Dalkavuklara Açık Mektup
Temelini attığım, başladığım, devam ettirdiğim ve en sonunda finalini
getirdiğim hiçbir şey sessiz sedasız gerçekleşmemiştir. Büyük bir
tutkuyla, istek ve inançla vardığım bu topraklarda, hayallerimin
kilometre taşlarından birisi olan Manas Üniversitesinden, bugün için
umduğumu bulamamış şekilde ayrılıyor ve Türkiye’ye dönüş yapıyorum.
Buradan ayrılıyor oluşumla beraber bilinmelidir ki; Türklüğü de,
Türkçülüğü de, Turancılığı da, vatanperverliği de, her türlü bağlılığı ve
inanışı da, adını zikrettiğim üniversite ile birlikte çöpe yolluyorum.
Sadece yazar kimliğim ve şairliğimle, filozofluğumla anılacağım. Nasıl ki
2 yıl önce bu yolculuğa çıkarken yakınımdaki insanların “oraya gitme”
deyişlerini dinlemeyip, kendi bildiğimi okumuşsam, yine aynı durum
cereyan ediyor olsa bile, çevremdeki dostlarım bana “etme, kal, sin.”
Diyor olsalar da, yine, düşüncemdekini uygulayacağım. Beni bilenler,
yüz yüze iki sohbet çevirdiğimiz herkes beni tanır bir nebze olsun. Ben;
dürüstüm, netim, lafımı esirgemem, dosdoğruyum, nasıl görünüyorsam
oyum. İçim de dışım da birdir. Benim asıl meselem ve barış yapamayacağım kişiler, bilim adamı kılıklı siyasilerdir. Bilim adamı kılıklı
politikacılardır. Ve bu üniversiteden ayrılıyor oluşumun temelindeki problemlerden birisi budur. Diğerlerindense ilerleyen demeçlerimde bahsedeceğim.
Bu nutkum, aynen bu şekilde, imla düzeni bozulmayacak haliyle
tarihe not olarak düşülsün, kaydedilsin.
Söylemlerimin hiçbirinde zorla bir inandırma gayesine girişmeyeceğimi biliniz. Yalnızca, “bahsedeceğim” ve tümceler savuracağım.
İsteyen, istediği şeyi heybesine alacak, bu kadar. Birilerinin beni
yanlış anlaması ya da doğru anlaması, yahut da birilerinin benimle
kesin manada, %100 aynı fikirde bulunması umrumda bile değildir, biliniz. Ne, yermeleriniz mühimdir benim nazarımda ne de
methiyeleriniz. Zaten acun içerisinde birbirinin üstüne basmaya
çalışıp, sözgelimi içten içe yukarılara tırmanmak dileğinde olan
kişiciklerin hiçbirini ciddiye almamanız gerektiğini biliyorsunuzdur
diye düşünüyorum. En azından ben, bu görüşteyim.
Savuracağım bazı cümleler gönlümden, bazılarıysa zihnimin en
derinliklerinden çıkmış olacak. Yani hem duygusal, romantik ve
dürtüsel, hem de akılcı bir yaklaşımla gerçekleştireceğim bu konuşmayı. Bu arada ekleyeyim, ben uzatmayı severim. Dileyen çıkıp
gidebilir ve yüzüme bakmayıp, beni ezip geçip, okumayıp, dinlemeyip kendi işlerine yönelebilir. Burada bahsedeceklerim benim
açımdan önem arz ediyor olsa da, bilmekteyim ki hiçbirimizin hiçbir işi, herhangi bir önem taşımaz. Önemli ya da değer içeren hiçbir
şey bulunmaz burada, bulunduğumuz evrende. Tamamıyla kendi
sahteliklerimizin, tasarılarımızın, gerçekliklerimizin içerisinde bir
soluklanma, var olma alanı yaratmışız ve hakikat dediğimiz şeyi,
değer yargılarımızı da ona göre belirlemişiz. Oysa ki dünya yüzünde
ve evrenin herhangi bir köşesinde ama nerede olursa olsun, hakikat olan tek şey: hakikatin olmamasıdır.
Tüm bu sözlerimin üzerine ekleyeyim şunu: unutulmamalıdır, her
şeyde biraz tutarsızlık ve çelişki vardır. İyi dinleyiniz…
Şimdi… Bir sorum var.
