Cok Bekletim mi Şiiri - Hasan Hüseyin Ar ...

Cok Bekletim mi

Öykü

O da bir insandı, çok zorluklardan geçerek bastı onuna, onbeşine, yirmisine, otuzuna, otuzbeşine, kırkına, kırkbeşine, ellisine … Koşar adım giderken sürekli yeni dünyalar peşinde. Kendi yazmak istediği acıyla gerçeğin, en çok kesiştiği, ama hiç bir zaman teğet gitmediği duygular eşliğinde! Öyle yaşamaya çalıştı belirsizce … Gözden uzak, habersiz, haber almadan, haber vermeden! Gürültü patırtı etmeden! Hır gür çıkarmadan, gıcık olmadan, baş gedikli gibi sürekli zırlamadan, hırlamadan.

Geleceklerinin belirsizliği insanlara geçmişlerini anımstarak nostaljik anılara yöneltir istemeden. Oysa geçmiş bugünden daha iyi değildir kesinlikle … Sadece nostaljik imgelerin, imitasyonların hayallerini gerçek sandığı için o da geçmişi herkes gibi kahramanlaştırmaya özen gösterirdi.

Ne kadar sonsuz olsak veya kendimizi bu hislerle yoğurmuş olsak bile kendi içimizde sürekli bir darlık, tedirginlik, beklentilerin hayal kırıklığına uğratacağı endişesiyle kemirir durur içimizi. O da bugün, bu hislerle yaşadı günü. Pazar tüm sıcak samimiyetiyle ve güneşin gücüyle günü ısıtmasına rağmen kendimi çaresiz bir yanlızlığın kollarında hissederek, çokca da okuyarak geçirdi. Birisine yardım isteğini ise sessizce ve diplomatik bir kibarlıkla geri çevirerek ve sitem ederek: „Neden bunca yıldır aramadında şimdi bir kocaman ev ödevine yardım etmemi istyorsun“ diyerek sitemini de açıkça dile getirmekten çekinmedi. Bu onun en çok zoruna giden bir tavırdı. Sadece ihtiyaç duyulduğunda aranmış olmanın vermiş olduğu samimiyetsizlikten ve de vereceği ödevin neden son güne bırakılmasına da daha öğrencilik yıllarından beri sürekli muhalif tavırlar alarak sınıfta da sevilmeyen çirkin zayıf ve kendine has hep ikinci vitesle giden bir öğrencidi. İyi mi yaptı, kötü mü yaptı, bunu kendisi de bilmiyordu; ama kendi içinde bunun için bir eziklik veya sözvermişlik hissi uyanmadığı için en azında bu konuda çaresiz olmadığımın güveniyle huzur bularak yaslandı koltuğuna.

Tek başınaydı şimdilik güvenilir dostların dışında olduğu zamanlarda! İkinci bir kişinin belirsizliği gideriliyor gibi bir his beliriyordu adım adım. Bu ona hem bildik birisi, hemde çok temkinli bir çocuk ürkekliğiyle bir yaklaşım hissleriyle ruhunun derinliklerinde dolaşıp duruyordu kendi kendine çaresizce. Hikaye gibi bir şey, gerçek olanından! Hem dost yüreğiyle, en çokta insan sıcaklığıyla yaklaşan bir bahar vardı önünde! Bir ara düşündü: „Çevrem boş, sadece duvarlar süzüyor beni, oturmak için yeterince boş yer var ve o geliyor, oturuyor karşıda ki sandalyelerden birisine … Kendisi de oturuyordu uyandığı karşı koltuğa, elinde ki kitabın son sayfaları da ilk sayfaları gibi akıcı olduğu için elinden bırakmak istemiyor. Hatta yemek yemenin bile zaman kayıbı ve kilo yapan sağlık düşmanı bir faktör olduğuna bile inandırıyor kendini bir anlığına da olsa! „Bahane diyor“, sonra kendi kendine ve Marx Horkheimer’in kitabının gözattığı sayfalarından birisinde şu cümleler çakılıyor adeta bir çivi gibi gözlerine: „Zamanımızın gerçek bireyleri; kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedaileridir.“ Öylece koltuğa yaslanıp kalıyor ve bir daha okuyor aynı cümleyi. Bir tarafta küçük bir şok, diğer tarafta pencereden vuran güneşin neşesi. Huzur ve huzursuzluk, çaresiz ve amaçsız bir bekleyiş anlara eşlik ediyor. Sessizlik ise cabası. „Nedense bugün müziğe uzak kaldım“ diyor, ama kalkıp Laptopu’mu açmaya bile üşeniyor. „Kalk“ diyor birisi içinden, ciddi ve samimi bir sesle! Kim olduğunu kendisi de bilmiyor! „Oturuyorsam kalkmalıyım“ diyor. Kalkmalıyım, karışmalıyım pazara rağmen sıcak ve mevsim normallerinin üzerinde seyreden güzel bir günü yaşamak uğruna.

