Ben miydim rüyada gördüğüm bennu?
Yoksa bennu mu beni gördü dokundu?
Yalnızlığa çırak verilmiş bir çocukken,
bana Eşref’in sarhoş gece ilhamı okundu.
Bir erdem harâbesinden arta kalan heykeldi insan,
kanatları tîn, şerâret ve taştan dokundu.
Ve tarihin nabzı durmuştu:
isyanlar, sadece çürümüş taçların dekoruydu.
Kandinsky’nin morundan girift bir umutsuzlukla çizdim yüzümü.
Nâdân bir perestiş kıblesiydi Nietzsche,
ağlayan bir Müseyleme ve düşünen bir Hâile Selasiye;
elleriyle yok etti kendini ve übermenş vehimlerini.
Gecenin pitoresk süveydâsında
Remarque'ın dua mabedi cephelerinde eriyen beşer ve adalet,
Şiva’nın üçüncü gözünde kül olurdu.
Hakkaniyet terazisi kırık değil, şın gibi bükülmüştü
Themis’in gözüyaşlı inkisârında
İvan’ın sabahlarında,
Vlad’ın kazıklarında ve Pol Pot’un tarlalarında.
Ve ben her sabah Platon’un mağarasında
ve Bruno’nun monadlarında değil,
ışığın ve aydınlığın yalanında uyanıyordum.
Artık kimse ölmez,
çünkü herkes zaten sahte bir yaşamla ölüydü.
Bir mezar taşınca sessizdim ve sanrılı:
Altım boş, üzerimde bin yılın hakikati yazılı,
granitten ve turâba bakan rahimlerde,
nice tuğyanlar gömülüydü
Klimt’in sırgölge kadınlarında saklıdır,
derûnumdaki hüviyetlerimin eğri mirası,
Ve kimliğim, bir imperium gibi çöküyor dilimin kıyısında.
Kendimi bir suret gibi taşıyorum: ne kendimim ne yabancı.
Ramakrişna’nın öksüz evladıycasına,
haykırdım ama yankım bana dönmedi.
Vivaldi mevsimlerince tesbih ediyorum içimdeki tufanları.
Her hüviyetim bir enstrüman - ama orkestra susmuş,
şef istiğrakla intihar etti
Sonsuz aynalar arasında bölünmüş bir hakikatim;
her biri bana ihanet etti.
Sürgündeyim doğduğum vicdandan - kanımda bir diaspora yası.
Ve susarak çoğalıyorum arzın vajeninde Patanjali gibi;
her suskunluk yeni bir ben doğuruyor,
münhal bir tenasühün mirajlara çivili esası
Âyine-i İskender’de kırıldı,
bütün Prometyen Batı’nın sağduyusu.
Şeyh Bedreddin usulca ağlardı,
mülkiyetin bıçak gibi kestiği dualarda.
Bir nota çocukça sustuğunda,
Şerif Muhiddin’in gözleri kapanırdı;
adalet oydu belki, kundaklara çakılmıştır
Şimdi her şey, bir fermanın sahte mürekkebinde yazılı –
cenîn-i sâkıt gerçekler ise yakılmıştır.
Ve tarih dediğin,
sadece galiplerin dramatize ettiği bir yalan,
Ben mağlubum bu Dâr-ül Belvâ’da:
ama alnımda Nemrud’un değil,
İbrahim’in ateşi yanmaktadır.
Lut Gölü’nde batmayan şehir gibi ağırdı
içimdeki bulantının kıvrımları
Göğsümde bir Tibet çanı çalardı her sabah
—boşlukla kıvrılan bir sin gibi,
Yaşamım, bir Pagan ayininde unutulmuş bir gong sesiydi.
Ceninlerde değil, yıldızlarda biçim buldu kalbimin çatlağı.
Tanrıların hatırlamak istemediği bir geçmişin yankılarında
İlk çığlığımda kadim Avesta devrildi;
ama jimnosofistlerin harfleriyle bilendi inzivamın bıçağı
her düşünce tanrının kurşunladığı bir urgan,
her urgan bir Yusuf kuyusu gibi derindi.
sonunda inandım, vav gibi temennayla, çünkü yıkıldım;
zira tüm tanrılar sustuğunda, sen fısıldadın içimden yakıldım
Ruhum, Hint kumaşları gibi dokunduğunda parçalanır;
ilmek ilmek pâreleri fısıltılı âsumânda ufalanır.
Ölüm, bir sinfonietta gibi yaklaşır: yavaş, ama her zaman armonik.
Kendi cenazemi besteledim; Hüzzam’da ağlayan aşkefza bir neyle
Ve ben kendime yazılmış en güzel ağıttım:
ne ilâhi, ne seküler, sadece varoluş ve hiçlik.
Beni unutanlar, yalnızca kendilerini kaybeder—
çünkü ben her insanın içindeki susturulmuş sayhâyım
budur kanayan ve susan gölgelerdeki ebedi kimlik.
Kayıt Tarihi : 15.6.2025 15:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!