Her şey pek bir yerli yerinde, sağlıklı, normal, düzenli ve sorunsuz
gözüküyor değil mi? Değil mi, “sayın” ayaktakımı? Yönetici kısmı,
sevgili koyunlar ve kuzucuklar… Çoban görünümlü itler ve yamaklar, tanrı görünümlü; güce tapan sahtekar ve dalkavuklar. Yaşı ileri,
zihni geri olanlar. Ahlaklıymış gibi davranıp perde arkasında farklı
bir kostüm giyenler. Her şey süper, harikayız, en iyisiyiz, en hak
olanız, en doğru olanı biziz değil mi? Münafık ve dalkavuklar! Ha!
Ne kadar küçük olduğunuzu, ne kadar işe yaramaz, beş para etmez, çürük olduğunuzu biliyorsunuz. Ne kadar geridesiniz, ne kadar alçaktasınız ve ne kadar alçaksınız farkındasınız, ayaktakımı.
Kendinizi inandırdığınız dünyanın sınırları içerisinde kalsaydınız
eğer, bu ithamlarımla karşılaşmayacaktınız. Bilinmelidir, hiçbir
türlü inanç dikte edilmemelidir! Türkiye’de de olsun, bulunduğum
bu bölgede de olsun, temel problemim hep: bazı kişilerin ve cemiyetlerin, inancı rasyonelleştirmeye çalışması olmuştur. Bir yerde
dikte varsa, orada yozlaşma vardır. Ama yine bilinmelidir, bir yerde
yozlaşma varsa, orada aydınlanma da başlayacaktır. Bir diğer çürük
takım da, her şeyin farkında olup yine de ses çıkarmamayı ve susmayı tercih eden, hatta yüreği seninle olsa da, sırf çıkarı için sana
karşı tavır alan şeref ve haysiyet yoksunu zavallılardan oluşur.
Serhat şunun farkına vardı: Toplum, çevre, salonlar, dünya denilen
şey, sefil bir tiyatro oyunudur; ilgi çekmeyen, yalnızca makineler,
kostümler ve dekorlar sayesinde biraz tutunan, kötü bir operadır.
Burada görmüş geçirmiş olduğum şeylere ve analiz edip de ulaştığım yargılara açıklık getirmeden önce, sonraki yaşantımla ilgili öngörülerimi paylaşayım sizlerle. Hatta öngörülerden önce, şu an
içerisinde bulunduğum durumu özetleyeyim kabataslakça…
1. Resmiyetten-Resmilikten olabildiğince uzak kalmayı istiyorum.
2. Akademik anlamda “başarı” ihtiraslarım yok.
3. Sözlerimin, şiirlerimin, bestelerimin ve kitaplarımın birileri
tarafından kabul görmesi yahut da kabul görmemesi hiç mi
hiç önemli değil.
4. Kendimi herhangi bir yarışın, dostluğun ve düşmanlığın
içerisinde görmüyorum.
5. Kendimi sadece “Çepni Serhat Öztürk” olarak kabul ediyorum ve varoluşçu bir tavır takınarak, bir süre daha yaşamımı sürdürebilmek adına yazarlığa ve şairliğe, filozofluğa
soyunuyorum.
6. Toplumu bir hastalık olarak görüyor ve kendim için bireyciliği savunuyor, hoş görüyorum.
7. Kendimi geçindirebileceğim kadar akça temini bana kafidir.
Kendime has, kendi iç dünyamla baş başa kalabileceğim bir
oda bana yeterlidir. Bir döşek, bir çalışma masası, kitaplık,
eserlerimi yazabilmek ve toparlayabilmek adına bir laptop
beni tamamlar.
8. Önemli olan şey, akademideki birkaç yaşlı moruğu tatmin
etmek ve onların gerçekliklerine ve doğrularına hitap etmeye çalışmak değildir. Mühim olan şey, onların takdirini
kazanmak değildir, insanları etkileyebilmektir.
“Tam bir bilim adamı” olarak değil, en iyi tabirle sanatçı
olarak yaşayıp öleceğim.
