şimdi git
biraz gün batımından götür
birazda esmerliğinden bana bırak
Güneşi de ikiye böl
yarısı sana kalsın
yarısıda bana
aklıma takılanları
sorardım büyüklerime
üstü kapalı anlatırlardı bana
daha aklın ermez
küçüksün diye
Kanatlanıp uçsaydın
Kuş olup bulutlara
Her yağmur yağışında anardım seni
Sırılsıklam ıslanırdım
Sırılsıklam aşıklar gibi
Ya lapa lapa yağan her kar atışında
Bir an alıyoruz kendimizi bu keşmekeş dünyadan. Sonra her yer gül bahçesi oluyor. Düşlerimizde büyüttüğümüz dünya gözlerimizin önünde küçülüyor.
Uçsuz bir yol, sarı yapraklarla bezenmiş kaldırım taşlarının üzeri. Bir köy minibüsü son hızla geçi yor. Arkasından ayaklanan sarı yapraklar ağır, ağır tüy hafifliğinde düşüyorlar, yıpranmış taşların üzerine sonra…
Ağaçlar yazlıklarını çıkarmış, son güz çelişkisinde kararsızlar soyunmaya. Kuşlar terk edilmiş yuvalarda sevişiyorlar anne sıcaklıklarını arayıp, hazan mevsiminin son şarkısını söylerken. Ormanın derinliklerine doğru, görkemli bir köy evi karşılıyor bizi, her yanı ahşap. Bacasından gri bir duman yükseliyor inceden ince, gökyüzündeki maviliğe yetişircesine. Kırılmış sobalık odunların göğsüne, sırtını dayamış kocaman Karabaş bacaklarının arasına kafasını koymuş, kulakları uzaklardan gelen sesle irkilip dikleşiyor.
Bakir topraklarda yaban meyvesi toplayan bakir köylü kızları, güneşin kızıllığını yatırmışlar saçlarına. Akşam yorgunluğunu yaban meyveleriyle birlikte yüklemişler sepetlerine. Utangaç, kırılgan muhabbetleri yükseliyor patika yolun kuytuluğunda, soluksuz gülüşlerinin arkasından. Çiçekli entarilerinin üzerine hırka giymiş üçü de, gülkurusu renginden… Dolgun kaçlarında oynaşıp duruyor hırkanın ucu, esmer olanın. İri göğüsleri hırka düğmelerine iliklerinin hasretini ele veriyor. Siyah saçlarını çevreleyen gün batımı esmer yüzündeki, iri zeytin karası gözleri gülüşlerinden olsa gerek ışıl, ışıl iki mercan parçası gibi parlıyordu. Etli dudakları, kırmızı iki elma gibi top, top olmuş yanaklarına doğru gerilirken, inci tanesi güzelliğindeki dişleri esmer yüzündeki bir başka beyazlıktı.
Suskundu diğer ikisi, esmer kızın şenliğine rağmen. Yinede ikisinin yüzünde de gülümseme vardı. Buğday rengindendi saçları ince yapılı olanın. Ela gözleri kuru yüzünde adeta en güzel yeriydi. Gülkurusu hırkasının düğmeleri ilikli olsa da, rüzgârı konuk etmişti hırkasının içine. Başına bağladığı al çiçekli yazması boynuna düşmüştü; iki yanından örük olmuş saçlarından sıyrılarak.
Akşam güneşinin kızıllığı görünen saçlarını parlatırken, sararan buğday tarlasını andırıyordu. Bu haliyle nasılda özgürdü. Başörtüsünün kıvrılıp boynuna yığılmasına, çiçekli entarisinin rüzgârda savrularak bacaklarının güzelliğinin görünmesine aldırdığı yoktu.
Hep aynı güzellikte kalsaydı zaman
Ah çekmeseydik
Ömrümüzden geçen yıllara
Yanmasaydık
Çocukluğumuza...
Önce gökyüzüydü yüzün
Güneşli parlak mavi
Sonra hüzün müydü yüzüne çöken
Bulutlu, yağmurlu havaya döndü
Bana bıraktıkların bumuydu
eller kalkıp yumruk olup'da tokuştukça havada
hep bir eksik vurdu kavgalar birbirine.
prometeusun ateşini, çalsak ta,
şiirin dizelerinde
tutuşan sevdadan
başka bir şeyi ifade etmedi bize
Bir sabah uyandığımda
Bir sabah
Bulutların olmadığı
Fırtınaların kopmadığı
Güneşin pırıl, pırıl dünyayı aydınlattığı
Bir sabah
böyle yalnız kalmakta varmış
gecenin bir vakti
tek başına
dışardaki kış soğuğuyla baş başa
üşürüm şimdi sensizliğe
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!