_____________ Ön Söz _______________
Töre cinayeti deyince, ilk, akıllara çocuk sanıklar gelir..
Ben de o çocuklardan biriydim 1980 de..
Benim için çok zor bir şey.. ancak yine de bu bilinçaltı geçmişim ile yüzleşmek adına da olsa, bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim cezaevi anılarımı okuyan insanların cezaevi'ne neden düştüğüm hususunda akıllarında oluşacak ön yargılarına karşın..
İlk zamanları, cezaevinde, çevreye karşı vermeye çalıştığım imajın aksine, İçimden, her gün, her dakika, keşke uyansam ki, her şey, sadece bir rüyaymış, diye diye, her şeyi unutmak adına, kendime, bilinçaltı baskısı uyguladığım ve aklımdan çıkarmaya çalıştığım o cinayet anını, yıllarca hep erteleyerek, vicdanıma karşı direnmeye çalıştım..
Töre cinayeti suçu işleyen çocukları, bu suça iten, başlıca nedenlerden en önemlileri;
-Tahrik..
-Toplumun baskısından çocukların farklı etkilenmesi.. ve bu nedenle çocuğun kendine görev biçmesi.. Ve, dahası; etkili olan faktör, yılların birikimi..
Ve, şartlanma.. vs..
Töre cinayeti işleyen bir çocukta, katili olduğu yakınına karşı, kesinlikle, kin ve nefret duygusu beslememesine rağmen, böylesi bir eylemi gerçekleştirmesi tamamen şartlanma ile ilgilidir..
Yani kurban kesen bir insanın durumu gibi..
Ona göre, hem vurduğu insan da kendisinin istemediği bir ortamdan kurtulacak, hem de toplumun aşağılama baskısından aile bireyleri kurtulacaktı..
Ve, ölen yakını da, bu konumundan ötürü, (canına kıyıldığı için) cennete gidecek..
İşte din faktörü, ki; caydırıcı gibi algılansa da kesinlikle caydırıcı değil ve aksine, insana, kendi vicdanını, kendi mantığını yok saydıran, tek faktör olarak vardır, insan hayatında..
Örneğin;
Çocuklara, insan ölümlerini anlatırken, insanların ölüm nedenlerini; yaşlandıkları için,
Ya da; Dikkatsizliklerinden ötürü, kaza ile, yaşamlarını yitirdiklerini izah etmek yerine, insanların ölümünü, tanrı ile ilişkilendiririz.. Böyle bilinçlendirilen bir çocuk, zamanla, kendininde gerektiğinde adam öldürmeye hakkının olduğunu düşünmeye başlayacaktır..
Yani; Tanrı adam öldürüyor ise, demek ki, adam öldürmek kötü bir şey olamaz / dı... O halde kendisi de adam öldürebilirdi..
Bir çocuk için, tanrının davranışlarını örnek almaktan daha doğal bir şey olabilirmiydi..
Çünkü; O ne eylerse güzel eyler / di..
Ve dahası;
Örneğin; Siz bir çocuğa, hem tanrının cehenneminden (İşkence hanesinden) söz edip, hemde işkencenin yanlış olduğunu nasıl izah edebilirsiniz(!) ?
Yani; Dinlere göre, tanrı insanlara işkence ederek adalet sağlıyor ise, (ki; dinlere göre öyle) demek ki, bir gün büyüyüp polis ya da subay olacak o çocuklara göre, suç işleyen insanlara işkence etmekten, daha doğal bir şey olamazdı..
Çünkü; Tanrı da işkence yapıyor / du..
Töre cinayeti işleyen çocuklar, olayın etkisi ile yaşadığı şokun etkisinden sonra, vicdanı ile yüzleşmeye başlıyor..
Bir insan için bu süreç, çok acı ve çok zor bir süreçtir..
Ve bu süreci yaşayan bir insanın, yaşadıklarının binde birini bile anlatmaya kelimeler yetmez..
Ve bir insanın asıl ceza çektiği süreç de, bu süreçtir..
Yani hiç bitmeyen vicdani muhakeme..
- - - - - - - - - - - - - -
CEZAEVİ ANILARIM.. ve KENDİ VİCDANIMDA YAŞADIKLARIM..