9. Tüm bunlardan dışarı, bilmenizi isterim… Türklük bunlara
kaldıkça, din bunlara kaldıkça, bilim bunlara kaldıkça, sanat
bunlara kaldıkça, bütün her şey onların yönetmeliğinde
olduğu sürece ben de Çepni Serhat olarak, sadece “hiçbir
şey” olacağım. Ve, “hiç’ti, gitti, bitti.” Diyeceksiniz. O kadar. Beni en çok şaşırtan da; dünyanın pek çok ülkesini gezip görmüş, kültürünü tanımış, akademide geldikleri mevki
dolayısıyla da çok fazla kitap okuduklarını düşündüğüm
sözde profesörlerin ve diğer bir takım ünvanlı kişilerin, kelimenin tam anlamıyla embesil olarak kalmalarıdır. Bir kişioğlu dünyayı yalar yutar, yetmiş yaşına merdiven dayar,
o kadar görür geçirir fakat nasıl olur da dogmatizmden sıyrılamaz! Bu bir soru değil, isyandır, haykırıştır efendiler.
Sahtelikleri, yarı cahillikleri, yobazlıkları, boş egoları, altı
sağlam olmayan ve şişirme-abartı reklamları, omurgasızlıkları midemi bulandıran bu tuhaf insanların arasında bir
dakika daha olsun kalmak istemiyorum.
Ekleyeyim, bir cümle daha savurayım. Bu, benim düsturumdur… Kabul edip etmemeniz önem arz etmez, duymuş
olmanız yeterli olacaktır bana:
“Yaşam içerisindeki hiçbir şey, hiç kimsenin tekelinde değildir ve olamaz da. Hiç kimsenin bir sözü, bir hareketi, ya
da örneğin herhangi bir olgu, hiçbir şeyin kesin ve net olarak belirleyicisi-bağlayıcısı olamaz.”
Fakat içinde bulunmuş olduğum kurum, o kurumun içindeki şahıslar da kendilerini en hak gördüklerinden, bunaldım
ve sonuç olarak ayrılma kararı aldım. “Kendini en hak olarak görmek” deyimini şöyle ifade edeyim: Soru sormak istediğiniz zaman, parmağınızın indirilmesi talep ediliyor.
Devamında da hocalar, özellikle bazıları, ulaşılmazlıklarını
sürdürüyorlar. Bir tartışma içerisine giremiyoruz. Bir soru
sorduğumda hocamın gözlerimin içine bakmayışı, bana ve
sorularıma karşı umursamaz şekilde tavırlar takınışı, bütün
sözlerimi ve yönelttiğim cümleleri aşağı görüşü, beni hor
görüyor oluşu ve yukarıdan bakışı, kısacası: beni yıldırdı. El
pençe, saygıda kusur etmemeye çalışarak yaklaştığım her
dönem, kendileri tarafından ezildim. Ve bu sebepten ötürü, saygı kavramını, görgüyü de sorgulamaya başladım. Bu
gibi domuzlara hak edecekleri en iyi cevap kalem ile verilebilirdi, ki yazdım. Akabinde yayımladım da. Hocalarımızla
bizim aramızdaki engeller başlıca şunlardı: Para, mevki,
ideoloji, kasaba zihniyeti, liyakatsizlik. Ve ben, hep bendim. Bu saymış olduğum barikatları onlar kurmuşlardı. Far-
kındalardı, biliyorlardı ki benim eleştirel zihnim ve dile getirdiğim sorular hatta sorunlar, diğer öğrencilerin de akla
başvurmalarına sebep olacaktı ve huzursuzluk baş gösterecek olsaydı, icabında makamlarından, fonlarından ola-
caklardı.
Birisi bir taraftan Türkçülük-Turancılık güdüyor, ama hoca.
Diğeri İslamcılık yapıyor, ama hoca.
Sözgelimi, ikisinin de canı cehenneme.
Üniversite nedir? Öğrencilerin ve eğitimcilerin, üniversite
eşiğinden girdikleri takdirde takınmaları gereken tavır nedir? Serhat, niçin bu coğrafyaya, Tanrı Dağlarının eteklerine geldi de Türklük sevdasından, aşkla bağlı olduğu Turancılık ideolojisinden vazgeçti, döndü? Hem de şu an için bu dönekliği iftiharla, kıvançla savunur,
övünürüm de.
İdeolojiler, demek böyle küçültürmüşler insanları. Şahit
oldum, gözlerimle. Fanatikliğin, bağlılığın her türlüsü,
koyduğumuz maksatların en ulusu, bizi hep küçültür.
