Sabah mahmurluğu vücudumu saten bir sabahlık misali yumuşak dokunuşlarla terk etmeye hazırlanırken onu hayal ediyorum. Biraz sonra buzdolabından çıkarıp burnumu içine sokacağım. Yetiştiği yerden taşıdığı dağ esintili kokusunu içime çekeceğim. Sonra minik, yakut kırıntıları gibi ışıldayan tanelerini kızarmış ekmeğin üzerine koyup bir süre öyle bakacağım. Yeni alışkanlığımı sevdim. Annemin bahçeden topladığı böğürtlenlerle yaptığı reçelin tanıdık lezzetiyle çocukluğumun bulanık hatırlarında dolaşıyorum bu aralar. Hatırlayabildiklerimle sınırlı yolculuğumun boşluklarını doldururken hikâyeler uydurmak hoşuma gidiyor. Karanlıkta kalan anları küçük işaret kıvılcımlarıyla anlamlandırmaya çalışıyorum.
Büyüyen bir çocuğun içinde kıvrandığı o vahşi ve masum dünyayı terk ederken keşfettiği duygu kırılmalarıyla nasıl başa çıktığını düşünüyorum. Tanıdığım herkesin çocuk yüzünü görüyorum. Tebessüm eden, inatçı bir ısrarla somurtan yüzlerine bakarken kızgınlıkların hatta kırgınlıkların bile içi boşalıyor biraz. Sarı, silik fotoğraflarla dolu kalın bir albümün içinde dolaşır gibiyim. Başkalarına zarar veren o ilk korkunç yalana nasıl alıştığımızı idrak etmeye çalışıyorum mesela. Hangisi daha kötüydü, diyorum. O ilk çatlama sırasında insanın kendisini kandırabilecek kadar yetenekli olabilmesi mi yoksa koyu bir bencillikle sevdiklerine ihanet etmeyi üst üste koyduğu basit ‘hayat bilgileriyle’ hızla öğrenmesi mi? Çocukken hayatın bize unutulması mümkün olmayan tecrübelerle gösterdiği ‘ilk günahlar’ın izleri hiç silinmiyor galiba. Pişman oldukça utanan, utandıkça kendisini cezalandıran sonra yine o kesif suçluluk duygusuna sarılan ‘bağımlılar’ gibi mi oluyoruz büyüdükçe? Büyümek biraz da böyle bir şey mi acaba; korkmadan, üzülmeden, pişman olmadan yalan söylemeye, kötülüğe, çürümeye, ilk parçalanma ânından itibaren ruhumuza hükmeden acıya alışmak mı? Hayata tutunabilmek için hayran olduğumuz nesnelerin, kavramların, insanların birer birer kişisel tarihimizden silindiği gerçeğini idrak edebilmek mi? Belki de fikrimiz sorulmadan bizi dünyaya çağıranların hiç de adil olmayan tercihlerini kabullenmenin huzursuzluğudur. Ya da sadece şaşırma içgüdüsünü zamanla kaybolması...
Yazı kardeşliğinin sırrı...
İşte son günlerde sabahları henüz büyüklerin acımasız dünyasını keşfedememiş bir çocuk gibi böğürtlen reçelli kızarmış ekmekleri kemirirken böyle acayip düşünceler eşliğinde onlarla sohbet ediyorum. Romain Gary’nin Momo’sunu Leyla İpekçi’nin Maya’sını, Vasconcelos’un Zeze’sini, Gönül Kıvılcım’ın Sinan’ını, Alper Canıgüz’ün Alper Kamu’su, Vesaas’ın ikizlerini, Tezer Özlü’nün kendisini görüyorum güz rüzgârlarıyla uçuşan tül perdelerin arasında. Gözlerini hınzırca kısıp, insanın doğasını sezgileriyle çok erken yaşta herkesten daha iyi kavramış olmanın gizli kibriyle beni gözetliyorlar. Onları gören kan kardeşleri de geliyor sonra. Refik Halit Karay’ın, Sait Faik’in, Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in yazının şefkatiyle büyüttüğü ölümsüz çocuklarla dolu bir partiye katılmış gibi hissediyorum. İnsanı olduğundan daha akıllı gösteren yakıcı mizahın, süslü anlatımın gücüne ihtiyaç duymayan kalabalığın ortasında beceriksiz bir yetişkin olarak durmak beni biraz utandırıyor. Henüz dilin dünyaya bakışımızı çatlatıp açtığı o derin yarığı kendilerine siper etmemişler. Harflerden, kelimelerden oluşan sesleri hayata mana katmak için değil, olduğu gibi kabullenip istedikleri tonda mırıldanabilmek için yan yana diziyorlar sanki.
