Çok Uzun Bir Yazıt Yazmak İsteyip de, Nereden Başlayacağını Bilemeyen Bir Dost İçin Başlangıçlar Ya da Yetebilir mi Sözcükler Anlatmaya?
Bir yazıtla gelir parıltı. Ya da bir parıltıdır yazıt. Görünür zarftan belki, nice özenle ve özentisiz kurutulmuş bir menekşenin hoyrat postacı ellerinde örselendiği. Titrer el, burulur yürek bir sazın telleri gibi. Velhâsıl, damıtır özlemi gözpınarları. Akar, ummana varır...
Parıltı, harf ile başlar. Harf, sözcük olur. Sözcük ise tümce... Nice anlamı kuşanır da gelir yazıt. Yazıt, umut olur; sevda olur; ışık olur. (Tutkulu bir bekleyişten başka nedir ki zaman?)
Işık, karamsarlığın dolaylarında fırdolayı dönenir durur. Nice sonra, yorulur ışık. Tükenir umut ve yıpranır sevda. Gözü kararmış bir şahan gibi atar ışık kendini zehir zıkkım, kör kötürüm uçurumlara. Işık ölmez. Uçurumda bir zakkum kol kanat gerer ışığa. Hiç kimse öldüremez ışığı. Işık bile!
Velhâsıl, “İstanbul’da süt pişer, kokusu burnuma düşer”, (mi?) .
“O’nu anlat işte! ”, dedi çocuk.
Yetebilir mi sözcükler anlatmaya? , diyerek yanıtladım ya da sordum.
“O’nu anlat işte! ”, diyerek üsteledi çocuk.
Şimdi o kenti nasıl anlatmalı ey! ? Her kaldırım taşından hüzün fışkıran o kenti. Nasıl anlatmalı bilmem ki, gençliğimi biley taşına sürtülen bıçak gibi sürttüğüm, üzerinden bir zamanlar martılar uçurduğum denizi olmayan o bozkır incisini? ...
Yetebilir mi sözcükler anlatmaya?
Kente hep seher vakti girerdim. (Bir kadın gibi alırdı kent beni içine) . Yeni bir yüzle başlardım bıraktığım yerden. (Saç ve sakal kesilmiş olurdu babaevinden döndüğümde) . Ağır bavullar olurdu ellerimde, ağır sırt çantaları. (İçleri kitap dolu. Taşra kentlerinde yeni ederlerinden yoksun, eski etiketli kitapları toplardım boyuna! ...)
“O’nu anlat işte! ”
Sevgilim, “öğle uykusundan uyanırken” camı tıklatırdı. Okunarak geçirilmiş bir geceden sonra, dinç uyanırdım. “İçeri gelebilir miyim? ”, diye sorardı. Sesi kanadına kar yağan bir serçe gibiydi. Ürkek.
Yetebilir mi sözcükler anlatmaya?
Bedeli açlıkla ödenmiş kitaplardan birinin arasına koymuştum, sevgilimin yastığa düşen bir kaç saç telini. “Ne yapacaksın ki benim kötü saçımı? ”, diyerek anlam verememişti davranışıma. Anlamı yoktu belki de o zaman. Ancak şimdi verebiliyorum sorduğu sorunun yanıtını: Muska yaptım, yüreğimin üstüne! “Sol memenin altındaki cevâhir”in üstüne!
“O’nu anlat işte! ”
Sessiz bir hoş geldin vardı sigara paketlerinin kırmızında. (Tılsımlı bir şeydi, Samsun sigarası) . Maltepe, bir semte adını vermiş olsa bile; Maltepe sigarası özdeşleşemiyordu Ankara ile...
Ucuz cıgaralar içerdim boyuna. Günü taşıyan ben ve çöpçülerdi, (“eksik ve yamuk parmaklarımızla”...) Bu yazgı birliği içilen cıgaralara da yansımıştı. Yaşamak bir savaştı, acımasız. (Hâlâ da öyle değil mi?) . Bu savaştan en çok yara alan bizler değil miydik? Değil miyiz?