Maksat koymak insanı yüceltmez, kendinizi tatmin etmek-
ten başka bir şey yapmazsınız. Maksatlar, kendi varlığınızı
ve kimliğinizi, beninizi ortaya koyabilmeniz için içsel olarak,
çoğunlukla farkında olmaksızın tutunduğunuz dallardır,
benzetecek olursam. Üniversitenin kapısından içeriye giren
her eğitimci ve öğrenci, şu bilinçte olmalıdır:
“Ben, şu an bir şeyler öğrenmeye, bir şeyler öğretmeye
geldim buraya. Hadi bakalım herkes eteğindeki taşları
döksün ortaya! Döksün de yararlanalım, o taşlardan işimize yarayacak olanı heybemize katalım!”
İşte benim eğitim ve öğrenim anlayışım budur. O kapıdan
içeri giren adamın ne dini olmalıdır ne ideolojisi olmalıdır,
ne ailesi olmalıdır ne yakını olmalıdır ne kalıpları ne ihtirasları olmalıdır.
“Ruhu, bir şeyleri kabul ettirmenin ihtirası ile yanıp tutuşmuş bir zavallıdan ders almaya devam ediyor olmak, sizin
zihninizde enfeksiyona neden olur. Zihinde enfeksiyon
peyda olursa, beden hepten çöker, hastalanır. Sonuç olarak ihtiraslı olan adam tatminden, zevkten dört köşe olur-
ken, siz de ayakta eriyip, çürüyüp gidersiniz.”
Şimdi, gördüğüm ve analiz ettiğim asli konuya geleyim.
1. Manas Üniversitesi; Türkiye’nin Kırgızistan’daki en
önemli siyasi, politik, coğrafik, karakoludur. İstihbarat
yerleşkesidir. Rektör Alpaslan da çok sevdiği kürsüye
her çıkışında sürekli olarak “Biz bu coğrafyada uç beyiyiz” demektedir. Bu ifadeler, buradaki asıl maksatlarının hakikatli bir eğitim vermek olmadığını kanıtlar nite-
liktedir. Düşünceleri, özellikle Kırgız Türkleri başta olmak üzere diğer Türki halklardan olan insanları bir takım duygu sömürüleriyle manipüle ederek siyasi ilişkileri geliştirmektir. Kalplerini yarıp, gerçekten ne düşündüklerini ve neyin peşinde olduklarını net şekilde
bilebilecek değilim, bu mümkün değildir. Dışarıdan
baktığımda, benim gözlemlerim bu kadarlığıyla sabit-
tir.
2. Bilimsel eğitimden ziyade, en azından şu an için tarih
bölümünde, özellikle Türk hocaların bazıları tarafından
“ülkücülük” adlı fikri akım, öğrencilere dayatılmaktadır.
3. Yönetici taifenin görünürde güttüğü ve zaten işlerinin
tıkırında gitmesi için savunduğu politika kolektif bir
anlayışa dayanmaktadır.
4. Özbekler, Türk toplulukları içerisindeki en yobaz olanlarıdır. Onlardan sonra sırayı Kırgızlar takip eder,
üçüncü sırayı da Kazaklar alır. Ancak, çok göz önüne
çıkamadıklarındandır bilmiyorsunuz, Uygur Türkleri de bu feci yobazlığın en ileri seviyesindedirler. Sovyet
döneminde ve genel manada Ruslar Orta Asya’yı işgal
edip kontrol altına aldıklarında, burada bulunan Türklere pek çok açıdan baskı uygulanmıştı. Öyle ki açlığa
mahkum edilen Kazaklar toplu kırımlar yaşamışlar,
ölenler, hayatta kalmak zorunda hissedenler tarafından yenilmiştir. Ruslar; Rus ismi almayan ve Hristiyan
olmayan Türkleri kurşuna diziyorlar, kısacası zulüm ve
katliam gerçekleştiriyorlardı. Tarihte bunlar yaşandı.
Dinlerinden, en kutsal bildiklerinden, benliklerinden,
kimliklerinden döndürülmeye çalışılan bu insanlar elbette ki büyük travmalar atlattılar. İnançlarını, İslam’ı
gizli gizli yaşamak mecburiyetinde kaldılar. Ve daha
yeni, 1991-92-93 yıllarında bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından bu coğrafyanın islami açlığı, ortaya çıkan dini önderlerle, yapılan mescit ve camilerle ancak
kapatılmaya başlandı. Şu anda Türkiye Türkleri ve Kırgız Türklerinin arasında dağlar kadar farklar da var,
benzerlikler de var. Ama vaktiyle sağlam bir Türkçü
olan “Çepni Serhat’ın” yani benim düşünceme göre
ise, işitin: Bu insanlarla yapılacak olan birlik, bizi, yani
Türkiye’yi bir adım ileriye taşımaz, aksine geri götürür.