Momo, genelevde kendisini büyüten yaşlı kadınla ilgili hatırlarından birini anlatıyor bana: “Yemin etmek zorunda kaldım biliyor musun, bir daha hiç oraya dönmeyeceğime ve hiçbir zaman pezevenk olmayacağıma. Hepsinin puşt olduğunu söyledi Madam Rosa, bunu görmektense ölmeyi yeğlerdi. Ama on yaşımda başka ne yapacağımı bir türlü kestiremiyordum. Bana hep garip gelen gözyaşlarının doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağımız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü? Kendisine saygısı olan hiçbir yaratıcı yapmaz bunu.” Momo’nun dediği gibi ‘büyükler’ böyle şeyleri pek düşünmezler, düşünseler de gülünç duruma düşme korkusuyla söylemezler. Oysa olgunluk da çoğu zaman ciddiyet ve aptallık gibi biraz sıkıcıdır. Bunu bildikleri halde yeterince olgun olmasalar da öyleymiş gibi davranmayı tercih ediyorlar nedense.
Maya, zihin karmaşasıyla henüz bozulmamış, büyürken kendisiyle hesaplaşan bir kız çocuğu. O da bugünlerde benimle sohbet ediyor: “İşte bütün sevdiklerim beni böyle birer birer terk ediyor. Yoksa ben mi kaçırıyorum onları? Herkesi nasıl kolay siliyorum, buna mecbur muyum? Kimseye ait değilim ben ve kimse için kendimden vazgeçmeyeceğim. Ve sanırım, tıpkı annemi öldükten sonra sevmeyi becerdiğim gibi, Sarp’ı da yokluğunda sevmeyi becereceğim. O benim karanlık çocukluğumdaki tek dostumdu... Hem zaten insan sevdiklerini unutmuyor, sadece yokluklarında yaşamaya alışıyor.” Kendi yalnızlıklarına hapsolarak büyüyen bütün ‘kimsesiz’ çocukların gelecekte Momo’yu, Maya’yı ve onlar gibi ‘yalnızlığı’ içselleştirebilmiş olanları anlayacağına eminim. Hayatın bir daha asla aynı biçimde yapıştırılamayacak biçimde parçalanmasını hissedebilenlerin yazı kardeşliği de aslında o basit hakikatin, büyümeyi ta içerden reddetmenin koyu gölgesinde gizleniyor.
Ruhun derin katmanları...
Onları dinlerken bir zamanlar çocuk olan bizlerin dünyayı nasıl algıladığını kavramaya çalışıyorum. Hani şimdilerde hepimize çok uzak görünen o sisli günleri. Ağaçların, gölgelerin, taşların, bulutların dilini bile bilmediğimiz, kırık dökük tecrübeleri sözcüklerin, yazının diline henüz tercüme edemediğimiz günleri... İnsan içinde değerli bir mücevher gibi taşıdığı, sonradan sese dönüşecek olan o köklü sezgileri yıllarca nasıl muhafaza edebiliyor? Ölmek üzere olan bir yaşlının yüzüne, gürül gürül akan ırmağa, incecik karınca yuvalarına, küçükken iri, kabuklu meşe ağaçları gibi görünen büyüklerin avuçlarındaki, alınlarındaki çizgilere bakarken gördüklerimizi ruhumuzun derin katmanlarında nasıl biriktiriyoruz? Hafızamızda her zaman çok yer etmeyen o resimlerin tam anlamıyla içine girmeden, henüz kendimizi başka varlıkların gözünden izlemeye başlamadığımız ‘ilkel’ zamanlara geri dönebilmeyi istiyorum. Bizi biz yapan hikâyelerle genişleyen bilincin büyüdükçe küçülmesinin imkânsız olduğunu bilmek beni rahatlasa da, çocukluğun körpe, bozulmamış diliyle buluşmak için kıvranıyorum bazen.
