Cesaret Şiiri - İbrahim Şahin 2

İbrahim Şahin 2
532

ŞİİR


24

TAKİPÇİ

Cesaret


DESTANLAR DİYARI ANADOLU

Bir destandır Anadolu okumasını bilene.

Nasıl ki her destan bir cesaret kahramanının ürünü Anadolu'nun destanını yazmak da bir cesaret gerektirir.

Her okuduğum kitapta yazma tutkusu katlanarak büyüdü. Gel gör ki bende cesaret tık. Ne zaman kalemi elime alsam elim başlıyordu titremeye. Üstümden atamadığım ta ilkokul yıllarında okuduğum yazının ilk cümlesinde tüm sınıfın gülüşü bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kalemi her ele alışımda o korku geliyordu aklıma. Kaleme ben değil o korku hâkim oluyordu. Elim titremeye kalem ürkmeye başlıyordu. Doğrusu yazdıklarıma ben bile gülüyordum.
Her kalemi elime alışta aklıma gelen tek cümle ‘’ Ya arkadaşlar gülerse…’’ Yazıma başlayamazdım ‘’ Ya arkadaşlar gülerse’’ diye.
İmdadıma okuduğum Çelik Böyle Sertleşti romanının yazarı yetişti. Romanın yazarı savaşta ayaklarını, iki kolunu kaybeden Nikolay Ostrovski ‘’ Ey siz insanlık düşmanları, bütün maddi varlığımı aldınız, bedenimi aldınız, bir tek beynimi alamadınız. Beynimle sizlere savaş açmaya devam ediyorum!’’ diyerek dünyaya meydan okuyordu. Nikolay’ın tek silahı cesareti idi. Cesaret beyne hükmediyordu, beyin cesaretin kılıcını sallıyordu. Artık cesaret kılıcımı kullanmayı öğrenecektim. Kılıcımı öyle önüne gelene sallamayacaktım sadece içimdeki korkuya sallayacaktım. Kalemime korkularım değil ben hükmetmeliydim.
Artık ‘’ Yazmalıyım, yazacağım, yazdıklarımı gülene inat okuyacağım.’’ Her ‘’ Yazacağım’’ deyiş korku zincirimden bir halka koparıp atıyordu. Her halka kopuş bana bir güç, bana bir hırs…
Yazmıyordum. Sadece ‘’Yazacağım!’’ diyordum. Her ‘’ Yazacağım!’’ deyiş beni bir bıçak gibi biliyordu. Ben keskin kılıç... Ben özgür kuş.
Korku kırlangıçlar gibi göç etmişti yüreğimden. Beyaz güvercinler yuva yapmıştı yüreğime. Kanatlanıp süzülüyordum hayaller dünyamda. Bakışlarım değişmişti. Duyuşlarım değişmişti. Gülüşlerin yerini alkış sesleri doldurmuştu. Rüyaları değişmişti…
Bir sözcük, tek bir sözcük ‘’cesaret’’ yeni bir ben yaratmıştı benden. Artık o ben yaşatmalıydı yeni beni.
Yeni ben fırsat kolluyordu.
Okul açılalı nerdeyse iki ay oldu olacaktı. Sınıftaki birbirimize yabancı bakışlar gitmiş yerine kanka bakışları gelmişti. Nerdeyse ‘’ Ben kül yutmam.’’ diyebilecek derecede disiplinli öğretmenin dersinde bile kaş gözle, parmak ucu gösterişlerle, parmak sallayışlarla kırk dakikayı bölmeden dolu dolu sohbeti koyulaştırabiliyorduk. Enstrümantal edasıyla vücudumuzun bütün uzuvlarını kullanabiliyorduk. Kulak öğretmende, elin biri arkadaşımızın omzunda, öbürü başka bir arkadaşın sırtında; gözün biri sol çapraz, biri sağ çapraz. Bütün bunlar bana ters geliyordu. Bunlar cesaretin ürünü olamazdı.
Ben arayışlar peşindeydim. Adına ‘’ Cesaretin ürünü bu!’’ dedirtecek, cesaretin şanına yakışır bir çıkış… Benim arayışım koparmıştı beni sınıfın tatlı gülüşlerinden. Duruşuma, bakışıma gülenler vardı yine. Bu defa ben hiç birine aldırmıyordum. Gördüğüm, aldırdığım tek şey ‘’Korku nasıl başarıya bir zincirse basit gülüşler de ayak bağı.’’