Cezaevi ile ilk tanışmam, 1980 öncesi kasten adam öldürme (töre cinayeti) suçundan tutuklanarak girdiğim bir ilçe ceza evinde başladı. Henüz on yedi yaşında idim.
Hakkımdaki dava ile ilgili, bir kaç aylık adli soruşturmanın ardından, ilgili dava dosyası, asıl yargılanacağım İl ağır ceza mahkemesine gönderildi. Dola isi ile bende tutuklu olduğum ilçe ceza evinden il ceza ve tutuk evine sevk edildim.
Ceza evi idaresi, (yanlış hatırlamıyor isem) beni, önce hiç tanıdığım birinin olmadığı ve dünya görüşüme yakın insanların bulunmadığı, daha çok feodal yapılı insanların inisiyatifinde olan dördüncü koğuşa vermişlerdi.
Ve aynı zamanda, bu koğuştaki insanlar, genellikle hep biri birlerinin akraba ve köylüleri idi.
Bu insanlar zaman, zaman aynı dünya görüşü paylaştığım topluma mal olmuş sanatçılara, halk ozanlarına küfür içeren sözler sarf ediyorlardı ve ben her şeye rağmen can güvenliğim için sessiz kalmak zorundaydım. İçinde bulunduğum şartlar onu gerektiriyordu.
Ancak, bu konumumdan ötürü yaşadığım olumsuz psikoloji nedeni ile her geçen gün bunalıma giriyordum.
Çünkü, bu koğuştan, başka bir koğuşa naklim için, ceza evi idaresine, koğuştaki insanlar ile aramdaki görüş ayrılığı dışında bir geçerli bir gerekçe de gösteremiyordum.
Karamsarlık ve çaresizliğin üzerimde çöreklendiği bir girdabın içinde yaşıyordum.
Her geçen gün, koğuştaki insanların kendi aralarında yaptığı konuşmalardan, ceza evinde tutuklu ve hükümlülerin gönüllü çalıştığı bir halı atölyesi ve halı koğuşu olduğunu öğrenmiştim.
Bu durum bana koğuş değiştirmek için iyi bir gerekçe olmuştu.
Ve halıda çalışmak gerekçesi ile, idareye müracaat ederek halı koğuşuna geçmiştim.
Bu koğuş benim için iyi olmuştu.
Hem tanıdık yakın bir köylüm, hem daha rahat konuşup dertleşe bileceğim insanlar vardı.
Ancak bu buruk mutluluk benim için çok sürmeyecekti..
Bir gün, akşam üstü koğuşta mektup yazıyordum.
O kadar dalmışım ki, gardiyanların koğuşa arama için girdiklerini son anda fark etmiştim.
Üzerimde, bir tane, daha önce bahçede bulduğum, yedi, sekiz santim büyüklüğünde, kendimi koruma amacı ile şiş yapmayı düşündüğüm, inşaat çivisi vardı. Ani bir refleks ile üzerimdeki bu çiviyi kendi ranzamın altına atmıştım.
Koğuş çıkışın da, üzerimi arayan gardiyan, paniklediğimi, rengimin attığını fark etmişti. Bu neden ile bana sorduğu sorularını, -yok bir şey diye geçiştirmeye çalışmıştım.
Tüm ceza evinde arama bitmişti. İdareye çağırılanların arasında bizim koğuştaki birkaç kişinin ismi ile birlikte, benimde ismim vardı.
Ben, koğuştan koridora çıkarken, beni koğuşta arayan gardiyan bana;
-Hani lan, bir şey yok diyordun! Ranzanın altında bulduğumuz o şiş neci? .. diye çıkışmıştı.
Tabi gardiyanlar kendilerine özgü bir sitil ile bizi sorgulayıp (meydan dayağının ardından) ışıksız, zifiri karanlık, bir bodrum kata atmışlardı.
O kısımda üç kişiydik. Diğer iki kişi bildiğim kadarı teyze çocukları idi.
Ve birisi siyasi tutukluydu.
