinesinde toplar patlıyor, kan gölüne dönüyordu.
Ama o, ölmemeye and içmişti,
Seni görmeden, tarihten silinmeyecekti.
Tarih; M.S. 670 - 1453
Zaman bir yıldırım hızıyla, kendisinden düşerken,
Eyüp El Ensarinin gelişiyle, umutları yeşeriyor.
Fatihin gelişi, senin geleceğini müjdelese de,
İniltisi durmuyor, seni sayıklıyor, seni özlüyordu…
Yapılan camiler, göklere yükeselen minareler,
Çeşmeler, köşkler, saraylar hanlar ve hamamlar,
Hiç biri mutlu etmiyor, sevindiremiyordu istanbul’u! ..
Yavuzlar, Süleymanlar, Ulu hakanlar…
Hiçbiri şereflendiremiyordu, bu abide şehri.
Hatta payitahtlık verdilersede,
O, sadece ve sadece seni diliyordu Alemlerin Rabbinden.
Ve Tarih; M.S. 1978
Beklenen sevgili mevlana şehrinde,
Dünyaya teşrif ederken,
İstanbul onun ağlama sesi ile kendine geliyor,
Üçyüz bin yıllık hasretin gözyaşlarını silerek,
Süslenip hazırlanıyordu.
O sevgilinin ayaklarına kapanmak için!
Tarih; M.S. 1985
Nihayet beklenen an gelip çattı!
O Edalı ahu, O esmer dilber
O Dudağı kevser havzı
O Alnı pak, O, Başı dik melike
O Teni gül, dişi mercan
O Ulu necm, O, kıble mihmandarı
O Nuru ayn, O şahı dilan
O Çekik ve Ela gözlü,
O Bayan nikotinyus
O İffet ve İzzet abidesi
O Letafet ve Zerafet deryası
O Eczai gönül, ruhu revan
O Kainatta eşi benzeri olmayan Sultan,
İstanbul’u şereflendiriyordu artık! ..
Henüz 7 yaşında ve bütün masumiyetiyle
Üzerinde bir kumrunun ürkekliği olan haliyle,
O, istanbul’a şaşkın, şaşkın bakarken,
İstanbul yılların hasretiyle afalayarak,
O uhrevi zerafeti seyr ediyordu.
An bu an, gün bu gün diyerek,
Dalgalar denizin üzerine çıkıp,
Onu görmek için birbirini eziyordu.
İstanbul kendi dili ile bütün yıldızları başına toplarken,
Dünyanın diğer şehirleri, hasedinden çatlıyordu.
İstanbul artık başı daha dik ve daha mağrurdu.
Eyüp sultan tebssümle bakıp,
Bu muhabbetin hiç bitmemesi için,
Allah’a iletilmek üzere,
Dualarına Rasullulahı aracı ediyordu…
O şakın, istanbul ise sevinçten ağlıyor...
O, ayakları ile istanbul’u okşarken,
İstanbul onu, O minik ayaklarından öpüyordu.
Toprağın her santimi,
Her zerresi üzerime bas diye feryat ediyor! ..
Onun bastığı her karış toprağın her zerresi,
Sevinç çığlıkları atarak, gülbahçesine dönüyordu.
Eda yürüdükçe,
Minareler eğilip onu selamlıyor,
Camiler kapılarını açmış,
Gel bize mihrap ol diye onu buyur ediyordu.
Fatih gıpta ederken,
Yavuz;
Sunduğu mukkades emanetlere karşılık,
İstanbulu bu kadar sevindirememiş olmanın
Şaşkınlığı ile türbesinde donup kalıyor,
Muheteşem süleyman ise kabrine sığmıyordu.
Ayasofya Dilini ısırıp, kıpkırmızı kesilmiş bir halde duruyor.
Topkapı sarayı;
Safiye sulatanların, Nurbanuların, Hürremlerin
Birer kopya, birer müsvede olduklarını,
Kadınlığın aslını görünce anlıyordu.
Çırağan ve Dolmabahçe...
Onlar; Bu dilbere secde etmek için yıkılırken,
Kemerler yüzyıllarca suya hamallık ettiklerini,
Bu Billuru, Bu Ab-ı Hayatı görünce anlıyordu.
O nazen, O letefet rahatsız olmasın diye;
Vapurlar böğürmeden süzülür,
Boğaz en haşin dalgalarını yutup,
Eda geçinceye kadar nefesini tutuyordu.
Bütün deniz mahlukatı; ona dokunabilmek için,
Geminin etrafında çırpınıp dururken,
Yunuslar bir birleri ile yarışıyordu.
Ve İstanbul;
Artık daha asil ve daha mesuttu.
Koynuna aldığı Sultanlar ile hükümdarlara,
Hiç bu kadar sevinmemişti,
Edayı bağrına basarken duyduğu sevinç kadar...
İstanbul artık istanbul’du, ve artık tamdı.
eşi ve benzeri hiçbir yerde olmayan,
Eda’sı vardı! ..
Delfi Tapınağında kör bir kahin bile görürken,
Şehrin Sultanının, serfirazının kim olduğunu.
İlahi dergahın kapısında seni niyaz eden ben,
Ben neden göremiyeyim, gönlümün sultanını.
28 Ağustos 2011 Saat: 03:34
Ramazan SarıtemurKayıt Tarihi : 28.8.2011 03:36:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
kadar geçen zaman diliminde, şairle şiirinin arasında yaşanan ilişkiyi kimse bilemez......Bu nedenle bazı şiirlerin dilini çözmemiz manasını
tam olarak yorumlamamız asla mümkün değildir,
zira yorum yapılsa bile her zaman yanılma payı
mutlaka vardır..........Yanılmamak adına yorumumu bir başka şiirinizde kullanmak istiyorum izninizle............SEVGİLERİMLE...........
olması gerekenden biraz uzun soluklu fakat okuması
haz veren müstesna bir şiirdi.
tebrikler ve de saygılar sunuyorum...HŞT
TÜM YORUMLAR (6)