Çaresizce, çaresiz yalnızlıklara „eşlik etmeliyim, koluma girmeli sokaklar, yüzüme gülmeli kuşlar, gözlerimi okşamalı, nergis, sümbül, lale, çok yeni tomurcukları çıkmış ağaç dalları, erik ağacının bembeyaz çiçekleri, … kalabalığa dalmalıyım, kentin sevmediğim sokaklarında yürümeliyim, olmayan insanlarla sohbet etmeliyim, cepten radyo dinlemeliyim, telefon etmeliyim, sigaraya başlamalıyım (mesela yani diyor sırıtarak), birisinden sigara yakmak için ateş istemeliyim, yasak olan şeyler yapmalıyım, kaşlarımı çatmalıyım, hep ne iyimser ve de ne kötümser olmalıyım, zırvalamalıyım, şiir okumalıyım, kafamda bir cadde ismi uydurarak adres sormalıyım, sinemaya gitmeliyim, bir kahveye dalarak, bir fincan kahve içmeliyim“ diyor içinden.

Geçiyor her şey içinden: „Gara gitmeli, garda ki kitapçıda oyalanmalıyım, meydanlarda yürümeli, nehir kenarında ki banklardan birisinde oturmalı, gelip geçenlere bakmalı, Fransızca öğrenmeli, yeni yüzler görmeli, daha kültürlü, narin, ince fikirli insanlar tanımalı, edebiyatın tüm muhteşem isimlerinin; edebiyat, sanat, felsefe, edebi akımlar hakkında ki en güzel yazıları okumalı, çirkin, güzel, sıska, ince, dalyan gibi güzeller görmeli, gözleri renk renk olan insanlar tanımalı, başladığı hiç bir işi yarım bırakmamalı, yağmur yağmalı, yağmuru seyretmeli, onu görmeliyim, ona dokunmalıyım, yanına yaklaşmalıyım, kulağına bir şeyler fısıldamalıyım, bana ne yapıyorsun demeli, beni kendi üzerimde düşünmeye teşvik etmeli, olmadı mı, dövmeli, pataklamalı … .“ gibi bir sürü saçma sapan ve gerçek düşüncelerin hayal dünyasında geziyor o bu gün nedense. Yaşamanın ne olduğunu henüz öğrenmemiş bir çocuk serüveniyle. Sanat diyor, edebiyat diyor, felsefe diyor, … diyor da diyor sürekli bir şeyler diyor! Sürekli kendi kendine söyleniyor.