Siyasi tutuklu mahkûm arkadaş, gardiyanların kendisini aradıklarında fark edemedikleri yada üzerinde kalmasında bir mahsur görmedikleri cebindeki plastik çakmağı arada bir çıkarıp yakarak etrafımızı görmeye ve nasıl bir yerde olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk. O anda benim, dışarıdayken, hücrede bir siyasi mahkûmun kimler tarafından nasıl işkencelere maruz kaldığını anlatan bir kitabın içeriği gözlerimde canlanmıştı. Tarifi zor bir endişe kaplamıştı içimi.
Bir ara bu arkadaşın elindeki devamlı yakmaya çalıştığı çakmak eriyerek parlamak üzereyken son anda söndürmüştü.
Neyse ki, o zifiri karanlıkta, bir iki saat kalmadan gardiyanlar bizi oradan çıkararak ilk koğuşumuzun dışında başka bir koğuşa vermişti.
O yıllar sağ, sol çatışmalarının ve bölücü terörün tırmandırıldığı dönemdi.
Bu neden ile ceza evleri kapasiteleri tutuklular için yetersiz kalıyordu.
Koğuşlar hınca hınç doluydu.
Koğuşumuza ait, ara sıra bozulan, ara sıra çalışan siyah beyaz bir televizyonumuz vardı.
Zaten o yıllarda, ne renkli televizyon, nede şimdi olduğu gibi özel kanallar vardı.
Sadece günün belirli saatlerinde yayın yapan TRT vardı. Haftada bir yayınladıkları Türk filmlerinin yanı sıra en çok siyasi açık oturumlar ilgi ile izleniyordu.
Bu arada koğuştaki karşıt görüşler arasında yaşanan gerginlikler de bazen kavgaya dönüşüyordu. Henüz 12 Eylül askeri müdahalesi olmamıştı….
Aynı yıl içinde hal hazırdaki çok kısmi de olsa mevcut demokrasiye yapılan 12 Eylül askeri müdahalesi ile birlikte ceza evinde de çok şeyler değişmişti. Bir kaç ay içinde ceza evine yüzlerce yeni gelen siyasi tutuklular ile birlikte artık koğuşlara sığmaz hale gelmiştik.
Aralarında çok sayıda yüksek öğrenim gören öğrencilerin, öğretmenlerin, avukatların, doktorların bile bulunduğu bu siyasi tutuklular, genellikle doksan günlük gözaltı süreci yaşadıkları için, zaten ceza evine perişan bir halde geliyorlardı. Buna rağmen, yine bir gözdağına yönelik karşılamanın (Meydan dayağının) ardından önce hücrelere ardından koğuşlara dağıtılıyorlardı.
Bu insanların birçoğu, bu günkü yasalarımıza göre suç sayılmayan suçlara iştirak iddiası ile tutuklanmış aylarca süren askeri mahkemelerde aklanmayı beklemişlerdi.
O yıllara dair yaşadıklarım, kişilik yapım gereği, en duyarlı olduğum ve en çok etkilendiğim, hücrelerdeki insan çığlıkları, daha dün gibi kulaklarımda halâ yankılanıyor. Hatırladıkça gözlerim dolu, dolu oluyor..
İki yıl süren yargı sürecinde, idam cezası istemi ile yargılandım.
Mahkeme heyeti beni, işlediğim suçta ağır tahrik unsurunu, yaşımın olay anında henüz on sekiz yaşın altında olmamı, gösterdiğim iyi hal ve samimi ikrarımı dikkate alarak TCK’nin ilgili maddeleri gereği; Beni, 12 yıl 6 ay ağır hapis cezası ile cezalandırdı.
Ceza evinde kaldığım, altı yıl dört ay yirmi günde, altı değişik cezaevinde yattım. Bunlardan ilki ilçe, üç tanesi E tipi iki tanesi eski tip ceza evleri idi. Bu cezaevlerinden birinde kaldığım iki yıl içinde iki defa hücre cezası aldım.
İlkinde ceza evi idaresinin arada bir yaptığı aramalardan birinde koğuşta bulunan bıçak ile ilgili idi.
Bıçak ile benim bir alakam yoktu. Sadece üzerinde benim ismim yazılı olan, ancak başka birinin ranzasının altında duran, ağaç yapımı sebze nakliye kasasının içinde bulunmuştu.