İşte şu parkta şarap içip, kokoreç yemiştik. İşte şurada sormuştu kimliğimizi polisler. Şimdi nasıl anlatmalı o kenti ey! ?
“Daha anlat! ”, dedi çocuk.
İki kırlangıç dönenip duruyordu gökyüzünde. Sakalı uzuyor, okuması gereken kitaplar boyuna çoğalıyordu. Düşünde annesinin öldüğünü gördü. Çığlık çığlığa uyandı. Telefona çıkan annesiydi. Saatlerce ağladı, annesinin hayatta olduğunu bildiği halde...
Yetebilir mi sözcükler anlatmaya?
Sordu çocuk babasına: “Ebemkuşağının altından geçersek, kız olur muyuz gerçekten de? ”. Yanıtlayamadı baba. Bir soru çengeline takıldı kaldı. Ne çok merak etmişti oysa çocukluğunda bu sorunun yanıtını. (Bütün babalar, bir zamanlar çocuktular!) .
“O’nu anlat işte! ”
Elim titreyerek aldım zarfı. Zarftan görünüyordu nice özenle ve özentisiz kurutulmuş bir çiçeğin, hoyrat postacı ellerinde örselendiği. Savaşta, bir bomba yüzünden bedeni paramparça olmuş bir çocuktur (sarı saçlı kızım benim!) , rengini kitap sayfalarının donuklaştırdığı menekşe... Topladım parçaları parçalanarak. Artık, sürekli akan burnu akamayacak, ışıltılı gözleri ışıyamayacak; bilincimin emeğiyle sulayıp, emeğimin bilinciyle yeşerttiğim kızım benim! Ellerim birden Hiroşima oldu. Nagazaki oldu! “Çocuklar öldürülmesin! Şeker de yiyebilsinler! ”.
Topladım parçaları parçalanarak. Bir işkence sonrasında duyumsanabilen, bütün kemiklerin unufak edildiği sanrısına kapıldım. Sonra her milimetrekaresine tonlarca sevginin ağırlığı öpüşler iliştirdim kızımın... Ezilmedi çiçek; yüzünde ancak görebilme yeteneği olanların ayırdına varabileceği gülüşleri güldü ölü çocuk.
“O’nu anlat işte”, dedi çocuk. Bir masalın gizemli akışına kaptıran bütün çocuklar gibi, sesi bir komutanın edasıyla çıkmıştı ağzından. Emir verircesine.
Rütbesiz bir asker gibi yanıtladım ya da anlamaya çalıştım. Alay mı ediyordu sevgilim benimle? Evlendiğini yazmıştı onca zamandan sonra gönderdiği yazıtta. Ne ki, kocasının şiir merakı yüzünden sevineceğimi de eklemişti, duygudan yoksun bir ses tonuyla. Üstelik beni düşünmeden geçirdiği tek bir gün bile olmamış! “Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir içerdeki adama”. Ya dışarıdaki adama? !
“Kahverengi gözlü bir devsin sen! ”, diye haykırdı çocuk.
Muska yaptım, yüreğimin üstüne! “Sol memenin altındaki cevâhir”in üstüne!
...
Sustu. Susku karanlık bir su gibi az ötesinde duruyordu. Bir ucu anılara bağlı ipi geçirdi boğazına. Daha da sıktı acının kendisi olan ipi. Sonra atladı suya. Su(sku) batırmak isteyen bir denizdi. Dibe daldıkça daha bir anımsıyor, daha bir sancıyordu. Dönüş yoktu artık, taş ağırdı. Haykırma istencini yitirmişti adam. Fısıltıyla belli belirsiz mırıldandı:
“...
seninle daha çok konuşuruz
böyle birbirimizden uzak
böyle kendi kendimize
...”