Arkadaşların gülüşlerini duymuyor, zili duyabiliyordum. Sınıf zilin çaldığının bile farkında değil. Birden kapı açıldı Tatlı gülüşler, tatlı bakışlar bir anda buza kesti… Ders edebiyat. Ders aynı, dersin öğretmeni aynı. Dersin öğretmeninin sınıfa bakışı farklı. Her bakış nerdeyse bütün sınıfı göz merceğinde hapsedecek. Sınıfın bütün bakışları öğretmene odak. Şaşkınlık, ‘’ Bu değişikliğin sebebi ne?’’ diye. Meraklar öğretmenin ağzından çıkacak ilk sözde… Öğretmenin ağzından ilk söz çıktı, ‘’ Bugün konu işlemeyeceğiz.’’ Sınıfın bir olan şaşkınlığı, bin oldu. Mülayim aşk gazelleri okuyan öğretmen gitmiş, yerine kahraman edaları ile kükreyen biri gelmişti. Öğretmen esip gürlüyor:
- Arkadaşlar, biliyorsunuz bu hafta Cumhuriyet Bayramını kutlayacağız. Ben sizlere bugünün kıymetini bilmeniz için, bugünlere nasıl gelindi onu anlatacağım. Yurdumuz kurtuluş savaşından yıllar yıllar önce; bölünmeye, işgal edilmeye başlanmıştı.
Öğretmen daha ‘’ Cumhuriyet’’ demeden içimdeki cesaret ‘’ Cumhuriyet cesaretin ürünü, Tanka tüfeğe kazma, kürek sapı ile karşı koymak cesaretin ürünü.’’ diyor. İçimdeki cesaret esip gürlüyor, saygısızlık olmasa öğretmeni durdurup ben konuşacağım.
Öğretmen Balkanlar’dan başlıyor bölünmeyi anlatmaya, iniyor Arap Yarımadası’na. Geçiyor Adalar’a. Adanın birinden birine zıplıyor.
Öğretmeni hep edebiyat öğretmeni bilmiştik. Tarihe olan ilgisi, geniş bilgisi bizi şaşırttı.
Derste öğretmenin gözüne girmeye çalışanlar atılıyor sahneye:
- Çanakkale Savaşı…
- I. Dünya Savaşı…
Öğretmen aldırmıyor, sözünü böldürmüyor, kendinden emin tavrıyla sürdürüyor,
- Balkan Savaşlarına inin, inin. diyor.
- İndik öğretmenim.
Öğretmen, enine boyuna anlatıyor, Balkan Savaşlarını… Ömer Seyfetin’i soruyor:
- Bildik.
- Okuduk diyenler...
Ben atılıyorum devreye ‘’ Ömer Seyfettin bir tek kalemi ile hem edebiyatımızda yeni bir dönem hem Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır.’’ diyorum. Sınıfın şaşkınlığı, öğretmene şaşırmalarından fazla.
Öğretmen giriyor devreye ‘’ Arkadaşınız sözü ağzımdan aldı ben de onu anlatacaktım.’’ diyor.
Öğretmenin sözünü dersi kaynatmayı cesaret bilenler kesiyor:
- Öğretmenim, Ömer Seyfettin Mareşal miydi?
Öğretmen, gayet sakin, kendinden emin, ‘’ Mareşal değildi ama üsteğmendi.’’
- Öğretmenim, savaşa üsteğmenler mi karar verir?
Öğretmen, anlamıştır soran öğrencinin üsteğmenle mareşal arasındaki farkı bildiğini, sorunun alaycı soruluşunu. Sakinliğini bozmadan, bilgisine gölge düşürmeden cevabını vermeyi sürdürür,
-Evladım, Millî Mücadeleyi Ömer Seyfettin başlatmıştır. Ömer Seyfettin başlatmıştır ama kılıcıyla değil. Millî Mücadeleyi başlatmak için kılıcını bırakmıştır hatta silahını da.
Sınıfta bir gülme… ‘’Donkişot’’ diyenler…
Öğretmenin tavrında değişiklik yok. Aynı sakinlik aynı bilgelik,
- Ömer Seyfettin Donkişot gibi ata binerek de Millî Mücadeleyi başlatmadı.
- Ama öğretmenim başlatsın, zil çalacak.
Öğretmen anlatıyor:
- Ömer Seyfettin Millî Mücadele’yi kalemi ile başlatıyor. Önce Üsteğmen rütbesiyle ordudan istifa ederek ayrılıyor. Genç Kalemler Dergisi’ni çıkarıyor.
Öğretmen, derginin Millî Mücadele’deki rolünü, Millî Edebiyattaki rolünü üstüne basa basa anlatıyor.
Sınıfın alaycı girişimleri bir anda bitiyor. Yüzlerde bir suçluluk duygusu, bir mahcubiyet…
Öğretmen sakin, öğretmen bilge… Öğretmen dakik. Öğretmen ‘’Savaşı başlatsın.’’ diyen arkadaşımıza:
- Birinci ders savaşı başlattık, ikinci ders bitireceğiz diyor ve zil çalıyor. Öğretmen sınıftan çıkıyor. Sınıfın tüm öğrencileri, ilk defa sınıfta. Sınıftan çıkan tek kişi, yok. Ben savaşı öğretmenin bıraktığı yerden sürdürüyorum. Diğerlerinden kimi mahcubiyetinin şoku altında, kimi mahcubiyetini bastırma adına espriler yapıyor:
- Kemalciğim, üsteğmen mi büyük, mareşal mi?
- Kemalciğim, Donkişot ata mı bindi, eşeğe mi?

