Déjà Vu! Şiiri - Feride Özmat

Feride Özmat
25

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Déjà Vu!

______________Uğurlar olsun Ali Çezik... Mekânın ışıkla dolsun...

Tam karşıya bakıyordum, ulu servilerden birinin gölgesinde duran Mustafa’ya... Boynu büküktü. Gözleri ayaklarının dibindeki çukurdan ayrılmıyordu; küreğin içine toprak atıp durduğu ve giderek doldurduğu çukurdan... Burun deliklerinin hızla açılıp kapandığı, gözyaşlarını tutmaya çalıştığı ta uzaktan, bulunduğum yerden fark ediliyordu. Bakışlarımız karşılaştı birden.

“Dostlarımızın yaşamı olduğu kadar ölümü de bizim bir parçamız...” demişti daha o sabah. Biraz düşündükten sonra hak vermiştim ona. Öyle ya, yaşamımız sadece bizim olmadığına göre ölümümüz de yalnızca bize ait olamazdı. Tek başımıza değildik çünkü... Birlikte olduğumuz, görüştüğümüz, konuştuğumuz, tanıdığımız veya çalıştığımız kişiler vardı. Onların içinde de yaşıyorduk bir anlamda, iyi veya kötü yönlerimizle...

Etraf toprak kokuyordu. Islak, derinlerden hızla yükselerek çevreyi saran ve bize geçmişte kaybettiklerimizi hatırlatmanın yanında, yaşadığımız taptaze ayrılığa acımızı karıp insanın genzini olduğu kadar yüreğini de yakan arsız bir kokuydu bu.

İçimden sürekli “Déjà vu! ” diyordum. “Déjà vu; déjà vu! ”

Daha geçen Aralık değil miydi kulaklarımda benzeri sesleri, burnumda benzeri kokuyu duyduğum? Ve ondan önceki Mart ayında ağabeyimi annemle babamın yanına yatırırken gene aynı hüzünlü kelimeler etrafı sarmamış mıydı? Şimdi Ali’ye mi gelmişti uğurlanma sırası? Daha çok erken değil miydi ailesine, dostlarına, yaşama vedâ etmesi için?

Aldığımız bu son darbeyle öylesine sersemlemiştim ki içimde kabarıp duran isyan sözcükleri dışarı çıkmakta zorlanıyor, boğazımda çöreklenip beni biteviye dağlıyordu. Gözlerimin önünden eski günlere, özellikle de geçtiğimiz yaza dair kareler geçiyordu, aklımdansa ne zaman kağıda döküleceği belirsiz hazin dizeler...

Çevredekiler dingin ve pürüzsüz bir gölde demir atmış gibi duruyordu. Yan yana veya ardı ardına dizilmiş; başları öne eğik, gözleri yaşlı... Belki öbür dünyaya göçmüş olan sevdiklerini düşünüyorlardı, belki de bilemedikleri geleceği ve geleceğin kendilerine getireceklerini... Bense yakın geçmişi tekrar yaşıyordum; Prinkipo’daki dostlarla paylaştığımız, daha dün kadar yakın olan günlerimizi... Esmer yüzünde hınzır gülümsemesi, iri cüssesi ve hafifçe seken ayağıyla, Ali’nin Prinkipo'nun bahçe kapısından ağır ağır girişini... Ahşap masalarda oturan ve kimi yemek yemekte, kimi tavla oynamakta olan dostları selamladıktan sonra içeriye doğru seslenişini...

“Mustafa'm güzel kardeşim! Yay bakalım şu çuhayı da sana bezik dersi vermeye kaldığımız yerden devam edeyim.”