Bulutlar akışıyordu yere. Bir çocuk sekerek yürüyordu kaldırımlardan. Hayatın anlamı ölüme ulanıyordu. Ölümün kolları arasında hayatı öptüğünü anımsadı. (Bir öpüşün tansıksı gücüne inanıyorum!) . “Sevgilim! ”, diyerek öne atılmıştı hayat. İki mahalle karısı gibi saça saç, çimdiğe çimdik boğuşuyordu hayatla ölüm. Yenik düşmüş, almış başını gitmişti ölüm.
“O’nu anlat işte! ”
Dönüştü beden salt akıl olan bilince. Yükselen bilinçle ışıdı; ışıdıkça daha da yükseldi. Sonra da görünmez oldu neredeyse.
“Richard Bach’ın ‘Martı’sı gibi mi? ”
Bir çocuk parmağıyla işaretledi O’nu. Gösterirken çocuk “balonum! ”, diye ağlıyordu. Bilinç, kaçan bir balon gibi yükseliyordu. Ve çok uzak bir denize yağmur yağıyordu boyuna.
Yetebilir mi sözcükler anlatmaya?
Denize inen sokaklardan birinde tutmak istemişti elimi. Donmuştu deniz ve aç martılar biraz ekmek girsin diye kursaklarına dört dönüyorlardı buzun üzerinde. Kıyıda yaşlı iki kadın ekmek ufalıyordu, yaşlanmanın verdiği umutsuzlukla.Ve yansıyordu gölgeleri gözlerinde.
Birden ağlamaklı oldu ve tuttu elimi. (Kuşkusuz bir düştü gördüğüm. Elimi tutmadı ve martılarla da hiç ilgilenmedi. Tersinin olmasını isterdim oysa...)
Geleceğini söylemişti ışıkları bütün bir gece açık bıraktığım bir gün. (Gelmesini hem istedim, hem de istemedim. Neden ışıkları ertesi gece de açık bıraktığımı bir türlü anlayamadım, gelmeyeceğini bildiğim halde) .
Özür dilercesine selâm verdi beni gördüğü zaman. Verilen sözü tutamamanın utancını görmek isterdim gözlerinde. (O utanç yoktu ve nedense ağlamak istiyordum, aldırmaz göründüğüm halde) . İçten içe akan bir şeyler mi var yoksa? Bir ırmak mı benim ruhum?
Büyük bir kıştı ve ısıtıcısı olmayan bir evde uzun uzun üşüdüğümü anımsıyorum. Evin girişinde “Fırın Sokak” diye bir sokak tabelası asılıydı. Ah, karşıtların birliği!
Şimdi ne önemi var ki anıların? Ne de olsa, acılar kalıyor insana. Acı: kahve dibindeki telve...
Aldatılmış olmanın hüznü vardı gözlerimde ve aldatmayı oynuyordum. Çünkü öç hayatın ereğidir ve ereksiz insan ölür. İçten içe doluyordu hüznün peteği.
Denize inen sokaklardan birinde tutmak istemişti ellerimi. (Sezmiştim bun tuhaf bir kavrayışla. Ellerini tutmak istememiştim bu sezgiye erdiğim an. Nedense tiksinti verdi olağan zamanlarda beyaz güvercinleri andıran elleri. Ah, yüreği katılaştıran sezgi! Gene de istedim galiba ellerimi tutmasını. Kuşkusuz bir düştü gördüğüm; ve bütün düşler gibi hayatla eşdeğerdeydi) .
Aç martılar hâlâ dönenip duruyorlardı buz tutmuş denizin üzerinde. Martılar her zaman açtır!