O günkü arama esnasında yakın bir arkadaşım elindeki sapsız bıçağı, bütün bir ekmeğin arasına gizlemeye çalışırken fark ederek gardiyan ile arasına durup, gardiyanın görüş alanını kapatmaya çalışmıştım.
Ankaralı olan bu arkadaş, ekmeğin içine gizlediği bıçağı o kasanın içine atmış olacak ki, idare tarafından ilk şüpheli olarak ben alındım.
Ceza evi idaresine her ne kadar bıçak ile ilgim olmadığını izah etmeye çalıştım ise de, onlar için pek inandırıcı olmamıştı.
Ceza evi idaresi, kendi beklentilerine göre konuşmam için her zamanki bilinen (Falaka) yöntemlerine başvuracaklardı. Hem yeni aldıkları, denemeye tabii tuttukları stajyer gardiyan adaylarını denemek, test etmek için iyi bir fırsat olmuştu ceza evi idaresi için.
Başıma geleceklerin farkındaydım. Yinede her şeye rağmen kariyerim açısından, isim vermemeliydim. Fazla hırpalanmadan, bir iki haftalık hücre cezası ile kurtulurum düşüncesi hakimdi bende. Bu nedenle, önce çaresiz üstlendim.
Ancak düşündüğüm gibi olmadı. Bu defada nereden buldun? sorusuna inandırıcı cevap veremediğim için, dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldim. Tabi gardiyanlar kendilerine özgü sitille (Falaka ile) yaptıkları ilk sorgulamada suçlu olup olmadığım hususunda bir kanaate varamamış olacaklar ki, buldukları bıçağa en yakın ranzada yatan, hatırladığım kadarı ile memleketi İstanbul olduğunu bildiğim hükümlüyü de getirdiler. Oda aynı malum sitille (Falaka ile) sorgulandı. O zaten bir şey bilmiyordu. Ardından beni ikinci defa sorguya (Falakaya) aldılar. Ve yine aynı yöntem...
Sonuçta İstanbullu ile ikimizi zanlı olarak hücreye atmaya karar verdiler. Ayakkabılarımız elimizde gitmiştik hücreye.
Çünkü; Falakada ayaklarımız o kadar şişmişti ki, ayakkabılarımız ayağımıza olmamıştı..
Atıldığımız hücrenin zemini ıslaktı, su ile kaplı idi. Üzerimizden atletlerimizi çıkartıp, paspas yaparak yerleri kurutmaya çalışmıştık. Çünkü hücrelerde ranza olmadığından sadece baddaniye ile yerde yatmak zorundaydık.
Hiç unutmam hücreye ilk girdiğimiz dakikalarda, dayanılması çok zor ağır, bir kokunun içinde bulmuştuk kendimizi. Tabi ilerleyen saatlerde farkında olmadan yavaş, yavaş alışmıştık o ortama.
Bulunduğumuz hücrenin üst katına ait helanın pim aş gideri yapılmamış, ya da tamamen sökülmüş olacak ki, kullanıldığında, atık sular alttaki bulunduğumuz hücrenin hela taşının üzerine yağıyordu. wc kabini kapısızdı. Arada bir çıkıp bizi dakikalarca seyreden kocaman farelere uykuda savunmasız yakalanmanın endişesi ile yatıyorduk geceleri...
Hücreler hem çok havasız hem çok nemli idi. Demir kapıya kaşık sapı ile çizerek yazdığımız yazılar, bir iki dakika içinde, sanki yıllar önce yazılmış gibi hemen pasa dönüşüyordu.
Yazın bile bizi bir titremedir tutardı, üşürdük, ve bir süre sonra ardından soğuk, soğuk terlerdik.
Yirmi yedi yıl önce yattığım bu çok eski ceza evi sanırım Osmanlı döneminden kalmıştı...
Bu hücrede üç kişi kalıyorduk. Diğer mahkûm arkadaş neden düştüğünü şu an hatırlamıyorum Denizlili idi. Bu arkadaş sessiz kendi halinde, birazda bize karşı güvensiz ve çekingendi.
İstanbullunun yemek yerken ağzını şapırdatma huyu varmış. Karavana saatinde bize de karavana vermişlerdi. Yemek yemeğe başladığımızda İstanbullunun ağzından çıkan şapırtı seslerinden son derece rahatsız oluyor, her geçen dakika adeta tahrik oluyordum.