İkinci dersin başlaması ile hepimiz kendimizi savaşın içinde bulduk. Öğretmen tüm cepheleri sayıyor, saymakla yetmiyor betimliyor… Alay, tabur, bölük, manga sayıyor da sayıyor. Her askeri nerde ise isim isim sayacak. Askerin elbisesine, matarasındaki suyuna, susuzluğuna, karavanada çıkan, çıkak yemeğe… Sayıyor da sayıyor… Şehitlerin çetelesini tutuyor. Edebiyat derslerinde öğretmenimiz dramatizeyi yazdırır anlatırken böyle değildi.
Emirler veriyor’’ Hücum! ’’ çıkarttığı top sesleri top sesinden biraz daha sahice. Sesten bazı arkadaşların başlarını sıraya koyduklarını, sıranın altına saklandıklarını söylersem durum daha anlaşılır kılınacak. ‘’Güm, Güm, gümmm!’’ ‘’Gitti on kişi, bin kişi.’’ ‘’ Bayrak göndere.’’
‘’ Çanakkale Geçilmez.’’
‘’İstanbul İşgal altında’’
‘’Geldikleri gibi giderler.’’
‘’Savaşacağız.’’
‘’Silah yok.’’
‘’ Silah bulunur.’’
Samsun- Erzurum Amasya Sivas…
İnönü, Dumlupınar, Sakarya derken arkasından 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan ettik.

Savaş bitti, biz bittik. Kendimi öğrenim hayatımın tamamından daha yorgun hissettim. Deyim yerinde ise öldük öldük dirildik… İlk defa bir dersi yaşayarak böylesine beynimize kazıdık, ruhumuza yamadık.

Ben, yine atıldım devreye’’’ Öğretmenim, Çanakkale’yi geçilmez kılan başta Atatürk olmak üzere milletimizin yokluk içinde sergilediği cesarettir.’’ dedim. Öğretmen beni tasdik edercesine, kutlarcasına bir kez daha baktı. Sonra savaşı kazanmış edasında bürünüp sınıfa döndü:
- Ben bu sınıftan bir tekinizin, bu yılki kutlamalar için anlattıklarımı yansıtabilecek, dinleyenlere bugünlere nasıl gelindi, yarınlara nasıl bakılmasını gerekti vurgusunu verebilecek birinin çıkmasını bekliyorum.
Öğretmenin sözünü duyanlar, öğretmenle göz göze gelmekten kaçındı, çoğu başını sıraya dayadı, sıranın altına soktu.
Öğretmen, yine bizi şaşırttı. İlerleyen yaşına rağmen çevikliği ile neden nasıl niçin olduğunu anlamamıza fırsat vermeden masasının üzerine zıpladı. Gözleri ile bizleri süzdü:
- Arkadaşlar sözlü yapmıyoruz, sıranın altlarında saklanmanıza gerek yok. Bu özgüven ister, gönül ister. Vatan sevgisi rica minnetle olmaz.

