Gül kokulu, menekşe desenli, boncuk gibi bir geceden kalan hüznümle yazıyorum bu satırları. Günler ayları, aylar yılları kovalıyor ve yelkovan; akrebi döndürmek uğruna ömrümden ömür çalıyor. Yüreğimin en hoyrat yerlerinden gelen sesler en bakirinden cümleler kurup gönüllere dokunuyor.
Sabah olmuş; güneş olanca heybetiyle odamın içine doğuyor… Odamın perdeleri ardına kadar açık. Penceremse hafif aralık... Sokaklardan çocukların sesleri yükseliyor. Kimisi top peşinde koşarken, kimisi de kucağındaki oyuncak bebeğinin saçlarını tarıyor. Bir horozun ötmesi, bir köpeğin iniltisi, bir de güvercinin çığlıkları geliyor kulaklarıma. Gönlümde inceden bir yalnızlık duygusu peyda oluyor, üzülüyorum.
Mahalle camisinin hoparlöründen İmam Seyid’in köz gibi sesi yükseliyor. Kurtuluşa davet adına beni çağırıyor. Dünyanın en güzel sözü ve en güzel notasıyla beni, kâinatın en güzel evine bekliyor. Sözler lâlüebkem oluyor ve bu davet karşısında dilimi döndürmeye cesaret bile edemiyorum. İnce ince dokunmuş, nakış nakış işlenmiş yeşil bir halının üzerine eğiyorum alnımı. O’nunla konuşuyorum. Yakarışların en yanık haliyle inşirahımı istiyorum.
Saflar dağıldı; sokakta yürüyüşe geçiyorum. Mahallenin en yaşlı amcası olsa gerek; kafamı, karşıya geçebilmek için benden yardım isteyen bir adamın sesine doğru çeviriyorum. Amcanın aksakallarına, ela gözlerine, mis kokan ellerine daha fazla dayanamıyor ve kaç yaşında olduğunu soruyorum; “100’den fazla” diyor; “Benim senin yaşlarında torunlarım var oğlum…”
Kapının kollarına sıkıştırılmış faturalar ilişiyor gözlerime. “Bunlar da nerden çıktı” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Tam ayakkabılarımı çıkarıyorken telefonum çalıyor; varlığından güç aldığım İsmail ağabey, eğer gelirsem sıcak bir çayın yanına güzel bir sohbetin meze olabileceğinden dem vuruyor. Bilgisayarın diğer ucundaki dost, “bir selam bile vermiyorsun” diye dert yakınıyor. Az sonra ararım diye ötelediğim annem, dünden beri aramamı bekliyor. Kardeşim Tuba doğum gününü unuttuğum için sitem ediyor. Çok ısrarcı; bundan böyle her 27 Mart’ta benden bir hediye bekliyor.
İşte, bir gün daha bitiyor. Saat 12’yi çoktan vurdu bile. Geri getiremiyorum kaybettiğim zamanı. Gönlüm bir tazı gibi o yandan bu yana koşuyor ve ben, tutamıyorum zamanı!
Mustafa Özke’nin dediği gibi;
en ağırı
bile bile beklemek
gelmeyecek olanı
en acısı
taze sevdanın
zamansız solanı
en ağırı
her dostunun
seni seviyorum yalanı
en acısı
yolun sonunda
ömür toplamının
sıfır kalanı…
Kayıt Tarihi : 5.12.2011 22:46:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Muaz Kalaycı](https://www.antoloji.com/i/siir/2011/12/05/cok-gec-olmadan-vakit-2.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!