İçimden, kendi kendime; Ya hemşerim ağzını şapırdatma desem, ya beni terslerse, benim aynı orantıda karşılık vermem lazımdı.. Bu da açık, açık kavga edeceğimiz anlamına geliyordu ki, İstanbulluya üstünlük sağlayamayacağım kanaatindeydim. Çünkü, daha önceki bir tarihte koğuşta onun ile yaptığımız kavgada ona üstünlük sağlayamamıştım.
O halde ne yapmalıydım.. Mademki kavga ile sonuçlanacaktı, onu uyarırken ayakta olmalıydım, ve beni terslediğinde ayakta olmanın avantajı ile önce ben ona saldırmalıydım. Ona ancak böyle üstünlük sağlaya bilirdim...Ve ayağa kalkmış defalarca saldırma kararı ile cayma kararı arasında gidip gelmiştim.Oysa adamın bu durumdan haberi bile yoktu.
Beni böyle hatalı bir davranışın içine iten neden; ceza evi yaşamımdaki ilk yıllarda yaşadığım kavgalarda, eğer ilk karşımdaki atak davranmışsa bu durumda genellikle üstünlük şansımı kaybediyordum. Bu neden ile kendi kendime bir karar almıştım; kesinlikle kavga ile sonuçlanacak tartışmalarda, tartışmak yerine,ona hissettirmeden saldırmayı tercih ediyordum. Ve bunu kendime prensip edinmiştim..
Başgardiyan, bir hafta sonra İstanbullu ile beni hücreden çıkarıp ceza evinin müdürünün karşısına götürmüştü.
Ceza evi müdürü bize -Bakın aramada bulunan bıçak ile ilgili doğruyu söylemezseniz, sizi birde ben sorgulayıp (Falakaya yıkıp) tekrar hücreye attırırım şeklinde bir yoklama çekerek, davranışlarımızdan gerçekten suçlu olup olmadığımızı anlamağa çalışmıştı. Sonuç itibarı ile aleyhimize bir kanaate varamamış olacak ki bizi koğuşlara verdirmişti.
Bıçak ile ilgili asıl suçlu,(sözde arkadaş) kendisinin yüzünden onca yaşadıklarımıza karşın, ne benden özür dilemiş, nede her şeye rağmen kendini koruduğum için teşekkür etmişti. İlk karşılaştığımızda o bıçağın kendisinin olduğunu bildiğimi, yüzüne karşı söylememe rağmen...
Şu an düşünüyorum da, ben yinede kariyerim için doğru olanı yapmıştım.
BU CEZA EVİNDE ALDIĞIM İKİNCİ BİR HAFTALIK HÜCRE CEZASI; yine koğuşlarda yapılan bir genel aramanın ardından, ilk önce benim ön adımın ardına soyadım olarak aynı koğuşta bir arkadaşın ön adını anons ederek meydan yerine (idarenin önüne) çağırmışlardı.
Bu çağırılan kişinin ben olabileceğime dair içime bir edişe düşmüştü. Her şeye hazırlıklı olmalıydım...
Ben hazırlanıyordum ki bir kaç dakika sonra adım soyadım düzeltilerek anons edildi. Belli ki birileri idareye giderek bu belirsiz ad ve soyadı aleyhime düzelttirmişti.
İdareye gittiğimde başgardiyanın masasında benim ile bir ilgisi olmayan el yazımı bazı siyasi içerikli kâğıtlar gözüme ilişmişti.
Bu yazılar belli ki benden bir kaç dakika önce hücreye atılan mahkumların üzerinde yakalanmıştı.
O esnada bir şok yaşamış olacağım ki bana ne sorulduğunu, benim ne cevap verdiğimi hatta bir üst kata beni savcı beyin huzuruna nasıl çıkardıklarını hatırlamıyorum. O an tek hatırladığım, Savcı beyin gardiyanlara; -Götürün konuşturuncaya kadar dövün demesiydi..
Tekrar sorgulamak için baş gardiyanlığa getirilirken, her kolumda bir gardiyan, o kadar iştahlanmışlardı ki ayaklarımı yerden kesmişler, adeta uçurarak götürmüşlerdi beni..