Sonra da kendi kendine; „gereği var mı şimdi bunların, böyle düşüncelere dalmanın, bir günü, bir akşamüstünü, bir geceyi, yeniden yaşamanın.“ Hayır, daha başka yapacak çok iş var, ta çocukluğundan beri biriktirdiğin nostaljik, acılı, kendine has anıların dökümanı yapılmalı, fargmenler halinde yazılmalı, yazılanlar toparlanmalı, sistematik bir düzene konularak yayınevine gönderilmeli, yapılan yazım hataları düzeltilmeli, öykü denemelerine girişilmeli, bir çıkmaza girilmişse, geriye dönülmeli, terslikler, yanılgılar, yavaş yavaş benlikten silinmeli, … yaşamın boşluklarını doldurmak için yeni adımlar atılmalı, kalan son feodal bağlar tamamen koparılmalı, … zincirler kırılmalı, kişisel özgürlüğü daha da artırmalıyım, … .“ diye biraz daha gitti derinlerine günün.

Dışarıda hayat ve içeride dört duvar. Sonra birden irkildi; „ben geçtim bunları, kırdım o gerici bağları, ben geleneklerin, tutuculuğun, gericiliğin, ahbap çavuş iliskilerinin insanı olamam, çocukluğumda bile bunlar bana tersti, … başka bir kişiyim artık, her şey değişiyor, her gün hepimiz, yeni bir insan, ya da olumlu, ya da daha olumsuz bir şekilde dünleri yaşayan, bu günün insanı değil miyiz? Geçiyor anlar, o anda ki kişilikler, dijitalleşiyoruz her alanda, sonra bir daha bakıyor kendi kendine ve diyor ki, pantolonum, ceketim bile değişti, kilom değişti, daha da zayıfladım, bol bol tıkınmıyorum artık, örneğin mutfakta hiç zaman geçirmiyor, derim başka diyor, içimdeki düşüncelerim, üzüntülerim, düşlerim, sevinçlerim başka, duygularim başka, eski şeylerden sadece acı ve tatlı anılar var hatıramda, … .“ diye hiddetlendi kendi kendine. Kitabı kapatarak kalktı koltuktan ve başka bir kitabı açtı, bundan da epey okumuş geçmiş yıllarda, altını kırmızı kalemle çizdiği ve düştüğü notları ve tarihi gördü. Yine daldı düşüncelere, zaten hafta sonları başka bir şey de yapmıyordu, eskisi gibi derneklere, sosyal faaliyetlere, seminerlere, panellere, mitinglere ve gösterilere çok nadir gidiyorum zaten diye kendini sorguladı. Yeni yönlere doğru istikamet almalıyım, geçmiş geçmiştir ve yeniden yaratılması, olanların önlenmezliğinin acısı zaten yüreğinin derinliklerinde bir yerlerde değil miydi? Terketmişti onu bundan önce olan her şey. Ama acının izleri bir yerlerde duruyordu. Gayrı dayananam ağırlığı yine de zaman zaman arteziyen kuyusunun suyu gibi yükseklere fışkırıyordu. Yanlızlığın çok cok türleri olduğunun kitabını bile yazabilirim diye de birden kendi kendine gururumsu değilde acımtırak hüzzam makamlı bir nağme gibi hüzünlerin derinliğine taşımaya yetti de arttı bile!

