ÇERÇİCİ
'- Çerçiciiiiiii! '
Oyunumuz ne kadar çekişmeli olursa olsun, bırakır, sesin geldiği tarafa bakardık. Başındaki soluk kasketini sarı bir mendille kulağıyla birlikte başına bağlamış, sırtında yamalı bir asker paltosuyla Piçoğlan, sanki dünya yıkılmış da o altında kalmış, ya da yerde altın bulacakmış gibi hep başı önünde yürüyen eşeğiyle birlikte gözümüze girer, dil, diş ve damağımızın uyuyan zevkini uyandırırdı.
Neden 'Piçoğlan' dediklerini düşündüğümüz, kafa yorduğumuz hiç olmamıştı. Zaten o sesle birlikte her birimiz bir yumurta, yün kırpıntısı ya da topağı, bir yırtık yün çorap nasıl temin edeceğimizi otomatikman düşündüğümüzden onu düşünecek zamanımız olmazdı. O, önündeki kulağı sarkık eşeğine 'duh' demiş, eşek de yıllar yılı aynı tempoyla ağır ağır yürür, 'çüş' deyince de durur olmuştu.
'- Yün kırığıyla, yumurtaylaaaaa! '
Aramızdan üç-beş kişi bir yerlere koşardı. Döndüklerinde ellerinde eski, genelde topuk ve parmak uçları yırtık bir yün çorap, bir yumurta, köylünün pazara satmak için getirdiği koyunlardan koparılabilmiş bir sıkımlık yün, anasını ikna edebilmişlerin ellerindeki çinko tas ya da tabaklarda bulgur olurdu.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.