Oysa sorgulanmam gereken bir konumum yoktu.
Bir ispiyoncunun idareye yanlış bilgi vermesi zincirlemesine savcı beyin idare tarafından olayı yanlış anlamasına neden olacak şekilde bilgilendirilmesi eklemişti.
Aslında koğuşta mütevazi bir kişiliğe sahiptim.
Öyle bir uyumsuzluğum da yoktu.
Sadece koğuşta karşı ranzadan ranzaya argo kelimeler konuşan lümpen kişilerin, küfürlü kelimeler içeren bu tür sohbetlerine kısıtlama getirmiştik, bir kaç arkadaş ile koğuşta inisiyatif kurarak..
Sanırım bu tavrımızdan rahatsız olan bir kişi idareye hakkımızda yanıltıcı bilgi vermişti.
Malum sorgulamada (İşkence de) : İdareye karşı toplantı yapıyormuşsunuz diyorlardı..
Ve, sonra yine beni hücreye atmışlardı.
Atıldığım hücre boş bir hücreydi. Bu hücrede, (şu an kalem ile mi yoksa çizerek mi hatırlamıyorum) on santim büyüklüğünde harfler ile İNTAHAR EDECEĞİMİ GARDİYANLARA ÖNCEDEN ŞÖYLEMİŞTİM yazılmış yazı çekmişti dikkatimi.
Oysa sadece dört duvardan ibaret olan hücrede, bir intihar eyleminin gerçekleştirile bilme olasılığı yüzde sıfır denecek kadar düşüktü. Çünkü hücreye gidecek her mahkûm görevli gardiyanlar tarafından tepeden tırnağa aranır. Dolayısı ile hiç bir hücre cezalısı mahkûm hücreye giderken üzerinde delici kesici hiç bir şey götüremezdi. Bir mahkûmun bu hücrede kendi kendini asabileceği hiç bir cisimde yoktu. Tek olasılık kalıyordu geriye; başını duvardan duvara vurarak intihar etmek. Başını duvardan duvara vuracak psikolojiye sahip insan da ne böyle bir yazı yazmayı düşünür, nede böyle bir yazı yazmak için kendisine zaman ayırırdı. Sonuçta bu gizemli yazı ve bulunduğum hücre bana; Birilerine karşı güvensizliği çağırıştırıken beraberinde de karamsarlığı ve dahası,ÇARESİZLİĞİ yaşatıyordu….
Bu hücrede henüz birkaç saat kalmıştım ki yanıma, yakın bir arkadaşımı daha getirdiler. Anladığım kadarı ile onun üzerinde de aynı genel aramada bir demir testere parçası bulmuşlardı. Bu arkadaş ile bulunduğumuz küçük hücrede hem kısa mesafe volta atarken hem kendi aramızda konuşuyorduk. Kendisine seni neden getirdiler diye soruyordum o esnada o arkadaş bana kapının mazgal kapağından dinlendiğimizi işaret etti. Hakikaten yeni alınan bir gardiyan tarafından dinleniyorduk. Zaten çok geçmeden bir baş gardiyan ile birkaç yardımcısı gelmişti bulunduğumuz hücreye bu yeni gelen arkadaşı sorgulamak için….
Gardiyanların vardiya değiştirmesinin ardından, gündüz disiplin cezası ile idareye düşen mahkûmların sorgusuna katılamamanın şansızlığını yaşayan bazı başgardiyan ve yardımcılarının gece hücredeki mahkûmları sorgulamak (İşkence yapmak) için hücrelere geldiklerini, bulunduğumuz hücreye her geçen zaman biraz daha yaklaşan, demir kapı sürgü seslerinin ardından duyulan diğer malum insan iniltileri ve insan çığlıklarından olup biten her şeyi yüreğimizin derinliklerinden hissederek anlayabiliyorduk….Ve endişeli gözler ile biri birimize bakışarak geçen bir zamanın ardından bizim bulunduğumuz hücrenin kapısı da açılıyordu….
Ve nihayet, iki yıl kaldığım bu batı ceza evinde, müşadiye sürem dolmuştu. Sevkim ile ilgili tercih hakkımı kullandığım üç ceza evinden biri olan çiftlik gibi diye övgüler yağdırılan bir başka ceza evine yapılmıştı. İki yıla yakın bir sürede kaldığım bu ceza evininde de öyle anlatıldığı gibi çiftlik gibi falan olmadığını yaşadığım ve hiç unutmadığım bir çok olaylar ile öğrenecektim….