Kısacık bir an için bile olsa orada, duyguların, bilginin yeşermediği ıssız ormanda bugünkü aklımla, vicdanımla, bilincimle dolaşmak mutlu eder miydi, bilemiyorum. İlk gençlik döneminde edebiyatın ne olduğunu bile anlamadan dilin bana hediye ettiği hazzı ve o hazdaki hüznü, neşeyi anlamaya çalışıyordum. Okunan hikâyelerin pırıltılı kahramanlarına benzemeyi arzulamakla onlardan bağımsız bir kişilik oluşturma çabası arasında sıkışıp kalma hissi, muhtemelen kelimeleri kardeş gibi seven bütün çocukların büyüme sancısıdır. Edebiyatın gücü biraz da orada saklı bence. Henüz kavranamayan duygularla karşılaştıkça başkalarının hayatına da kendininmiş gibi sahip çıkabilmekte...
‘Karanlık Tanrı’nın ta kendisiydi’
Ben de herkes gibi hayatımın ilk yıllarını hatırlayamıyorum. Sonrasına dair kısa şimşek çakımları gibi gökyüzünde beliren kısa ‘rüyalar’ var. Onlardan birinde boynumda asılı ipli anahtarımla kapıyı açmaya çalışıyorum. İçersi loş ama birazdan simsiyah bir kuyunun içinde düşeceğimi biliyorum. Kucağımda kenarları kıvrılmış sayfalarıyla eprimiş bir defter duruyor. Alnımı cama, küçük ayaklarımı kalorifere dayamış ev halkının gelmesini bekliyorum. Uzaktaki binalarda göz kırpar gibi yanıp sönen ışıklar korkumu dindiriyor ama sonra yine aniden bir köpek ulumasıyla irkiliyorum. Uzaklaşan bir otomobil hırıltısı duyuyorum. Keşke gelip beni kurtarsa, diyorum çaresizce. Yalnızlığın ürkütücü çekiciliğiyle tanıştığım o ilk an böyleydi sanırım. Geçenlerde kendini diğer çocuklardan farklı gören Alper Kamu, o korkuyu bana ‘zeki çocuk’ diliyle anlattı: “Basamaklarla birlikte çevremde ışığa dair her şey tükendi. O zaman, nedense, insanın Tanrı’yı görmeye katlanamadığı için ışığa ihtiyaç duyduğu gibi tuhaf bir fikre kapılıverdim. Karanlık Tanrı’nın ta kendisiydi. Size şah damarınızdan daha yakın, her yerde olan ve gören, her zaman sizi sarmalayan başka kim olabilirdi ki? Siz onu göremezdiniz çünkü ışığın ardına saklanırdı.”
Ben çocukları o çok özel, kendilerine has algılarıyla, sözcükleriyle anlatan yazarları severim. Tezer Özlü gibi kurgunun cazibesine sığınmadan kendi yalnızlığının üstüne kapanıp tamamen çıplak kalabilenleri de: “Öğrendiklerimi unutacağım. Okulun önünden bir daha hiç geçmeyeceğim. Çıkmaz sokağa ve öğretmen ana babaya da dönmek istemiyorum. Benimle evlenmek isteyen, ağabeyimin arkadaşlarından biri var. Seviyor beni. Eve dönmemek için ona gideceğim. Plaklarım, kitaplarım olur. İstediğimi okurum, istediğim zaman yatarım, istediğim zaman evden çıkarım. Yalnız geceler biter. Çocukluğun soğuk geceleri de.”
Yazıyla daha rahat soluk alıp verenler iyi bilir. Yazarların yalnızlığı hiç bitmez, soğuk geceleri de... Çocukluğun işaretlerle, seslerle, kokularla, renklerle dolu dünyasıyla, sözcüklerin dilini buluşturan incelikli bir bağ vardır. Ve bence o iki dünyayı birleştiren en güçlü ve sihirli köprü yazıdır.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:20:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/cocuk-yazarlar-ve-bogurtlen-receli.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!