Öğretmenin masadaki duruşu, derste anlattıkları birden gözümün önüne Atatürk’ün Kocatepede’ki anıtını getirdi ve Nazım Hikmetin dizelerini… Kendimi tutamadım haykırdım:
- Öğretmenim Kuvâyı Milliye’den bir dörtlük okuyabilir miyim?
Kuvâyı Milliye sözünü duyan öğretmenimin yüz çehresi birden bire değişti. Gülümseyen tavır, okşayan sesiyle:
- Oku kızım.
Ben başladım okumaya,
‘’İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’

Benim susmamla öğretmen başladı:
‘’Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’

Öğretmen, şiirini okuyup bitirdiğinde göz göze geldik. Bakışını değiştirmeden yanıma kadar geldi, kısık bir sesle ‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ dedi.
Zil çaldı, öğretmen gitti... Öğretmen gitti, nerdeyse aklımdan bütün anlattıkları gitti. Tek kalan,‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Tek söz durmadan tekrarlıyor. Nerdeyse tutunmaya destek bulsa Görkem de gidecek yazı tek başına kalacak. ‘’ Bu yazıyı Görkem yazacak.’’
Akşam eve geldiğimde ilk iş yaşadıklarımı babama anlatmak oldu. Babamın cevabı tek ve netti. ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi.’’
Beynimde tekrarlayan söz iki oldu, ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi, Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Söz iki… Söz iki ayakları üzerinde durabiliyordu. Durabiliyordu kararlı, ısrarcı hem de dimdik. Görkem de dim dikti. ‘’ Yazacağım!’’ diyordu.
Başladım yazmaya. Daha doğrusu düşünmeye. Aklıma önce öğretmenin anlattıkları geliyor bir bir… Alıyorum kalemi elime, öğretmenin anlattıklarını yazıyorum, ara veriyorum, tarih kitaplarını seriyorum yere… İnternet sayfalarını açıyorum, kapatıyorum... Tarıyorum, sayfa sayfa. Okuyorum, okuyorum… Okuyor notlar alıyorum… Gören LYS YGS, KPSS sınavına hazırlanıyor sanır.
Yazıyorum, yazıyorum... Yazıya son şeklini babamla veriyorum,
‘’ NEMUTLU TÜRKÜM DİYENE
Aylardan Mart, soğuk demir işleyen cinsten… Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi… Silah bulan silahıyla, bulamayan, taşı, sopasıyla… Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…

Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir…Titrek el, tetik. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. An be an kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor… Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.
Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…
Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna ya Rap ne güneşler batıyor.’’
Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’’
Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte. Bir komutan cepte. Son Mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son Mehmetçik, ‘’ Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ zuhuru.
Arif Nihat son dizelerini yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’
Mehmet Akif, dizelerini yazar,
Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın

Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı. Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
3O Ağustos şafağı, Şafağı saran Zafer güneşi, cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak.
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!
Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk, emri değiştirir’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’
Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda.
Mustafa Kemal Ankara’da, bugün ….. yıl önce 29 Ekim’de Zafer güneşini taçlandırılır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet’’ Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı tutan birler, bugün binler milyonlar… Ne mutlu Türk Gençliği ’ne Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine, yıllar önce Şehitler Tepesi’ne dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet güneşinde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.
Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı taşır elden ele.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal ‘’
29 EKİM
Tören alanı dolmuş, konuşma sırası bana gelmişti. Başladım yazdıklarımı okumaya içimdeki ses’’ ‘’ Başardım, başardım. Cesaretimin meyvesi birazdan alkış sesiyle toplanacak.’’
Başladım okumaya: ‘’Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el, tetik’’ cümlesini okurken ellerimin silah, ellerim Mehmetçiğin eli…
‘’Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları… ‘’ Cümlesini okurken, arkadaşlarım öğretmenlerimle göz göze geldim, birçoğunun gözlerinden gözyaşı damlaların süzüldüğünü dördüm. Farkında olmadan kendi gözlerimden de gözyaşlarımın okuduğum kâğıda düşüşüne şahit oldum.
Konuşmamın sık sık kesilen alkış seslerinde gözyaşlarımın durduğunu, yerini sevince bıraktığını hissettim.
Konuşmam bittiğinde inliyordu alkış sesi. Alkış seslerinin içinde yankıyan ‘’Görkem! , Görkem! ’’ sesleri…
Sanki Kurtuluş Savaşı’nı ben kazanmıştım. Her alkış top tüfek sesi…
Gözlerimden dökülen sevinç gözyaşları soruyordu bana ‘’ Aynı sevinç gözyaşlarını kurtuluşa tanık kaç Mehmetçik dökmüştür?’’
Yer gök ayaklarımın altındaydı. Mavi bulutların aralığında cesaretin timsali Atatürk’ün silueti bana bakıp gülümsüyordu mavi gözlerde… ‘’ Cesaret başarıya böyle taşır insanı.’’ diyordu.

İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 2.9.2019 12:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İbrahim Şahin 2