İki yıla yakın bir sürede kaldığım bu ceza evinde unutamadığım anılarım arasında; halı atölyesinde çalışırken iki gurbet mahkûmu aynı memleketli hükümlünün halı bıçakları ile biri birlerine girdiklerine tanık olmuştum. Bu iki kavga eden hemşeriyi ayırmak için atölyede benden başka kimse girişiminde bulunmamıştı. Her ikisi de yaralanmışlardı ama en azından bir can kaybını önlemiştim.
22/71984 Yılında infaz kanunu yönetmeliği gereği yakın bir ilin yarı açık ceza evine sevk edildim. Zorunlu olarak çalışmam gereken kısımlardan biri olan halı atölyesi bölümüne verilmiştim.
Bu yarı açık ceza evi, kapalı ceza evlerinden çok farklı idi. Gündüzleri hükümlülerin dış bahçe kapısını açarak kapı önünde süt, yoğurt, buz vs. satan seyyar satıcılardan alış veriş yapmalarına idare ses çıkarmıyordu. Böyle imkâna kavuşmak bir hükümlü için özgürlüğe atılan ilk adımdı adeta… Hatta her hükümlü aldığı cezanın oranına göre yılda bir iki defa, (yolda geçecek zaman hariç) bir gün izine gide biliyordu.
Bütün bu haklara kavuşmayı düşünmek; yıllarca kapalı ceza evlerinde zor koşullarda yatan bir hükümlü için, tatmayı çok özlediği muhteşem bir duygu olsa gerekti…Güneşsizlikten, susuzluktan solmak üzere olan bir bitkinin, tekrar kavuştuğu güneş ve su ile yeniden buluşması ve, yeniden canlanması gibi bir şeydi bu….
Bana, sabah izine gideceğimin haber verildiği akşam, heyecandan sabaha kadar uyuyamamıştım. Ancak o günkü izine giden kafile ile izine gidememiş, bir gün sonra izine gideceklerin listesine eklenmiştim..
Dola isi ile ertesi gece de yine heyecandan doğru dürüst uyuyamamıştım. Bu neden ile izine gidiş dönüşüm rüyadaymışım gibi uyuklayarak geçmişti.
Ben, en son bu yarı açık cezaevinden,20/04/1986 Tarihinde, Özal hükumetinin infaz kanununda yaptığı değişiklik nedeni ile, normal tahliye tarihimden yetmiş gün önce şartlı tahliye olmuştum.
Bu tahliye, altı yıl dört ay yirmi gün ceza evinde kalan bir insan için yeniden dünyaya gelmek gibi bir şeydi..
Netice olarak, şöyle bir geriye dönüp baktığımda; demir parmaklıklar ardında geçirdiğim altı buçuk yıl, hayatımda derin izler bırakmakla kalmamış, Geleceğime dair de çok şeyler alıp götürmüştü.
Her şeye rağmen ceza evindeki tutukluluk hali, sabır ile, azim ile gün geliyor bitiyor.. Peki vicdanda yaşanan ceza..? .. İşte o hiç bitmiyor.. devam ediyor..
Çünkü “VİCDANİ MAHKEME”de zaman aşımı yok.. Ve insan asıl cezayı vicdani mahkeme de alıyor..
İşte o ceza hiç bitmeyen bir ceza.. Ve de, her geçen gün, ağırlaşan bir ceza...
24/04/2012
Hüseyin ÇubukKayıt Tarihi : 30.3.2017 22:27:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Hüseyin Çubuk](https://www.antoloji.com/i/siir/2017/03/30/cezaevi-anilarim-ve-kendi-vicdanimda-yasadiklarim.jpg)
Tespitler yerinde.
En çok biz eğitimcilere görevler
düşer galiba.
Sevgi ve saygılar ustadıma...
Değişim ve dönüşümün uygarlaşmaya yönelik olabilmesi için iş'e yerli gericilikten başlanmalı ve feodalizmin tasfiye edilmesi gerekmektedir.