Elma ağaçlarının altındaki öpücükler kadar serinletici bir yağmur yağıyordu deniz kıyısındaki o ahşap eve. Boyaları çoktan dökülmüş ve köşelerini örümcekler kaplamıştı hayli zamandır. Ve yollar kuşatılmıştı çiçek kokuları arasında. Tüfek ve saksılar dizilmişti karşılıklı. Kahveden tavla ve domino şakırtıları yükseliyordu. Kentin alanları güvercinlere bırakılmıştı. Yıllarca güvercin yemi satmaktan usanmış bir kadın, bir güvercini andırıyordu doğal bir evrimin ardından. Yazma istencini yitirmiş bir şair intiharı deniyordu kaç zamandır. (Yazamamak zaten en acımasız intihar değil mi bir şair için? !)
Ada vapurları hep geç geliyordu ve Haydarpaşa Garı’ndan giriliyordu (nedense) hep İstanbul’a... Kentin bütün sokaklarını kaplamıştı kanser. “Umut” sözcüğü çok eski bir zaman dilimine tekabül ediyordu. Ezan sesleri namazı değil, ölümü imliyordu. Her şey siyahtı. Gene de elma ağaçlarının altındaki öpüşler kadar serinletici bir yağmur yağıyordu deniz kıyısındaki o ahşap eve...
“O’nu anlat işte! ”
Birden kar yağmaya başladı, kente girdiğimizde. Gözlerinden damlayan yaşlar ellerimi ısıtıyordu. Kar çığlık çığlığa yağıyordu; bütün acımasızlığıyla düşüyordu çıplak ve kimsesiz damların üzerine. “Ne güzel! ”, diye haykırdı. “Bak, kar yağıyor! ”. Sesi ürkek bir serçe gibiydi. Kar, sesinin ve elleri çok üşüyen simitçi çocukların üstüne yağıyordu. Yağmasın, dedim. Birden ağlamaya başladı.
Kar, en sonunda yağdı Karen!
Bütün evler şömineli değildir, Karen!
Yüzünü ve sesini bütün diğer kadınlarda aradım. Ne ki, bulamadım. Üstelik yitirdim bende kalan suretini. Bir zamanlar, üzerine lokomotif kazınmış köstekli saatler gibi yüreğime işlenmiş yüzün, eriyip gidiyordu şimdi gurbet yağmurunun altında. “Özlemle yüklü mavi bir trende duruyor hâlâ göz izim”, diye yazmıştı kadın. Ve ayrılık oralarda bir yerlerdeydi. Şimdi çok uzak bir kentte, (Erzurum sözgelimi) , yabancı bir güneş ısıtıyor bir zamanlar öpüşlerle taçlandırdığın alnımı.
Belki de budur anlamı sevmenin. Yitirip, bir daha bulamamak. Daha sonra da, hiç aramamak. Sevinin çıkmaz sokaklarında yitirdim kendimi. Hükümsüzüm!
Pusulasını yitirmiş bir denizci ve ışıksız kalan küçük bir kayık gibiydim karanlık denizde. Yalnızca ellerinin çok üşüdüğünü anımsıyorum. Senden kalan tek şey de bu sanırım: Küçük bir üşüme. Böylece yapayalnız üşüyorum. Yapayalnız ve acı içinde...
“Once Upon A Time In America” filmindeki “Cockeyee” gibi. Köprü altında vurulup düşen. Islığı kurşunlanan bir çocuktan başka neyim ki ben! ?
“O’nu anlat işte! ”
Muska yaptım, yüreğimin üstüne! “Sol memenin altındaki cevahir”in üstüne!
“Daha anlat! ”, diye üsteledi çocuk.
Daha fazla acı çektirme bana, dedim. Sustu çocuk. Bir daha da konuşmadı hiç.
İsmail AksoyKayıt Tarihi : 26.5.2005 01:14:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Ne diyebilirim'ki,
Kolaysa bu yazı'ya Doğan Hızlan yorum yapsın.
gözlüğü gözünden düşer, benim öyle oldu'da
Bravo derim Sayın Aksoy..Bravo
TÜM YORUMLAR (1)