Başımı önümdeki kitaptan kaldırmadan anlardım kim olduğunu. “Hah! ” derdim okuduğum iki satırın arasında, “Bu Ali! Galatasaray Lisesi’ne girdiğim ilk günlerde tanıştığım, yıllarca karşılıklı sınıflarda okuduğum, sonraki senelerde pek sık görüşememiş olsam da hiç unutmadığım ve uzun yıllar sonra Büyükada’da karşılaştığımızda sanki bir gün önce ayrılmışız gibi konuşmamıza kaldığımız yerden devam ettiğimiz dostum…”

Ali, Mustafa ve ben... Neredeyse kırk yıldır dosttuk. Ve ne kadar benzerdik birbirimize! Ada, bizim için olduğu kadar Ali için de sonsuz huzur demekti, mutluluk demekti; dostlarla geçirilen tasasız günler demekti. Geçtiğimiz yaz boyunca sanki yeni bir hayatı kurguluyor gibiydiler Mustafa’yla. Briçte ve bezikte kendilerini geliştirme, değişik lisanlar öğrenme ve yeni kitaplar okuma planları yapıyorlardı.

“Bu kış benden kurtulamayacaksınız.” demişti Ali, Prinkipo’ya son gelişinde. Artık emekli olmuştu ya, dilediği kadar uzun kalabilecekti orada. Gözbebekleri ışıltılar içindeydi o gün.

Ya sonra? Sonra ne olmuştu da kader onu bizden uzaklara sürüklemişti? Hem de bu kadar erken... Ve aniden!

Dua kelimeleri kulaklarımızdan yavaşça uzaklaştı; koyu yeşil ulu ağaçların ve mermerleri zamanla yeşile dönmüş mezarların arasında taşlaşmışçasına duran kalabalık kıpırdadı; ağır ve sessiz adımlarla mezarlığın kapısına doğru yöneldi. Gidiyorlardı; Ali’yi yalnızlığıyla baş başa bırakıp evlerine, kendi hayat gailelerine dönüyorlardı. Yaşamın gereğiydi bu çünkü... Ölenle ölünmüyordu.

Sonra düşündüm. Ölüm son muydu, yoksa yeni bir başlangıç mı? Çevremizdekilerin gördüğü, bildiği ve içimizde yaşayan dünyanın nihayeti olabilirdi ölüm ama geriye duygularımız, düşüncelerimiz, yaptıklarımız ya da söylediklerimiz, hatta gelecekle ilgili kurduğumuz hayaller kalıyordu ki hepsi dostların anılarında yaşıyordu. İçimizdeki sona erse bile, ardımızda bedenimizin var olmadığı bambaşka bir dünya bırakıyorduk. Öyleyse ölüm, son değildi.

Karşıdaki servinin altına baktım yeniden. Mustafa hâlâ oradaydı. Bakışları karanlığa göz kırpıp duran yıldızlar misali yanıp sönüyordu. İçinin parçalandığını, haykırışların boğazına doğru hızla tırmandığını adım gibi biliyordum. Kaybedilen her yakının ardından hissedilenlerdi hepsi ama bu defaki her ikimizi de hazırlıksız yakalamış, yüreğimizi baş edilemeyecek kadar güçlü isyan dalgalarıyla karşı karşıya bırakmıştı.

Yosun tutmuş mezar taşlarının arasından geçip ona doğru ilerledim; uzanıp elini tuttum. Tenine dokunmamla gözyaşlarının akmaya başlaması bir oldu.

“Gitti! ” dedi. “Lise yıllarımızdan bu yana birlikte geçirdiğimiz güzel günler de onunla beraber gitti! ”

Dönüp arkadaşımızın üstünü örten ıslak ve kabarık toprağa baktık. Ve hayalimizde özenle yetiştirdiğimiz bir çift sarı-kırmızı karanfili usulca kopartıp taptaze mezara attık. Sonra, gün batıp yollar karanlığa gömülüne dek, hiç konuşmadan akşama doğru ilerlemeye başladık.

Dalların arasından sırtımıza vuran güneş ışınlarının sessizce solduğunu anımsıyorum en son...

Gerisi, yok...

28 Ekim 2008 / Üsküdar

Yitik Ada Günceleri
Adalı Yayınları / Eylül 2009

Feride Özmat
Kayıt Tarihi : 11.11.2008 21:09:00
Feride Özmat