Kronikteki dikkat çekilen sorunsalların temelindeki başat gerçek budur aslında.
Hele de toprağın mülkiyetini elinde tutan güçlerin varlığını sürdürmekte olduğu bizim gibi,geri bıraktırılmış ülkelerde töre cinayetleri kaçınılmazdır.
Tuzu kuru olanların bu yaşamsal durumla ıraktan yakından ilgileri elbette ki olamaz.
Ama insanız bizler!
Ve öyküler hep bizim gerçeğimizin yansımalarıyla dolu dolu.
Kutluyorum Dostum.
Erdemle.
Ah bu hapisaneler..
Ah bu adaleti sağlamak adına yapılan adaletsizlikler.
Ah benim ülkem
Ahh.. ah... ah....
Muhteşem bir iç hesaplaşma, sorgulama.Üstü kapalı da olsa anlatılanlar, okuyan örtünün altını görür gibi, yazılamayan satıraralarını okur gibi.Ya da ben öyle sanıyorum...Ben ah çekmeyim de kimler çeksin?...Ne zaman düzelecek bu toplum ve nasıl?.. Böyle mi? diyesim geliyor. 17 YAŞINDAKİ BİR GENCİ BU CİNAYETE TEŞVİK EDENE Mİ AĞZIMA GELENİ SAYIP SÖYLESEM?. KONUŞTURMAK İÇİN OLMADIK İŞKENCELERİ YAPANLARA MI?...SÖYLESEM DE KİM DİNLER Kİ?...AMA GERÇEK OLAN BİR ŞEY VAR...BİR AVUŞ GÖKYÜZÜE HASRET, HÜCRE HÜCRE DOLAŞTIRILAN, ÖMRÜNÜNÜN EN GÜZEL YILLARINDA 6.5 YILI ÇALINAN PIRIL PIRIL BİR GENÇ. YİNE DE HAYATA BÖYLESİNE TUTUNMASI BİR MUCİZE..
O GÜNLERİ TEKRAR YAŞAMAMK VE TAŞATMAMAK ÜZERE ÇALIŞ CANNN... BU KONUDA ÇALIŞACAĞINA BANA SÖZ VER. BEN SENİN, İŞTE BU İÇİN DIŞIN AYNI HALLERİNİ SEVİYORUM.HİÇ DEĞİŞME BÖYLE KAL. DAİMA SEVGİMDESİN....
Ah bu hapisaneler..
Ah bu adaleti sağlamak adına yapılan adaletsizlikler.
Ah benim ülkem
Ahh.. ah... ah....
Muhteşem bir iç hesaplaşma, sorgulama.Üstü kapalı da olsa anlatılanlar, okuyan örtünün altını görür gibi, yazılamayan satıraralarını okur gibi.Ya da ben öyle sanıyorum...Ben ah çekmeyim de kimler çeksin?...Ne zaman düzelecek bu toplum ve nasıl?.. Böyle mi? diyesim geliyor. 17 YAŞINDAKİ BİR GENCİ BU CİNAYETE TEŞVİK EDENE Mİ AĞZIMA GELENİ SAYIP SÖYLESEM?. KONUŞTURMAK İÇİN OLMADIK İŞKENCELERİ YAPANLARA MI?...SÖYLESEM DE KİM DİNLER Kİ?...AMA GERÇEK OLAN BİR ŞEY VAR...BİR AVUŞ GÖKYÜZÜE HASRET, HÜCRE HÜCRE DOLAŞTIRILAN, ÖMRÜNÜNÜN EN GÜZEL YILLARINDA 6.5 YILI ÇALINAN PIRIL PIRIL BİR GENÇ. YİNE DE HAYATA BÖYLESİNE TUTUNMASI BİR MUCİZE..
O GÜNLERİ TEKRAR YAŞAMAMK VE TAŞATMAMAK ÜZERE ÇALIŞ CANNN... BU KONUDA ÇALIŞACAĞINA BANA SÖZ VER. BEN SENİN, İŞTE BU İÇİN DIŞIN AYNI HALLERİNİ SEVİYORUM.HİÇ DEĞİŞME BÖYLE KAL. DAİMA SEVGİMDESİN....
TÜM YORUMLAR (10)