Bu yüzden sevdi bu güne kadar o adam yanlızlığı. Sorgulayacak kimse olmadığı için, „bir insanın yapabileceği en güzel şey kendini sorgulamasıdır.“ Diyerek felsefe de yapmaya başladı ustaca! Uzun bir yoldu bu, ömrün biteceği, ama bitmeyeceği ve saatlerce yürünerek hedefe yönelinmesi gerektiği bilinciydi kafasına kalan. Çoğu zamançok şey düşündü, zamanını da düşünerek geçirdi hep. İnsanlara yürekten yaklaşmak istedi, sevdi, saydı, değer verdi, ama çoğu zaman insanlar onun iyi niyetini suistimal ederek onun bir aptal olduğunu sandılar. Oysa en çok onlar yanıldılar, seyretmek daha hoş onları şimdi buradan. Çaresiz yalnızlığa rağmen, bu düşünceler, kendine ve kendi düşüncelerine olan inancının vermiş olduğu güvenin sarsılmazlığıyla her bütünleşmesinde daha da gururlandı sade bir incelikle. Onlarla konuşurken yitirdiklerini şimdi yavaş yavaş bularak toparladı, her şeyi raftaki yerine dizmesi onu mutlu etmeye yetmese bile daha iyimser olmaya katkı sunduğu için kendini evrensel değerlerin bir parçası olarak görme sevinciyle belendi. Elle dokununca bozulan şeyleri, seyrderek değerlendirmek, onun vermiş olduğu en büyük degerdi sevdiği ve saydığı her nesneye karşı, konuşunca tılısımı bozulan şeyler simdi yoktu artık çevresinde. Bu ona güven veriyordu. Sevmenin ve yaşamanın boyutsuzluğunu çaresiz yalnızlıkta bulmakta kaldığı maduryetten başka bir şey olmadığını da çok iyi biliyordu. Geçmişte hoşlandığı, sevdiği, dokunduğu, dokunmadığı, dokunamadığı kadınlar vardı, istedikleri halde dokunmaktan korktukları vardı, gençliğinde bir kelime bile etmeden bir yıl okudukları sınıflar vardı, sonra lise yılları, koşullar gereği her yıl başka bir sınıf, dersler, … görüşlerine yakın kişiliklerle diyalogları, dine oldum olası içten soğukluğu onu hep toplumun belli bir kesimine karşı mesafeli … .“ Sonra kendini alıştırdığı bu şartlardan edindiği karekter, kalabalıklarda yalnız kalışı, bazen tercihli ve bazen de tercihsiz, seçeneksiz çaresizlik adıyla tanımlamayı da unutmadı.

Ama zamanla yitirdi içinde biriktirdiği yalnızlığı. Yıllar geçti, farkında olarak ve olmadan. Aynalar aynı kaldı, ama onun yüzü değişti, eli degişti, gözü değişti, ayakları değişti, ruhu değişti, bilgisi derinleşti, insanları tanıdikça hayal kırıklıkları degişti, ağlayışı değişti, gülüşü değişti, … değişti de değişti! İnsanlardan yavaş yavaş uzaklaştı, ama evden çıktı, yakında ki, büyük gara doğru yürüyerek ulaştı; seyretmeye başladı gelenleri ve gidenleri, … Hep geleceğe doğru akıp giden insanların kalabalıklarını seyretti, sonra bir evsiz geldi ve ona „bana bir euro para verebilirmisin, açım bir şeyler almam gerekli“ diye ısrar edince o da hiç bir kelime söylemeden cüzdanını çıkarıp bozuğum yok, al bu iki euro senin olsun“ diyerek yerinden oynamadan seyretmeye devam etti kalbalığı. Kalabalığı yara yara garın ana kapısına gelerek temiz havaya attı kendisini ve „şu lanet maske mecburiyeti acaba ne zaman bitecek“ diye de serzenişte bulundu. Bugün nedense küfür etmedi. Kendini Arap kaptıkaçtılardan koruyarak bir süre daha seyretmenin zevkini yaşadı zevsizce … Kalabalık sürekli artıyordu, tramvaylar aralıksız gelip gidiyorlardı, kahveler doluydu, iğne atsan gerçekten yere düşmezdi. Onlardan birine oturup kahve içmeyi düşünse de, sonra çok kalabalık, kahve bir saatte gelmez diye hemen bu düşüncesinden uzaklaştırdı kendisini. İnsanlar konusunda tecrübeleri iyiydi, insanlar konuştukça onları anlıyordu, yorum yapmadan dinliyordu. Hep onlardan biri olmanın vermiş olduğu güvenle, güvensizlik duyuyordu onlara. Tramvay duraklarında bekleşenler, bunlardan bir grup genç İspanyolca konuşarak gidiyorlardı şehir merkezine doğru, en kısa boylu olan kız çantasını sallıyordu, diğerleri gülümseyerek özensiz, taranmamış üçer günlük saç ve sakalları birbirine karışmış, ama bir o kadar da sevinçle ilerliyorlardı lambaya doğru. Kalabalık arasında kayıpoldular birden bire ve lamba yeşile geçince adımlar karşıya geçmek için hücuma başladılar, her gelen grup ötekini yutuyordu, hep akıp giden bir hayat vardı gözlerinin önünde. „Tamam“ dedi o kendi kendine, içine bir şeyler doluyordu, bu da onu yalnızlık duygusundan arındırmaya yetiyordu. Kaçırılmış fırsatlar, yapılmış aptallıklar, onun kesin gidişini, onu hep aynı perondan alışını ve bu güne kadar hiç elinin boş dönmeyişini ahlar çekerek ve içini yırtarak bir sinema sahnesinde ki film şeridi gibi gözlerinin önüne gelip aynı yerde duruyordu. Bazen bir benzeyiş, bir anış, bir gülüş, bir dokunuş onu geçmişe sürüklüyordu. Ve birden bire yanlızlığın acısını duyuyordu. Böyle hüzünlü havalarda kendini küçümseyişini hiç sevmiyordu. Ömrünü, beline bomba bağlamış bir teröristin hayatı gibi havaya uçurmuş biri sayıyordu. Çılğına dönüyordu bu anlarda, sessizliği aslında tahrip gücü çok yüksek bir bomba gibiydi. Bu durum onu geçmiş günlerle başbaşa bırakarak kendiyle başbaşa kalacak günlerin arefesi olarak kabul ediyordu.