İnsanlar dini/islami açıdan kandırılmaya çok müsaitler
ve o yüzden yerli halktan bazı akıllılar bu durumu fırsata çevirip henüz bağımsızlığın yeni çağlarında kendilerini “en ermiş hoca, İslam alimi” tanıtmışlardır, servetlerine servet katmışlardır. Daha ileri gidip, kendisini
peygamber ilan etmiş şahıslar da aralarından çıkmıştır,
o şahısları takip eden, kul köle olmaya aç güruhlar da o
şahısları şeksiz şüphesiz, gayet emin şekilde takip etmişlerdir. Cumhuriyetimiz Türkiye, böyle vakitlerden
geçmedi mi? Geçti. Hala geçmiyor mu, ne yazık ki geçiyor… Ama Orta Asya’da özellikle, geçmiş yılların acı-
sını çıkarabilmek gayesiyle sanki, İslam daha bir yoğun
yaşanıyor. Ve es geçilmemesi gerekilen nokta, bilinmesi gereken şey, buradaki en esaslı tehdit ve kargaşa
Selefi-Vehhabi İslamıdır. Türkiye’deki İslam ile
buradaki İslam birbirinden çok farklı, en azından
yaşanış biçimi olarak. Örneğin kampüsteki Kırgız bir
erkek öğrenci yanıma gelip: “Bıyığını kessene,
dinimizde haram” demişti. Bu kadarlığıyla sınırlı değil.
Bir sonraki maddeyi okuyalım.
Bu coğrafyada Said Nursi’nin ve Fetullah Gülen’in yayınları çok fazla okunmakta. Bizzat yatakhanedeki
odamızda bu zatların kitapları Rusça-Kırgızca basılmış
halde bulunmaktaydı. Gerek sınıfımdaki Kırgız arkadaşlarımdan, gerekse yatakhanede birlikte yaşadığım
Kırgız, Özbek, Afgan arkadaşlara kadar hepsi, bu adını
zikrettiğim iki zata karşı büyük bir sevgi ve hayranlık,
saygı besliyorlardı. Kitaplarını alıp okuyorlardı. Bir gün
yine B bloktan çıkmış, kütüphaneye, A bloğa giderken,
o zaman 26 numaralı bölmede yaşayan “Atay” adlı Kır-
gız çocuk yolumu kesmişti: Sen çok kitap okuyorsun,
Gülen’in kitaplarını okuyor musun? Onu biliyor musun? Demişti.
Bitmedi. Gülnaz isimli hoşlandığım bir Kırgız kızla konuşurken, onu tanımaya çalışırken, “Fetullah Gülen’i
babamla birlikte çok seviyor ve okuyoruz.” Demişti.
Ben de hemen muhabbeti kesmiştim. İşte durum bu kadar vahim. Bana inanmayanlara hiçbir şey diyemem,
inananlara da hiçbir şey diyemem. Ama bilin, ben keyfimden bırakmadım üniversiteyi. Bu nutukları da boşuna çekmiyorum. Bileceksiniz, duyacaksınız, size açık
yüreklilikle kendini açan adama kulak vereceksiniz.
Sonraki demlerde inanıp inanmamak elbette ki sizin
kolunuzdadır. Sözüme itimat etmeyecek olan, bizzat
buraya gelip kendi gözleriyle şahitlik edecek, olan biten her şeye! Bu hususta başka sözüm yok.
Böyle bir coğrafyada, at izinin it izine karıştığı bir mekanda
daha fazla bulunmak da istemiyorum, bu mide bulandırıcı
ve güven vermeyen yönetici takımının nefes alıp verdiği
yerde de bulunmak istemiyorum.
Hüseyin Nihal ATSIZ’I seviyorum, artık Türkçü olarak tanımlamasam da kendimi! Bir sözü var, diyor ki:
“Partilerde ülkü yoktur. İktidara geçmek veya orada
kalmak için en aşırı tavizlerden çekinmezler.”
