Dağılarak/dağlanarak Şiiri - Necdet Arslan

Necdet Arslan
1352

ŞİİR


92

TAKİPÇİ

Dağılarak/dağlanarak

‘’ durmadan düşünüyorum,
ne çok öldük yaşamak için ‘’
(Onat Kutlar)

Güç zamanlardan geçiyorduk;yetmezmiş gibi büyük yitiklerin yol açtığı, yeri doldurulamayacak boşluklar apansız kapladı içimizi.
1960’dan günümüze değin oluşan depremleri çok iyi anımsıyorum. Bir önceki depremin yaraları sarılmaya başlanırken ülkemizin bir başka yöresinde patlak veriyor deprem.Bu kez de merkez üssü Kahramanmaraş olmak üzere on ilimiz…Dokuz saat arayla gerçekleşen 7.7 ile 7.6 şiddetindeki iki depremle Adana,Adıyaman,Diyarbakır,Gaziantep,Hatay,Kilis,Malatya,Osmaniye ve Şanlıurfa’da deyim yerindeyse taş taş üstünde kalmadı.
Yine yıkım…Yine can kayıpları ve yine parçalanan,yerinden yurdundan edilen aileler.Karmakarışık renklerden oluşan çığlıklarla,zılgıtlarla,feryatlarla,ah’larla inledi yurdumun dağı taşı. İçine düştüğümüz durumu onlarca yıl öncesinden duyumsuyor ve sanki şöyle özetliyordu Ümit Yaşar OĞUZCAN:“Öyle bir açmaza düştü ki vatan. / Uyku belli değil düş belli değil./ Çöktü üstümüze bir kara duman. / Işık belli değil, loş belli değil...’’
Bu yazının kaleme alındığı saatlerde depremin üzerinden dokuz gün geçmişti.Yetkililerin açıkladığı resmi rakamlar –şimdilik- şöyleydi: Toplam ölü: 35.418, toplam yaralı: 105.505, afet bölgesinden yurdun başka yörelerine taşınan aile sayısı:200.000.
Yukarıdaki sayıların önümüzdeki günlerde netleşeceği ve tahmin edilenin de çok üstünde olacağı bilinen bir gerçekti.
***
Zamanla yaşam arasındaki ayrımın flulaşmasının anlatısıyla doludur bu acı sesler. Neresinde durduğumuz önemli değil yaşamın. İnsan tek’inin ‘kimim ben’diye yönelttiği soru bir problematiğe yaslanır ve ‘mutlak’ arayışına değgin varoluş sıkıntılarının yanıtını deşmeye yönelir.Bundan dolayı tarih boyunca yinelenmiştir. Yaşamın neresinde durursak duralım,donanım ve birikim düzeyimiz,saygınlığımız,varsıllığımız ne olursa olsun bir gün öleceğimizin ayırdında olan tek varlık biz insandan başkası değildir.
Türkiye bir deprem bölgesi.Bu torakların ne yazık ki böyle bir gerçeği var. Bundan dolayı bu sorular usumuzun tam ortasındaki yörüngeye oturmuyorsa da mutlaka kıyısından geçiyor.Öleceğimizi bilmek bu yurtta hiçbir şekilde önemini yitirmiyor.
***
Seferberlik yılları…Rahmetli ninemin bir gün kapısını çalar zabitler;yitirdiği kocasının künyesini bırakıp giderler.Kara bir çul sarkıtır komşuları avlu kapısının önünden. Biri kız diğeri oğlan iki çocuğu yetim kalır.Anadır;babalarının yokluğunu belli etmeden büyütmek zorundadır çocuklarını.Ele güne muhtaç olmamak için Melet dolaylarından gelip boğaz tokluğuna onun bunun kapısında iş gören bir insanla evlenir. Toprağı birlikte ekip biçerler,söktükleri kökleri birlikte çatarlar ocakbaşına, o ateşte pişirilir aşlık çorbası,bulgur aşı…Acısını ve ağrısını yüreğinde saklayarak büyütür kızını ve oğlunu ninem. Ninemin ikinci kocasından iki oğlu dünyaya gelir; babam ve ağabeyi.
1939 yılının 27 Aralık gecesi saatler 02.00’yi gösterirken 7.9 şiddetindeki ERZİNCAN depremiyle sarsılır Kelkit ırmağı boyunca bütün yöreler. Yaklaşık 32 bin kişi bu ‘Büyük Hareket’te yaşamını yitirirken 100 bin kişi de yaralanır.
Aradan üç yıl geçer.Ninem ilk çocuğunu everir.İkinci torunu henüz üç aylıkken bu kez 20 Aralık 1942’de Erbaa’da büyük deprem meydana gelir ve 3 bin kişi yaşamını yitirir,32 bin yapı hasar görür.Ninemin ilk kızı hasar gören o evlerden birinde yaşamını yitirir. Koluyla boynunun arasında koruduğu çocuğu enkazdan canlı çıkarılır. Bu olayda Erbaa haritadan silinir.Şehir başka bir yerde yeniden kurulur.
Nineme gelince… Bazı durumlarda ‘son yolculuk’ deyip geçer mi insan,bilmiyorum.Salt gidenin varlığına nokta koymakla kalmaz kendi varlığının da elinde olmadan değiştiğini bilir; ama eski kodlarına geri dönemez.Kendi *sonunun* yolculuğuna koyulur. Ninemi sonraki yıllarında hep kaskatı gördüm,bir kez olsun eli değmedi öteki torunlarının başına…