Nereye baksa ayna gibi görmek istemediği kendini görmek mecburiyetinin çekilmezliğini gülümseyerek ve bu gülümsemelere katlanarak çekmek istiyordu. Gerip sevinçler duyar gibi olduğu anlarda bile acı çekiyordu. Aynaları, tramvayları, trenleri, otobüsleri, metroları, geçmişi, tüm insanlığın acılarını gelecekte ortadan kaldırmak için derin hisler taşıyordu içinde. Yüreği avcunda koşan bir sevgi vardı yüreğinde, usul usul kanayan. Çaresi yoktu bu çaresizliğin. „Ne yapacağımı bilmiyorum anne“ diye mırıldanırken ağlıyordu ve gözyaşları solmuş ve buruşmuş yanaklarından boynuna doğru akıyordu. Ya da gelip geçen güzel kadınlara çapkın gözlerle bakarak biraz kafayı dağıtma düşüncesi muğlaklaşıyordu beyinsiz beyninde.

„Bunun adı yalnızlık, çaresiz yalnızlık. Her zaman güzel ve değerli insanların arasında olmak, kalabalıklarda bile tek başıma kalmamalıyım, büyük kentlerin derinliklerinde güveren, büyüyen derin yanlızlık budur“ diyordu. Mıh gibi çakılıp kaldığı yerden çevreyi seyrederken. Bu yüzden „küçük kentleri hiç sevmedim, o yüzden hep çocukluğumdan beri, milyonluk şehirlerin, metropollerin bulvarlarında, kahvelerinde, kafeteryalarında, oturup keyifle rakısını içtiği teknelerde, birasını içtiği yolcu gemilerinde, Amsterdam, Rotterdam, Koblenz, Düsseldorf turlarında güverteden şarabını içerken seyrettiği manzaraların yanlızlığını hazmetmek ise daha zor be“ diyerek düşünürken, onu hayallerinden uyandırdı başka bir evsiz ve „bir sigaran varmı?“ komutuyla yeryüzüne yeniden bir iniş yaptı. „Hayır, ben sigara içmiyorum, sigara sağlığa zararlıdır“ diye çemkirdiğinde ise, evsiz, pejmürde kılıklı, haftalarca yıkanıp temizlenmemiş vücudun verdiği sası sası kokan alkohol kokusundan uzaklaşırken, kadın hala bağırıyordu çevresine; „hepiniz ibnesiniz“ diye. Belli ki, bugün henüz uyuşurucu zehirini vücuduna şırınaglamamıştı. „En iyisi buradan uzaklaşmak“ telkiniyle kendini vurdu nehir istikametine doğru … Yürüdü ve nehir kıyısına geldi, kuruldu bir banka ve buraların yalnızlığının ise daha başka olduğunu, tenha parkların kendine has sessizliğinin ise çelişkisiz bir yalnızlık duygusuyla kendini büyülediğini hissederek seyretmeyi kendine hedef seçti. Oturduğu bankta güneşlenmenin, kitaba kaldığı yerden okumaya devam etmenin, ya da şu küçük beyaz köpeğin 150 kiloluk sahibiyle sevişerek oynamasını seyretmenin tehlikesiz düşüncelerden daha iyi olduğu kanısına varmanın keyifli dakiklarını özümseyrek yaşadı. Belki gelir umudu, onu bekleyişi, eski varsıl günleri yadedişi ürpertti görüp geçirmiş bedenini.

