Çoktandır, bilmediği bir sebepten baş ağrısı çekiyordu. Sanki kafatasının içinde tamtam çalan yerliler vardı. Çektiği uykusuzluğu giderebilmek için bir dolu hap kullandı. Sarhoş olup sızabilmek için sabahlara kadar içti. Ama fayda etmiyordu. Sezgileri ona hayatın başka yerlerde devam ettiğini, insanların gülüp eğlendiğini ve artık dışarı çıkması gerektiğini söylerken, o ısrarla evden dışarı adımını atmıyordu. Bir buçuk ay olmuştu insan yüzü görmeyeli. Sakalları uzamış, zaten çirkin olan yüzünü iyiden iyiye kaplamıştı. Kafasında kurduğu binlerce senaryo yüzünden delirmek üzereydi. Ortada sorun yokken sorun yaratma konusunda oldukça becerikli ve istekliydi. Kirlenmiş ruhunu böyle temizleyeceğini düşünüyordu belki de. İnsanlardan kaçarak, saklanarak..
Günlerdir aynı şarkıyı dinliyor, önceden odanın bir köşesine yığdığı kepekli bisküviler sayesinde ayakta durabiliyordu. Bazen ayağa kalkıp kendi kendine konuşuyor, bazen de sahnedeki bir aktör gibi seyircilere bir şeyler anlatıyordu. Kül tablası niyetine kullandığı tencere ağzına kadar dolmuş ve odayı leş gibi kokutmuştu. Zaten küçücük olan pencerelerin tüm perdelerini kapattığı için gündüzleri sadece loş bir mor ışık giriyordu içeri. Geceleri ise tavanına yapıştırdığı fosforlu yıldızlarla avunuyordu.
Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgi üzerinde yürüyen bir cambazdı o. Savaşı kaybetmiş ve bunu hazmedememiş bir komutan, aldığı yaralarla yaşamaya alışamamış bir gaziydi. Yüzüne kapanan kapıların sayısını unutmuş bir dilenci çocuk hüznüyle savurdu rüzgara, sakladığı sonbaharın küllerini. Hiçbir rüzgar üşütemezdi artık ellerini..
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta