İki dünya olduğunu anlıyorsunuz: Bir; verili dizgenin pragmatik(yararcı, yalnızca sonuçları gözeten) ön kabul ve zorba yöntemiyle yarattığı ve Yer’in her bir yanına ihraç ederek dayattığı zoraki “ yapıntı “ dünya, bir de; zamanın ve pratiğin, işbölümsel ve ürün fazlasına el koymasal milattan beri ömrünü emanet ettiği; o, eski dünyanın kokuşmuş ve taşlaşmış gövdesi altında can çekişen ve sesini çıkarması bile suç sayılan zorunlu “ öteki “ dünya…
Bir de şuraya çarpıyorsunuz: O; kullanım süresi çoktan dolmuş ve her bir azası lime lime ardına dökülen çürümüş dünyanın kullanım süresi dolmamış “ görevlileri “nin, dolaylı ve doğrudan emir aldıkları erk egemenleri adına racon yürüttükleri ağır gerçeğine… Sunacakları/ sundukları en değerli hizmetin de efendilerinin ekonomik, politik, siyasal, askeri, kültürel…küresel düzenlemeleri sonucu pratikte ve ömürleri süresince açlıktan, yoksulluktan, her türlü yoksunluktan inim inim inleyen şu “ garibanlar dünyası “nı evvel emirde yok saymak olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmadıkları caniliğine... Onların ne acıları acı, ne ağrıları ağrı ve hatta ne de ölümleri ölümdür. Varsayalım Orta’ya bir tarih sahnesi kuruldu ve Irak bir ülkede bir savaş oyunu oynanmaktadır. Gökyüzü bombaları da, yeryüzü işkenceleri ve Garip Kafesleri de bu neşeli oyunun keyifli küçümenleridir. Zaten orası her zaman öyle değil miydi ki? Onlar acıya, ağrıya ve her türlü çok ölüme alışkın kara yazgılılar değil miydi? Sahne gerçek olsa da bu, neyi değiştirir ki?
Her şey pratik ve pragmatik olmalıdır. Yalnızca sonuç önemlidir. Sonuç; kâr baharının banknot çiçekleri; hak edenlerin(!) ellerinde, yakalarında, kartvizitlerinde, geçmişlerinde ve geleceklerinde param param parlayan fonal ve sponsoral varlıklarımız değil midir? Ki, bizi bütün hegemon kat’larla, yatlarla, yatırlarla, satırlarla, metropollerle, seksapellerle, yazlıklarla, kızlıklarla, editörlerle, sektörlerle, yayınevleriyle, sağım evleriyle, fuarlarla, festivallerle,bar hesaplarıyla, zar tutuşlarıyla, yıllıklarla, yolluklarla, şıllıklarla, var oluşla, yok oluşla, varoşlarla, gettoşlarla, kırışmayla, tırışkayla… o tanıştırmadı mı! Kapital kanun, global düyun ne diyorsa o!
Pragmatizmin yüksek donanımlı “illa ki” gücü ne diyor: Kendi öznel ülkülerimize göre yaptığımız ve bizim yüce çıkarlarımız için güneşin hiç batmadığı, önümüzü karartmadığı maksimal kâr dünyasından gayrı dünya mı olurmuş! Bizim, en yüksek etkileşimli/ son teknolojili ilâhi cereyanla çalışan kutsanmış zihnimizde yarattığımız gerçekten gayrı gerçek mi bulunurmuş! Bunu iddia edenler bizlerden olamıyorlarsa mutlak düşmanlarımızdır. Onların kafalarının hangi araçlarla ve nasıl ezileceklerine karar verebileceğimizin ayrımında olamıyorlar mı! Onları aydınlatmak için daha ne kadar politikacı, “bilim insanı”, akademisyen, “sanatçı” ve söylemesi ayıp “ şair “ yollayacağız! Afganistan, Sudan, Somali, Kongo, Ruanda, Filistin, Lübnan, Kolombiya, Siyu, Komançi… halkından halk mı olurmuş! Şiş göbekli ve açlıktan kemikleri bile artık kemik sayılamayan Afrika insanlarının Bangladeş fukaralarının,, Myanmar mağdurlarının içinde debelendikleri duruma gerçeklik mi diyeceğiz! Eşitlik, özgürlük, gönenç, insani yardım, barış ve demokrasi söylemlerimiz, turuncu devrim masallarımız yetmiyor mu! Gücümüzün, her şeye kadir teolojik bir tansık olduğunu anlamaları için daha kaç Nagazaki, kaç Hiroşima düzleyelim! Neden yüksek yalanlı ve narkotik notalarla iyice etkili ve yetkili hale getirilmiş söylevlerimize sarılmıyorsunuz? Politikacılarımıza, devlet adamlarımıza, sanatçı ve akademisyenlerimize hemencecik biat etmiyorsunuz? Hâlâ “ başka bir dünya mümkün “ teraneleriyle sokaklara, sayfalara dökülüp sinirlerimize nışadır sürüyorsunuz? Bu kadar kürsüyü, filozofiyi, sanatta ve her alanda aristokrasiyi, oligarşiyi boşuna mı kurduk! Baş eğenlerin başlarının ömürleri boyunca bal küpünde ballandığını görmüyor musunuz?
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.