Ona hak veriyorum ve Manas Üniversitesinin şu anki rektörünü ve yamaklarını da samimi bulmuyorum. Şerefli
görmüyorum. Bir milleti aldatıyorlar, önce kendilerini.
Kendilerini öyle inandırıyorlar ki yalana ve riyaya, öyle ha-
raretli şekilde bağlanıyorlar, öyle rol yapıyorlar ki Oscar
ödülünü hak ediyorlar.
“Hadi oradan ulan!” diyorum onlara.
Reklamı geç, butonuna basıyorum ve defolup gidiyorum
buradan, bu sahtelikten. Ah, paranın gözü kör olsun. Koca
koca adamlar, düşmüş oldukları gülünç durumun bir farkına varabilseler keşke. Onlara inanıp peşinden gidenler daha da komikler.
24 Haziran 2022 tarihinde sosyal medya hesaplarından tarikatçıyı,
şeyhi, tırnak içerisinde “hoca efendiyi” anan Alpaslan Ceylan isimli
şahıs, tez vakitte istifasını vermelidir. Onu ve yamaklarını derhal
istifaya davet ediyorum.
Bir taraftan Hoca Efendi,
Bir taraftan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ha!
Yanar döner, kalıba göre şekil alan, sözde bilim adamları sizi.
Bu kokuşmuş zihniyetten ve yaşlı, geri kalmış mahlukatlardan sıyrılma vakti geldi Türkiye. Geldi fakat benim işim değil bunlar, ne de
politika ne de siyaset. Belki bir dönem içindi, ama şu an kılımı bile
kıpırdatmam. Yalnız, değerimi bilin. Bu dalkavukların yüzüne söy-
leyemediklerinizi, ömrüm pahasına bunların yüzüne çarpıyorum.
Korkmuyorum. Dedemizden boşuna kalmadı bize Çepni adı.
Çepni,
Nerede düşman görse savaşır, çarpar, gözleri açar, samimiyetsizli-
ğe, sahteliğe, haksızlığa gelemez, diretir, direnir. Bu gibi kodamanlar ve bunamışlar, özellikle de bunamış ve kodamış zihinler bütün
yönetim kadrolarından çıkartılmalıdırlar. Ben özellikle Türkiye için
konuşuyorum…
Gelişelim, büyüyelim istiyorsak eğer, özgür zihinlere, hür düşünceli
insanlara ihtiyacımız var! Bizim önümüze kocaman duvarlar ören,
bu gelenek ve görgü elçileri artık tarihin karanlıklarına gömülmelidirler. Ben neredeyim, bu kocamış aksakal nerede… Yine de bunca
sözümü kavrayabilecek bir zekaya sahip değiller, emin olun. Bütün bunları okuduktan sonra nasıl da kudurmuş şekilde, ağızları köpürmüş şekilde saldıracaklar ve sallayacaklar bana.
Hadi oradan ulan! Sizin hükmünüzü şiirlerimde ve kitaplarımda
verdim. Tarihçi olamadım zannedin siz, sizden belge alamadım
diye. Belge almam gerekli ha? Metodoloji denilen bir şey var.
Hükmünüz kesildi, gelecek kuşaklar sizi ve sizin geri kalmışlığınızı okuyacak. En büyük hainlik, sahtelikte diretmektir! Halkı aldatmayın!
Ben bu saatten sonra bireyciyim ve size şu sözlerimi savuruyorum:
“Bir olmayalım, daha diri oluruz. Bir birliğin içerisinde
görmeyen kendini, kalın boyunludur. Birileriyle birlikte olmak demek, birileri ile eşit ve aynı konumda olmak, öyle
olmaya çalışmak demek. Bu da bizi sığlaştırır, yumuşatır.
Aynı olmaya itiliriz. Yumuşarsak, ufkumuz daralır. Küçülürüz.
Küçülmek isteyen birliğe dahil olsun, zenginleşmek isteyen
birlikten dem vursun!
Ama sen ve ben, ikimiz işte, evet, bil ki biz eşit değiliz,
olamayız da.
Bu laflarımı anlayamazsan bana düşman kesileceksin biliyorum, ziyanı yok. Beni sevmelisin, ar edip de kendinden
bile gizlediğin düşüncelerini senin yüzüne vuruyorum. Bu
cesareti gösteriyor, çekinmiyorum.
Çepni Serhat ÖZTÜRK
Çepni Serhat ÖztürkKayıt Tarihi : 7.3.2023 16:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!