Oturduğu banktan sıra sıra kestane ağaçlarına bakıyor ve akan nehiri seyretmeye devam ediyor. Sağa sola bakıyor, evrenden kopup gelen kendi karmaşıklığını anlamaya ve dinlemeye çalışarak. Yok yok, ortalıkta varlıktan hiç bir şey yok. Sadece yokluk var ortalıkta. Açıyor kitabını ve bırakıyor kendisini ağır felsefi cümlelerin derinliklerine ve güneşin gökyüzüyle konuşarak kaynaşmasını düşünerek okumaya başlıyor. Başını kitaptan yeniden kaldırarak yeniden bakıyor çevresine. „Yok yok, gelmez o artık“ diyor. „Düşmanım da yok, dostumda yok, o anda gözleri nehire ilişiyor ve bir boş deniz tankeri yüksüz olarak geldiği yönün tersine doğru yavaş yavaş yol alıyor. Yük tankerinin bacalarından gökyüzünün maviliğine doğru kirli, pis, gri bir duman yükseliyor. Nereye gidiyor bu duman diye sitem ediyor insanlara … „Bu maviliğin düşmanı, temiz havanın düşmanı, güzelliğin düşmanı, lanet olsun“ diyerek yırtınıyor içinden. Aslında bu duman nereye giderse var kendisinin içinde. Kapkara sisler sarmış düşüncelerini, duygularını. Gene o karmaşık ve çetrefilli konularla meşgul ediyor kafasını gereksizce. Gene geçmişin onca birikmiş tozu, dumanı, isi, kiri, pası, nazı, gazı, cazı var diye hüzünle karmaşık bir humor havası hüküm ediyor içine, gene o yanılgılar kitap sayfaları gibi çarşaf çarşaf açılıp seriliyor gözlerinin önüne. Düşünüyor, ayak ayak üstüne atmış kitabını okumaya devam ediyor ve unutuyor tüm olanları, geçmişi geleceği, geçmişin acılarını, …Okumaya devam ediyor. Kendini unutmuş bir şekilde ve kitabı daha da bir detaylarıyla anlayarak okumaya koyulmuşken, kafasını kaldırıp etrafına bakarken, yanıbaşında oturanın birden bire o olduğunu görüyor. Ve küçük dilini yutuyor neredeyse. Hiç bitmeyecek sandığı yalnızlık, çaresiz yanlızlık birden bire sona eriyor. Banktan kalkıyor, o hafif tebessüm ederek ve hiç bir kelime söylemeden koluna takıyor ve geçmişin karanlık dehlizlerinden ağır adımlarla güneşe doğru gidiyor. O hala sade ve çok ciddi bir tebessümle bir daha gülümsüyor; „ve işte geldim“ diyor.

Tek soru soruyor: „çok beklettim mi?“ „Hayır“ diyor yaşını başını almış koskoca adam, kendi yalanına onu da inandırıp ikna ederek.

Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 18.03.2022

Hasan Hüseyin Arslan
Kayıt Tarihi : 20.3.2022 00:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Hasan Hüseyin Arslan