Bu anekdot bana edebiyatın gerçeği ile yaşam gerçeği arasında kimileyin bir koşutluk olduğunu duyumsatır.Belki bundan dolayı gelip eşiğimize oturur Frida Kahlo ve yarenleşir ninemle:“Bu sıra acı o kadar gerçek, / Öyle büyük ki; / Ne konuşmak, / Ne uyumak,ne dinlemek, /Ne gülmek, /Ne sevmek istiyorum /Bu sıralardan önceki ben ve yaşamım sanki bir yabancıya ait gibi”
***
‘O sarsıntının ‘ bir saniye öncesinde kaç insan ötelere gideceğinin ayırdında olurdu sahi?Yüzyıllardır her karış yeri yeni bir sarsıntıya dirense bile gücü yetmeyeceği için teslim olabilecek bu güzel yurdumuzun ‘unutulmazlık ‘geni’ni ne yapacağız sahi?Attilâ İlhan nasıl da altını çiziyor bu gerçekliğin: “Yeniden başlamakla geçiyor ömrümüz…”
Tükenmesi olanaksız bir korkunun çarpıcı öyküsüyle yeniden yüzleşiyorduk ulusça.Yazgıcı yaklaşımlarla olayı değerlendirenlerin aksine bu durum bir ‘yazgı’ olamazdı.Bu coğrafyanın milyarlarca yıl öncesine sarkan kuruluş gerçeğini depremler mayalıyordu.Günümüze değin çorak ya da sulak alanları tarıma,kültüre ve toplumsal yaşama katma uğraşlarıyla geldi geçti insanlarımız.Üzerinde yaşadığı toprakların güçlüklerinden yılmayan insan karakterlerine değgin pekçok gerçek kesintisizce şimdiye aktarıldı.
Şöyle bir söz okumuştum bir yerlerde: “Bu neden , bizim başımıza neden geliyor?” diyorsan,bir Şaman öğretisi şöyle der: “Ders,sen öğreninceye değin devam eder...”
Gidenler nasıl olsa gidiyordu,onların sonsuzluğa yürümelerine ‘dur’ demek olası değildi.Ama biz her yıkılışımızda yeniden ayaklarımız üzerinde durmayı başarmış insanlardık.Her deprem sonrasında yeniden inşa programlarını yaşama geçirmeye çalıştık.Hangi azimle hangi dirençle ve hangi bilimsel us’un tuttuğu ışıkla onardık yaralarımızı;bu belli değildi.Ahmet Ümit’in itirafı belki bu nedenleydi:“Uçuruma giden bir trenin içindeyiz. Treni kullananlar, bu güzergâhı değiştirmek yerine, uçuruma gidiyoruz diyenleri susturmakla meşguller...”
Kader’e bağladılar başımıza ne geldiyse!
Bir zamanlar incitmemek için kanat çırpa çırpa iniyorlardı yerlere kuşlar.Şimdi yaralandı o topraklar.Bilinmedik yönlere göç etti kuşlar…Vurgulamakta yarar var; en iyi dil,doğa’nın diliydi.Oradan gelen türlü armonilerin kesilmesiyle başladı her şey ve ince ince doğrandı uykularda insanlarımız.Uyandıran da olmadı bir daha…Gerçeği başka türlü konuşuyordu artık enkazlar; onun herhangi bir yerinde sekiz dokuz gün boyunca açlığa-susuzluğa direnerek kurtulmak için yaşam savaşı veren körpe yavrular,gencecik kızlar,oğlanlar,anneler, babalar,yaşlılar hangi gerçeği söylemekten yoksundular?
***
Ülkemizin bir deprem gerçeği var. Beş-altı yaşlarımdan beri bu anımsıyorum büyük depremleri.İklimi,dokusu, renkleri benzeyen; ama asla birbirine benzemeyen acılar denizi,yoksunluklar dehlizi…Çok gerilere gitmeye gerek yok. 1975’te Lice depreminde 2385;1976’da Çaldıran-Muradiye depreminde 3840; 30.10.1983’te Erzurum depreminde 1155;13.03.1992 tarihli Erzincan depreminde 653; 17.08.1999 tarihinde Kocaeli depreminde 17127; geçtiğimiz son on yıl içindeki küçük ve orta çaplı depremlerde onlarca yüzlerce insanımızı kaybetmişiz.Bir imparatorluk bakiyesinden sıyrılarak doğan Cumhuriyet Türkiye’si ne yazık ki yirmi yılı aşkın zamandan beri çağcıl olmayan düşüncelerin ve inançların taşrasında sistemli olarak kimlik değiştirmeye zorlanıyor.Atmosferi biraz daha netleştirmeye bilmem gerek var mı ki?
Yaşadığımız sokaklar, gün içinde selam sabahta, alışverişte olduğumuz insanlar birbirlerine yabancılaştırıldıkça ayırdına varıyor doğa ve yapacağını yapıyor.Sanki hangi yaşta ölürsek ölelim, tamamlanmamış cümlelerimiz olacak, diyen FüruğFerruhzad’ın yerine ben konuşuyorum.
Gökyüzüne bakmaya korka korka dalmaya çalışıyoruz uykulara…Sonra …Hafız-ı Şirazi’nin o ünlü deyişi mıh gibi saplanıyor bilincime: “Son yatacağı yer bir iki avuç topraktan ibaret olan kişiye de ki: Sarayını, çardağını göklere kadar yükseltmeye ne hacet var?”
Yoksa ben de gitgide ninem gibi kaskatı olmaya mı hazırlıyorum kendimi?

ŞEHİR DERGİSİ Sayı 119 Mart/Nisan 2023

Necdet Arslan
Kayıt Tarihi : 24.3.2023 12:31:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Necdet Arslan